40. YILDÖNÜMÜNDE MARAŞ KATLİAMI

Orhan Gazi Ertekin
18 Aralık 2018
SATIRBAŞLARI

Sene 1978, 19 Aralık gecesi saat 21:00. Çiçek Sineması’na yerleştirilen bombanın patlaması, katliam zincirinin ilk halkasıydı. Patlamanın hemen ardından bir grup ülkücü-faşist militanın “Kanımız aksa da zafer İslâmın” ve “Müslüman Türkiye” sloganlarıyla coşan kalabalık CHP binasına saldırdı. Ertesi gün Alevilerin devam ettiği bir kıraathane bombalandı. 21 Aralık’ta iki TÖB-DER üyesi öğretmen öldürüldü. 22 Aralık’ta, bu iki öğretmenin cenazesini taşıyanlara “komünistlerin, Alevilerin cenaze namazı kılınmaz” diye tahrik edilen kalabalık saldırdı. Bağlarbaşı camii imamı Mustafa Yıldız cuma vaazında şöyle demişti: “Bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır; bütün din kardeşlerimiz komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır, çevremizdeki Alevileri ve CHP’li Sünni imansızları temizleyeceğiz.” Cenazeye yapılan saldırının ardından, güvenlik güçlerinin müdahale etmediği kalabalık kent çarşısına yöneldi, Alevilere ve CHP’lilere ait işyerlerini tahrip etti, çatışmalarda üç kişi hayatını kaybetti.
22 Aralık gecesi, Sünni mahallelerde yapılan “Aleviler silahlı saldırıya geçecek” propagandasıyla başlayan kitlesel silahlanma, 23 Aralık’tan itibaren tüm Alevileri ve solcuları hedef alan bir kıyıma yol açtı. 24 Aralık’ta ilan edilen sokağa çıkma yasağına sadece güvenlik kuvvetleri uydu. Çevre köy ve ilçelerden getirilen silahlı grupların takviyesiyle tırmanan vahşet 25 Aralık akşamı yatıştığında, resmi rakamlara göre, 111 kişi can vermiş, yüzlerce kişi yaralanmış, 210 ev ve 70 işyeri yakılıp yıkılmıştı.[*]
Kırkıncı yıldönümünde, Maraş Katliamı bize sadece o günlere değil, bugünlere dair neler söylüyor? Demokrat Yargı Derneği eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin’e bağlanıyoruz. 
Otto Dix, Lichtsignale 1917
 

“Maraş Katliamı” Aralık 1978’den bu yana kimi zaman vahşetin en feci ve dayanılmaz sahnesi olarak, kimi zaman ise tıpkı Çorum, Pazarcık, Malatya, Sivas gibi 1970’lerin siyasi kavga ve kapışma serilerinin bir uzantısı olarak “Maraş Olayları” tefrikalarıyla tarihsel yerini almıştır. Katliam kadar, katliama yüklenen anlam da öğreticidir.

Katliamın hemen akabinde “sol muhalefetin bastırılması”na dair saldırılar olarak ilk yorumlara yerleştirilirken, zaman içinde Alevilik ve Kürtlüğün tarihsel yaraları biçiminde yeniden ve yeniden inşasına kadar uzanmıştır. Bunların hiçbiri için yanlış denemez. Bütünlüğü bakımından doğru da denemez. Çünkü artık kuşku yoktur ki Maraş katliamı, bugün geldiğimiz toplam hikâyesi itibarıyla, sanıldığından daha kapsamlı ve tarihsel dersleri içermektedir. Bir defa Maraş Katliamı artık 40. yılını doldurmuştur ve toplumsal ve siyasal uzamını ölçmek her zamankinden daha kolay görünmektedir.

Bugünden bakıldığında, bir vahşetin ötesinde, direniş ve bastırma süreçlerinin iç içe geçtiği uzun ve kapsamlı bir siyasal devrenin içinde anlaşılmalıdır Maraş Katliamı. Açıkça söylenirse, sadece bir “katliam” değildir. Aynı zamanda bir “direniş”i de içermektedir. Vahşet ve direniş diyalektiği içinden de anlatılmalıdır bu katliam.

