GÜLÇİN AKSOY (1965-2024)

Söyleşi: Ayşegül Oğuz
31 Ocak 2024
SATIRBAŞLARI

Duble Hikâye kapsamında Beraber ve Solo Şarkılar adı altında bir performans gerçekleştirdiniz; bir musiki korosuyla birlikte bir kadın solist şarkı söylüyordu. Tek tip kıyafetleriyle, klasik koro düzeni içinde, donuk ifadeleri, zombi makyajlarıyla serginin gül desenli “İftiharla tasvir eder” duvarının önüne geçerek dört eser seslendirdiler. Siz de bir koltuğa oturmuş, portakal soyuyordunuz. Bu imgeye toplum olarak yabancı değiliz. Duble Hikâye bağlamında bu performans neyi temsil ediyor?

Gülçin Aksoy: ‘80 sonrası yıllardan aklımda kalan bir enstantane. Zaten sokağa çıkma yasağı var, yapacak fazla bir şey yok. Siyah-beyaz televizyon seyredip karşısında meyve soyulan zamanlar. Bizim evimizde kendi halinde demlenen güzel bir baba, hiç durmayan şahane bir anne vardı. Portakal soymak, portakal kabuğundan motif yapmak birçok evde olduğu gibi bizim evde de gelişmişti. (gülüyor)

Performans sırasında niyetim, portakal soyan babadan portakal kabuklarından motif yapan anneye dönüşmekti. Biraz kadınla erkek arası bir duruşum vardı. Koronun solisti Gökçe Erhan eski öğrencim. Ha Za Vu Zu’yla Garip Pandik I ve II isimli performanslarını yapmıştık, Gökçe güftesi ve bestesi kendisine ait sanat müziği formunda şarkılar icra ediyordu. Ona aklımdaki enstantaneyi anlattım, şarkıları sergi konseptinde yazdı, besteyi de Utku Yiğit yaptı. Şarkıların ilki “sağ”ından başlıyor, sözünü söylüyor, “sol”una geçiyor. Sonunda “Eril Bayrak”la bitiyor. Arkada ise çok kısa bir sürede oluşturduğumuz erkekler korosu vardı. Bu televizyon kadrajının içindeki koro imgesi, dönemdaş olanların belleklerine kazılı bir imge ya da benim için öyle. Yıllardan beri koro üzerine iş yapıyorum. Kaç tane koro işim var, bilmiyorum. Sanırım Yerli Malı sergisi için yaptığım Alışveriş korosuyla başlamıştım.

Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu

Koro sizin için neyi temsil ediyor?

Çokluk ve birlik meselesini simgeleştiriyorum koroyla… Çocukluğumdan beri çok spor yaptım, iyi bir takım oyuncusuydum. İnsanlarla paylaşmayı severim. Çoklukta ve birlikte her zaman bir handikap var ki, birçok kez paylaşımlar elinizde patlıyor. Yan yana durmayı, göz hizası bakmayı beceremiyoruz. Siyah-beyaz Türkiye’ye baktığın zaman, koro zaten tek ses. Çoklukla birlik olmaya, fakat tek bir sözü paylaşmaya gayret etmiş yıllarca. Tek adamlıktan adamlar da kurtulamamış. İktidarın simgeleştiği çok kişi de olsa, hep “bir” ideoloji, mantık üzerinden yürünmüş. Sergideki kesekâğıtları da öyle: ANONİM damgalı kesekâğıtları geçirilmiş kafalardan oluşuyor. ANONİM damgası bu masum birlikteliği bir güce dönüştürüyor, sanki kaçış yok gibi. Alabildiğine çoğaltıyorum koroları, çoğaldıkça da birbirlerinin iktidarını kırıyorlar. O iki zıtlık arasında sürekli dans ediyorum.

Çocukluğum boyunca sabahları radyodan duyulan Yurttan Sesler korosunun sesiyle uyandım. Belki bizden önce kimileri Türk Beşleri’yle uyandı. Korolar, çok sesli de olsalar, sanki hep tekilliğe hizmet ettiler. Koronun dışı yok gibiydi. O yüzden sürekli koroları çoğaltıyorum. Çoğalt ki azalsın diyerek.

1980’de kaç yaşındaydınız? Darbe sabahını nasıl hatırlıyorsunuz?

14’ümdeydim. Güzel, güneşli bir gündü. Babam “darbe olmuş” diye kaldırdı. Bir saat sonra kapımız yumruklandı. Bütün ev halkı içeri alındık. Kardeşlerim politik kimlikleri nedeniyle aranıyordu. Ailecek bir hafta gözaltında tutulduk.

Devrimci gelenekten gelen bir bakış açım vardı, “insanız” noktasındaydım. Yaşamın beni getirdiği nokta şu: Kadınım, canıma okunuyor. Sanat eğitimim sırasında da canıma okunmuş, daha başlarken fırçayı erkek gibi tutmak gibi bir söylem var. Bilek kudretinden bahsediliyor. Hangi sanat yahu? Resim tarihi, erkek tarihidir.

