Son yılların en ilgi çekici, hatta yüzakı yapımlarından biri “Sibel”. Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti’nin üçüncü uzun metraj filmi, Giresun’un Kuşköy’ünde yaşayan, sadece köyün kadim geleneği olan ıslık diliyle iletişim kuran Sibel’in hikâyesini anlatırken toplumsal baskıların ve tahakküm mekanizmalarının röntgenini çekmekle kalmıyor, bugünlerde izleyiciye ferahlık duygusu verebilecek bir özgürlük duygusu üretiyor. Fazla spoiler’a kaçmadan, “Sibel” üzerine notlar…
Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti’nin senaristi ve yönetmeni oldukları Sibel (2018), eksik, arızalı, uyumsuz, karanlık, trajik sona yazgılı addedilenin hikâyesini ters yüz etme imkân ve ihtimalini gösteren bir film. Kendisine dair her çeşit algıya, önyargıya, çizilen yazgıya ve kendisinden beklenenlere teslim olmayan bir kadının hikâyesi. Bu tersine çevirme, kırma, yıkma ve inşanın aracı ve alanı ise dil, ses ve beden. Sibel (Damla Sönmez), bu üçü üzerinden ve üçüyle beraber, varlığı ve yokluğuyla, kendi başka hikâyesini kendisini kuruyor.
“Sibel”, meselesine karamsar, karanlık, suçlayan bir yerden bakmıyor. Sömürgeci, kapitalist, patriyarkal sistem ve ilişkiler ağı içerisinde insana, kadına ve erkeğe özcü bir yerden yaklaşmıyor. Onların olma, kurulma süreçlerine ve kökenlerine bakmayı, anlamayı deniyor. Toplumsal cinsiyet rollerinin kadınlar ve erkekleri ne denli kuşattığını görmeye, göstermeye çalışıyor.
Hâkim eril algıları yeniden üretmek yerine tartışmaya, sorgulamaya açan film, bunların öznesi olanı mümkünleri zorlamaya kışkırtıyor. Bir temsile soyunmuyor. Çizdiği köy ve babayı nefret ve öfke nesnesine dönüştürmüyor. Meselesine karamsar, karanlık, suçlayan bir yerden bakmıyor. Sömürgeci, kapitalist, patriyarkal sistem ve ilişkiler ağı içerisinde insana, kadına ve erkeğe özcü bir yerden yaklaşmıyor. Onların olma, kurulma süreçlerine ve kökenlerine bakmayı, anlamayı deniyor. Öneriyor. Toplumsal cinsiyet rollerinin kadınlar ve erkekleri ne denli kuşattığını görmeye, göstermeye çalışıyor. Hem cinsiyete dayalı iş bölümünün yarattığı ayrımcılığa hem eril, ahlâkçı, muhafazakâr toplumca “uğursuz”, “sakat” olarak etiketlenen kadına odaklanıyor. Öjeni ve mizojiniye karşı önce daha sezgisel bir yerden mücadele eden Sibel’in iç ve dış yolculuğunu, değişim ve dönüşümünü, araftakiyle dayanışma ve ona eşlikçiliğini isyan, itiraz ve direniş izlekleri üzerinden işliyor. Apaçık algı ve sezgilerin kıymetini hatırlatıyor. Daha da önemlisi, biterken, isyânkar bir umudun her alanda diriltilebilmesine kapı aralıyor, göz kırpıyor.