Ve tabii ki halkın içinde örgütlenen bu direnişin devlet güçleri tarafından işkence ve kaybetmelerle bir on yıla varan bastırılması süreciyle tamamlanmış bir eylemler bütününün de adıdır Maraş Katliamı. Ve dahasını haber verelim: Cumhuriyetin yeni ittifak güçleri üzerinden yeniden inşasının gerçekleştirildiği 12 Eylül 1980 darbesinin ön provasıdır. Son bir şey daha söyleyelim ki eksik kalmasın: Maraş Katliamı süreci Türkiye’nin “Endonezyalaşma” sürecinin de ön sahası olmuştur.

Maraş Katliamı sanıldığından daha kapsamlı ve tarihsel dersleri içermektedir. Sadece bir “katliam” değildir. Bir “direniş”i de içermektedir. Maraş Katliamı 12 Eylül darbesinin ön provasıdır. Türkiye’nin “Endonezyalaşma” sürecinin de ön sahası olmuştur.

Vahşet, direniş ve bastırmanın ayak izlerinde devlete giden yol

Hiç kuşku yoktur ki, Maraş Katliamı her tür cinayet, linç, yağma eylemlerini içeren bir “şiddet festivali” (pogrom) olarak Türkiye tarihinin en vahşi sahnelerini barındırmaktadır.[1] Fakat, sadece vahşet haliyle veya sol, Alevi veya Kürt topluluklara yönelik bir katliam olarak acı ve hüzün vesilesiyle hatırlanırsa, katliamın Türkiye siyasal tarihi bakımından asıl anlamını, daha açık deyişle “kurucu” siyasal önemini gözden uzak tutmak sonucunu doğuracaktır.

Maraş Katliamı bugüne kadar görülen ve gösterilenden daha fazlası olmuştur çünkü. Bir defa Maraş Katliamı aynı zamanda vahşete karşı öğretici bir direniş mekânıdır. Binlerce insanın hayatının nasıl kurtulduğunun hikâyeleri hâlâ anlatılmamıştır örneğin. Ve dahası katliam meydanında toplumsal bir vahşete karşı dişe diş kapışma sürecine devletin nasıl müdahil olduğuna ve direnişlere karşı kendisini nasıl yeniden örgütlediğine ilişkin de pek az şey söylenmektedir.

1980’den itibaren, katliamı sol hareketlerin üzerine yıkmaya dönük, bir yıla ulaşan aralıksız işkence ve zulüm ve on yıla varan yargılama süreçleri üzerine de pek bir şey söylenmemiştir. Ve bir şey daha söylenmelidir ki, o da, Maraş faillerinin özellikle 1980’lerden başlayarak devletin yeniden inşasındaki kültürel ve “etik” hâkimiyetlerinin giderek yükselmesiyle ilgilidir. Bütün bu tarihsel ve siyasal kapsamıyla nihayet Maraş Katliamı’nın yakın dönem Türkiye tarihinin bir “kurucu siyasal devre”sine yerleştirildiği takdirde bütünlüğüne anlaşılabileceği uyarısında bulunmak boynumuzun borcudur.

Otto Dix

Maraş Katliamı’na iki yaklaşım

Katliamın üzerinden geçen kırk yılda genel kamuoyunun bilgisine yerleşen iki temel bakış açısı ortaya çıkmıştı. Bunlardan birincisi, Aydınlık gazetesi tarafından inşa edilen Maraş Katliamı “tablosu”dur. Bir içişleri bakanlığı müfettişi tarafından yazılan rapor ile Aydınlık gazetesinde uzun bir tefrikayla yayınlanan belge, bilgi, fotoğraf ve tanıklıkları içeren bilgiler, özellikle sol kesimlerden başlayarak, genel kamuoyunun katliam algısını oluşturmuştu.

“Kahraman Maraş Toplumsal Olayları İddianamesi ve Gerekçeli Kararı” ise bu bilgileri genel haliyle doğrulayan bir başka kaynak olarak kullanılıyordu. Bugüne kadar gelen katliam yorumları da genel olarak bu minvalde gelişti. Buna göre, katliam esas fail olarak uluslararası güçler ve MHP tarafından örgütlenmişti. Ayrıca, somut detay olarak, Ökkeş Kenger[2] bu komplonun baş sorumlularındandı bu yaklaşıma göre. Her şeyden önce Ökkeş Kenger gibi bir figürü merkeze almanın neden tercih edildiğine dair gerekçeleri hiç tatmin edici değildi.

Bir diğer yanıyla, katliam geniş kapsamlı bir vahşet süreci olarak da resmediliyordu ki, bu yanlış değildi. Fakat, asıl olarak böyle çok katmanlı ve çok failli bir katliamı bu kadar tek boyutlu ele alması, özellikle yereldeki gerçek gerilim ve çatışmaları gözardı etmesi bu yaklaşımın bir sorunuydu.