Samsun’da Gazi Caddesi üzerindeki Umur Apartmanı’nda oturuyormuşsunuz. Samsun’un politik sembolü haline gelmiş iki yer. O zaman da öyle miydi?

Bizden sonra öyle oldu. Umur Apartmanı’nda o yıllarda bizden başka sol görüşlü aile yoktu, hatta daha çok sağ görüşlü aileler vardı. Gazi Caddesi ise şehrin sol görüşlülerinin kapsamına girerdi genel olarak. Zaten şehir ikiye bölünmüştü. Bir kısmına solcular giremezdi, bir kısmına da sağcılar. Evimiz belirli aralıklarla polisler tarafından basılır, kapılar kırılır, kitaplar çuvala doldurulup götürülürdü. Daha sonra taşındık. 80’lerin sonu, 90’ların başında Umur Apartmanı’na sol eğilimli dernekler, oluşumlar taşınmaya başladı, zamanla bina bu derneklerin toplanma yeri haline geldi. İki ay önce Umur Apartmanı, ne yazık ki, hem de üç dairenin izin vermemesine rağmen yıkıldı. Üstelik yıkanlar da sosyal demokrat! Sergide Umur’un konu edildiği, belgesel olan / olmayan aralığında duran bir video çalışması var.

1980’de ailecek gözaltına alınıyorsunuz, abla ve abiniz de aranıyor. Sonra neler oldu?

Hepimiz bir hafta tutulduk. Ben yaşlı çocuğuyum, ama babam şık, fit bir adamdı. Nakliyat şirketi vardı, eşraftan, bilinir. Borsalino şapkasıyla gezer. Tam cumhuriyet adamı. Babam gözaltından çıktığında inanamadım. En az on yıl yaşlanmıştı. İşkence görmediğini biliyorum. Orada olmak bile onun için yıkımdı.

Umur Apartmanı

Sizin ifadenizle, “serginin başlangıç noktasını KA’nın 1984 yılında öldürülmesi ve GA’nın yurtdışına iltica etmesi, yani ikiz kardeşlerin hikâyesi oluşturuyor”. Ablanız ve abiniz ikiz, değil mi?

O yüzden duble hikâye! Aslında kendimi bahane ederek, ailemin hikâyesinden yola çıkarak bugüne bağlanıyorum. Her şey duble zaten, hayatım da duble… O dönemde birçok kişinin yaşadığı iltica, memleket değiştirmek zorunda kalmak, iki kimlikli yaşamak, KA’nın kaçak olması, öldürülmesi, ispiyonlanmaları, ispiyonlayanların uzantılarının şehrin ileri gelenlerine kadar uzanması gibi alt hikâyeler de var.

Gidip sadece çok ünlü bir sanatçının işlerine bakmanız gerekmiyor illâ, etrafta dönenlere bakmak daha keyifli bir oyun. Hâlâ sadece Mona Lisa’ya bakmaya gerek yok. Hem selfie diye bir şeyin altı çizildi. Yaşadığımız coğrafyada o kadar çok şey oluyor ki.

Fakat ben Duble Hikâye’de birebir böyle bir hikâye anlatmıyorum. Evet, bunlar yaşandı, ölen öldü, giden gitti. Kalan izleri şimdiki yaşamda elimdeki her türlü medyumla sürüyorum ve olabiliyorsa dönüştürüyorum. Elbette sergi sürecinde birçok araştırma yaptım, hatta kazılar yapmak zorunda kaldım. İnsanlarla konuştum, ama en zoru kendi aile fertlerimi konuşturmaktı. Kimilerinin enteresan ve saygı duyduğum bir devrimci ahlâkları var. Kahramanlaştırmak ve sahiplenmek, hele de GA’nın en çok tepki verdiği konular, ki haklı da…

Bir gün kapı çalındı, karşımızdaydı GA. Misafirliğe geliyormuş gibi bir küçük el çantasıyla. O sırada bilmiyoruz, ama yurtdışına çıkacağı için son bir kez bizi görmek istemiş. Yıllar sonra konuyu didiklerken, elinde o dönemlerden kalan bir şey var mı diye sormuştum. İki kıyafet, birkaç mektup ve fotoğraf getirdi. O kıyafeti GA’ya verdiğimi, hatta kıyafeti unutmuşum… Kemerli, süslü püslü bir kıyafetmiş zamanında. Gerçekten şok geçirdim. Yurtdışına çıkarken de onu giyiyor. Çizgili kıyafet! Bu kıyafetin çizgili olması, vatanından kovulan birine eşlik etmesi falan derken, dondurup baş köşeye yerleştirdim sergide.

Geleneksel hükümlü kıyafetini anımsattığı için mi?

