TARİHİ EŞİK 2021-22 | XII: İKTİSATÇI HALUK LEVENT –II

Söyleşi: Ulus Atayurt
2 Şubat 2022
Bu sayfadaki güncel sanat işleri: Isaac Cordal
SATIRBAŞLARI

Söyleşimizin birinci bölümünde, döviz hareketlerini serbest bırakmanın nedeninin büyük oranda bir mecburiyetten, döviz bazlı borçtan kaynaklandığını söylemiş, krizden çıkış için olası bir koalisyon hükümetinin iktisat bilimi kadar yaratıcılıktan da yararlanması gerektiğini eklemiştiniz. Fakat yaratıcılık beklenmedik bir yerden geldi. 20 Aralık akşamı, döviz korumalı mevduat hesabını duyurdular. Böylece Wolfgang Streeck’in deyişiyle “gelecekten borçlanmanın” yeni bir yöntemini bulduklarını düşünüyorlar. Dolar önce 18’den 10,40’a kadar indi. Ardından 13 TL civarına yerleşti. Hazine garantili, dolara endeksli mevduat hesabı ne anlama geliyor?

Haluk Levent: “Heterodoks” çözümmüş işte! (gülüyor) Bunu açıklamaya çalışırken genelde ABD için kullanılan “yağmacı devlet” kavramına başvurabiliriz. Bu kavram artık pek çok ülkede pek çok mekanizma için geçerli hale geldi. Döviz korumalı mevduat hesabı bunun çok tipik bir örneği. İktisadi mekanizmaları kullanarak gelir ve servet transferi yapmanın yollarından biri. 20 Aralık hakkında hemen tüm iktisatçıların şüphelendiği konu bu. CHP bir önerge de verdi. Dövizi kim 18’den sattı, sonra 10’dan, 11’den kim aldı? Aslında bunu tespit etmek çok basit, çünkü finansal piyasalarda her şey kayıt altındadır. Günün birinde mutlaka ortaya çıkacak. Ama sızan bilgilere bakılırsa iktidara yakın bir sermaye grubundan altı-yedi ismin işin içinde olduğu tahmin ediliyor. Bunlar döviz satıp alarak yaklaşık 6 milyar dolarlık kazanç elde etti. 6 milyar doların ne anlama geldiğini bir karşılaştırma yaparak açayım: Kemal Derviş 2002’de acil problemleri çözmek için 5 milyar dolara ihtiyacımız olduğunu söylemişti. Bunun ne kadar büyük bir meblağ olduğunu böylece tahayyül edebiliriz. 

Haluk Levent

Dolayısıyla, ortada apaçık bir soygun var. Bunun cezasız kalması söz konusu olamaz. Buna cevaz verenlerin de sorumlulukları var. Dolayısıyla meselenin bir yanda bu kriminal boyutu var. İkincisi, iktisadi açıdan değerlendirmek çok zor, ama deneyelim. Onların “heterodoks anlayışı” çerçevesinde, bizim anladığımız dünyadan çok farklı bir şekilde, “konvansiyonel olmayan işler deniyoruz” diyorlar. Peki dövize endekslenmiş mevduat hesabı ne amaçla yapıldı? İlkin dolarizasyonu, yani döviz mevduatını eritmek, ikincisi, bunu yaparken TL’yi cazip kılan faizi bir araç olarak kullanmamak için. Mesele o meşhur üçgen: Döviz, faiz, enflasyon. Buna “imkânsız üçlü” diyoruz. Bunların ikisini kontrol ettiğinizde birini serbest bırakmanız gerekiyor. Ama saray hepsini birden kontrol etmeye çalışıyor. 

