Öncelikle, nasılsınız? Cezaevindeki şartlarınız, bunca yılın sonunda sağlığınız, sıhhatiniz ne durumda?
Murat Türk: İyiyim, teşekkür ederim. Cezaevlerinin şartları, konjonktürün, siyasal atmosferin en negatif hali dersem belki yeterli olabilir. Hapisteki generallerin durumu sık sık gündeme geliyor, onlara bunlar yapılıyorsa, bize neler yapılmaz!
İnfazınızın yakıldığını öğrendik…
1980’deki darbe sürecinde, psikoloji dalında profesör olan biri, “devrimcileri kırk yaşına kadar hapsetmeli, o yaştan sonra zaten bir şey yapamazlar” diyordu. Mussolini de Gramsci için “bu beyni en az yirmi yıl susturmalı” diyerek zindana atmıştı. Gramsci, bu plana, binlerce sayfalık felsefi yazı ve özgürlük ilhamı veren eserlerle karşılık verdi. Bizlerse yirmili yaşların başında tutsak edildik, elliye vardık varacağız. Demek ki, yirmi yıl yetmedi: Öncü kuşağımız yirmi yıl yatıp dipdiri çıktı. Bizler otuz yıla yakındır zindandayız. İzleyip gözlüyorlar. Otuz yıl da yetmemiş. Belki kırklara çıkarırlar. Bu nedenle, infazımın yakılması sürpriz olmadı.
Yürürlükteki hukukun çiğnenmesiyle yıllar önce birçoğumuza hücre cezaları verildi. 24 saat gözetim altında tutulmayı reddedip kameraların fişini çektiğimiz için yine hücre cezası aldık. Asıl mesele direnen muhalifleri etkisiz kılarak teslim almak olduğundan, sürekli bunların yeni araçları üretiliyor. Bunu kabul etmediğimizde cezalar devreye giriyor. Sivillerin katledilmesini protesto etmek için slogan attık, kameraları reddettik. Bu da altı yıl daha ceza olarak geri döndü. Zindanda uzun süre kalarak direnen, sistemin hiçbir uygulamasını kabul etmeyen, özgürlük tutkusunu büyüten insanları, cezaları bitse de bırakmaktan korkuyorlar.
İşin özü şu: Dışardaki hayatımızın bir buçuk katı kadar zindanda yatırdılar, ama erimedik, çürümedik, daha da geliştik, büyüdük. Böyle direnen her insan baskıcı, iktidarcı sistemi yenmiş demektir. Bir tek insan bile onurlu ve kararlı direnirse, demek ki devletli sistemi yenebiliyor. Böyle binlerce yoldaşımız var. Otuz yıl boyunca bu ülkenin zindanlarında sürgünde ve tecride alınmış, üzerlerinde anbean yok edici biyoiktidar sistemleri uygulanarak bitirilmeye çalışılan beş binden fazla devrimci tutsak, her biri bir yerde Mandela gibi direnerek büyük onur mücadelesini kazanmış oldu. Bu, tarihe olağanüstü bir direniş mirası bırakmak demektir. Şimdi ne yapsalar bir anlam ifade etmez. Hepimizi yok etseler bile, bu miras çoğalarak kalır. Kararlı direnişin vardığı mükemmel yer, çok anlamlı bir doğal sonuç.
Yıllarca uğraşıp karınca kararınca üretiyorsunuz, sayısız engeli, binbir zorluğu aştıktan sonra yazdıklarınız nihayet basılıyor. Ama biri kalkıp bir anda tamamen keyfi bir karar veriyor. Özgürlüğün Azrail’i, düşüncenin celladı gibi. Kelebeği kozada boğup kozayı ona mezar yapmak gibi.
Yalnızlığın Sınırında için toplatma kararı verilmesini nasıl karşıladınız?
