BJÖRK’LE FOSSORA ÜZERİNE

Derleyen: Yiğit Atılgan, Siren İdemen
5 Temmuz 2023
SATIRBAŞLARI

Son albümünüz Fossora’da özellikle hedeflediğiniz belli bir şey var mıydı?

Björk: Biz müzisyenler genellikle şöyle bir şey yaşarız, albüm bittikten sonra turneye çıkarız ve gizliden gizliye bir sonraki albümü düşünmeye başlarız. O aşamada her türlü amaçtan, niyetten sıyrılmak, kendinizi sezgilerinize bırakmak önemlidir, hatta içinizde derinde yatan korkulara da… Hayatımda ilk defa neyim var neyim yok, bütün eşyalarımı İzlanda’ya taşıdım. Sahip olduğum her şey tek bir yerde, kutuların içinde. Kendimi evimde, köyümde, arkadaşlarım ve ailemle birlikte hissetmek için İzlanda’ya, köklerime dönmeye ihtiyacım vardı. Hepsi buralarda yaşıyor. Böyle basit bir hayat… Durmadan uçağa atlayıp bir yerlere gitmemek… Pandemi bu ihtiyacı daha da çok hissettirmişti. Seyahat edemediğinizde kendi kendinize yetmeyi öğreniyorsunuz. Temel ihtiyaçlarınızı en yakın dostlarınız ve ailenizle birlikte karşılıyorsunuz. Bu çok iyi hissettiriyor, çünkü yakınınızdaki şeyleri bazen çok uzaklarda arıyorsunuz.

Paniğe kapılıp “Tamam, on albüm yapacağım!!!” da diyebilirdim. Ama neyse ki tersinden düşündüm ve kendime “Yavaşla, daha az şey yap, doğal şeylere geri dön, zorlamalara kapılma” dedim. Hiçbir şey yapmama cesaretini bul, sonra aklına bir fikir gelsin, bunun sahiden kötü olduğunu anlayınca görmezden gel! Aceleyle yapılmış bir albüm değil bu, sanırım albümü dinlerken de bunu hissedebilirsiniz. Beş yılın ürünü. Şarkı söylemem gerektiğinde şöyle düşünüyordum: “Bugün şarkı söylüyor muyum? Tamam, hadi o zaman, birkaç cappuccino içeceğim ve işe koyulacağım.” Tamamen içimden gelen sese kulak verdim. Daha basit bir şekilde ifade etmek gerekirse: Yang’dan çok yin, erilden çok dişildi.

“Victimhood” boşanma sürecine koyduğum son nokta. “Utopia”da anaerkil ayrılışı idealize ediyordum, çocukları ve kadınları kuşlarla birlikte bebek yapmaları için bir adaya yerleştirmiştim. “Fossora”da erkeklerin de burada kalıcı olduğunu kabulleniyorum. Bu gerçekle yaşamayı ve onları dünyaya tekrar nasıl katabileceğimizi öğrenmemiz gerekiyor.

Eril enerji dediğiniz nasıl bir şey?

Şöyle bir şey: “Tamam! Hadi gidelim, şu işin üstesinden gelelim!” İçimdeki o kişiyi susturmaya ve daha nazik, daha yumuşak bir enerjiye sahip olmaya çalıştım. Doğru fikri bekleme sabrını göstermek…

Kadınlar da agresif ve öfkeli olabilir ama, öyle değil mi?

Tabii ki! Herkesin içinde biraz yin ve yang vardır. Ben sadece kendimden bahsediyorum, farklı bir denge arıyordum. Bir dönem psikoloji konularında podcast’lere sarmıştım. Jung’un kurban arketipleri çok ilgimi çekiyordu. Eve yemeğe davet ettiğim dostlarımı kendi kurbanlık hallerine dair düşünmeye zorluyordum. Ben de dostlarıma ve aileme faydalı olabilme arzusuyla kendi ihtiyaçlarımı ertelediğimi fark ettim. Kahramanlık yaptığınızı sanıyorsunuz, ama bir şeylerden feragat ede ede sonunda kurban pozisyonuna düşüyorsunuz. Bu arketiplere dair kafa yorarken yazdığım “Victimhood” boşanma sürecine koyduğum son nokta. Utopia albümünde anaerkil ayrılışı idealize ediyordum, çocukları ve kadınları kuşlarla birlikte bebek yapmaları için bir adaya yerleştirmiştim. Fossora’da erkeklerin de burada kalıcı olduğunu kabulleniyorum. Bu gerçekle yaşamayı ve onları dünyaya tekrar nasıl katabileceğimizi öğrenmemiz gerekiyor.

