MADENCİLERİN ANKARA’YA YÜRÜYÜŞÜ – III

Söyleşi: Bekir Avcı
16 Ekim 2020
SATIRBAŞLARI

İş cinayetleri, kölelik koşulları, ödenmeyen maaşlar, tazminatlar… Soma ve Ermenek’teki maden ocakları hep bu başlıklarla gündemde. 12 Ekim’de, yıllardır ödenmeyen tazminatları için Soma’dan Ankara’ya yürüyüşe geçen işçiler önce Soma Mezarlığı önünde polis ve jandarma ablukasına, ardından da bu sabah (17 Ekim) gözaltına alındı. Hak hukuk tanımayan işletmelerin ruhsatlarını tereddütsüz yenileyen iktidarın hakları gasp edilen maden işçilerine gösterdiği tutumun kaynağı ne, Soma ve Ermenek’te vahşet çarkları nasıl dönüyor? Gözaltına alınmalarından önce konuştuğumuz Bağımsız Maden-İş Sendikası örgütlenme uzmanları Başaran Aksu ve Kâmil Kartal’ı dinliyoruz.

Soma ve Ermenek’te sermayenin çarkları nasıl dönüyor?

Başaran Aksu: Şu an mücadelesini yürüttüğümüz, işçilerin tazminatlarına el koyan Uyar Madencilik’in patronu Azim Uyar, Ermenekli Uyar ailesinin bir parçası. Orada 40 yıl önce ruhsat almışlar, maden ocaklarına çökmüşler. İşçilerin ücretlerini ödemeyerek, tazminatlarını gasp ederek, iş cinayetleriyle büyümüşler. Maden ocaklarının yanında adamın enerji santralleri, Konya ve Karaman’da fabrikaları, aynı zamanda gayrimenkul yatırımları var. İşçilerin yoksullaşması pahasına, Uyar ailesi korkunç bir şekilde büyümüş. Ailenin sonraki kuşakları da madencilik yapmaya başlamış, yurdun çeşitli yerlerine bu yağma pratiklerini yaymışlar. Bakmışlar ki, devlet yol veriyor, onlar da yürümüş.

Kâmil Kartal: Ermenek’teki meselenin arka planına baktığımızda, çoğu sigortasız çalıştırılan, kıdem tazminatının varlığından bihaber, babasının ya da dedesinin bile tazminatını alamayan işçiler ve o bölgede dukalık kuran iki patron görüyoruz. Bütün ekonomi-politiğin madenler üzerinden döndüğü Ermenek’te yaşananları toplumun çok önemli bir kısmı bilmiyor. 2014’te 18 insanın katledilmesiyle ancak Ermenek meselesi gündeme gelebildi, onun dışında pek bilinmiyor. Biz de aslında yeni yeni tanık oluyor, öğreniyor ve görüyoruz insanların hangi koşullarda yaşadığını.

Soma’da 301 işçinin öldüğü katliamdan sonra bir mekanizasyon süreci başladı. Teknolojinin ağırlıkla girdiği, üretim ilişkilerinin farklılaşarak nitelikli iş gücüne doğru kaydırıldığı, meslek lisesi ve meslek yüksekokulu mezunlarının maden sektöründe görevlendirildiği, devasa madenlerin inşa edildiği bir yerden söz ediyoruz. Ermenek’te, diyelim günde 20-30 ton kömür çıkarken Soma’da sadece bir şirket günde 21 bin ton kömür çıkarabiliyor. Böyle devasa bir şey. Bu açıdan bakıldığında, aslında esas gücün, yani üretici dediğimiz esas gücün kimin elinde olduğunu da görebiliyoruz. Ama mesele, o gücün sokağa taşınıp taşınamaması meselesi.

Sadece Soma’da değil, Ermenek, Amasya ve diğer sahalarda da işçilerin hak ve çıkarlarının yasaya dahil edilmesi için çaba sarf ettik. Fakat maalesef Uyar Madencilik ve Ermenek yasanın dışında bırakıldı. Bu hem anayasanın eşitlik ilkesine hem de işçilere eşit davranma ilkelerine aykırı.