Faizle döviz arasındaki ilişkinin ne şekilde seyredeceği çok açıktı. Politika faizlerini düşüreceğiz derken, dövizin çıkacağını biliyor olmaları gerekirdi. Ama “bununla ilgilenmiyoruz” gibi laflar sayıkladılar. Artık ne düşündüklerini takip etmekte çok zorlanıyoruz. Peki amaçladıklarını elde ettiler mi? Döviz tevdiat hesapları bozuldu mu? Hayır. Peki neden? Çünkü döviz tevdiat hesaplarının üç türlü motivasyonu var. Birincisi özellikle mütedeyyin kesimin faize bulaşmak istememesinden kaynaklanıyor. TL cinsinden nakit varlıklarını korumak için dövizi tercih ediyorlar. İkincisi, ithalatçı ya da ihracatçıysanız döviz varlığı tutmak zorundasınız, çünkü dövizle mal alıp satacaksınız. Bu iki kesime ilaveten Türkiye’de 90’lı yıllardaki krizleri yaşamış, geleneksel olarak “ne olur ne olmaz, döviz tutayım” diyen bir grup da var. Bu gruplar açısından yeni finansal araç ne vaat ediyor?  Eğer dövizinizi TL’ye çevirip vadeli mevduat hesabı açarsanız ve dönem içinde faizin üstünde bir kur artışı olursa, devlet aradaki farkı ödemeyi taahhüt ediyor. Ama günün sonunda, başlangıçta bin dolar bozdurmuşsam yine bin dolar alacağım. Niye yapayım ki?

Merkez Bankası’nın politika faizi ile verdiği sinyalle birlikte piyasa faiziyle arasındaki bağı koparttılar. Artık politika faizi sıfıra, hatta eksiye de düşse, bir sinyal gönderme aracı olarak işlev görmeyecek. 

Öte yandan, dövize vadeli mevduat hesabı açarsam zaten yüzde 1-2, Türkiye’de yüzde 4-5 faiz kazanıyorum. Üstelik mütedeyyinler için ona faiz dememenin yolları da var. Katılım bankacılığında “kâr payı ödemesi” diyorlar. O zaman soru şu: TL’nin önümüzdeki dönemde, önerilen vade boyunca güçlü kalmasını sağlayacak bir ortam var mı? Çünkü ancak döviz artışı aşağıda kalırsa bir getiri elde edeceğim. Böyle bir ortam yok. Dolayısıyla bu önlem döviz mevduat hesabı sahiplerini motive etmiyor. 

İktisatçı Kerim Ata bu “yeni finansal aracın”, bankalarda bulunan 240 milyar doların büyük kısmının sahibi 250-300 bin kişiyi ilgilendirdiğini, plan işlerse onlara ait riskin tüm topluma yüklendiğini söylüyor… 

O işin ahlâksız tarafı. Diğer tarafta iktisadi mekanizma açısından hedeflerine ulaşmaları mümkün değil. Öte yandan Kerim Ata’nın da bahsettiği gibi gerçekten de bir avuç insandan bahsediyoruz. O 300 bin kişinin büyük bir kısmı belki de 3-5 bin dolarlık hesaplardır. Epey daha düşük bir kısmı da birkaç milyon dolarlıktır. Büyük hesap sahiplerine teklif edilen şu: TL hesabı açın, büyük bir risk olursa biz kaybınızı Hazine’den ya da Merkez Bankası’ndan telafi ederiz. Sonra da dönüp bize “kusura bakmayın, kaybı sizin vergilerinizden ödeyeceğim” diyorlar. Bunun ahlâki bir tarafı yok. 

Bizim ümüğümüzü sıkarak topladıkları vergilerle beyefendilerin risksiz kazanç elde edebilmesini sağlamayı amaçlıyorlar, çünkü ortada bir havuç var: Döviz yeteri kadar artmazsa TL faiz geliri elde edeceksiniz… Dövize endeksli yaparak bu gelir için risksiz bir ortam yaratmayı, maliyeti de vergi veren insanların sırtına yüklemeyi planlamışlar. Bunu ahlâki açıdan hangi kitabın hangi satırında, hangi ayetinde görebilirsiniz? Gözleri ışıl ışıl parlayan Hazine ve Ekonomi Bakanı Nureddin Nebati’nin bunu da açıklaması lâzım. İkincisi, “senin dövizin olmayabilir, TL getir, onu da dövize endeksleyelim” diyorlar. Niye? TL faizi var zaten. 