Bütünlüğü ve kapsamı göz önüne alındığında, eksik ve o ölçüde yanlış kalan bu yaklaşım, daha önemlisi katliamın bugüne de uzanan politik ve toplumsal etkilerini anlamayı da engelliyordu. Diğer yandan, katliam ile gerçek sorunlar üzerinden hesaplaşmayı da zorlaştırmış oluyordu. Çünkü sorun sadece ETKO (Esir Türkleri Kurtarma Ordusu) militanları değildi. Aynı zamanda, bizzat Maraş halkının kendisiydi örneğin. Gerçek ve yapıcı bir hesaplaşmanın yolları bütün suçun bir günahkâra atılmasıyla açılmış olmuyordu kuşkusuz. Aydınlık çevresi yaklaşımının “Maraş Katliamı tablosu” çok fazla boşluk barındıran, sadece vahşet belgeseline dayanan komplocu bir anlayışı getiriyordu.

Gelelim çok da yaygınlaşamayan diğer yaklaşıma. İkinci yaklaşım ise Maraş Katliamı’nı çok katmanlı değerlendirmek gerektiğini, uluslararası güçler ve Türkiye’deki iktidar mahfillerinden bizzat Maraş yerelindeki gerilim ve çatışmalara ve oradan da genç, yaşlı, orta yaşlı, köylü-kentli gibi çeşitli kesimlerin giderek politize bir hayat alanının içine dahil olmaları ve bunun yarattığı bir gerilim ve çatışmanın sonucu olarak değerlendirmeyi teklif ediyordu.

Maraş Katliamı Türkiye’nin son kırk yılını açıklayan bir siyasal laboratuar durumundadır. Bugünün politik ortamı bakımından Maraş Katliamı bir “kurucu moment”tir.

Buna göre, Maraş’ta vahşet kadar vahşete direniş de yaşanmıştı. Sadece ETKO militanları, MİT ajanları, askeri istihbarat ve uluslararası egemen güçleri değil, örneğin orta yaşlı halktan insanların yağma eylemlerini de içeriyordu. Yağma ve şiddet eylemlerine karışan orta yaşlı kadınlar vardı örneğin. Türkiye siyaseti katmanında aktörler ve rollere işaret ederken, Maraş yereli katmanında sıradan insanlara kadar ulaşan katliam faillerinin de bu sürecin oluşumundaki yerleri belirlenmeliydi.

Bu yaklaşıma göre, uluslararası güçlerden Maraş sokaklarındaki kendi halindeki insanlara kadar ulaşan, neredeyse her kesimin birer aktör olarak dahil olduğu, boyut ve oranları değişen, etkileri farklılaşan bir “failler dizisi” vardı ve hesaplaşma da bu geniş kapsamda yürütülmeliydi. Bu yaklaşım, esas olarak Maraş’taki yerel devrimci güçler ve özellikle sonradan THKP-C Devrim Savaşçıları davasında yargılanan sanıklar tarafından savunuldu. Fakat birincinin medyadaki güçlü etkisi ikincinin zayıf ve güçsüz bir yaklaşım olarak bir köşede kalmasına yol açtı.

Bugün her iki yaklaşımın soru ve cevaplarına bakıldığında, Maraş Katliamı’nı anlamak için üç temel soruyu ve cevaplarını takip etmek gerektiği anlaşılıyor. Birincisi, Maraş Katliamı’nın failleri kimlerdir? Başka deyişle, Maraş basit bir “komplo” mudur? İkinci soru katliama karşı devlet güçlerinin tavrı ve direnişin boyutlarının sorgulanmasına ilişkindir. Üçüncü soru ise bu katliamın Türkiye’nin siyasal ve toplumsal merkezinde etki bırakıp bırakmadığı, eğer bıraktı ise bu etkinin ne boyutlarda olduğu üzerinedir? Şimdi, Maraş Katliamı’na, “uzun dönem”leri üzerinden bakıldığında, bu soruların nasıl cevaplanması gerektiğine gelelim…

Maraş Katliamı bir “komplo” mu?