Bu yerlerde sermaye-siyaset ilişkisi açısından nasıl bir tablo var?

Kartal: Mevcut siyasal iktidarın Soma genelinde maden şirketleriyle kurduğu ilişkiye baktığımızda, Soma Kömürleri A.Ş.’ye uzun zamandır özel bir yaklaşım sergilendiği görülüyor. 13 Mayıs 2014’te 301 insanın katledilmesine ilişkin yargı süreci bunun kanıtlarından. İktidar yargı sürecine müdahale etti, şirketleri koruyup kolladı. Hatta maden sektöründe ortaya çıkabilecek yeni eğilimleri kendisinin belirleyebileceği bir düzleme taşıdı süreci.

Yargıtay ekim başında, maden sahibi Can Gürkan’ın da aralarında bulunduğu dört sanığın “olası kastla adam yaralama ve öldürme” suçlarından ceza almaları gerektiğini belirtti. Son yargı kararını nasıl değerlendirmek lâzım?

Aksu: Yerel mahkemeleri bağlamışlardı, ama Yargıtay’dan sürpriz bir şekilde “olası kast” kararı çıktı. Türkiye tarihinde ilk defa oluyor. O da, ancak bu kadar büyük bir katliam karşısında mümkün olabildi. Unutmayalım: Davanın avukatları içeri atıldı, mahkeme başkanı tam olumlu karar verecekken tasfiye edildi, yani durumu tersine çevirmek için her şey yapıldı, ama kamuoyu tepkisi ve Yargıtay’dakilerin vicdanı diyelim, sürpriz bir şekilde bu kararın çıkmasına sebep oldu. Hiçbir avukat bu sonucu beklemiyordu. O karar bir istisnayı temsil ediyor.

Kamil Kartal

Kartal: Her ne kadar Yargıtay’ın son kararıyla bir başka düzleme gelmiş olsak da, iktidar Soma Kömürleri A.Ş.’yi koruyup kollama görevini aksatmadan yerine getirdi. Bunda da özellikle mevcut iktidarın Manisa genelindeki milletvekillerinin çok etkisi oldu. Çünkü Soma’nın bütün ekonomi-politiği madenler üzerinden dönüyor; önemli ölçüde katma değer üreten bir bölge burası. Türkiye’de yedinci sırada.

Ama tabii emekçiler göz ardı ediliyor. “Daha fazla üretim, daha fazla kâr”a dayalı bir sistem uyguluyorlar. Son yaşanan süreç de bunun bir yansıması olarak şekillendi. Önce işçilerin ölüm, sakat kalma, malûllük gibi nedenlerle hak kazandıkları tazminatlarına ilişkin açılmış ve kazanılmış yargı kararları boşa düşürüldü. Bu kararlara rağmen insanların hakları ödenmedikten sonra yeni bir süreç başladı: Vazgeçirme, bıktırma, yılgınlığa sürükleme. Bunun yanında, insanlar başka işlere transfer edilerek –bir kısmı emekliye sevk edildi, bir kısmı başka madenlere sürüldü– hak ve çıkarlarından vazgeçmeye ikna edilmeye çalışıldı.

Bunda kısmen başarılı oldular. Siyaset-sermaye-sarı sendika üçgeni önemli başarılar elde etti. Ta ki, birkaç insan, başta Bağımsız Maden İşçileri Sendikası’nda koşturan arkadaşlarımız olmak üzere, bu hak ve çıkarların ancak mücadeleyle elde edebileceği meselesini gündeme getirene kadar. Sendika uzun soluklu bir ikna süreci sonrası, hakların mücadele ederek kazanılabileceğini gösterdi. Bu açıdan bir avuç madenci siyaset-sermaye-sarı sendikanın cenderesine rağmen bir karşı süreç inşa etti.