Kitapta yasaklamaya gerekçe olabilecek hakikaten bir şey yok. Orada yazılanları fazlasıyla aşan içerikte sayısız kitap var piyasada, engelsiz dolaşımda. Yine de toplatılmasına şaşırmadım. Önceki üç kitabıma da davalar açılmış, beraat kararı verilmişti. Ama onlar en azından dört-beş yıl serbest dolaştı. Yalnızlığın Sınırında yayınlandıktan iki ay sonra toplatıldı. Siz de bilirsiniz, böylesi bir atmosferde her şeyin başına her şey getirilebilir. Yıllarca uğraşıp karınca kararınca üretiyorsunuz, sayısız engeli, binbir zorluğu aştıktan sonra yazdıklarınız nihayet basılıyor. Ama biri kalkıp bir anda tamamen keyfi bir karar veriyor. Özgürlüğün Azrail’i, düşüncenin celladı gibi. Bir ölüm kararı veriyor. Kelebeği kozada boğup kozayı ona mezar yapmak gibi. Bir anaya “bebeğini mezara doğur” der gibi. Hazmedilmesi mümkün olmayan bir şey bu. Çok da zalimce. Döktüğün terde seni boğmak istiyorlar.
Kitaplar özgürlüğün zihinsel şarkısıdır. İnsanın beyninin ışığıdır. O kafatasının içindeki evrenin karanlığında bir kıvılcım, bir yıldız yaratmaktır. Kitabın toplatılıyorsa, birileri ruhunun ölmesini istiyordur. Bir kitabın yasaklanması, özgür düşünceye ölümcül bir saldırıdır. Ama yasaklar engel değil: İleriye dönük daha sağlam, kalıcı, kararlı adımlar atmaya, daha yükseklere tırmanmaya basamak olabilir ancak. Yasaklar, sadece özgürlük alanını genişletir. Can sağlığı olsun. Yazmaya devam.
Yasaklama gerekçesi neydi?
Gerekçeli kararda hiçbir gerekçe yok. Gerekçesiz yani. Bir ev aramasında Musa Anter’in otuz yıl önce basılmış Hatıralarım kitabına, Gültan Kışanak’ın Kürt Siyasetinin Mor Rengi kitabına ve yasal dergilere sırf o evde, o muhalif kişi okuyor diye hiçbir gerekçe sunmadan el konuluyor. Sonra karar çıkartılıyor. Bu durum bize şunu anlatıyor: Özgür düşüncenin kırıntısından dahi korkar oldular. Kitap yasaklamak, karanlıkta yıldızları söndürmeye benzer. Öyleyse, tam karanlık yakın. Tam da zifiri karanlığın içindeyiz. Sonrası aydınlıktır. Şafak söktü sökecek…
Anı-roman şeklinde kaleme aldığınız Yalnızlığın Sınırında kitabınızda, otobüs yolculuğu sırasında ve geldiği İstanbul’da askerlerle karşılaşan kahramanınızın “zaman ve mekânın ani değişikliği”yle yaşadığı garip duyguya şahit oluyoruz: “Zamanı anlamlı yaşamak, iyi değerlendirmeyle ilgiliydi. Kayıp zaman duygusuna dayanamıyordum. Bir şeyler yapacaksam o bende kalıcı olmalıydı. Çünkü zaman denen o akış, bir rüzgâr gibi biz ona dokunmadan gelip geçiyordu yanımızdan. Onu hissederek, anlayarak, bazen ona dokunarak yaşama şansımız vardı ve en güzeli de buydu.” Kitabın sonunda da “özgürlüğün sadece mekânla alâkalı olmadığını biliyordum” sözünü okuyoruz… “Zaman” ve “mekân” kavramlarının, bunların çağrıştırdığı anlam dünyasının sizdeki karşılığını merak ediyor insan. Sizin için, çeyrek asrı aşkındır cezaevinde olan Murat Türk için nedir “zaman” ve “mekân”?