Aydınlık çevresi tarafından inşa edilen Maraş Katliamı yaklaşımı ile sağ muhafazakâr yaklaşım mantık ve kurgu itibarıyla birbirine benzemektedir aslında. Her ikisinde de “halk” suçsuz, buna karşılık “büyük güçler” kötülük peşinde ve arada birkaç kişi ise “ihanet” içindedir. Ya da halk en fazlasından planlanmış bir oyunu oynamıştır. Bu yaklaşımın her iki sahibi de genellikle sahnenin dışındaki bir kötülüğe işaret eder ve günah “dışarıda” kalakalır.

Sağ muhafazakârlar açısından bakıldığında, bu tür durumlarda genellikle “İçyüzü…” ile başlayan yazılar yazılır; “Maraş katliamının iç yüzü” gibi örneğin. Bu herkesin önündeki bir cinayeti yalanla kapatmak için en etkili yoldur çünkü. Her şey önce büyük bir belirsizlik ve karanlık içine yerleştirilir. “Şeytanlar” konumlandırılır sahaya. Örneğin, “sünnetsizler” veya “Ermeniler” olaya dahil dahil olmuştur.[3]

Böylece, cinayetin failleri kendilerine eşsiz bir sahne açmış olur. Bütün bu denemeler katliamın somut meselelerinden uzaklaşarak her şeyi bilinemez, erişilemez bir bulanıklığın içine taşımaya dönük komplo yaklaşımının kültürel ürünleridir ve Maraş Katliamı da bundan nasibini almıştır. Evet, Maraş Katliamı “komplo endüstrisi”nin başlıca gündemlerinden biri olmuştur.

“Halk” suçsuz, “büyük güçler” kötülük peşinde ve arada birkaç kişi ise “ihanet” içindedir. Ya da halk en fazlasından planlanmış bir oyunu oynamıştır. Bu yaklaşım sahnenin dışındaki bir kötülüğe işaret eder ve günah “dışarıda” kalakalır.

Kuşkusuz ki Maraş katliamı, büyük güçlerin oyun, askeri ve sivil istihbaratın faaliyet alanı olmuştur.[4] Nitekim Can Dündar tarafından Bülent Ecevit’in arşivinden ortaya çıkarılan bazı belgeler kontrgerilla çalışmalarının varlığını ortaya koymaktadır. Buna karşılık, bu bilgilerin bütünlüğüne açığa çıkmaması için CHP’den Adalet Partisi’ne, yaygın bir uzlaşma bugüne kadar sürmüştür.

Bu açıdan bakıldığında “komplo endüstrisi” iki temel sonuç doğurmaktadır. Her şeyi açıklama kolaylığı ile her şeyi bilinemez hale getirmektedir. Bu ikili çelişik hal ise asıl olarak Türkiye devletinin “cinayet endüstrisi”ni saklamaktadır bağrında.

Böylece bu komplo yaklaşımı, gerçekte Maraş Katliamı’nın somut ve gerçek insanlar üzerinden anlaşılmasını, sorumlulukların belirlenmesini, hesaplaşmanın yürütülmesini engelleyerek bilinmeyen, görülmeyen ve bir türlü somut olarak tespit edilemeyen güçlere havale etmektedir.

Vahşete karşı direniş oldu mu?

Aydınlık çevresi yaklaşımında katliam tablosu içinde direnişten pek bahsedilmez. Buna karşılık, sağ muhafazakârlar açısından bu direniş “gerçek suçlular”ı işaret etmektedir. Türkiye sağındaki bu “tarihsel fantezi” esas olarak 12 Eylül darbecileri tarafından başlatılmıştı. Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı kitabını bir de Maraş katliamı özelinde yeniden yazmak gerekecektir mutlaka.

Sağ muhafazakâr çevreler, bütün o vahşet karşısındaki utancı düşmanına çevirerek başa çıkmanın bu yolla kolay olduğunu görerek 12 Eylül ile birlikte darbenin bu fantezisine sımsıkı sarıldı. Oysa vahşetin direnişle durdurulduğu yerin aynı zamanda muhafazakâr sağın kendisine mağduriyet kurmak istediği yer olması hiç şaşırtıcı değildir. Kendi saldırganlığından mağduriyet talep etmek Türkiye katliamlarının genel tarihi açısından da çözümlenmesi gereken bir zihniyet sürekliliğine işaret ediyor.