İzlanda’ya sizce neden bu kadar gönülden bağlısınız?

Gençken arkadaşlarım başka bir yere taşınmak için yanıp tutuşurdu, ama benim hiç öyle bir hevesim olmadı, kalmak istiyordum. İzlanda’yı çok seviyorum. Gruplarımla birlikte seyahat teklifleri alınca, sandığımdan daha çok hoşlandım başka yerlere gitmekten. Sonra Londra’da, New York’ta yaşadım, ama hiçbir zaman başka bir yerde kendimi evimde hissetmedim. Bazıları kırsal ortamın insanıdır ve kırsal bir çevrede doğmuştur, bazıları daha kentlidir ve kentsel bir çevrede doğmuştur, ama kırsal dünyanın insanıysanız ve kentsel bir çevrede yaşıyorsanız, bu başa çıkması zor bir durum… Ben kırsal bir çevrede doğmuş kırsal bir insanım. Ülkemin şiddete meyilli olmaması hoşuma gidiyor. Çok az saldırganlık, çok az suç var. İnsanlar çok serinkanlı, sakin ve aynı zamanda sıradışı. Kendilerine has düşünce tarzları var, kalıpların dışındadırlar.

İzlandalılar absürt, avangart, maceraperest… Bu mizacı seviyorum. Ayrıca, küçük yerleri de seviyorum, çünkü buralar insanı doğaçlama yapmaya sevk ediyor. Hepimizin birkaç şapkası vardır. Reykjavik’te yaşayan bir müzisyen ister istemez ses mühendisi, roadie, tur menajeri olarak bulur kendini… Konserlerimizi kendimiz organize ediyoruz, bir yandan da şiir yazıyoruz. Bu bir köy hayatı. Yüksek sanat ile düşük sanat diye bir hiyerarşi ya da müzikle diğer sanatsal ifadeler arasında bir değer terazisi yok. Şehir merkezine inersiniz ve binbir insanla karşılaşırsınız. Mahalle barında aynı zamanda tesisatçı olan bir rap’çiyle tanışırsınız.

Ülkemin şiddete meyilli olmaması hoşuma gidiyor. Çok az saldırganlık, çok az suç var. İnsanlar çok serinkanlı, sakin ve aynı zamanda sıra dışı. İzlandalılar absürt, avangart, maceraperest… Bu mizacı seviyorum. Ayrıca, küçük yerleri de seviyorum, çünkü buralar insanı doğaçlama yapmaya sevk ediyor. Hepimizin birkaç şapkası vardır.

ABD’deki yaşamınız ne açıdan farklıydı?

ABD’deki şiddetin ölçeği aklımın almayacağı boyutta. Sandy Hook katliamı olduğu anda kızımın sadece 40 kilometre ötede, okulda olması çok korkutucuydu. İzlanda’da bir tek kişi öldürülse bu hepimize acı verir, ada mantalitesi böyledir. Basit bir adalı olarak ABD’deki vahşet bana fazla geldi. Umutsuzluğum zamanla daha da arttı. Haberlerde görüp de hüngür hüngür ağladığım olaylardan biri Trump’ın 2017’de Paris İklim Antlaşması’ndan çekilmesiydi. O antlaşmadaki yapılacaklar listesine bakan “O kadar da bir şey yok ki” diyor. Ama her şey arızalıyken hayatta kalma mekanizmaları tam da böyle işliyor. Ütopik bir şeyler hayal etmemiz gerekli, yarısı bile gerçekleşse harika olur.

Kimlik sizin için çok önemli mi?