Bir kere sınırı geçip “konvansiyonel olmayan taraftayız” dediler. Yarın öbür gün mevduatları hisse senedine endeksleyelim derlerse, mantık açısından şu anki durumla bir farkı olmaz, çünkü parası olan insanlar için çeşitli yatırım araçlarından oluşan bir sepet var. Durumun ne ahlâki açıdan savunulabilir ne de sürdürülebilir bir tarafı yok.

Birdenbire ve suni olarak çıkartılan döviz kuru, arkasından gelen oynaklıklar göreli fiyat yapısını darmaduman etti. Bu iktidar yarın gitse dahi fiyatların oturması çok kolay olamayacak. Sadece güven veririz diyerek çözülecek iş değil.

İş Bankası genel müdürü Hakan Aran şüphe götürür bir açıklama yaptı ve dövizde 20 Aralık sonrası yaşanan düşüşün vatandaşların dolardan TL’ye geçmesinden kaynaklandığını söyledi.  Ama sadece “üç aylık bir fırsat penceresi” açıldığı konusunda da uyardı. Bir yandan kamu kesimi borcunun aşırı olmamasına güveniyor gözüküyorlar. Ama nihayetinde beş yıllık hazine bonosu faiz oranları yüzde 26’ya çıktı. Açıldıysa eğer bu “fırsat penceresinin” sınırları neler?

İki tane ahlâksızlıktan bahsettik. İlki 20 Aralık’tan sonra döviz satıp almakla yapılan 6 milyar dolarlık ahlâksızlık. İkincisi, ucu bucağı belli olmayan gelir transferine dair ahlâksızlık. Oldu da döviz krizine girdik, ödemeler dengesi krizine düştük, döviz fırladı, döviz mevduat sahiplerine dünyanın en yüksek faizini cebimizden aktaracaklar. Bunun alt sınırı var, ama üst sınırı yok. Üçüncüsü, kamu kesimi borcu hiç de düşük değil. Türkiye’nin borç ödeme kapasitesi yüzde 40-45 aralığındadır. Yani toplam borç GSYH’nin yüzde 40-45’ine ulaştığı zaman krize gireriz. Ondan sonra yüzde 70-80’lere çıkar. Bir de bütçe dışı borçlarla oran 70’i aşıyor. Yani apaçık biz krizdeyiz. Dolayısıyla Hazine’nin üstüne böyle bir yük yüklemenin ortamı yok. 

Öte yandan propaganda açısından iki hedefleri var. İlk hedef seçimler öncesinde dövizi belli bir dengeye oturtmak. Türkiye insanı için döviz önemlidir. Bu, uzun süre yüksek enflasyon yaşamış olmaktan kaynaklanır. Enflasyon durumu hep karmaşık hale getiren meselelerden birisi. Bu yüzden ülkede döviz tevdiat hesapları her daim yüzde 40’ın üzerindedir. En iyi durumda yüzde 35’e düşer. İnsanlar yüksek enflasyondan bu yolla korunmaya çalışır. Eninde sonunda enflasyonla döviz arasında bir paralellik vardır. Dolayısıyla bütün iktidarlar seçim öncesinde dövizi bir stabiliteye oturtmaya çalışır. İkincisi, Merkez Bankası yoluyla kendi kitlelerine “bak politika faizini düşürdüm, düşürmeye de devam ediyorum” demek istiyorlar. 