Sanıyorum 17. yüzyıldan itibaren fahişelere ve suçlulara toplumdan soyutlansınlar, teşhir edilsinler diye özellikle çizgili kıyafet giydiriliyor. Türkiye’den götürdüğü için de GA için özel bir yeri olmuş diye düşünüyorum. O ziyaretten bir sene sonra İsveç’ten bir telefon aldık: “İyiyim, merak etmeyin.” Sonra göl kenarında çizgili kıyafetli fotolar…

GA’nın çizgili kıyafeti

Bu zorunlu vedaların ardından Samsun’da yaşam nasıl devam etti?

Beraber ve solo şarkılarla. Babam koro sever, annem nefret ederdi. Hiçbir zaman da sevmedi. Televizyon babalar için adeta iktidar mevzusuydu. Anten mesela, Samsun’a televizyon geldiğinde apartmanların, evlerin tepesine dev antenler konuldu. Kimin anteni daha yüksek olacak diye anten yarışları vardı. Bizimki yedi metre yüksekliğiyle terasa, televizyon ise siyah-beyaz dev cüssesiyle salonun baş köşesine kuruldu. Daha TRT gelmemiş, ama anten ve televizyon hazır, bekliyoruz. Televizyonda karlı bir görüntü bulunuyor, adamın biri mırıl mırıl belki de kımıl zararlısını anlatıyor. Bir spiker saatlerce konuşuyor, arkada bomboş Rus stepleri. (gülüyor) Babam inatla televizyonu açar, bu yayını izlerdi. TRT’nin gelmesi çok sonra…

Üniversitede resim okumaya nasıl karar verdiniz?

Sporcuydum, uzun yıllar voleybol oynadım. Ya sporcu ya müzisyen olacak ya da resim okuyacaktım. Hepsine de eğilimim vardı. Zorunluluklar ve tesadüflerle buraya geldim diyebilirim.

Samsun’da resim okumak nasıl bir deneyimdi?

Vallahi, iyi değildi, ama farkına varırsanız artıları da var. Bu projeyi hazırlarken sık sık Samsun’a gittim. Annemin evi hâlâ orada duruyor. Umur Apartmanı’nın bahçesinde geçti bütün çocukluğumuz, çok keyifliydi. Hâlâ çocukluk arkadaşlarımla bir araya geliriz. Hiçbir baskı görmedik, kızlı erkekli beraber büyüdük. Çok güzel arkadaşlıklarımız oldu. Her şey 12 Eylül’le siyahlaştı. Aile de öyle. Büyük bir aile, her akşam 12 kişilik yemek masası kurulur, gelen giden olur, yenilir içilir, fakat sonra karanlık. Oğlu terörist damgası yiyen Borsalino şapkalı adam dayanamadı, çöktü ve gitti.

Samsun’da resim okumak istemiyordum, çok tepkiliydim, ilk iki sene öylesine gittim geldim. Son iki sene ise, şimdi sergide de olan taşlar, ilk yağlıboyam ortaya çıktı; kendimi terbiye etme sürecimdir. Resmin üzerindeki “no name”, bu sergi kapsamında bir eklentidir. Yani süreç 1986’dan 2014’e kadar devam etmiş… Sanat eğitimi bu memlekette büyük problem. Mesela Van’daki bir üniversitede neden Van Gölü diye bir ders olmasın? O coğrafi konumun belirlediği bazı fikirler, uygulamalar olmalı, üzerine gidilmeli. Ama hayır! Ortaya bir natürmort koy, etrafında dön dur. Samsun aslında bugün gördüğümüz geçmişin tuhaf replikalarına inanılmaz bir örnek. Bana göre bu tuhaf replikada bir şeyler oluyor, ilgilenilmesi, kurcalanması gereken bir şey benim için… Gidip sadece çok ünlü bir sanatçının işlerine bakmanız gerekmiyor illâ, etrafta dönenlere bakmak daha keyifli bir oyun. Hâlâ sadece Mona Lisa’ya bakmaya gerek yok. Hem selfie diye bir şeyin altı çizildi. Yaşadığımız coğrafyada o kadar çok şey oluyor ki.

Gülçin Aksoy Mustafa Kemal’ler arasında

Samsun’un gölgeleri var, Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı gibi… Şehir bu tarihi nasıl yaşıyor?

AKP’li bir belediye başkanı var, ama müthiş bir Atatürk pazarlaması da var. Şehrin her tarafı balmumu Atatürk heykelleri ve şehir mobilyalarıyla dolu. Atatürk tamamen turistik bir nesne olarak varlığını sürdürüyor. Her 19 Mayıs’ta çok yakışıklı bir Atatürk denizden çıkıp insanların yanından geçiyor.

Çocukluğumda Atatürk’ün bu kadar abartılı bir durumu yoktu. 12 Eylül’den sonra böyle bir şey yaşanmaya başlandı. Hatta sol jargonda Atatürk bayağı eleştirilirdi, İstiklâl Marşı o kadar da ciddiye alınmazdı. Ama televizyon İstiklâl Marşı’yla açılır kapanırdı. Samsun’da okuduğum okullar, İstiklâl, Atatürk, 19 Mayıs. Video için söyleşi yaptığım beyefendi anlatıyor, faşistler tarafından öldürülen kardeşi Devrim Lisesi’nde okuyormuş, 12 Eylül’den sonra lisenin adı değiştirilmiş. 12 Eylül’den sonraki Meclis kayıtlarında sakıncalı bulunan sözcükler üzerine saatlerce tartışıyorlar. Bir yıl sonra ilk çıkarttıkları kanun da Atatürk’ün 100. doğumgününü kutlama kanunu. Samsun’un tarihi Atatürk’ün Samsun’a çıkmasıyla başlamıyor ki.