Sonradan 12 Eylül darbecileri tarafından kriminal hale getirilmeye çalışılan direnişin boyutlarına bir bakalım: Genel olarak bakıldığında, Yörükselim mahallesine sığınmış on bin insanın her taraftan gelen ve günlerce süren aralıksız saldırılar karşısında ezilmesini engelleyen bir direniş yaşanmıştır. Dahası, katliam ve sonrası bakımından direniş aralıksız devam da etmiştir.

Bu direniş önce doğrudan katliam içinde yaşanmış, Yörükselim mahallesinin ve içindeki en az on bin kişinin eylemli olarak savunulması biçiminde gerçekleşmiş, arkasından katliam sonrası Maraş’ın boşaltılmaması için sahada yürütülmüş, kısmen başarılı olunmuş ve akabinde ise 1980 darbesiyle beraber katliamın sorumluluğunun sol hareketlere yıkılmasına karşı işkenceler ve yargılamalar sürecinde devam edebilmiştir.

Dolayısıyla, Maraş Katliamı’nda direniş on yıla kadar uzanan çok çeşitli savunma eylemlerini de içermektedir. Maraş Katliamı analizlerinde yer almayan, ihmal edilen bir başka boyut da burasıdır ve bu durum da katliamı bütünlüğüne anlamayı engelleyici sonuçlar doğurmaktadır.

Maraş Katliamı’nın sorumluluğunun sola yüklenmesi bir 12 Eylül fantezisiydi. Bunun için bir yıla uzanan aralıksız işkence tezgâhları kuruldu. 12 kişiyi bir yıla varan işkenceli sorgudan geçirdiler.

Direnişe özelde bakıldığında ise, katliamın başlangıcında, öldürülen iki öğretmenin cenazesine saldırı sonrası on binden fazla kişinin Yörükselim mahallesine sığındığı bilinmektedir. Asker ve polis kuvvetleri Maraş içinde hâkimiyet sağlayamamış, bunun yerine Maraş çevresini kontrol altına alarak yardım gelmesini engellemişti. Bu durum Yörükselim mahallesine sığınan on bin kişinin kendi başlarının çaresine bakması sonucunu doğurmuş, direniş sınırlı olanaklarla, ama hareketli, zekâ ve akıl dolu tavır alışlarla örgütlenmiştir.

Bu on bin kişi bir düzine insanın insan üstü çabasıyla kurtulabilmiştir. Birkaç örnek vermek gerekirse: Ruhsata tabi tabancalarla soba borusunun içinden ateş ederek direnişin imkân ve araçlarını olduğundan büyük gösterme yöntemi (mahalleye saldıran güruh kendilerine top atışı yapıldığı şikâyetinde bulunmuşlardı) her gün iki veya üç defa toplu halde saldırı düzenleyenlerin ara ara önlerinin kesilmesini, elde bulunan tek bir otomatik tüfeği (kalaşnikof) birbirinden uzak köşelere ulaştıracak bir hızlı taşıma sürecinin organize edilmesi, saldırganlarla dişe diş çarpışmalar küçük bir mahalleye sığınan binlerce insanın kurtulmasını sağlamıştır.

Direniş boyutu burada da bitmemiştir. Katliam sonrasında hem Maraş’tan taşınma düşüncesine direnme hem de katliamın sol hareketlere yıkılması girişimine karşı on yıla varan karşı duruştan da söz edilmelidir. Gerçekten de Maraş Katliamı’nın sorumluluğunun sola yüklenmesi bir 12 Eylül fantezisiydi.

Bunun için bir yıla uzanan aralıksız işkence tezgâhları kuruldu. Dört kişi, Mehmet Ceren, Fehmi Özarslan, Cennet Değirmenci ve Ali Ekber Yürek bu işkenceler sırasında katledildi. Katliamı devrimcilere kabul ettirmek için darbeciler 12 kişiyi bir yıla varan bir süre boyunca işkenceli sorgudan geçirdiler. Bu insanlar Maraş’ta hâlâ “Zincirliler” olarak anılıyor. Çünkü işkence yapılmadığı anlarda elleri ve ayaklarından yatağa zincirleniyorlar ve başlarında bir jandarma eri nöbet bekliyordu.

İşkenceci polis Sedat Caner’in 1986 yılında Nokta dergisinde yayınlanan itirafları ile açığa çıkan işkenceler falakadan Filistin askısına, foseptik çukurunda bekletilmekten vücuda elektrik verilmesine kadar sayısız yöntem ve araçları içeriyordu. Bu seanslarda, Hamit Kapan’a 200 gün boyunca aralıksız ve üç vardiya halinde işkence yapıldığı açığa çıkmıştır. Öğretmen Mehmet Sağnak ise tam bir yıl ile en fazla işkence gören kişi olmuştur. Ayrıca, Maraş’ta hayli yaygın, on binlere varan gözaltı ve tutuklamalar darbecilerin Maraş yerelinde özel bir “korku tüneli” oluşturmak istediklerini de göstermektedir.

