Felaket kapitalizmi hepimizin malûmu. Covid-19’un nasıl bir siyasal tablo ortaya çıkardığı keza. Oscar Wilde’ın ünlü sözünü, “Hayat sanatı taklit eder”i doğrularcasına, felaket filmlerinin gündelik hayatımıza dönüştüğü günlerdeyiz. Ama başka bir hakikat ve başka bir ihtimal daha var: Felaket komünizmi.
Bir felaket durumunda “insanın insanın kurduna dönüşeceğine”, toplumsal yaşayışın “herkesin herkese karşı savaşı” halini alarak hızla çözüleceğine dair beylik kanaat, kendisine “solcu” diyenler arasında dahi yaygın maalesef. Oysa bu, insanların kendilerini ancak bir Leviathan’a (bazen de bir Behemoth’a), yani devlet diye tabir ettiğimiz devasa bir canavara teslim ederek düzenli bir toplumsal yaşayış oluşturabileceklerine dair buz gibi “ideolojik” bir yaklaşımdan başka bir şey değil.
Buna göre, devletin sınırlarını çizdiği normalliğin sarsıldığı, “yasa ve düzenin” bir an için dahi olsa ortadan kalktığı felaket zamanlarında, insanlar genelleşmiş bir sosyal kanibalizm olarak tasavvur edilen bir “doğal duruma” (yani “barbarlığa”) yuvarlanacaklardır.
Felaket filmlerinin “kahramanları”
Felaket filmleri janrının iştahla yaygınlaştırdığı, artık adeta zihnimize kazınmış imgelerle çoğalttığı bir temadır bu: Yağmalanan süpermarketler, benzin almak için adeta birbirini ezenler, yiyecek bulabilmek ya da yardım alabilmek için birbirinin canına kasteden insanlar… Herkesin kendi derdine düştüğü, insanların ancak başkalarının üzerine basarak ya da hiç değilse başkalarının acılarına duyarsız kalarak hayatta kalabildiği bir “doğa durumu”. Steven Soderbergh’in olası bir pandemi krizini hayli gerçekçi biçimde aktaran Contagion’u (2011) gibi türün iyi örneklerinde bile geçerli bu durum.
Bu kıyametvari toplumsal yıkımın ortasında genel olarak salgın değil, bizzat hastalar dört bir yanda kol gezen korkunç (ve katli vacip) birer tehdittir artık. (Virüsün yayılmasını mümkün kılan koşulları değil de, mesela sokağa çıkıp sosyalleşen “yaşlıları” hedef tahtasına oturtan güncel bir tür “eleştiri” ile bu temanın akrabalığı ürkütücü.)
Salgının küresel bir felakete yol açtığı filmde karşılıklı yardımlaşma örnekleriyle (kendisini feda eden doktorlar hariç) neredeyse hiç karşılaşmayız. Felaket koşullarında uç veren işyeri ya da yaşam alanı temelli kolektif dayanışma biçimlerini zaten geçelim de, ihtiyar komşusunun alışverişine yardım eden ya da sokak hayvanları aç kalmasın diye sokağına mama bırakan insanlar dahi bu filmlerde yer bulamaz. “Kahramanımız” bir başına gemisini kurtaran kaptan misali kendisini (ve elbette ailesini) düze çıkarmakla mükelleftir; o kadar.
Resident Evil filmleri (ilki 2002) ya da 28 Days Later (2003) ve 28 Weeks Later (2007) gibi salgın hastalığın kurbanlarının zombi katillere dönüştüğü örneklerde durum daha da vahim. Virüsün yayılmasıyla sadece “kanun ve nizam” değil, tüm medeniyet çökmüş ve tahammül edilemez bir kanlı karmaşa dört bir yana hâkim olmuştur. Bu kıyametvari toplumsal yıkımın ortasında genel olarak salgın değil, bizzat hastalar dört bir yanda kol gezen korkunç (ve katli vacip) birer tehdittir artık. (Virüsün yayılmasını mümkün kılan koşulları değil de, mesela sokağa çıkıp sosyalleşen “yaşlıları” hedef tahtasına oturtan güncel bir tür “eleştiri” ile bu temanın akrabalığı ürkütücü.)