Geçmişte çok iyi Merkez Bankacıları yetişti. Şimdi bu birikim tamamen ortadan kaldırıldı. Hakikaten “baltalar elimizde piyasaya dalarız” diyorlar. Hatta 10-15 tane kritik üründe narh koyacaklarını söylüyorlar. Oysa dışa açık bir ekonomide narh koyamaz, fiyat sınırlaması yapamaz, yaparsanız da altından kalkamazsınız.

Şu anda Merkez Bankası kendi hareket, faaliyet alanıyla bağını kopartmış durumda, çünkü Merkez Bankası normalde politika faiziyle oynayarak piyasaya para politikasına dair sinyal gönderir. Ama şimdi para politikası faizi düşüyor, mevduat faizi artıyor. Kredi faizi ise tavan yaptı, yüzde 30-35 arasında değişiyor. Dolayısıyla Merkez Bankası’nın politika faizi yoluyla verdiği sinyalle birlikte piyasa faiziyle arasındaki bağı koparttılar. Artık politika faizi sıfıra, hatta eksiye de düşse, bir sinyal gönderme aracı olarak işlev görmeyecek. 

Hükümet politika faizini tayin ediyor, ama kafasında bir de işlem hacmi var tabii. Bankalar Merkez Bankası’ndan para talep ettiğinde, bunu politika faizi üzerinden vermek zorunda. Bu yüzden Merkez Bankası bankaların ucuz kaynak temin ettiği bir alana dönüştü. Sonuç itibariyle banka faizle borç verip alarak işleyen bir mekanizma. Bu sisteme ekstra bir sübvansiyon sağlamış oldular. Bunu nasıl bir ahlâki temele oturtuyorlar, bilemiyorum. “Faize karşıyım” diye giren ek kaynağı da Merkez Bankası bilançosu üzerinden biz finanse ediyoruz. 

Yola çıkış noktaları  “faiz sebep, enflasyon sonuç” formülüydü. Demek ki ekonomi yönetimine göre faizi enflasyonu düşürmek için düşürüyoruz. Ama resmi enflasyon yüzde 36, büyük ihtimalle 50’ler civarına gelecek. Bu alışılmadık yüksek enflasyon bölgesi ülke tarihinde ilk defa hiper-enflasyon tehdidini de barındırıyor. Biz şu âna kadar hiper-enflasyonun yıkıcı sonuçlarıyla hiç karşılamadık. 

Türkiye’de ücret pazarlığı yanlış yapılıyor. Pazarlıkta enflasyon oranının baz alınmaması gerekir. Alım gücünü korumak için ücretlerin çalışanların harcama sepetine endekslenmesi gerekir. Asgari ücretteki artış harcama sepetindeki gelişmeler dikkate alındığında son derece yetersiz. Alım gücü düştü.

Türkiye’de enflasyonu tek bir değişkene bağlı irdelemek mümkün değil. İktisatçı olmayan şahıslardan oluşan ekonomi yönetiminin çok boyutlu enflasyonu anlamaya eğitimleri, bilgileri, tecrübeleri müsait değil. Türkiye’de enflasyon döviz geçirgenliği, fiyatlama davranışları, fiyatların yapışkanlığı, makro-iktisadi değişkenlerdeki yüksek volatilite, yüksek volatiliteden kendini korumaya çalışan iktisadi karar birimlerinin farklı tepkileri gibi birçok etkene göre şekillenir. Bütün bunları aynı anda dengeye getirmek çok zor bir denklemdir. Üstelik bugüne kadar hiç tecrübe etmediğimiz başka bir durumla, yüksek işsizlikle karşı karşıyayız. Bazı sektörlerde durgunluktan kaynaklanan yüksek işsizlik var. Kasım ayı itibarıyla TUİK’in geniş tanımlı işsizlik oranı bile yüzde 22,1.