Öğrencilik zamanımda soyut mu, figüratif mi tartışması vardı. Sonra resim yapmak mı, enstalasyon mu gibi suni tartışmalar yaşandı. Hiçbir zaman resmi inkâr etmedik. Bence güncel sanat niyetle ilgilidir. O dönemin gereklilikleri bizi bir araya getirdi. Ya yapmayacaktık ya da alternatif olacaktık. Yaptığımız şey, ayak bastığımız coğrafyaya bakmaktı.

Çok uzun yıllar önce şehrin tam ortasında bulunan Tekel fabrikasına gözümü dikmiştim. Osmanlı zamanında Düyun-u Umumiye’nin borçlarıyla Karadeniz’deki tütün piyasası arasında müthiş bir ilişki var. Özal’dan sonra tütün piyasası yön değiştiriyor ya, fabrikanın üretimine son veriliyor, fabrika boşaltılıyor. Yıllarca da boş kaldı. Israrla orayı dönüştürmek, sergi yapmak istedim, çeşitli fonlar da bulunabilirdi pekâlâ. İnanılmaz bir binaydı. İki sene önce restore ettiler, ama sadece dış duvarlar kaldı, içi boşaltıldı. İçine girdiğiniz zaman orasının eski Tekel Sigara Fabrikası olduğunu asla anlamıyorsunuz. Sonra da AVM yaptılar! Herkes memnun.

Şehir Müzesi mesela, elbette tütünden bahsetmesi gerekiyor. Arkasında dönen siyasi hikâye ise bambaşka. Samsun’daki Türk Tarihi Vakfı küçük bir kitap çıkartmış, o kitaba göre tütün korucuları yüzünden binlerce köylü hayatını kaybetmiş. Şu anda Samsun’da ayakta kalan bir tane Katolik kilisesi var, ayda bir temizleniyor ve kapalı. Ermenilerin esamisi okunmuyor. Çocukluk arkadaşlarımdan biri Samsun’un tanınmış fotoğrafçılarından. Sergide kullandığım bir fotoğraf var, altında Foto Bahri yazıyor, arkadaşıma çektirdim özellikle. Onun babası da fotoğrafçılığı Ermenilerden öğrenmiş. Merzifon’da barınamıyorlar, bir süre Samsun’a geliyorlar… Çocukluğumda bir Ermeni mahallesinden söz edilirdi, bugünse hiç kimse yok. Şehir maketlerle dolu, Bandırma Vapuru, Kurtuluş Yolu… Her fotoğraf Atatürk. Kaldığı yer var mesela, inanılmaz kompozisyonlarda balmumu Atatürk’lerle dolu, heyetler, maiyeti…

Şimdi de siyah-beyaz zamanlar yaşanıyor. Küçüklüğümde solcular ve sağcılar vardı, şimdi ulusalcılar ve AKP’liler var. Ötesi Umur Apartmanı’ndaydı, o da gitti.

İki sene sonra üniversitede yaşadığınız kırılma hayatınızda neleri değiştirdi?

Değişimler buraya, İstanbul’a geldikten sonra başladı, ama buraya geliş de hayal kırıklığıydı. Aslında o kadar kırık dökük bir eğitim ki. Neden hep siyah-beyaz olmak zorunda olduğunu, alternatif yaşamların olmayacağını hiç anlamıyordum. Asıl savaşım burada başladı. Fakat temsil biçimleri hiç değişmedi, devrimci konjonktürde de öyleydi, hep bir bıyıklı abi ve arkasındaki kitle vardı. Burada da sakallı abiler vardı. Gene bir abimiz var, kaçarı yok. Abiler de değil, tek bir abi, tek adamlar ordusu. Akademi de Osman Hamdi’yle kurulmuş. Alternatif bakışlar konu dışında tutuluyor, sunulan değişik üretme biçimleri düşman olarak algılanıyor. Bir iktidar savaşının içindesin. Maço, eril iktidar nereye baksan karşına çıkıyor. Karşındakini sürekli rakip ve düşman olarak görme olgusu feci.

İstanbul’da okulla ilişkisiz bir sanat ortamına da giriyorsunuz. 90’lı yıllar Türkiye’de sanat âleminin kabuk değiştirdiği zamanlar.