Hobbesvari dünyada “Darwinci” kâbus
Felaket filmleri toplumsal yıkıma dair alegorilerdir. Açıkça muhafazakâr örneklerinde, felaket mevcut sistemin dışındaki bir kaynaktan ya da doğaüstü güçlerden gelir. Radikal örneklerde ise karşı karşıya kalınan canavarlık ve yıkım mevcut toplumun kontrolden çıkmış yönlerinden kaynaklanır. Ancak, Douglas Kellner’ın belirttiği üzere, her iki durumda da “bu filmler toplumsal hayat ile sivil toplumun parçalanmasına dair alegoriler olarak, hayatta kalma mücadelesinin hayatın berbat, insanlık dışı ve kısa olduğu Hobbesvari bir dünyada verildiği Darwinci bir kâbusun ortaya çıkışı olarak okunabilir.”
Korona virüsünün yarattığı toplumsal panik akla ister istemez felaket filmleri janrını getiriyor. Bugünlerde bu türün (özelikle onun apokaliptik versiyonunun) meraklısı olanların adeta bir filmde yaşıyor olma duygusuna kapılmaması imkânsız. Sokağa çıkma yasakları, nerdeyse talan edilen marketler, toplumsal izolasyon ve yalnızlık, sokağa inen ordu…
Bir felaket sonucunda hâkim toplumsal düzen geçici olarak çöktüğü ya da ciddi anlamda zaafa uğradığında karşılıklı yardımlaşma, işbirliği ve dayanışma temelli “felaket toplulukları” ortaya çıkar. Bunlar, kapitalist toplumsal nizamın o güne dek bastırdığı dayanışmacı kapasitelerin beklenmedik bir biçimde açığa çıkmasına neden olur.
Ancak, genelde felaket filmlerinde neredeyse hiç karşımıza çıkmayan başka görüntüler de var, bu korona zamanlarında: Balkonlardan birlikte şarkı söyleyenler, sağlıklı çalışma koşulları ya da ücretli izin hakkı için greve giden ya da iş bırakan işçiler, yaşlıların ve kronik hastalıklara sahip olanların gündelik ihtiyaçlarını karşılamak için seferber olan komşular, alkışlı eylemler, onlara mama veren dükkânların kapanmasıyla aç kalabilecek sokak hayvanlarını besleyenler, sosyal medyada sağlık hizmetlerine ücretsiz erişim, hijyen malzemelerinin herkese ücretsiz dağıtılması gibi taleplerle yürütülen kampanyalar, vs., vs. Belli ki felaket, filmlerdeki gibi toplumsal çözülme ve herkesin herkese karşı savaşına değil, zor koşullarda da olsa yeni dayanışma ve örgütlenme biçimlerinin icadına da vesile olabiliyor.
Karşılıklı yardımlaşma ve felaket
1901’de, James Williamson tarafından İngiltere’de çekilen ve bir yangını anlatan Fire! günümüzde felaket filmlerinin ilk örneği olarak kabul ediliyor. Bu sessiz kısa filmin gösterilmesinden bir yıl sonra, uzun yıllardır İngiltere’de sürgünde bulunan Rus biyolog, coğrafyacı ve anarşist kuramcı Pyotr Kropotkin Evrimin Bir Faktörü Karşılıklı Yardımlaşma adlı çalışmasını yayımlar. Kropotkin bu kitapta her insanın diğer tüm insanlara karşı mücadelesini bir “doğa yasası” sayan (ve yıllar sonra gelişip serpilecek felaket filmleri türünde tümüyle benimseneceğini gördüğümüz) anlayışı reddediyordu. İnsanların da dahil olduğu hayvanlar âlemini kana susamış canlılar arasında bitimsiz bir mücadele evreni sayan yaklaşıma karşı karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve işbirliğinin sadece insan değil, tüm toplumsal özellikler gösteren hayvanlar açısından evrimin kritik bir faktörü olduğunu yazıyordu:
“’Kimler daha iyi uyum sağlamıştır: Birbirleriyle sürekli olarak mücadele halinde olanlar mı, yoksa birbirlerine destek olanlar mı?’ diye doğaya sorarsak, en iyi uyum sağlamış olanların, hiç tartışmasız, karşılıklı yardımlaşma alışkanlığı edinmiş hayvanlar olduğunu görürüz. (…) Karşılıklı yardımlaşma da birbiriyle mücadele kadar hayvan yaşamının bir yasasıdır; fakat evrimin bir faktörü olarak karşılıklı yardımlaşma, türün korunmasını ve gelişmesini sağlamaya son derece uygun alışkanlıkların ve karakterlerin gelişimini desteklediği için, muhtemelen çok daha büyük önem taşır.”