Her gün bu konu hakkında kafa patlatmıyorum, hayır, çok kahve içtiğim ve ne hakkında konuştuğumu biliyormuş gibi davrandığım söyleşiler dışında, düşünmüyorum! (gülüyor) Bu bir illüzyon tabii ki! Yaşlandıkça daha iyi anlıyorum, İzlanda’yı çok seviyorum, ama dünyanın en iyi ülkesi olduğunu düşündüğüm için değil. Kendimi başkalarından üstün görmüyorum, öyle düşünmek çok aptalca olurdu zaten. Bildiğim tek şey, Reykjavik’in konserlere, festivallere, sinemalara ev sahipliği yapan, aynı zamanda volkanlarla, doğayla çevrili bir Avrupa başkenti olduğu. Kentsel ile kırsal arasındaki bu dengeyi İzlanda’nın kendisinden daha çok seviyorum. Muhtemelen Hawaii ya da Guadeloupe’da da aynı derecede mutlu olurdum! Adalara hastayım.

Annenizin 2018’de vefat etmesi yeni albümünüze nasıl etki etti?

Albümde 14 şarkı var, ikisi annemle ilgili. Son yıllarda yaşadıklarıma bakınca doğru bir denge olduğunu hissediyorum. Cenazeleri oldum olası sevmedim, hatta yirmi yıl boyunca hiçbir aile ferdinin cenazesine katılmadım. Organizasyona yardım ederdim, ama kilisenin içine girmeye tahammülüm yoktu. Ateistim ve ölen insanı hiç tanımamış bir rahibin cenazede ortalıkta dolanması beni çok sinir ederdi. Bir rap’çinin sözlerini kendi yazmadığı bir şarkıyı söylemesi gibi. “Sorrowful Soil” parçasını annemin hastalığı döneminde bir kaside şeklinde yazdım. İzlanda’da bu tür şeyler genelde ataerkil vefat ilanlarından ibarettir, duygusal melodiler eşliğinde kuru bir biyografi anlatılır. Benim aklımdansa daha dişil şeyler geçiyordu: “400 yumurtası vardı, üç adet yuva kurdu, bir nihilistti.” Sözler biraz tuhaf, ama öyle olması daha uygun. Bazen tüm kelimeleri ve grameri doğru kullanarak her şeyi mahvedebiliyorsunuz. Annem ölünce katılmaya tahammül edebileceğim bir tören organize etmeye çalıştım. Fena gitmedi, ama bir yanım gerçekten veda edip etmediğimden emin değildi. Tatile çıktım ve anneme daha oturaklı bir şekilde hürmet etmek istedim. Sayfalarca yazdım, sonra kısalttım, ta ki sadece görmek istediğim sözcükler sayfada kalana kadar. Rahip olsam cenazede tam da bunları söylerdim. “Ancestress” bu şekilde ortaya çıktı. O şarkı bittiğinde anneme veda edişimizde neyin eksik olduğunu fark ettim: Tabiat. Filmlerde bir tekne yakılır ya da ölenin külleri bir uçurumdan salınır. Ben de kendi ritüelimi yaratmak istedim, bir yanardağ vadisinde cenaze alayı düzenleyip filme çektik.

Ateistim ve ölen insanı hiç tanımamış bir rahibin cenazede ortalıkta dolanması beni çok sinir ederdi. Bir rapçinin sözlerini kendi yazmadığı bir şarkıyı söylemesi gibi. “Sorrowful Soil” parçasını annemin hastalığı döneminde yazdım. Annem ölünce katılmaya tahammül edebileceğim bir tören organize etmeye çalıştım.

Doğaya çok bağlısınız, ama öte yandan son derece elektronik bir müzik üretiyorsunuz…

Elektronik müzik gitar, bas ya da davul kadar organik olabilir. Gitar ile bilgisayar arasında doğal/yapay olma açısından hiçbir fark yok. Bu sadece bir enstrüman. Her şey o enstrümanla ne yaptığınızla ilgili. Patriyarka yüzünden futbol maçı seyreden ve sonra da kendi müzik grubunu kuran erkek grupları sivrildi hep. Kadınlar için işler farklıydı, onlara yer yoktu. Bilgisayarla birlikte kadınlar özgürlük kazandı, kendi müziklerini üretebildiler. Bilgisayar müziğimizle ilgili bütün kararları bizim alabilmemize olanak sağladı. Stüdyoya girip içgüdülerimizi bir kenara bırakmamızı isteyen tonlarca herifle, ses mühendisleriyle, prodüktörlerle uğraşmak zorunda değildik. Bunun her zaman böyle olduğunu söylemiyorum, ama bu gelişme özgürleştirici oldu.