Tüm bunlara rağmen, Maraş Katliamı’nın sorumluluğunun sol hareketlere yıkılmasına yönelik 12 Eylül fantezisi başarılı olamamıştır. Fakat, vahşet ve vahşete karşı direnişin on yıl sürdüğünü söylemek gerekir.

“Komplo endüstrisi” iki temel sonuç doğurmaktadır. Her şeyi açıklama kolaylığı ile her şeyi bilinemez hale getirmektedir. Bu ikili çelişik hal ise asıl olarak Türkiye devletinin “cinayet endüstrisi”ni saklamaktadır bağrında.

Katliamın siyasal sonuçları: Türkiye’nin “Endonezyalaşması”

Maraş Katliamı Aydınlık çevresinin tasniflerinde temelde bir vahşet olarak resmedilmektedir. Belki daha ötesi, ülkede 12 Eylül darbesine giden yolların döşendiği bir mikro çatışma sahası ve bir kontrgerilla harekâtı olarak görünmektedir. Buna karşılık, sağ muhafazakârlar açısından ise Maraş halkına sürülmeye çalışılan bir “kara leke”dir.

Sağ muhafazakârlığın bu konudaki yaklaşımlarını farklarına ayırarak değerlendirmek gerekecektir kuşkusuz, çünkü tek boyutlu olduğu söylenemez. Öncelikle, bizzat katliam içinde bulunan ve Türkiye’deki geleneksel “cinayet endüstrisi”nin müteşebbisleri bakımından bu tez, yani katliamın Maraş halkına “kara çaldığı” savunması oldukça işlevseldir ve giderek bulanan, bulandırılan katliam süreci aynı zamanda onların somut cinayet pratiklerinden sürekli bir mesai, iş ve kazanç alanı çıkarmalarını da sağlamıştır.

Bu boyut çok önemlidir. Çünkü cinayet endüstrisinin bu girişimcilerinin ilerleyen zamanlarda devlet ile kurdukları kapsamlı ilişki Türkiye’nin sonraki yıllarını da belirleyecek türdendir. Başka bir deyişle, sadece sağ muhafazakârlığın değil, aynı zamanda sağ cinayet şebekelerinin devlet merkezini yağmaladığı sonraki on yılların hikâyesi de burada gizlidir.

Bu anlamda, Türkiye devleti 1980’le beraber “milliyetçilik baronları”nın geniş etki sahası haline de gelmiştir. “Türkiye’nin Endonezyalaşması”nın bir boyutu da buradadır. Katliamın sonraki devlet görevleri açısından endüstriyel bir iş alanı haline gelmesi ve katillere ait bir “ethos”un (aslında “pathos”tur bu) toplumsal ve siyasal merkeze yerleşmesi de bu dönemle başlamıştır.

Maraş Katliamı üzerinden Türkiye’nin “Endonezyalaşması”nın temel uğrakları şunlardır:

1. Direniş ve muhalefetin fiziksel imhası ve göçmenlik:

Katliam sürecindeki kısmi direniş katliam sonrası yoğun bir devlet saldırısıyla tasfiye edilmiş,[5] Maraş muhalefeti fiziksel olarak tasfiye edilirken varlığını sadece “göçmen” olarak yürütebilir hale gelmiştir. Tıpkı Endonezya’da Komünist Parti taraftarı iki milyon insanın aleni sokak cinayetleriyle birer birer fiziksel olarak tasfiyesi gibi.

2. Cinayet endüstrisinin yapısallaşması:

Maraş Katliamı ve sonrasını, aynı zamanda Türkiye’de devlet alanında “devrimci öğretmen”, “devrimci polis” ve “devrimci yargıç” gibi yeni yeşeren bir sol kültürün tasfiyesi ve “devlet kültürü”nün sağ şiddet faillerince işgali süreci olarak da görebiliriz. Bu süreç devlet içindeki “sol kültürü” neredeyse tamamen tasfiye ederken, aynı zamanda sol “kılıç artıkları”nın ise giderek muhafazakârlaşmasıyla sonuçlanmıştır.