Taşradayken bünyene oturmayan bir şeyler var ve bunun ne olduğunu anlayamıyorsun. İstanbul’a geldiğimde biraz daha anlayabilmiştim farklı alanlar, farklı biçimler olabileceğini. Çeşitliliği gördüğün zaman, o kadar yanlış bir üretim değilim, ben de çeşitlenebilirim diyorsun. Güzel insanlarla da karşılaştım. Onlarla paylaşabildik. 90’larda suya sabuna dokunmadan kendi içinde üretimler yaptık, iyileşme süreciydi, bu sebeple 90’ları “İdare et” ile simgeledim. Okulun dışında birbirimizi bulmaya başladık. Dışarıda yaşadıklarımı hep içeriye taşımak istedim, fakat birbirlerini reddettikleri için çatışma bitmedi. Neyse, o çatışmalar da çeşitlenmemi sağladı. Mesela Yerli Malı (2000), Yurttan Sesler (2001) ve Aileye Mahsustur (2002) sergileri çok önemlidir. Başlangıçta Nancy Atakan, Neriman Polat, Gül Ilgaz ve bendik. Önce tamamen kendi olanaklarımızla Arada sergilerini yaptık. İlki AKM’deydi, 1997’de. Sonra Ardarda oldu; onu İstanbul Teknik Üniversitesi’nin sergi salonunda, üçüncüsünü de Arnavutköy’de kiraladığımız bir atölyede yaptık. Üç sergi yaptıktan sonra da genişlemeye karar verdik.

O yıllarda farklı medyumları deniyorduk, fotoğraf mesela, ödünç kameralarla iş görüyorduk. Daha güncel sanatın bu araçları henüz kullanmaya başladığı günler… Bir avuçtuk. Resim yapan insanları da sergilerimize davet ediyorduk. Yerli Malı’nda sekiz-dokuz kişiydik. O zaman Karşı Sanat, Elhamra Sanat Galerisi’ydi, hiç kaynağı yoktu. Gittik, bir reklam filmi için dekorlar hazırlayıp para kazandık ve galerinin kirasını, elektriğini vs. ödedik, karşılıklı dayanıştık. Elhamra bir süre sonra devam edemedi, Karşı Sanat oluştu. İkinci sergide maddi anlamda daha rahattık, ama ilkinin ruhu hepsinden başka.

90’lardan konuşulmaya başlandığı zaman bir sergi kronolojisi takip ediliyor, Ali Akay’ın Devlet Şiddet Sefalet (1995) sergisi, Vasıf Kortun’un Anı Bellek I-IIsi (1993), UPSD’nin Öteki sergisi (1996) ve İstanbul Bienali’nin parladığı yıllar, mesela René Block’un IV. Bienali. Bu sergiler, tercih edilen mekânlar ve geliştirdikleri söylemle, Türkiye’de sanatın sivilleşmesi, yerelle evrenselin buluşması anlamında bir yenilik olarak tarif ediliyorlar. Bir yandan da bu sergiler Türkiye’yi küratörlük müessesesiyle tanıştırıyor. Siz bu gelişmeleri nasıl karşıladınız?

Yerli Malı’ndan hiç söz edilmiyor. Mekân bulamayınca gidip kiralamıştık; İTÜ’ye, AKM’ye kira ödemiştik. Bütün bu sergileri kendimiz finanse ettik. Yerli Malı için yazılanlardan birinde, “keşke bir küratör olsaydı da serginin tozunu alsaydı” deniyordu. Oysa biz sadece fikrimizi ortaya koymak istiyorduk. Tabii ilişkileri güçlü olan tarihi yazıyor, senin tarihin yazılmıyor.

Yerli Malı, Yurttan Sesler ve Aileye Mahsustur ifadeleri, cumhuriyet kimliğinin inşasında önem kazanmış bazı uygulamaları hatırlatıyor. 90’larda bu üç sergiyi yaparken neyi amaçlıyordunuz?

Arada’ların kendi kendini oluşturmuş bir dili vardı. Öğrenciliğim sırasında sergi gezmeye çıkardık, yarım günde hepsini dolaşırdık. Gördüğümüz sergiler, Adnan Çoker, Özdemir Altan… 2000’lere doğru küratörler gelmeye başladı. Bienallerin çok büyük etkisi vardı, etkileşim başlamıştı. Medyumu zaten değiştirmiştik. Uzun zaman kavramsal sanatla ilgilendik, onun üzerine çalıştık. Nancy, Neriman, Gül ve ben sağlam denilen resim eğitiminden geliyoruz. Yüksek lisansta Özdemir Altan Atölyesi’ndeydim. Sorgulamaya başladıkça başka alanlara kayma gereği duyduk. O kadar azdık ki, birbirimizi bulmak zorundaydık. O günün şartları birbirimizle olmayı gerektiriyordu. Galeri yoktu, alternatif alanlar üretmek zorundaydık. “Arada” kendi durumumuzdu aslında, biraz da “duble” gibi; kadın olmak, erkek olmak, resim yapmak, yapmamak…

Mekân bulamayınca gidip kiralamıştık; İTÜ’ye, AKM’ye kira ödemiştik. Bütün bu sergileri kendimiz finanse ettik. Yerli Malı için yazılanlardan birinde, “keşke bir küratör olsaydı da serginin tozunu alsaydı” deniyordu. Oysa biz sadece fikrimizi ortaya koymak istiyorduk. Tabii ilişkileri güçlü olan tarihi yazıyor, senin tarihin yazılmıyor.