1980’lerde VHS kasetler ortaya çıktığında, pek çok kadın sanatçı videolarıyla sanat dünyasında seslerini duyurdu, Marina Abramović gibi, Ana Mendieta gibi… Kendi kendilerinin patronu olabildiler. Artık sanat dünyasına sızabilmek için çabalamak zorunda değillerdi. Aynı şey bilgisayarlarla da oldu ve bu sayede pek çok kadın kendi müziğini üretebildi. Bu yüzden bir gitar grubu dendiğinde, kulağıma patriyarka, bira ve iri memeler geliyor. Kadınlar için çok düşmanca bir dünya bu.

Kate Bush’un geçtiğimiz sene “Running Up That Hill”in bir dizide kullanılmasıyla tekrar gündem olması beni çok mutlu etti. 80’lerde bir tek Kate Bush vardı, onun dışındaki her şey patriyarkaydı. Prodüktör oydu, içinde şarkı söyleyeceği dünyayı bizzat yaratıyordu. O dönem Kate Bush’tan deli ya da cadı olarak bahseden yazılara kızardım, tıpkı benim de tuhaf bir cin olarak tasvir edilmem gibi. Bizler prodüktörüz, otuz yıldır şarkılarımı kendim yazıyorum. Hava atmak için değil, hâlâ bazıları benim naif bir peri olmamı istediği için söylüyorum. Eğer erkek olsaydık daha fazla ciddiye alınırdık. Ama yeni nesil dişil bir dünyayı küçümsemeden ya da korku duymadan algılamaya artık hazırmış gibi geliyor. 

Patriyarkanın bilincine varmanız nasıl oldu?

Yavaş yavaş oldu. İzlanda’da cinsiyet eşitsizliği derin değildir. Şanslıyız o açıdan. Kadınlar, siyaset de dahil, önemli sorumluluk mevkilerinde yer alıyor. Örneğin Sugarcubes’da erkeklerle aynı muameleyi görüyordum. Ayrımcılığı dışarıda hissettim… Şeyleştirildiğim bazı durumlarda, özellikle de fotoğraf çekimlerinde. Nesne olarak görülüyordum: Fotoğrafçılar benim kendi bedenimi hareket ettirmeye kalkıyor, sessiz, pasif olmamı, hareket etmememi, duygularımı göstermememi istiyorlardı.

Bense tam tersini yaptım: Duygularımı fazlasıyla ifade ettim! Bu durum, kadınlardan pasif olmalarını bekleyen erkek fotoğrafçıları çoğu zaman ifrit ediyordu. Müziği sonuna kadar açar, çekim mekânlarını özgürlük alanlarına dönüştürürdüm. Sanırım patriyarkayı o zaman anladım. Kliplerimde, Michel Gondry, Spike Jonze gibi kafa dengi insanlarla çalışma şansına sahip oldum. Onlar güçlü kadınlara alışkın, benden itaat etmemi beklemiyorlardı. Bütün bunlar sanırım bugün bayağı değişti! Genç nesil beni heyecanlandırıyor. Bunu unutmamak lâzım, öyle değil mi?

Patriyarka yüzünden futbol maçı seyreden ve sonra da kendi müzik grubunu kuran erkek grupları sivrildi hep. Bilgisayarla birlikte kadınlar özgürlük kazandı, kendi müziklerini üretebildiler. Stüdyoya girip içgüdülerimizi bir kenara bırakmamızı isteyen tonlarca herifle, ses mühendisleriyle, prodüktörlerle uğraşmak zorunda değildik.

Doğru, genç kuşaklar feminizm meselesiyle olduğu kadar ekolojik meselelerle de ilgili…

Acil bir durum var! Bu onların gündeminin bir numaralı maddesi, beşinci değil. Eğer bir şeyleri değiştirmek istiyorsak önümüzdeki beş yıl içinde bu sorunu çözmeliyiz. Aksi takdirde, sonuç çok daha korkunç ve maliyetli olacak. Parası ve nüfuzu olan insanların bunu kavramasını sağlamamız gerekiyor! Şimdi harekete geçerseniz, bu size beş yıl sonra mâlolacağından daha ucuza mâlolacaktır! Okuduğumuz haberlerin hiçbiri yirmi yıl sonra bir anlam ifade etmeyecek. Bugün önem arz eden tek şey doğaya nasıl davrandığımız. Yeni neslin bu meseleyi önemsemesi bana umut veriyor.