2018’de  başlayan stagflasyon probleminden de çıkabilmiş değiliz. Bu, iktisat kitabının en zor problemidir. Enflasyona karşı ne yapacağımızı biliriz, ama stagflasyonda kitabi bir reçete yoktur. Dolayısıyla iyi bir iktisatçı, uygulamacı olmak yetmez. İşin sanat tarafı devreye girer. Hissetmek, piyasanın içinde olmak, rasyonel düşünmek gerekir. Tüm bunlar iktisat yönetiminde mevcut değil.  

2018’den literatürümüze 128 milyar dolar rezervi berhava eden Merkez Bankası’nın “arka kapı politikası” girdi. 20 Aralık hamlesinde de en az 7 milyar dolar devreye sokulmuş gözüküyor. Bu dünyada acil durumda kullanılan bir yöntem mi?

Dünya literatüründe var, çünkü IMF bunu bir ülkede tespit ettiğinde kapıdan içeri girmez. Her şeyden önce Merkez Bankası’nın anayasasının birinci maddesine aykırıdır. Çünkü Merkez Bankası şeffaflık üzerine kuruludur. Siz hem şeffaflık izlenimi veriyorsunuz hem de kimsenin görmemesi için arkadan birtakım işlemler yapıyorsunuz.

Merkez Bankası’nın ilk başkan yardımcısı Hasan Ersel çok güzel anlatırdı. Türkiye’de Merkez Bankacılığı 1989’da Türk Parasını Koruma Kanunu kaldırıldığında ciddi hale geldi. 1991’de Hasan Ersel Merkez Bankası Başkan Yardımcısı iken parayı açar, üstündeki imzasını gösterirdi. Piyasa Merkez Bankası’nın işleyişine alışık değil. Merkez Bankası öğretmeye çalışıyor. İlk birkaç yıl böyle bir süreç yaşandı. 

İnsanlara şunu diyorlar: “Ey vatandaş, herhangi bir beceri edinmen benim umurumda değil. Becerin olsa da, olmasa da ödediğim maaş budur, o yüzden vasıfsızlar cumhuriyeti olarak hayata devam etmeyi düşünüyoruz. Katılmıyorsan yurtdışı kapısı açık, git canını kurtar.”

Para piyasasını oligopolistik bir yapılanma olarak görürsek Merkez Bankası en büyük oligopoldür. Bir güç ilişkisi ve rekabet ortamı söz konusu olsa da, Merkez Bankası rezerviyle, piyasa hakkındaki tam bilgisiyle diğer oyuncuların üstünde yer alır. Diğer oyuncular Merkez Bankası’nın hareketlerini takip eder ve ona tepki verir. O yüzden Merkez Bankası şeffaf olmak zorundadır. Piyasanın tam bilgisine sahip olmayan oyuncular Merkez Bankası’nın davranışını tahmin etmeye çalışır. Bunun tek yolu da MB’nin verdiği sinyallerdir. Bunun araçlarından biri de politika faizidir. Ama tek araç o değildir. 

Merkez Bankası’nın ilk yılları için Hasan Ersel “Biz sinyali gönderiyoruz, politika faizini indiriyoruz, kaldırıyoruz, piyasa bunu anlamıyor” diyordu. Arkadan telefon açıp ne yapmak istediklerini anlatırlarmış. Ersel bu ortamı hiç yaşamamış, bilmeyen, gözlemlememiş insanlara meseleyi çok esprili bir şekilde anlatırdı. Bu yüzden çok iyi Merkez Bankacılarımız yetişti, piyasa ustalaştı. Şimdi bu birikim, sinyalleşme tamamen ortadan kaldırıldı. Hakikaten “baltalar elimizde, piyasaya dalarız” diyorlar. Hatta 10-15 tane kritik üründe narh koyacaklarını söylüyorlar, çünkü piyasadaki fiyatlar hoşlarına gitmiyor. Oysa dışa açık bir ekonomide narh koyamaz, fiyat sınırlaması yapamaz, yaparsanız da altından kalkamazsınız. 