Öğrencilik zamanımda soyut mu, figüratif mi tartışması vardı. Sonra resim yapmak mı, enstalasyon mu gibi suni tartışmalar yaşandı. Hiçbir zaman resmi inkâr etmedik. Bence güncel sanat niyetle ilgilidir. O dönemin gereklilikleri bizi bir araya getirdi. Ya yapmayacaktık ya da alternatif olacaktık. Yaptığımız şey, ayak bastığımız coğrafyaya bakmaktı. Benim için bastığım yer önemli. Elimde başka bir şey yok. Öncesinde büyük resme bakıp kendimizi “Arada” diye tanımlıyorduk, dünya ölçeğinde de arada olmaktan, İstanbul’da olmaktan bahsediyorduk, daha kavramsal düzeyde aradalıklardan bahsediyorduk, ama yaptığımız işler hep kendi yaşam çevremizden çıkıyordu, üst akla hizmet etmiyordu. Sonra baktık ki, yaşadığımız öyle ya da böyle bir tarih var, bağlanmaya başladık, Yerli Malı da öyle çıktı. Bizi belirleyen bir dönemdi.

Bir yandan belirleyici bazı üst temalar ortaya çıkıyor, kimlik meselesi, “öteki” kavramı, ulus-devlet tartışmaları gibi. Mesela kadın olmanın kendisi de bu dönemde sizin için bir tema, üretiminizin bir tetikleyicisi miydi?

O dönemlerde bunun altını fazla çizmiyordum. Devrimci gelenekten gelen bir bakış açım vardı, “insanız” noktasındaydım. Yaşamın beni şu an getirdiği nokta şu: Kadınım, canıma da okunuyor. Sanat eğitimim sırasında da canıma okunmuş, daha başlarken fırçayı erkek gibi tutmak gibi bir söylem var. Hâlâ var! Bilek kudretinden bahsediliyor. Hangi sanat yahu? Resim tarihi, erkek tarihidir. Pentür tarihi tamamen erkektir, onun içinde kadının yeri yoktur. Kadın bir temsiliyet nesnesidir, o kurallar hiçbir zaman kadının aklına göre inşa edilmemiş. Resmin, yanılsamanın kuralları… Kadının bu anlamda tarihi yok. Bütün tarihi her zaman beyaz, heteroseksüel erkek yazmış.

Sergiyi üç tarihsel döneme ayırıyorsunuz, 90’lar “İdare et” mesela.

Evet, 2000’ler “Liboş”.

2000’lerle birlikte özel sektörün dahliyle sanat âleminde kurumsal bir dil oluşmaya başlıyor, o süreçle siz nasıl temas ettiniz?

Bana birebir temas etmedi. Bugün daha çok sergi, daha çok etkileşim var, ama bir yandan da aşırı bir etkileşim söz konusu. Ben yorucu bir sergi yaptım aslında, bu sergiyi anlamak istiyorsanız birkaç saat geçirmelisiniz. Artık kimsenin öyle bir vakti yok. Yetişmek mümkün değil. Sanat işçisisin, sürekli proje üretmek zorundasın. Bu beni sıkıyor. Hiçbir zaman galerim olmadı. Çok büyük bir sanat merkezinde sergi yapmadım. Depo’daki büyük bir sergi, ama Depo bilindik sanat merkezlerinden biri değil. Okulda da öyle, öğrencilerimle onlarca iş yaparız, ama bürokrasi kanalına sokmadığımdan kayda geçmez. Sözlü tarih gibi. Mesela tadilat neden gösterilerek atölyemizin üçte biri alınmıştı. Aldıkları yeri de heykel sergileme alanı yaptılar. O yüzden tezgâhın birini dışarı çıkartmak zorunda kaldım, zira atölye küçüldü. Öğrencilerle birlikte, Gezi’den bir hafta önce orada konuşlanıp Üçte Bir diye sergi yaptık, tam da o alana sergiyi kurduk. Bir hafta boyunca orada oturduk. Ardından da Gezi patladı. İşlerden birinin içinde tesadüfen başka bir sanatçının işine ithafen penguenler vardı.

2000’leri neden “Liboş”la tanımlamak istediniz?