Hâlâ umudunuz var mı?

Tabii ki! Covid’e karşı hükümetler çok hızlı tepki verdi. Daha önce böyle bir şey olmamıştı. Aynı aciliyeti gezegenimiz için, çocuklarımızı, torunlarımızı kurtarmak için de seferber etmeliyiz…

Fossora’da yer yer çocuklarınız Sindri ve Ísadóra’nın da seslerini duyuyoruz. Bu nasıl gerçekleşti?

Bu benim bir nevi kendimle dalga geçişim. Çocuklarım gidince bazen çok zarif davranabiliyor, ertesi gün ise çok sakarlaşabiliyorum. Annem hisleri konusunda pek konuşmazdı. Hep nasıl dünyaya geldiğimi, annemle babamın neden hâlâ bir arada olmadığını anlamak isterdim. O ise bu konuları hep geçiştirirdi. Ben kendi kızıma birçok şeyi anlatmaya karar verdim. Bence çocuklar ebeveynlerinin düşündüğünden çok daha dirayetli. Bilmek istediğiniz bazı şeylerin tabulaşması bunların konuşulmasından çok daha fazla enerji tüketebiliyor. Ben de, sınırlar dahilinde, paylaşmaya gayret ettim. Covid yüzünden kapanma döneminde çocuklarımla epey vakit geçirdim, albümde olmamaları tuhaf olurdu. O dönem bunu pek düşünmedim, ama belki artık ikisinin de birer yetişkin olmasıyla ilgisi vardır. Bu önemli, çünkü artık benimle eşitler, olgun bir karar verme ve reddetme olanağına sahipler. Çocukların büyümesi ve annemin gitmesiyle ailemiz için yeni ve ilginç bir dönem başlıyor, hayatın bu devresinin nasıl olacağını çok merak ediyorum doğrusu.

Bu yıl kafanıza taktığınız bir şey, obsesyon haline getirdiğiniz bir konu oldu mu?

İlgi alanlarımda gayet tutarlıyımdır. Zevklerim söz konusu olduğunda muhafazakâr bile sayılırım. Örneğin, her gün dışarı çıkmaya çalışıyorum. Şanslıysam günde üç-dört saat. Dağlara, suya, ormana yakınım. Dışarıda olmayı seviyorum. Sonra arkadaşlar, aile, müzik, filmler. Bu değişmez! Ve kitaplar!

Kulüplere dans etmeye gidiyor musunuz hâlâ?

İzlanda’da pek öyle gerçek anlamda kulüplerimiz yok! (gülüyor) Daha ziyade içinde küçük bir dans pisti olan, kafanıza göre bir saat dans edebileceğiniz kafe/barlar var. Burada bir kulübün hayatta kalabileceğini sanmıyorum.

Albümünüzün mantarlarla ilişkili olduğunu söylemişsiniz bir söyleşide. Psikedelik mantarları mı kastediyordunuz?

Pek sayılmaz. Müziğimi gazetecilere açıklayabilmek için bir kestirme yol kullanayım dedim. Son albümüm bulutlarda bir adaydı. İnsanlara bunu söylediğimde albümü dinleyip bulutların içinde bir ada hayal ediyorlar ve belki de daha hızlı anlıyorlar. Mantarlardan bahsederken daha çok klarinetlerden, topraktan, toprakta tünel kazan, mantar ve kök yiyen köstebek gibi hayvanlar hayal etmekten bahsediyorum. Mantarlar da yeraltında yaşıyor, ama ağaç kökü gibi değiller. Bir ağaç kökü albümü itidalli olurdu, oysa mantarlar her yerden fırlayabiliyor. Benim mantar dönemim de şen şakrak ve dans ederek geçti. Şarkıların sonundaki kafa sallama sekanslarının sebebi o. Albümde yaratmak istediğim sound buydu. Ses mühendisleriyle konuşurken “mantar albüm” diyorum, hemen anlıyorlar. “Bana beş fil kadar ses yapabilir misin?Tamam, çok ağır!” Kullanışlı bir kısa yol. Belki de insanlar “Oo, Björk albüm için beş ay psikedelik ilaçlar almış!” diye düşünmüş olabilir. Doğru değil! Albümdeki tek uyuşturucu, cuma geceleri içtiğimiz şampanyaydı. Ve tabii ki bol bol cappuccino.