Siyasal iktidar bu mücadelenin kaçınılmaz sonucu olarak bir yasal düzenleme yaparak işçilerin zaten kazanılmış olan haklarının ödenmesinin önünü açtı. 12 Eylül’den sonra ilk defa işçiler lehine –birtakım sıkıntılar da olsa– bir yasal düzenleme Meclis’in de gündemine gelmiş oldu. Biz ısrarla bütün rödövanslı sahaların, sadece Soma’da değil, Ermenek, Amasya ve diğer yerlerdeki sahalarda da işçilerin hak ve çıkarlarının yasaya dahil edilmesi için çaba sarf ettik. Fakat maalesef pek başarılı olamadık. Bu yasal düzenlemeyle işçilerin bir kısmının sorunu kısmen çözüldü, ama Uyar Madencilik ve Ermenek bu yasanın dışında bırakıldı. Oysa bu hem anayasanın eşitlik ilkesine hem de işçilere eşit davranma ilkelerine aykırı.

O zaman buna karşı hukuki ve fiili mücadelelere girişeceğimizi beyan etmiştik. Şimdi bu sözümüzün arkasında duruyoruz. Mücadele sürecine 12 Ekim’de yeniden pratik olarak başladık. Umuyorum ki, geçmişte verilen mücadelelerin ortaya çıkardığı sonuçlar da dikkate alınarak, zaten kazanılmış bir hak olan, arkadaşlarımızın haklı çıkarları gündeme getirilecektir.

Sihirli formül şu: özelleştirme, taşeronlaşma ve esnekleşme. Bunlar iç içe. Tarımdaki neoliberal politikalarla küçük çiftçiliği tasfiye edip o insanları yeni proleterler olarak kentlere sürdüler ve vahşi bir çalışma rejimi kurdular. Tarikatlar, cemaatler ve onların siyasal aparatları sistemin dişlileri. İşçiler açısından kaybet kaybet, sermaye açısından kazan kazan durumunu inşa ettiler.

İşçinin yıldırıldığından, uzun sessizliğinden bahsettiniz. Soma gibi yerlerde işçiler siyaset-sermaye-sarı sendikanın ötesinde hangi mekanizmalarla bastırılıyor, nasıl sömürülüyor? Örneğin, din ve milliyetçilik bu çarkın içinde nasıl işliyor?

Aksu: 24 Ocak 1980 kararlarından bugüne uzanan baskı, cunta ve faşizm pratikleriyle inşa edilen bir emek rejimi var. Neoliberal politikalar Türkiye’deki toplumsal formasyonu, çalışma rejimini ve onun hukuksal nizamını topyekûn değiştirdi. Sihirli formül şu: özelleştirme, taşeronlaşma ve esnekleşme. Bütün bunlar iç içe.

Tarımdaki neoliberal politikalarla insanların yeni emek gücü olarak büyük kentlere doğru seferber edildiği, kırlardan kentlere sürüldüğü bir süreç söz konusu. Köylülüğü, küçük çiftçiliği tasfiye edip o insanları yeni proleterler olarak kentlere sürdüler ve vahşi bir çalışma rejimi kurdular. Batı’da Hıristiyanlık, Anadolu’da ise İslâmiyet etrafında şekilleniyor bu rejim. Tarikat ve cemaatler eliyle, onların siyasal aparatları olan partiler üzerinden milliyetçilik eksenli oluşumlar sistemin dişlileri. Bunlar aynı zamanda emek gücü maliyetlerinin düşürülmesi politikalarıyla da örtüşecek şekilde, taşeron şirketler eliyle, iş gücünün rıza boyutunu denetliyor. Olası isyan ve tepkileri ya da örgütlülük arayışlarını emecek bir biçimde konumlandırılmışlar. Sermayenin ajanı olarak işlev görüyorlar.

Başaran Aksu

İşçiler açısından kaybet kaybet, uluslararası sermaye ve partnerleri açısından kazan kazan durumunu hep birlikte inşa ettiler. Siyasal nizam buna göre oluşturuldu, seçim kanunları buna göre oluşturuldu. Bu emekçi toplumların hiçbirinin tam manasıyla seçme seçilme hakkı yok. Mülkiyet ilişkilerindeki parçalanmanın da eşlik ettiği, giderek yoksullaşma dozunun arttığı bir hayat pratiği var. İşçiler sosyal dünyadan koparılmış, tamamen yabancılaşmış bir halde makine başında, hizmet sektöründe ya da madende kazma sallayarak çalışıyor.