Başka ne olabilir diye düşündüm aslında. Hepimiz başka hayatlar yaşayıp başka şeyler söylüyoruz. Herkes her şey olmak istiyor. En iyi akademisyen, en iyi anarşist, en iyi sanatçı… Herkes her şey! Nasıl olunabilir ki! Sanki gündelik çıkarlar veya uzun vadeli olanlar tüm varlığa yapışmış. Fikrisabitlerle özgürlük nidaları aynı bünyede, bir gün osun, bir gün bu… Biraz da bugüne bağladım, liboş meselesine ekleme yaptım, o yüzden iki Ş kullanıp onları dolar işaretine dönüştürdüm. Sadece liboş yazmadım yani. Katlanarak artan bir isteğe işaret etmek istedim. Anlatması zor, o yüzden dokumayı tercih ettim. 1980, 1990, 2000 olarak belirlediğim o duvar, kestirme sözcüklerle, ama dokunmuş bir zamana işaret ediyor. Duble işte. Mesela muhafazakârlık da sadece çıkar ilişkileriyle inşa ediliyor. Bu denli liboş bir zamanda o denli muhafazakâr olmanıza imkân yok. Bu ilişkiler ağında pür dinibütün olmak mümkün mü? Her şey ekonomik ilişkiler bütünüyse, sanat da daireyi tamamlayan bir parçadır. Eksik parça muhafazakâr sanat diye ortaya atıldı. Ama bu denli siyah-beyaz olması da gerekmiyor. Yine aynı filmi yaşıyor gibiyim. Hem “liboşşş”, hem siyah-beyaz. Nedir bu?

Sanat üretimlerinizin yanında bir de akademisyen kimliğiniz var. Mimar Sinan’daki Halı Atölyesi’nin başındasınız. Bu atölyenin size nasıl katkıları oldu?

Halı Atölyesi, medyumun farklılığı nedeniyle, bilindik temsil problemlerinin dışına çıkmaya olanak sağlıyor. Tabii bu da niyete bağlı. Atölyeyi kuran ve şimdi hayatta olmayan sevgili Zekai Ormancı’nın bana fazla müdahale etmemesi atölyeyi dönüştürmemde bir etkendir. Bu rahatlık birçok deneyi öğrencilerle birlikte yaşamama olanak tanıdı. Bir de dokumak daha yaşamsal bir şey gibi geliyor bana. Deneylediğim şeylerden biri, atölyeyi her zaman açık tutmak. Atölyenin sorumluluğu aynı zamanda öğrencinin sorumluluğudur. Böylece öğrenci kendi fikrine sahip çıkmayı ve kendine saygı duymayı geliştiriyor. Hani var ya “bastığın yeri tanı”, atölye deyip geçme…

Sanat eğitiminin kapalı olmaması gerekiyor. Eğitmek, öğretmek değil, birlikte üretmek, etkileşim kurmak gerekiyor. Sonuçta, güncel sanat bölümünü kurdurmadılar, ama bu atölye güncel sanat alanında servis vermek gibi bir alana dönüştü ister istemez. Geleneksel halı üretmiyoruz. Kolay bir teknik, fırçayla yaptığın gibi iple de yaparsın, ama üretimdeki davranış biçimi değişir, ifade biçimi dönüşür. Halının dilini okumak gerekir. İpten başlayarak dokuma mevzuuna, yaşamaya kadar yol alabilirsiniz. Dokuma basit biçimiyle yatay ve dikeyin, artı ve eksinin üst üste gelmesinden oluşur. Eksi ve eksi üst üste gelir mi? Gelirse nasıl gelir? Böyle böyle daha kavramsal bir noktaya varmak bile mümkün. Ya da hiç bunlara girme, çık tezgâhın dışına, bir yumak yaptığında onunla nasıl oynarsın? Önemli olan bu karşılaşmalarda yazabildiğin kendi hikâyen diye düşünüyorum. Duble Hikâye’de üç dokumam var, o kadar keyifle dokudum ki.

Üretimlerinizde hazır nesne, enstalasyon, video kullanımı var. Bu araçlar size nasıl avantajlar sağlıyor?

Bir noktadan sonra tual dışında beni belirleyen başka göstergelerle karşılaşmak ve hesaplaşmak isteği duymuştum. Yapabildiğimi yapmayı seviyorum. Her medyum başka bir bilgiyle geliyor. Belki yalnızca bir medyumun bilgisini inceltebilirsin, ama benim için önemli olan peşinde olduğum fikir. Bu fikir kullandığım medyumun bilgisine dair de olabilir, yaşadığım bir hissiyata da. Fakat bütün bu kullanımlar üzerimdeki güç birlikleri ile uğraşmak noktasında birleşiyor. Her bilgi kendi adına bir yöntem ve yol çiziyor. Sonuçta ne kadar çok ona dair bilgi varsa o kadar da güç ilişkisi peydahlanıyor. Pentür tarihi tam anlamıyla güç duvarı. Her bir yerinden beslenilebilir. Ben doğrudan beslenmemeyi, dağılmayı tercih ettim. Mesela sanatçı kitabında yine çizdim, bir ara yoldu o.