Aslında pandemi esnasında mantarlarla ilgili belgesellere takmıştım, bende neden böyle bir etki bıraktıklarını çözemiyordum. Belki de tüm gezegeni yavaş yavaş kaplayan virüsle bir ilgisi olduğunu düşündüm. Mantarların şiirsel bir etkisi de var. Ölü bitkileri ve hayvanları çürütüp içlerindeki besin maddelerini tekrar toprağa katarak ölümden yeni hayat üretiyorlar. Ham petrol ve plastiği parçalayabiliyor, küresel ısınmaya karşı karbon depolayabiliyorlar. Yangından kurtarılan bir umut gibi. Nükleer yıkıntı alanlarında ilk canlanan yaşam formu da mantarlar. İnsanoğlu yok olduktan sonra da büyük ihtimalle burada olacaklar.

Ayrımcılığı şeyleştirildiğim bazı durumlarda, özellikle de fotoğraf çekimlerinde hissettim. Nesne olarak görülüyordum: Fotoğrafçılar sessiz, pasif olmamı, hareket etmememi, duygularımı göstermememi istiyorlardı. Bense, müziği sonuna kadar açar, çekim mekânlarını özgürlük alanlarına dönüştürürdüm. Sanırım patriyarkayı o zaman anladım.

Albümde beraber çalıştığınız Gabber Modus Operandi (tekno gabber müziği ile geleneksel gamelanı harmanlayan Endonezyalı ikili) ile tanışmanız nasıl oldu?

Durmadan yeni müzikler peşindeyim. Ömrüm internette geçiyor, arkadaşlarımla da aramızda çok şey paylaşıyoruz. Bütün gün playlist’ler hazırlıyorum. Arabada, evde hep müzik dinliyorum. Hayatımın çok büyük bir parçası bu. Ayrıca özel partilerde ya da başka fırsatlar çıktığında müzik yapıyorum. Gabber Modus Operandi’yi epeydir tanıyorum. Albümümdeki beat’lerin çoğunu kendim yaptım, ama üçte ikisinin biraz çılgınlığa ihtiyacı vardı diyelim. Onlarla ilk görüntülü konuşmamızda bunun bir mantar albümü olduğundan, toprakta çukurlar kazıp kök saldığımdan bahsettim. Kendimi ifade edememekten endişe ediyordum, ama bana daha bir hafta önce gamelan davullarını toprağa gömüp çaldıklarını ve kaydettiklerini anlattılar. Benim mecazen söylediklerimi onlar hakikaten yapmışlar. (gülüyor)

Pandemi sırasında olduğu gibi: Evdeydim, sessiz sakin, arkadaşlarıma psikiyatristlik ya da kuaförlük yapıyordum! Sonra bir an geliyor, patlama ihtiyacı duyuyorsunuz. Çok uzun süreliğine değil, çünkü aslında mutlusunuz, etrafınızdaki insanlarla derin ilişkiler kurmuşsunuz, ama tam olarak sebebini bilmeden, birkaç dakikalığına head banging ya da o tür bir şey yapma ihtiyacı kabarıyordu içimde. Yani bir anda çok şarap içmem ve “oleeeeey” diye bağırmam gerekiyordu. Genelde benim evimde toplanıyorduk, çünkü çok iyi bir ses tesisatım var –kesinlikle evimdeki en değerli şey o. Hayatta doğru zamanda doğru parçaları bulmak ve onları bir araya getirmek çok önemli.

Björk 1993: Debut albümünden “Big Time Sensuality”

Konu müzik olduğunda hep bilinmeyenin peşindesiniz. Bu sizin için neden bu kadar önemli?