Üstelik narh koymayı amaçladıkları ürünlerin çoğu gıdayla ilgili. Oysa gıdada ciddi bir ithalat bağımlılığı, üretimde hızlı bir düşüş yaşanıyor. 

Tarım CEO’su, yani bakanı Bekir Pakdemirli daha önce büyük süpermarketlerin memuruydu. Hükümet son 10-15 yılda Türkiye tarımını dış şoklara açık hale getirdi. Bunun sonucu şu: Gübrenin fiyatı 18 bin liraya çıkmış, ama mesela Haymana’da toprağın dönümü 10 bin lira. Göreli fiyat yapısını paramparça ettiler, çünkü dövizi saldılar. 

Dışa açık bir ekonomide göreli fiyat yapısı çok hassastır. Enflasyonun en büyük zararı göreli fiyat yapısını bozmasıdır. O zaman iktisadi karar birimleri piyasadan almaları gereken sinyali alamaz, yanlış kararlar verir. Bugün etrafımızdaki tüm fiyatlar yanlış. Dışa açık bir ekonomide göreli fiyatları uzun, sonsuz bir matris gibi düşünebiliriz. Bunun ortasında bir pilot eleman vardır, o da döviz kurudur. Birdenbire ve suni olarak çıkartılan döviz kuru, arkasından gelen oynaklıklar göreli fiyat yapısını darmaduman etti. Bunun düzelmesi o kadar kolay değil. Kulakta kristal vardır ya, oynadı mı dengeniz bozulur. Doktor sizi bir ters çevirir, kristali yerine oturtur. Burada öyle bir durum söz konusu değil. Bu iktidar yarın gitse de fiyatların oturması çok kolay olamayacak. Sadece güven veririz diyerek çözülecek iş değil. Mesele matematik. İnsanların gördüğü zararlar var, işletmeler sermayelerini yitirdi, kapanma aşamasına geldi. Dolayısıyla züccaciye dükkânına fil değil, tank girdi.

Kısa vadede 180 milyar dolar borcu döndürmek için para bulmak lâzım. Fakat Time dergisi Türkiye’yi 2022’nin en tehlikeli on konusu listesine aldı…

Ödemeler dengesi krizi başlayacak. Bu krizden kaçınmak bu aşamada çok zor görünüyor. Hele bu iktidar bir yıl daha devam ederse hiç şansımız yok. 

31 Aralık’ta, bazı kritik zamları 24 saat erteleseler dahi, yıllık enflasyonu resmen yüzde 36 olarak açıklamak zorunda kaldılar. Fiyat artışları asgari ücrete yapılan yüzde 50 zamma nasıl yansır?

Türkiye’de ücret pazarlığı emek hareketinin zayıf olmasından dolayı baştan yanlış yapılıyor. Pazarlıkta enflasyon oranının baz alınmaması gerekir. 2009’dan bu yana genel enflasyona bakarsanız, TÜFE içinde gıda, ulaştırma, konut harcamaları ve kira ücretleri bütçenin aşağı yukarı yüzde 75’ini oluşturuyor. Üstelik yoksulluk sınırının altındaki çalışanlardan bahsetmiyorum. Yoksullarda tamamı bunlardan ibaret. Belki araya giyim sıkışabiliyorsa o da en çok yüzde 5-10’dur. Dolayısıyla ücret pazarlığı için bu dörtlü gruba bakmak gerekir. Bir de tabii enflasyon oranına bakmamız da yanıltır. Oran iktisatta çok işe yarayan bir araçtır, çünkü hareket halindeki ekonomiyi gösterir. Ama bazı durumlarda oranın yanısıra, hatta orandan önce, düzeye bakmamız lâzım. 