Çiçek, Fatma ve Sibel
Cümlenin öznesi kadınlar ya da erkekler olarak genelleştirici bir nitelik taşısa da film, ikili cinsiyet normları içinde kalındığında da bu genellemelerin yanlışlığını gösteriyor. Filmde, tarlada çalışan kadınlar ve çöpçatan kadın her açıdan norm içreler. Erkeğin bakış ve dilini kullanıyorlar. Ancak film, patriyarkanın tahakküm kuran ve teslim alan bu döngüsünün kırılmasının mümkün olduğunu da söylüyor. Nişanlısı askerden gelen genç kadın Çiçek (Sevval Tezcan), evlenmeye çok gönüllü olmasa, evlendirileceği kişiyi ilk kez görmüş ve pek beğenmemiş olsa da Narin (Meral Çetinkaya) ya da Sibel gibi olmaktan, dışlanmaktan, sakatlanmaktan, arızalanmaktan korkuyor. Kocası, evi, çocuğu olsun istiyor. Sibel’in kendisine yanaşmasını reddediyor, ancak içine çekildiği hayata da razı değil. Diğer kadınlar ise, bu yaşadığının hepsi için geçerli olduğunu ona hatırlatıyorlar. Fatma (kızkardeş; Elit İşcan) kendisine öğretileni yaşamak istiyor: okulu bırakmak, evlenmek. Bunun kurtuluş olduğunu düşünüyor belki de. Bu patriyarkayla bir nevi işbirliğinin kendilerini kurtaracağını sanıyor, hayatta kalmak, tutunmak, varolmak için buna “mecbur” olduklarını düşünüyorlar. Film bunları gösterirken ne kadınları ne eril toplumun kuşatmasını haklı, doğru çıkarmaya çalışıyor. Neyin neden yaşandığını gösteriyor. Anlamaya ve çözmeye başlamak için bakılması gereken yerlerden birini. Zaman zaman ıskalananı.
“Sibel” ne kadınları ne eril toplumun kuşatmasını haklı, doğru çıkarmaya çalışıyor. Neyin neden yaşandığını gösteriyor. Anlamaya ve çözmeye başlamak için bakılması gereken yerlerden birini. Zaman zaman ıskalananı.
Kızkardeş, baba evinde, babanın “sakat” kızı Sibel’e (abla) tanıdığı “imtiyaz”ları kıskanıyor. Onun başına buyrukluğu, baba tarafından kısıtlanmamışlığı, omzunda tüfek sabahtan akşama köy, tarla, orman demeden dolaşması, bir yandan da itiraz etmeksizin ev işlerini yapması aykırı, ayrıksı ve başkalığı bir namus ve ahlâk bekası haline gelip de söz kesen aile kendisinden vazgeçince öfkesi iyice ablaya yöneliyor.
Bu iki genç kadın, makbul kadın olma çabalarının önündeki engelin Sibel olduğunu düşünüyorlar; düşünme de değil, böyle öğretildiği için kendilerine, bu bilgiyi sahipleniyorlar. Sibel’i dışlamak, reddetmekle kalmıyor, ispiyonluyorlar. Uzattığı suyu içmiyor, yanlarına oturduğunda, kınaya gittiğinde kovuyor, bir erkekle beraber olduğunu duyduklarında dövüyor, ona her tür fiziksel ve psikolojik şiddeti yaşatıyorlar. Tamamen kadınlardan oluşan kamusal alanın kabul ve ret yasalarını da eril toplum belirliyor elbette. Bir yandan onun emeğinden faydalanmaya devam ediyorlar. Sibel’in dile düşmesine kadınlar, hatta kızkardeşi sebep olurken erkekler bu söylentiyi elbette sahipleniyorlar. Baba (Emin Gürsoy) ise tüm bunlara teslim olmak ile olmamak arasında kalıyor, gidip geliyor. Son sahnede kararını görebiliyoruz.
Narin, Ali ve Sibel
Film toplumdaki çeşitli tahakküm ve sömürge mekanizmalarının kökenlerini, kapitalizm ve patriyarkanın kadının emeğini, bedenini, hayallerini tarlada, evde hemen her yerde nasıl sömürdüğünü ve onu cinsiyetsiz bir itaat nesnesi haline getirmeye çalıştığını gösteriyor. Bu değersizleştirme ve hiçleştirmeye karşı gelen, direnen ve kendi hikâyesini yazmaya çalışanlardan biri de Narin. O, geri plandaki kadınlardan. Vaktinde başkaldırıp bunu devam ettirememiş. Sevdiği, Gelin Kayası’nda gözlerinin önünde öldürülmüş. Narin aklını yitirmiş. Sibel, bu yaşlı kadınla iletişim kurup ihtiyaçlarını karşılamasına yardım eden tek kişi. Film Narin üzerinden Sibel’i bekleyen “son”un da böyle olabileceğini düşündürecek gibiyken bunu yapmıyor. İyi ki de yapmıyor. Çünkü tam da burada üzerimize karabasan misali çöken umutsuzluğu dağıtıyor.