Yeni bir şeyler duyduğumda çok heyecanlanıyorum. Doğa bizi yedi senede bir tamamen değişecek şekilde tasarlamış, tüm hücrelerimiz yenileniyor, farklı insanlara dönüşüyoruz. Duygusal ve psikolojik gelişimimizi hayatta olduğumuz süre boyunca devam ettirme gayretinin, farkında ve açık olup gereksiz çöpleri kapının önüne çıkarmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Beyni inceleyen bilim insanları daha önce hiç duymadığınız bir şarkı dinlediğinizde beynin o şarkı için yeni bir alan açtığını keşfetti. Eğer sadece geçmişte en çok sevdiğiniz şarkıları dinliyorsanız beyninizin müziğe dair bölgesi gelişmiyordur.

Mantarların şiirsel bir etkisi de var. Ölü bitkileri ve hayvanları çürütüp içlerindeki besin maddelerini tekrar toprağa katarak ölümden yeni hayat üretiyorlar. Ham petrol ve plastiği parçalayabiliyor, küresel ısınmaya karşı karbon depolayabiliyorlar. Yangından kurtarılan bir umut gibi. İnsanoğlu yok olduktan sonra da büyük ihtimalle burada olacaklar.

Kendini kanıtlamış bir müzisyen olarak, yaratım sürecinde kısıtlamalardan sıyrılabiliyor musunuz?

Gençliğimden beri hep bunu yaptım. Punk gruplarındaydım, İzlanda’da bağımsız bir etiketteydik ve mesele para kazanmak değildi. Müzisyen olmak için ruhunuzu şirketlere satmak zorunda olmadığınız bir tür kendin-yap geçmişinden geliyorum. Beyaz bir ata binip sizi kurtarmaya gelen kurumsal plak şirketi söylenceden ibaret. Eğer sizi attan iterlerse düşen sizsiniz. Yaratıcı kontrole sahip olmanın ve taviz vermektense üç adet albüm satmanın yeğ olduğunu bilerek büyüdüm. Hâlâ da aynı şeyi yapıyorum. Emeğinize sahip çıkıyorsanız ve eserlerinizin sahibi sizseniz hayatınızın geri kalanında istediğinizi yapabilirsiniz. İnsanlar eserlerinizi severse ne âlâ, ama bir gün her şeyin bir anda bitebileceğinin hep farkındaydım. Öyle olsa bile müzik yapmaya devam ederdim. Benimki muhtemelen ömür boyu sürecek bir iş modeli. 85 yaşıma geldiğimde beni sadece iki kişi dinlese bile yine iyi bir iş modeli olacak.

Çok okur musunuz?

Elimin altında daima birkaç kitap birden oluyor. Ama özellikle dışarıda yürüyüşe çıktığımda çok fazla sesli kitap dinliyorum. Kitap hayatımın önemli bir parçası. Son zamanlarda en çok hoşuma giden kitaplardan biri botanik eğitimi almış Amerikan yerlisi bir kadın yazarın, Robin Wall Kimmerer’in yazdığı Braiding Sweetgrass. İnsanı teskin eden, pozitif bir kitap. Değişik bitkileri, çevreyi anlatıyor.

Kaygılı olduğunuz zamanlarda kendinizi rahatlatmak için neler yaparsınız?

Farklı farklı şeyler. Bence günde bir saat yürümek sorunlarımızın yüzde 70’i için en iyi çözüm. Belki iki saat daha da iyi olur. Bir gün yürüyüş yapmazsam, bu eksikliği içimde hissedebiliyorum.

Hayatınızın belirli dönemlerine dair nostaljik hisleriniz var mı?

Hem evet hem hayır. Bu soruyu ikili bir şekilde yanıtlamak zorundayım! Bazen yoluma devam etmek istiyorum, yeni şeylere başlamak için yeterince cesur hissediyorum. Ama bence geriye dönüp bakmak ve neleri doğru yaptığınızı, hangi hatalara düştüğünüzü düşünmek de önemli. Benim sorgulayan bir yapım var. Öğrenmeye, anlamaya çalışıyorum. Ama bütün zamanımı geri dönmeye çalışarak geçirseydim, çok fena canım sıkılırdı.

Ölümle ilişkiniz nasıl?

Cazla mı?

Hayır, ölümle.

Neden be-bop olmasın! (gülüyor)

Ölümle!

Haa, ölüm! Bazen aklıma geliyor. Nasıl öleceğimi, hangi hastalığın beni götüreceğini merak ediyorum… Ölüm tuhaf bir şey.

Kaynak: Les Inrockuptibles, Pitchfork, NME, The Guardian, Red Bull

^