Enflasyon oranıyla, genel fiyat düzeyindeki artıştan bahsediyoruz. Genel fiyat düzeyi alışverişe çıktığımızda karşılaştığımız ortalama fiyatı gösterir. Dolayısıyla fiyat seviyelerinin birbirlerinden ayrışması önemlidir. İktisatta buna “stok değişkeni” diyoruz. 2013’e kadar fiyat seviyeleri az çok paralel ilerliyordu. Bazen biri, bazen diğeri biraz yükseliyordu. 2013’ten sonra genel enflasyon oranı ise en altta. Yani o dönem endeks en az artışı gösteriyor. Ama şimdilerde son zamanlardaki büyük ivmeyle gıda fiyatı diğerlerinden ayrışıyor, yüzde 40-45 fark var aralarında. 

Son dört yılda pazara gittiğimizde, gıda fiyatlarıyla genel fiyat seviyesi arasında yüzde 45’lik bir fark oluştu. Kiralar da son zamanlarda hızla yukarı çıktı. Son iki yılda fiyat düzeyleri büyük ölçüde ayrıştı. Dolayısıyla artık harcamaların enflasyon oranıyla karşılaştırılmaması gerekiyor. Asgari ücretteki artış geniş ücretliler kesiminin harcama sepetindeki gelişmeler dikkate alındığında geliri korumak açısından son derece yetersiz. Alım gücü düştü. Bu yüzden insanlar TÜİK’in açıkladığı oranlara güvenmiyor. Son bir yıldır gerçekten güvenilmez açıklamalar yapılıyor ama, ondan önce de güvenilmiyordu. Bu hep oranlara takılı kalıp alt fiyatlardaki düzeyi gözden kaçırmaktan kaynaklanıyor. Alım gücümüzü korumak için ücretlerin çalışanların harcama sepetine endekslenmesi gerekiyor. 

İşin diğer tarafında ise Türkiye ekonomisinin yapısal problemi yer alıyor. En önemli problemlerden bir tanesi enflasyon. Ardından Türkiye sanayisinin asgari ücret ödeme kapasitesinden yoksun olması geliyor. Sanayi ile de sınırlamamak lâzım bunu, sorun tüm işletmeler için geçerli. Verimlilikleri düşük, sermayeleri güçlü değil, o yüzden teknoloji kullanımı zayıf. Bir kısmı zaten aslında işlevsiz şirketler. Ben onları “piyasa fiyatlarıyla transfer yapan şirketler” diye tanımlıyorum. Yani, olmasalar, üretkenlik açısından ekonominin bir kaybı olmaz. Sadece aracılık yapıp bir miktar gelir elde ediyorlar, dolayısıyla işin bölüşüm tarafındalar. Katma değer üretimi tarafında yoklar. Bir kısmı hiçbir şey ödeyecek halde değil. Öbür tarafta da çok düşük katma değerli üretim yaptığı için asgari ücret ödeme kapasitesinden yoksun olanlar var. Son artışla yüzde 65-70 civarında asgari ücretli çalışan oranı olan dünyadaki tek ülke haline geleceğiz. Avrupa’da en yüksek asgari ücretli çalışan oranı yanılmıyorsam Fransa’da, o da yüzde 8-9 civarında. Bu sürdürülebilir değil, ama iktidarın hoşuna gidebilir, çünkü ücretleri tek kalemde belirliyor. İktidara fiyat belirleme opsiyonu vermiş oluyoruz. Öte yandan insanlara şunu diyorsunuz: “Ey vatandaş, senin herhangi bir beceri edinmen benim umurumda değil. Becerin olsa da, olmasa da, benim ödediğim maaş budur, o yüzden vasıfsızlar cumhuriyeti olarak hayata devam etmeyi düşünüyoruz. Katılmıyorsan yurtdışı kapısı açık, git canını kurtar.” Gençler de bu çağrıya kulak veriyor zaten. 

Yağmacı devletle çöküntü devlet arasında ince bir çizgi var. İktidar o çizgiyi geçmek üzere koşar adım ilerliyor. Bu koşullar altında bir direnç abidesi gibi görünen Anadolu insanı için bile toplumsal bağları korumak mümkün olmayabilir.

^