Medyumu okuyabiliyorsam, fikrim için gerekliyse içeri sokuyorum. Ama performansı düşününce, ‘80 sonrası bir aile akşamının hissiyatına başka türlü nasıl yaklaşabilirdim ki, o kadar içimde ki! Babamın koltuğuna benzer bir koltuk satın aldım, ama o koltuk hâlâ duruyor. Babamın koltuğu elli ya da altmış yıllık, belki üç koltuk takımı değişti, ama babamın o koltuğu değişmedi. Koltuğun yüzü değişti, tamir edildi, adamcağız yine o koltuğa oturdu. Mesela top sektirdiğim video, içinde bulunduğum erilliğe bağlı kurallar silsilesi için iyi bir metafor sunuyor. Top sektirebilen, erkek oyunu oynayabilen bir kadın imgesi.

Gezi’den sonra duvar yazısı tekniğinde kitleler halinde büyük bir yaratıcılık yaşadık. Sizin atölyedeki halıların başına neler geldi?

İşte burası çok tuhaf. Hani patlama olması gerekirdi diye düşünüyor insan. Halbuki Gezi’den sonra atölyeler boşaldı, kimse sanatla manatla ilgilenmek bile istemedi. Yazılan sözcüklerin, dokunanların çehresinin değişmesi gerekirdi. İlk heyecan geçtikten, insanlar yavaş yavaş işlerine döndükten sonra, ne tuhaftır ki, bir fark yoktu. Herkes kaldığı yerden, kurumun sunduğu kapalı, korunaklı duvarların arasından bakıyor sanki yine. Bilmiyorum, belki de bir fark vardır, ama kurumlar ve sokak arasındaki fark önce akıllardaki ön kabulden geçiyor. Yani dışarda özgürlük, içerde kurallara uyma duble hikâyesi..

Sanatçı kitabınızda çizgileriniz kadar edebiyat damarınızı da görüyoruz. Bu serginin bütünü içinde kitabın varlığını nasıl tarif ediyorsunuz?

Bir zorunluluktu. Projeye başladığımdan beri notlar alıyorum. Çizerim, yapıştırırım… Serigrafinin yaşanmışlığı var bende. Serigrafi yaptığım için değil, gençliğimin vazgeçilmez parçası olduğu için. Zamanın afişleri Umur Apartmanı’nın altındaki serigrafi atölyesinde basılırdı. Bir gün bombalandı, odamın camları aşağı indi. Açık bir yerdi, herkes orada afiş basardı, sonra doğrudan sokaklara. Kitaptaki serigrafi baskılar tam kuralına uygun değil, arada bir yerde duruyorlar. Hem çok emek harcanmış hem bir anda çıkmış. Metin de emek harcanmış bir metindir.

Aslında bir mektup, bir tür iç dökme…

Sayıklama gibi. Sadece ailemin hikâyesi de değil, hikâyenin etrafındaki bağlantıları bugüne bağlamak istiyordum. Sanat yapıtının o aurayı kaybedip siyasallaşması noktasında alanların o kadar genişliyor ki…

Sanatçı kitabını yazarken enteresan karşılaşmalar yaşadım. Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’ini okumamıştım. Onunla eşzamanlı olarak Yakup Kadri’nin Ankara romanını okumaya baş- ladım. Enteresan bir karşılaşma oldu. Selma figürü işin bir tarafına oturdu, Sessiz Ev’de ölen kız da diğer tarafına. Her iki karakterde başka iki Türkiye var. Biri benim biraz daha tanıdığım bir Türkiye, öbürü çok daha öncesi. Ankara’daki Selma karakteri oyunumun bir parçası oldu. Osmanlı’dan geliyor Selma. Halk tabakasından da değil. Osmanlı zamanından kalan kadın tiplemesinde özgüven yüksektir. TC’den sonra, Nurdan Gürbilek’in ağlak baba modelinin kızı olursun. Eziklikle, Batı ileride, sen geride hissiyatıyla büyürsün. Selma Osmanlı’dan geliyor, Ankara inşa ediliyor, Selma o döneme göre özgür, kendini dinleyen bir kadın, iki kocasını terk ediyor, üçüncüyle evleniyor. Bir gün “biz ne yapıyoruz” diye ikinci kocasına yakınıyor. Böyle mi kurduk cumhuriyeti, bunları mı yapacaktık… Selma cumhuriyete de sonuna dek inanıyor. Tam Cumhur-Kadın! Eleştiriyor da. Kocası da Selma’ya diyor ki: “Kızdırma, verdiklerimizi geri alırız.” Osmanlı döneminde de kadın hareketleri mevcut. Bugünün arka planıyla bağlantı kurmak kafa karışıklığına azıcık çare oluyor sanki.

Erkeklerin gölgesinde yetişmiş kadın sanatçılara rağmen Türkiye sanat tarihinde o kopmayı yarattığını düşündüğünüz kadın ressamlar var mı?

Hepsine büyük sevgim var. Sadece o ideolojinin yansımalarını gördüğüm zaman tüylerim diken diken oluyor. Betonlaştırılmış, kıstırılmış, sunulmuş bir ilerleme modeli var ya, üzülüyorum. Kadınlar o sistemin içinde varolabilmek için bilinen ne çok doğruyu yapmaya çalışmış!

Bir+Bir, sayı 27, Haziran 2014

^