Kropotkin için “doğal durum” çatışma kadar dayanışma, işbirliği, karşılıklı yardımlaşma ve fedakârlığı da içeriyordu. Bütün bu özellikler türlerin evrimi açısından belirleyici faktörlerdi. Kropotkin belki “çubuğu bükmek” adına hayvanlar âlemindeki kooperasyon ve dayanışma (soğuktan korunmak için birbirine sokulmak, saldırgan hayvanlara karşı birlikte direnmek, vs.) örneklerine aşırı vurgu yapıyordu. Ancak, empati, işbirliği ve dayanışma gibi temel sosyal kapasitelerin evrime içkin olduğu, doğanın gladyatör-hayvanlar arası ölümüne mücadelenin cereyan ettiği kanlı bir arena olarak düşünülemeyeceğinde haklıydı. Hollandalı primatolog ve etolog Frans De Waal Bonobo ve Ateist –Primatlar Arasında İnsanı Aramak’ta (Metis, 2014) şöyle yazıyor:
“Bize aynı şekilde karşılık veremeyecek insanlara bakmak, akrabalığımız olmayan çocukları evlat edinmek, yabancılarla işbirliği yapmak ve farklı türlerin üyeleriyle empati kurmak gibi yetilerimiz vardır. Hem bunu yapan bir tek biz değiliz; yavrusunu katil balina saldırısına karşı koruyan bir gri balinaya kambur balinanın yardım etmesi bunun son örneğidir. Memeliler başkalarının acısından etkilenir ve gen-merkezli kuramların öngördüğünü katbekat aşan özgecilik seviyelerine ulaşabilir (…) İlişkilerin değerini, işbirliğinin yararını, güven ve dürüstlüğe duyulan ihtiyacı idrak edebilecek şekilde evrimleştiğimiz için bunları alımlayabiliyoruz. Hakkaniyet duygumuz bile bu arka plandan kaynaklanır.”
Felaketin müsebbibi olduğu ilk şokun atlatılmasıyla tahakküm ve sömürü ilişkilerinde oluşmuş geçici çatlaklar hızla tamir edilecek, “felaket toplulukları” dağıtılarak “business as usual”a geri dönülecektir. 1906 San Fransisco depreminin ardından ortaya çıkan dayanışmacı örgütlülüklerin ordu tarafından kanla bastırılması bu durumun en bilinen örneklerinden.
“Felaket toplulukları”
Hasılı, dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma evrimimizin birer gerçeği. Bir felaket sonrasında insanların distopik Mad Max filmlerinin o herkesin herkese karşı amansız ve acımasız mücadelesinden ibaret “doğal” hallerine geri döneceği varsayımı burjuvazinin kendi suretinde yarattığı mevcut “medeniyetin” insanlığın “doğasına” dair karanlık bir fantezisinden ibaret. Rebecca Solnit 2009 tarihli A Paradise Built in Hell (Cehennemde İnşa Edilen Cennet) adlı çalışmasında tam da bu varsayımı sorguluyor. 20. yüzyılda yaşanan deprem, büyük yangın ve kasırga gibi bir dizi felakete “sıradan” insanların nasıl karşılık verdiğini ele alan kitabında, felaketin insan doğasının en “karanlık” yönlerini tetiklediği varsayımına meydan okuyor.
Solnit’e göre, tersine, bir felaket sonucunda hâkim toplumsal düzen geçici olarak çöktüğü ya da ciddi anlamda zaafa uğradığında karşılıklı yardımlaşma, işbirliği ve dayanışma temelli “felaket toplulukları” ortaya çıkar. Bunlar, kapitalist toplumsal nizamın o güne dek bastırdığı dayanışmacı kapasitelerin beklenmedik bir biçimde açığa çıkmasına neden olur. Solnit’in örnek verdiği 1906 San Francisco depreminden 1999 İzmit depremine, felaket ânında sadece korku, bencillik ve çıkarcılık hâkim olmaz. O güne kadar marjinalleştirilmiş dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma biçimleri de yıkıntılar arasında gün yüzüne çıkar.