Zaman ne denli çok boyutlu ve akışkansa mekân da o denli donuk ve durgundur diyebiliriz, ama bu, zaman ve mekân kavramlarını daraltmaya da müsait. Mekân zamanı dar-geniş, renkli-renksiz, soğuk ya da sıcak vs. algılamamızı yoğun etkiler. Bakarken duvarı veya ufku görmeniz ruhunuzda bambaşka etkiler yaratır. Zaman akarken biz onun inşa ettiği bir mekânda doğarız. Doğum ve ölüm arasındaki kesit, kendi öznel zamanımızdır. İnsan olarak doğmuşsak, insana dair ne varsa onların farkına varırız. Doğaya karıştıktan sonra da zamanımız değişir, neye dönüşmüşsek zamanı öyle algılarız. Her varlık kendi zamanını sever ve onu en iyisi olarak hisseder. Biz insan olduğumuz için, doğal olarak canlıların en iyisinin de insan olduğunu düşünüyoruz. Öyle midir, çok tartışılıyor. Evrende, henüz komşu evde ne var, bilmiyoruz. Bu boyutuyla düşünürsek, biz kendi zamanımızı nasıl adlandıracak ya da ne kadar anlamlandıracağız? İnsan henüz çocukken bunları sezer. Sonrasında duygular, düşünceler ve eylemler devreye girer. Doğduğunuz koşullar, sosyal ortam, kültür ve coğrafi şartlar sizi bir tercih yapmaya sevk eder. Siz de kendinize göre en iyi olanı seversiniz. Bunun bedelini de ödersiniz. Ben, zamanımı-ömrümü hangi mekânda, nasıl, ne için yaşamalıyım? Soru budur. Yani, ne yapmalı? Kısaca, zaman ve mekân, nasıl yaşamalı, ne yapmalı sorularının cevaplarını aramayla alâkalı.
Ben de bir tercih yaptım ve o tercihin gereklerini şimdi de yerine getirmeye çalışıyorum. Mekânı elbette önemsemeli, ama dert de etmemeli. Dert, daha çok zamanla olmalı. Zamana yükleyebileceğimiz anlamlarla… Ben zamanı daha çok zihnimdeki mekânlarla, düşlerimde, hayallerimde kurduklarımla yaşamak istedim. Bedenim, bu zihinsel algı için bir mekân, ama zamanı bedenimle değil, daha çok zihnimle yaşamak hep daha anlamlı geldi. Düşlediğim mekânlarda, en güzel zamanlarda doyasıya kaldım. O yaşanmışlık on ömre bedel. O zamanın bir aşamasında da tutsak edildim, mekân değişti ve bedensel tutsaklık başladı: Zihin aynı kaldı, zamanla da esneyip genişledi.
Özgür düşüncenin kırıntısından dahi korkar oldular. Kitap yasaklamak, karanlıkta yıldızları söndürmeye benzer. Öyleyse, tam karanlık yakın. Tam da zifiri karanlığın içindeyiz. Sonrası aydınlıktır. Şafak söktü sökecek…
Zamana ve mekâna dair kitapta da söylemler var. İnsan her an bu ikilinin içinde yaşar. Biri olmadı mı, farkındalık yok olur ya da algı değişir. Mekân dar ve sabit olduğunda içindeki anlamlar da donuk yansır. Ama insanın ruhu o donukluğa can verir, anlamlandırır. Yani insan, kendi iç dünyasıyla, ölümcül yüzü olan mekânlara can verebilir. Bu can veriş, dış dünyayı yoğun algılayıp daracık mekâna da sızdırıldıkça, o mekânın sesi, rengi, müziği, ahengi oluşur. Zaman mekânı boyutlandırmakla ilgiliyse, orada yaşananlar, orada geçen serüvenler mekândaki ayrıntıları da anlamlandırır.
İnsanın anlam dünyası, zamanı güzel ve özgür hissettiren iç mevsimlerin aynasına döner. Zindan denen mekân, iktidarların ideolojisi çerçevesinde kurguladığı Pandora’nın Kutusu gibidir. Sistem, kendince, tüm kötülük üretenleri bu kötü kutuya kapatır. Kötü olan, kötü olan bir mekâna kapatılmışsa, daha büyük kötülüklerin inzivasında düşünce geliştirir. Politik tutsağın Pandora’nın Kutusu’na kapatılmasının ise ayrı bir anlamı vardır. Tutsak, Pandora’nın Kutusu’nun içindeki umut gibidir. Bu kutu, birkaç yılda bir açılır, tüm kötülükler salınır, kutuda sadece umut kalır. Karanlığı gösteren ışık gibi. Pandora diyalektiği, siyasi tutsaklara karşı bir politik sistem olarak uygulanır ve bu sürekli güncellenir. Bizlere dayatılan sürgün, tecrit, baskıların binbir çeşidi, komik ötesi uygulamalar ve akıl almaz, insanlık dışı prosedürler çok boyutlu bir cezalandırma sisteminin parçaları. İnkâr-imha sistemi zindanlara mutlak hiçlik olarak yansıtılıyor. Bu mekânlar inşa edileli onyıllar oldu. Çürüyüp dökülüyorlar, yüzeyde de olsa. Bu mekânda her şey zamana yenilerek pas tutuyor, zamana direnemiyor. Ama insan çürümeden direnebiliyor, direnince de yeşil yeşil büyüyüp dünyaya açılabiliyor.