Kabul görmek ile görmemek, bunu önemsemek ile önemsememek arasında gidip gelen, ayrıkotu, çirkin insan yavrusu ilân edilenin kendi hikâyesini yazıp, kurup yaşayabilecek olmasına ışık yakıyor. Sibel’i bekleyen ne Narin olmak ne tarladaki kadınlar ne çöpçatan kadın olmak. Film onu, bedeninin, hayallerinin, arzularının, aklının peşisıra gittiği için cezalandırmıyor, mahkûm etmiyor. Kadın/erkek yönetmen fark etmeksizin özellikle Türkiye sinemasında pek çok örneğini gördüklerimiz tekrarlanmıyor. Mesela ormanda ya da köyde ne tecavüze uğruyor ne bile isteye sevişince hamile kalıyor ne kadınlar onu dövünce, Çiçek yanından, kızkardeşi arkadaşının kınasından kovunca, babası toplum baskısına da boyun eğip onu eve hapsedince bunlara razı oluyor, inat ve isyanından vazgeçiyor. Türkiye sinemasında, kadın yönetmenlerin çektiği kimi filmler de dahil, tekrar edilegelen bu ezberleri yeniden üretmiyor.
Ne tarlada çalışan kadınlar ne kahve önünde oturan erkekler başarılı oluyor. Oysa sadece Sibel’i değil, aileyi de cezalandırmaya karar veriyorlar. Kızkardeşi Fatma’nın nişanlısının ailesi, kapılarına dayanıp verdikleri çeyizleri isteyip nişanı bozuyor. Namusu ve şerefi kirlenmiş bir ailenin kızını gelin almak istemiyorlar. Bu, Sibel’in kendi kendini yemesine ya da suçlamasına sebep olmuyor. Buna dönüşmüyor. O, eve kapanan, utandığı için servise binip okula gitmek istemediğini söyleyen kızkardeşini önce sımsıkı kucaklıyor, ardından elinden tutuyor, yol boyunca cık-cıklar arasında yürütüyor. Babası, cık-cık’layan erkeklere “şişşt” deyip kızının yürüyüşüne kenardan destek oluyor. Doğrudan dahil olmuyor. Sibel, kızkardeşini servise bindirip, düşürdüğü boynunu kaldırıp gözlerinin içine bakıyor. Sırtını döndüğünde tarlada çalışan kadınların kendisine baktığını görüyor. Çiçek’le göz göze geliyor ve birbirlerine gülümsüyorlar. Kızkardeşi harekete geçiren Sibel, Çiçek’e de umut oluyor.
Sibel’i bekleyen ne Narin olmak ne tarladaki kadınlar ne çöpçatan kadın olmak. Film onu, bedeninin, hayallerinin, arzularının, aklının peşisıra gittiği için cezalandırmıyor, mahkûm etmiyor. Kadın/erkek yönetmen fark etmeksizin özellikle Türkiye sinemasında pek çok örneğini gördüklerimiz tekrarlanmıyor.
Burada, hem baba hem kızkardeş hem Çiçek ahlâkçı, muhafazakâr, eril toplumun kuşatmasına teslim olmak ile olmamak arasında yıkıcı bir karara göz kırparken, biz de Sibel’in ne ormana ne eve kök salacağını, ne toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümüne ne eril, ahlâkçı, muhafazakâr ilişkiler ağına teslim olacağını görüyoruz. O ikilikler arasında, tarla, köy, kayalıklar, yıkık dökük kulübe, ağaçlar… arasında giydirilen ve öğretileni değil, yabanın dilinden öğrendiğiyle yaşamayı zorlayacağını düşünüyoruz. En önemlisi de, bunu sadece kendisi için ve kendisi yapmayacağını.
Sibel babanın kurduğu evden ve babadan, tarlada çalışan kadınlardan ve kahve önünde oturan erkeklerden yitirdiği dili, yükselen sesi, hareketli, akışkan bedeniyle hesap soruyor. Ses ve beden, meydan okuma, ret, başkaldırı ve en önemlisi de dayanışma, çoğalma, kolektif varolmanın mümkün olabileceğini gösteriyor. Bunun için moderniteye ve medeniyete ihtiyacımız olmadığını da. Sibel kendisi gibi aykırı ve ayrıksı, söylentiler ve devlet dilinden hikâyesine dair bilgiler dolaşan Ali’ye (Erkan Kolçak Köstendil) ormanda şifa olurken, kendisine de şifa oluyor. Otlarla, kanla, deriyle… yarayla, ağrıyla ilişkisi ve şifacılığı üzerinden onun bir nevi cadı olduğunu da düşündürüyor film.