Bir an için sinemaya geri dönelim: Emre Yeksan’ın yönettiği Körfez (2017) ütopik bir moment olarak felaket temasının çarpıcı bir örneği. Filmde şehri etkisi altına alan katlanılması zor bir kokunun simgelediği felaket kentsel mekânda radikal bir alt üst oluşa neden olur. Felaketin göbeğinde orta sınıfların kenti terk etmesiyle birlikte, şehirde mülkiyetin belirlediği coğrafi ve toplumsal sınırlar ortadan kalkmaya başlar. Böylece, felaket güç ilişkilerinin radikal bir biçimde değiştiği ve alt sınıfların şehri kendilerine ait kıldığı bir özgürleşme deneyimi olarak yeniden yorumlanır.
Korona krizinin birçok ülkede kapitalist devletin denetim ve disiplin tekniklerini güçlendirme ve mevcut otoritarizm dinamiğini daha da belirgin kılma yönünde kullanılması emareleri şimdiden ortada. Felaket kapitalizmi böylece bir fasit daireye neden olur: Olağanüstü felaketi yaratan ve koşullayan olağan felaketler pekiştirildikçe daha çok olağanüstü felakete kapı aralanır.
Felaket topluluklarının ortaya çıkmasının müsebbibi olan momentler gelip geçicidir elbette. Yeksan’ın filmindeki kokunun bir biçimde ortadan kalkmasıyla beraber, “evlinin evine, köylünün köyüne” geri gönderilerek kentsel mekândaki sınırların bir kez daha geçerli hale getirileceğini varsaymak pekâlâ mümkün. Felaketin müsebbibi olduğu ilk şokun atlatılmasıyla tahakküm ve sömürü ilişkilerinde oluşmuş geçici çatlaklar hızla tamir edilecek, “felaket toplulukları” dağıtılarak “business as usual”a geri dönülecektir. 1906 San Fransisco depreminin ardından ortaya çıkan dayanışmacı örgütlülüklerin ordu tarafından kanla bastırılması bu durumun en bilinen örneklerinden.
Olağan felaketler
Dahası, Naomi Klein’ın 2007 tarihli The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism (Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi) adlı kitabında vurguladığı üzere, “olağanüstü” felaketler egemen güçler tarafından yoksulluk ve eşitsizlik gibi “olağan felaketlerin” yenilenmesi ve pekiştirilmesi için bir fırsat olarak da kullanılır. Korona krizinin birçok ülkede kapitalist devletin denetim ve disiplin tekniklerini güçlendirme ve mevcut otoritarizm dinamiğini daha da belirgin kılma yönünde kullanılması emareleri şimdiden ortada. Felaket kapitalizmi böylece bir fasit daireye neden olur: Olağanüstü felaketi yaratan ve koşullayan olağan felaketler pekiştirildikçe daha çok olağanüstü felakete kapı aralanır.
Dolayısıyla, tek başına bu “felaket topluluklarının” dönüştürücü gücünü romantize etmenin, felaketlerin terbiye edici “pedagojik” etkisine kaderci bir imanın hiçbir anlamı yok. Kapitalizme bir tufanın ya da (vebanın feodalizm üzerindeki yıkıcı etkisine atıfla) ölümcül bir salgının nihayet vereceğine dair beklenti (eğer varsa), siyasal otomatizmin banal bir örneğinden başka şey değil. Out of the Wood adlı kolektifin manifesto niteliğindeki bir metninde (“The Uses of Disaster”) vurgulandığı gibi, “Cehennemde cennetler inşa etmek yetmez: Bizzat cehenneme karşı mücadele etmemiz ve onun ötesine geçmemiz gerekir. Felaket topluluklarından daha fazlasına, felaket komünizmine ihtiyacımız var”.
Coğrafyacı Neil Smith 2006’da, Katrina Kasırgası’nın yarattığı felaketin hemen sonrasında kaleme aldığı “There’s No Such Thing as a Natural Disaster” (doğal felaket diye bir şey yok) başlıklı makalesinde, “doğal” nedenlere atfedip geçtiğimiz felaketlerin çoğunun, gerek nedenleri gerekse yarattığı sonuçlar itibariyle sosyal ve siyasal fenomenler olduğunu aktarıyordu. “Olağanüstü” felaketlerin müsebbibi “olağan” felaketlerdi.
Out of the Wood adlı kolektifin bir metninde (“The Uses of Disaster”) vurgulandığı gibi, “Cehennemde cennetler inşa etmek yetmez: Bizzat cehenneme karşı mücadele etmemiz ve onun ötesine geçmemiz gerekir. Felaket topluluklarından daha fazlasına, felaket komünizmine ihtiyacımız var”.