Bu çalışma rejiminde tarikatların, milliyetçi-muhafazakâr siyasetin, mafya ve çetelerin, yeni açığa çıkan bir sektör olarak özel güvenlik şirketlerinin, hepsinin rolü belli. Devlet mekanizmaları da işçiler üzerine çöreklenmiş bu ilişkiyi güvence altına almış konumda. Böyle korkunç bir tablo var.

Anadolu’nun her tarafında proleterleşmenin sancısı yaşanıyor. Sanayi ve enerji havzaları, gıda ihtisas alanları bütün bölgelere yayılmış durumda. Küçük kentlerde de ciddi bir proleter nüfus oluştu. Bu kesim sancı içinde ve siyasal olarak da sendikal olarak da arayış içinde. Milliyetçi-muhafazakâr dünyası içinden daha sosyal adaletçi, kendi halet-i ruhiyesine seslenen siyasal kesimlere bakıyor mecburen. Çünkü bunun dışındaki kesimlerle herhangi bir irtibatı, temas olanağı yok.

Devletin, milli eğitimin, Diyanet’in, cemaat ve tarikatların, siyasi partilerin ve onların uzantılarının genel eğitim dili, onları hak, hukuk, özgürlük ve eşitlik gibi fikirlerden uzak tutmaya dönük. Bu düşüncelerden, bu tarz “şeytani fikirlerden” uzak durulması konusunda ciddi bir tedrisattan geçmiş her yurttaş. Ve aynı zamanda bu eğitimin bir sopası var. Bu sopa emekçiye yerinde durmayı, düzen dışı arayışlar içine girmemeyi telkin ediyor sürekli. O yüzden mesela emekçiler arasında intihar bir seçenek olarak gözükebiliyor. Başka bir çıkış yolu yok çünkü. Emekçi intiharlarının coğrafyasına bakarsanız, genelde milliyetçi muhafazakâr coğrafyada olduğunu görürsünüz. Çünkü “buradan başka çıkış yok” diyor işçi.

Anadolu’nun her tarafında proleterleşmenin sancısı yaşanıyor. Sanayi ve enerji havzaları, gıda ihtisas alanları bütün bölgelere yayılmış durumda. Küçük kentlerde de ciddi bir proleter nüfus oluştu. Bu kesim sancı içinde ve siyasal olarak da sendikal olarak da arayış içinde.

Soma’da 301 madencinin ölümü sonrasında, AKP’nin o bölgede seçimi kazanması karşısında “onlara müstahak” dendiği oldu. Bu tutum da sömürü koşullarına zemin hazırlıyor mu?

Aksu: Başöğretmen edasıyla aşağılayan tutum takınmak, alttakini hakir görmek toplumun daha okumuş yazmış kesimlerinde güçlü bir eğilim. Oysa işçi sınıfı dediğimiz hareket ya da işçilerin hareketlenmesi doğrudan politik tercihler üzerinden olmuyor. İşçi “siyaset karıştırmayalım” dediğinde, kendi sınıfsal dertlerine başka bir şey eklememeyi teklif eder aslında. İşçi hareketini oy tercihlerine göre ölçmemek lâzım. 13 Mayıs Katliamı sonrası iyi incelenirse bir gelişme ve dönüşümün olduğu görülecektir. Unutmamak lâzım ki, dünyanın hiçbir ülkesinde işçi hareketi bir komünist partinin önderliğinde devrim yapmamıştır. İşçi hareketi kendi gündemi ve kendi mücadele süreci içinde, 20 yılda öğreneceğini 20 gün ya da 20 saatte öğrenerek başka hamlelerde bulunur, bulunmuştur. Burjuva sınıfı bunun idrakindedir. Bu tür sosyal ve sınıfsal hareketler aşağıdan gelişir. Bir arayış ve sancının olduğu ortada. Bizimki gibi çabalar elbette bir genişleme yaşıyor, ama bütün bu arayışa tekabül edebilecek siyasal-sendikal çözüm ve hareket yaratabilir miyiz, bu da hareketlerin çapına bağlı.