Devlet kadrolarının bir bütün olarak ele geçirilmesi ve eğitim, güvenlik ve yargının merkezi kadroları ve yapısının dönüşümü söz konusudur. Tıpkı Endonezya’da 1965 darbesi sonrası cinayet şebekelerinin devlet merkezine dahil olması ve onun üzerinden kendilerine bir “endüstriyel” alan açmaları gibi.

3. Kemalist cumhuriyetin muhafazakâr taşra ile yeniden dönüşümü:

Maraş Katliamı sonrası Türkiye devleti de yeni tipte bir politik donanım ve aparat ile yoluna devam etmiştir. Bu yeni devlet, Kemalist cumhuriyetin merkezi dikey yetkileri ile sağ muhafazakâr taşranın yereldeki yatay yetkilerinin yan yana gelmesinden oluşan bir yeni “cumhuriyet yapısı”dır.

Bu yeni yapı cumhuriyetin başından itibaren Kemalistlerin yerel ağa ve eşraf ile bütünleşmelerinden oldukça farklıdır ve sağ muhafazakârlığın 1950’lerden itibaren paramiliterleşmesinin getirdiği teknik, kültürel ve etik kabiliyetlerinin devlet nezdinde apaçık bir aparata dönüşmesi ile alâkalıdır.

Bu anlamda, hem liberaller hem de Kemalist ve Sol Kemalistler 1980 sonrası devleti tasvir ederken yanılmakta ve tek taraflı ve geniş boşluklar içeren bir cumhuriyet algısı ile idare etmektedirler.

4. Milliyetçilik, Amerikanlaşma ve İslâmcılığın neoliberal dönüşümü:

Katliam sonrası milliyetçiliğin Maraş özelindeki gelişimi de dikkatle izlenmelidir. Milliyetçilik ve İslâmcılığın cumhuriyete eklemlenmesi sürecinin en net takip edilebileceği saha Maraş yereli ve katliam sonrası ekonomik ve sosyal gelişmelerdir, ki bu gelişmeler 1980’le beraber bütün bir Türkiye’nin geçirdiği aşamalara dönüşmüştür.

Bu çerçevede Türk milliyetçi hareketin giderek politik merkeze çağrılması onun ekonomik ve sosyal dönüşümünü de beraberinde getirmiştir. İslâmcılık ise bir sonraki vagon olarak neoliberal hegemonyanın bir parçasına dönüştürülmüştür. Milliyetçilik ve İslâmcılığın 1950’lerden itibaren giderek büyüyen “hareket” olma kapasitesinin çöktüğü ve bir devlet hizbi haline geldiği yer de burasıdır.

Ülkücülük, bir hareket olma kabiliyetini, bir siyasi parti ve taraf olma ehliyetini burada yitirmiş ve bir “devlet müteşebbisi” haline gelmiştir. Milliyetçilik, Türkçülük ve Ülkücülük sahici bir hareket olma ihtimaline bu süreçler içinde veda etmiştir. Aynı durum İslâmcılık için de söylenebilir. Cumhuriyet seçkinleri, milliyetçi baronlar ve İslâmcı müteşebbislerin geniş bir ağa dönüşen devleti birlikte yönetme süreçleri böylece başlamıştır.

Maraş Katliamı sonrası Türkiye devleti yeni tipte bir politik donanım ve aparat ile yoluna devam etmiştir. Bu yeni devlet, Kemalist cumhuriyetin merkezi dikey yetkileri ile sağ muhafazakâr taşranın yereldeki yatay yetkilerinin yan yana gelmesinden oluşan bir yeni “cumhuriyet yapısı”dır.

Cumhuriyetçi elitler, milliyetçi baronlar ve İslâmcı müteşebbisler

Maraş Katliamı’nın “ülkesi, devleti, toplumu ve kadrosu” ile yeni bir ittifaklar düzeni, yeni bir politik ve toplumsal merkez üretmiş olduğunu artık daha doğrudan görebileceğimiz bir politik aşamada bulunuyoruz. Maraş Katliamı sonrası ve Türkiye’nin 1980 sonrası politik dünyası “cumhuriyet ethosu”nun üzerine çöken cumhuriyetçi elitler, milliyetçi baronlar ve İslâmcı müteşebbislerin dünyasıdır artık.