Soderbergh’in Contagion filminin sonunda salgının nasıl ortaya çıkıp yayıldığına (hangi olağan felaketlerin sonucu olduğuna) dair kısacık (bir dakikalık) bir “flashback” yer alır: Dozerler tropik ormana girip ağaçları kesmeye başlar, ağaçlardaki yarasalar habitatlarının yok olmasıyla kaçışır. Bir kısım yarasa insanların yaşadığı yerleşim yerlerine yaklaşır ve endüstriyel bir domuz çiftliğine yemek ve dışkılarını bırakır. Bunları yiyen domuzlar kesilip paketlenir ve büyük şehirlere gönderilir, hikâye böyle devam eder…
Solun “şok doktrini”
David Harvey bu sekansı antropomorfik bir metafora başvurarak “Covid-19, kırk yılı aşkın bir süredir neoliberalizmin şedit talanına maruz kalan doğanın intikamıdır” diye özetliyor. Yani, korona virüsü, kapitalizmin normal-olağan felaketlerinin kümülatif etkisinin olağanüstü bir dışavurumu.
Ancak, hepimizin malûmu olduğu üzere, sadece nedenler değil, sonuçlar da siyasal. Kasırgada kimin evinin yıkıldığı, salgında kimin korunaksız kaldığı, kimin eve kapanıp kendisini izole edebildiği, kiminse çalışmak zorunda olduğu, evsizlerin, göçmenlerin, alt sınıfların salgın karşısında neden daha kırılgan olduğu hep felaket öncesindeki halle, yani olağan, gündelik felaketlerle alâkalı siyasal meseleler.
Kapitalizmin normali felaketse, felaket komünizminin temeli de kadın hareketinden mücadeleci sendika ve göçmen dayanışma örgütlülüğüne, mahalle meclisinden ekolojik mücadele inisiyatiflerine, halihazırdaki mücadeleler. Bu “temel”, felaket ânında demoralize olmadıkları, dağılmadıkları ve cılız da olsa güçlerini derledikleri takdirde, kolektif bir bilinç sıçramasının kaldıracı işlevi görebilir pekâlâ.
Dolayısıyla, bir “olay” olarak cereyan eden “ani” felaketle bir “süreç” ya da “koşullar” olarak deneyimlenen “ağır çekim” felaket arasındaki sınırlar hiç de kesin değil. Bir olay olarak felaketi, onu koşullayan ve yaratan felaketli koşullardan ayırmak mümkün değil. Walter Benjamin, “ezilenlerin geleneği, bize içinde yaşadığımız olağanüstü halin gerçekte kural olduğunu öğretir” derken tam da olağanüstü ile olağan ya da felaket ile sözde normallik arasındaki bu karşılıklı ilişkiye işaret eder.
“Olağanüstü” felaketler devlet ve sermayenin gücünü pekiştirebileceği gibi, onların gücüne karşı potansiyel direnişin açığa çıkabileceği zeminleri de oluşturabilir. Felaketin nedenleri kadar sonuçları da siyasal bir mücadele alanı. Felaketin normalliği kısa devreye uğratması, kısa bir süre için, daha önce bastırılmış ütopik enerjilerin açığa çıktığı, daha önce düşünülemez olanın düşünülebilir hale geldiği koşullara yol açar. Bu kısa aralığın değerlendirilmesi, inisiyatifin muktedirlere bırakılmaması hayati önemde. Çünkü hâkim sınıf için felaketi fırsata çevirecek “şok doktrini” (kitlesel işten çıkarmalara eşlik edecek olağanüstü baskı önlemleri) şimdiden hazır, ilk bocalamanın hemen ardından devreye sokulacağına şüphe yok.
Kapitalizmin normali felaketse, felaket komünizminin temeli de kadın hareketinden mücadeleci sendika ve göçmen dayanışma örgütlülüğüne, mahalle meclisinden ekolojik mücadele inisiyatiflerine, halihazırdaki mücadeleler. Bu “temel”, felaket ânında demoralize olmadıkları, dağılmadıkları ve cılız da olsa güçlerini derledikleri takdirde, kolektif bir bilinç sıçramasının kaldıracı işlevi görebilir pekâlâ. Egemenlerin şok doktrini üzerindeki tekeli ancak böyle kırılabilir ve olağan-olağanüstü felaketler fasit dairesine çomak sorularak onun daha da cinai bir evreye girmesi önlenebilir. Kaybedecek zaman yok…