Soma’da maden işçilerinin mücadelesi yakın zamanda bir yasa yaptırdı. Direniş ve hukuk ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

Kartal: Üretim ilişkilerinin toplamında ortaya çıkan bütün yasal düzenlemeler sermayenin çıkarlarını yeniden tasarlayan, onun ihtiyaçlarını gideren yasal düzenlemelerdir. Çünkü bu devlet sonuç itibariyle kapitalist bir devlet, sermayenin devleti, doğal olarak sermaye tarafından yönetilen bir siyasal iktidar söz konusuysa, ağırlıklı olarak onlardan yana yasalar, onlar vasıtasıyla gündeme getirilecektir. Bu kaçınılmaz. Sadece Türkiye’ye has bir şey de değil, bütün dünyada böyle. Biliyoruz ki, zor oyunu bozar. Eğer sen toplumsal tepkini örgütlü biçimde, meşruluğunu kaybetmeden gündeme getirirsen, o zaman sana kulak asmak, gözlerini dikmek durumunda kalıyorlar. Tabii ki, bu palyatiftir, kalıcı bir şey değildir. Dolayısıyla, sistem içidir ve kısmi çözümler içerir, ama bu kısmi çözümler bile ancak mücadelelerle gerçekleşebiliyor –mücadelenin gücüyle orantılı olarak. Bu gücü ne kadar büyütebilir, kitleselleştirebilirsen, bu son mücadele süreçlerinde ortaya çıkardığımız gibi, küçük de olsa birtakım kazanımlar elde etme şansına sahip olabiliyorsun. Bütün mesele emek ve sermaye çatışmasının güçler dengesi içindeki pozisyonu. Bu pozisyonda kim güçlüyse onun “borazanı” ötmekte. Şu anda sermayenin borazanı ötüyor, çünkü devlet sermayenin devleti.

İşçi hareketini oy tercihlerine göre ölçmemek lâzım. İşçi hareketi kendi gündemi ve kendi mücadele süreci içinde, 20 yılda öğreneceğini 20 gün ya da 20 saatte öğrenerek hamlelerde bulunur. Burjuva sınıfı bunun idrakindedir. Sosyal ve sınıfsal hareketler aşağıdan gelişir. Bir arayış ve sancının olduğu ortada.

Soma ve Ermenek’te devam eden direnişin seyri ve taleplerinizin karşılanma ihtimali hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kartal: Ortada yasal bir düzenleme zaten var, bunun kapsamı genişletilebilir. Taleplerimizden biri bu. Kapsam genişletilirse mesele zaten çözülmüş oluyor. Soma ve Ermenek’teki arkadaşlarımız Uyar Madencilik’le ilgili dilekçe verdi, temmuzda çıkan yasadan faydalanmak istediklerini belirttiler. Ancak, “bu yasa kapsamında değilsiniz” diye cevap aldılar. Bununla ilgili idari mahkemeye gidiyoruz şimdi. Eşitlik ilkesinden hareketle “diğer rödövanslı işyerlerinde de bu uygulanır” denmesini, diğer rödövanslı iş yerlerinde işçilerin alacakları nasıl ödeniyorsa onun emsal kabul edilip uygulanmasını istiyoruz.

Maden işçilerinin özel bir pozisyonu var, çünkü yüzde 150 haklılar. Bütün yaşamlarını, bedenlerini, uzuvlarını feda ediyorlar; ayakları, elleri, gözleri madenlerde kalıyor, olur da sapasağlam çıksalar da akciğerleri gidiyor. Yani madende çalışanlar diğer sektörlerde çalışan işçilerden –kimya sektörünün bir kısmını hariç tutuyorum– daha kısa yaşayan insanlar. Doğal olarak, her hak talebinde meşrular, bu hak taleplerini sokağa taşıdıklarında birtakım kazanımlar mümkün olabiliyor. Bugün de beklentimiz o yönde.

^