Bütün bunlardan sonra, artık şunu net olarak söyleyebilecek durumda olduğumuzu düşünüyorum: Maraş Katliamı sadece belirli bir döneme ait bir vahşet süreci değil, Türkiye’nin son kırk yılını açıklayan bir siyasal laboratuar durumundadır. Bugünün politik ortamı bakımından Maraş Katliamı bir “kurucu moment”tir. Katliamdaki vahşet, vahşete karşı direniş ve direnişin uzun yıllara varan bastırılması süreci bu kurucu momentin ana siyasal devrelerini oluşturmaktadır. Tam da bundan ötürü, Maraş Katliamı’nın geldiğimiz aşamada daha ciddiyetle ele alınması bir zaruret olarak önümüzde durmaktadır.

 

[*] Kaynak: Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 7. Dipnotlar için de aynı kaynak kullanılmıştır.
[1] “Alevileri öldürün, şahit kalmasın” diye bağıran faşist ajitatörlerin sürüklediği kalabalıklar Alevilerin yaşadığı Yörükselim, Yenimahalle, Serintepe, Mağaralı, Karamaraş mahallelerine saldırdılar. Bu mahalleler taranıp, bombalanıp kundaklandıktan sonra muhasara altına alındı. Ölülerin taşınması, yaralıların hastanelere götürülmesi engellendi, hastaneler kuşatıldı; insanlar kadın, çocuk, hamile, yaşlı, hasta, yaralı ayrımı yapılmadan öldürüldü. “Aleviler dinsiz ve sünnetsizdir” provokasyonuyla gözleri kararan saldırganlar, insanların pantolonlarını indirip sünnetli olup olmadıklarına baktılar. Alevi mahallelerinin yanısıra, Sünni mahallelerinde de önceden işaretlenmiş Alevi evlerine baskınlar yapıldı. Katliamın ardından, binlerce Alevi Kahramanmaraş’ı kaçarcasına terk etti. CHP milletvekili Oğuz Söğütlü’nün ifadesiyle, kenti terk edenler Alevi nüfusunun yüzde 80’ini oluşturuyordu.
[2] Ökkeş Kenger, sonraki soyadıyla Şendiller, Maraş Katliamı’nın bir numaralı sanığı olarak, Çiçek Sineması’na bomba atarak halkı galeyana getirmek suçuyla yargılandı, beraat etti. 1991’de MHP’nin yerine kurulan ve Refah Partisi ile seçim ittifakı yapan Milliyetçi Çalışma Partisi’nden milletvekili seçildi. Ardından, Ülkü Ocakları Derneği eski başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun liderliğindeki Büyük Birlik Partisi’ne geçti, 2008’e dek bu partinin genel başkan yardımcılığını yaptı. 2009’da AKP hükümetinin düzenlediği Alevi Çalıştayı’na davet edildi.  
[3] Dönemin bölge sıkıyönetim komutanı Tuğgeneral Tayyar Aygur’un “Kahramanmaraş Toplumsal olayları” davasının bir numaralı sanığı Ökkeş Kenger’le görüşmesinde söyledikleri: “Oğlum, bu hadiseler sizin boyunuzu aşar, bunu biz de biliyoruz. Soldan her şey elimizde. Silahlar, mermiler, dokümanlar… Hepsini yakaladık. Hatta Ermeni Garbis adında birinin olduğunu tespit ettik. Eğer bu şahıs ölenler arasında değilse, yakında bir vilayetin daha başını yakabilir. İnşallah ölen yedi sünnetsizden birisi budur. Bunları biliyoruz. Peki, bu sağdaki çarıklı Mehmet ağayı kim sokağa döktü, biz bunu arıyoruz.”
[4] Radio France Internationale (RFI) 27 Aralık’taki yayınında Kahramanmaraş olaylarında “yabancı gizli servislerin, özellikle CIA’in rolü”ne değindi. BBC ise şu yorumu yaptı: “Kahramanmaraş olayları, Pakistan, Afganistan ve İran’dan sonra belki de kaos ve belirsizlik içine düşme sırasının Türkiye’ye geldiğini gösteriyor. Başbakan Bülent Ecevit de dahil olmak üzere, giderek artan sayıda kişi, bir iç savaş tehlikesine dikkati çekiyor.”
[5] 25 Aralık akşamına dek süren saldırılarda, aralarında CHP, Türkiye İşçi Partisi (TİP), Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER), Polis Memurları Dayanışma Derneği (POL-DER) binalarının bulunduğu 210 ev ve 70 işyeri yakılıp yıkılmıştı.
 
^