Askerden kaçtığını, savaşmak istemediğini, ancak kendisi için savaşabileceğini söyleyen Ali ile kendisi için savaşan Sibel’in kesişmesi, erkeğin olageldiği ve kendisine de öğretildiği gibi koruyucu kollayıcı, öğreten, açıklayan eril pozisyona yerleşip yerleşmeyeceğine dair endişeler –kemiklerin kurt değil, insan kemiği olduğunu söylediği, gösterdiği sahne mesela– yaratsa da, film bu endişeleri boşa düşürüyor. Toplumun kendisinden beklediği rolleri oynamayan Ali, belki daha da derinleşebilecek bir erkek karakter olarak hem hayatta, hakikatte hem de hayalde başka bir erkekliğin mümkün olabileceğine dair ışık yakıyor.
Ama’larımı gömdüm, çünkü…
Sürüne sürüne kadın ve erkek yapılanların/oldurulanların hikâyesi olarak da okunabilecek bu filmin gücü, bunu anlama çabasında, daha da önemlisi buna mahkûm olunmadığını göstermesinde kanımca. Savaşın, göçün, ekolojik yıkımın, yabancı düşmanlığının, ücret eşitsizliğinin, sağlık ve eğitime erişim hakkının engellenmesinin… eşitsizlik, adeletsizlik, yıkım ve felaketlerin neredeyse öncelikli muhatabı ve mağduru olan kadınlar. Türkiye, tüm bunların her geçen yıl daha sert yaşandığı bir ülke haline geldi, geliyor. Eril şiddet ve ayrımcılık hemen her alanda ve biçimde kendini en sert haliyle yaşatıyor. Irk, dil, din, inanç, cinsel yönelim ayırmaksızın kadınlar, translar… saldırıya maruz kalıyor.
Hem baba hem kızkardeş hem Çiçek ahlâkçı, muhafazakâr, eril toplumun kuşatmasına teslim olmak ile olmamak arasında yıkıcı bir karara göz kırparken, biz de Sibel’in ne ormana ne eve kök salacağını, ne toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümüne ne eril, ahlâkçı, muhafazakâr ilişkiler ağına teslim olacağını görüyoruz.
Tüm bunlar karşısında geçmişten bugüne taşınan direniş ve mücadele de güçleniyor. Bu, saldırıların dozunu ve şiddetini elbette artırıyor. 8 Mart yürüyüşü de, Onur Yürüyüşü de devlet eliyle engelleniyor. Hâl bu, böyle iken, gerçeğin fotoğrafını çekip gösterirken salt soruna, yaraya, çiziğe, baskıya, zulme, şiddete odaklanmak ancak bunları besliyor. Korkuyu, kaygıyı, endişeyi güçlendiriyor. En fenası da inançsızlığı ve umutsuzluğu. Oysa ihtiyaç duyduğumuz tam da tersi. İhtiyaç duyulan. İşte Sibel, bize bunları dağıtma, parçalama, yok etme ve inancı, umudu, direnci kışkırtma çabası taşıyor. Tam da bu, filme dair ama’larımı gömmemi sağlıyor.
Yabandan korkup, kaçıp uzaklaştıkça olduğumuzu sandığımız, yakalandığımızca aklımızı da, irademizi de teslim alan kapitalist ilişkiler ağı yedeğine aldığı patriyarkayla her birimizi terimizden, tenimizden, kemiğimizden, dilimizden, hayatımızdan, arzularımızdan ve en önemlisi de topraktan, sudan, hayvandan uzaklaştırıyor. İçgüdüsel arzularımızdan, kolektif işgücünden, dayanışmadan…
Canlılar arasında kurulan dahil, her tür ayrımcılığı ortadan kaldırmanın yollarını bulmak, mümkünlerini zorlamak gerekiyor. Sibel’leri görmeye, göstermeye, bulaşıcı iradeye, isyana, inada, cesarete ihtiyacımız var. Aklın kötümserliğinin ipini bırakmadan, şehrin yabanı Fosforlu Cevriye’lere, köyden kente göçün yabanı Dirmit’lere, köyün yabanı Sibel’lere.