Bu zihinsel algıya, bu mücadele bilgisine ulaşmadan önce elbette hayal kırıklıkları yaşadım. Yaşamamak, o kırık parçalardan kendini yeniden oluşturmadan yürümek, ilerlemek elbette mümkün olmazdı. Duende gibi, yaranın dermanı kabuğun altında. Kendi kendini onararak büyüyen bir cevher. Sayısız kez düşüp kalkmadan, dizleriniz, avuçlarınız, hatta alnınız kanamadan maratonda nasıl koşarsınız?
Son kitabınız Kırmızı Patika’yla bizi haiku’larla bir doğa yolculuğuna çıkarıyorsunuz. Neden haiku?
Yıllar önce gazeteci yoldaşım Meral Çiçek mektubunda Matsua Bashō’nun bir haiku’sunu göndermişti: “kimse geçmiyor artık / o patikadan / alacakaranlık hariç.” O âna kadar haiku bilmiyordum. Bana yalın bir hüzün, güçlü umutlar verdi bu haiku. Kısacık bir şey, fakat müthiş bir evreni var. Büyülü bir atmosferde yolculuğa çıkartıp zihni devindiriyor. Yani ruhuma karşılık veren anlamlar buldum. İçimde birikenleri farklı bir boyuta taşıdı. Kendimi, verdiğim özgürlük mücadelesinin gerçeklerini gördüm desem daha isabetli olur. Küçücük bir cam kırığı devasa bir aynaya döndü. Misketin içine, özgürlük mücadelesinin evrensel diyalektiği sığdırılmış. Bu haiku, kuyudan su çekilirken kurumuş tulumbaya bir tas su dökmek gibi bir rol oynadı bende, etkisi hiç azalmıyor. Bir şey, her zaman nasıl hep yeni kalabilir? O haiku bunu yapmıştı. Hep yeni, yepyeni… Artık kimse gelmiyor, sadece alacakaranlık geçiyorsa o patikadan, peşinden yıldızlar da geçecek, şafak da geçecek ve aydınlığımıza kavuşacaktık. Bir mücadelenin umut saçan manifestosu sığdırılmış üç mısraya. Şair, işte böyle, en karanlık zamanda umudun, en baskıcı zamanda özgürlük tutkusunun sözcüsü olabilmeli. Peygamberler de şairdir. Toplumsal bilince erme inzivasından şiirle çıktılar. O şiirler hâlâ toplumsal zihni etkileyebiliyor. Kitabın adı, Kırmızı Patika da o anlardan kalma. Bashō’nun açtığı patikaya mütevazı bir öğrenci, bir dost selamı…
Zaman ve mekân nasıl yaşamalı, ne yapmalı sorularının cevaplarını aramayla alâkalı. Bir tercih yaptım ve o tercihin gereklerini şimdi de yerine getirmeye çalışıyorum. Mekânı elbette önemsemeli, ama dert de etmemeli. Dert, daha çok zamanla olmalı.
Sonra, o arkadaşa hemen cevap yazdım: “O şiirlerden daha var mı?” Avrupa’daydı. İki-üç ayda bir yazışıyorduk. Aklım da harekete geçmedi. Sanki haiku sadece Avrupa’da vardı! Bekledim, sonunda geldi. Mektubu okumadan önce şiirsel mısralar aradım. O benim heyecanımı bilmiyor. Mektubun sonuna birkaç tane yazmış. Onlar da öyle geldi. Bana şiirin pırlantaları gibi geldi o haiku’lar. “Ben de yazsam!” dedim kendime. “İki-üç tane böyle yazsam, kalem kurusa, sonra hiçbir şey yazmasam!” Kendi halime güldüm, utandım, bu halimden ürktüm. Konuyu da öyle kapattım.
Zindanda şiir hep başucumdaydı. Başucumda hep Nâzım, Ehmedê Xanê, Baba Tahir gibi şairler vardı. Çok da yazmak istiyordum, ama şiir yazmaya cesaret de edemiyor oldum. Sonra sonra, haiku’lar ilham verdi. Denemeler yaptım. Arkadaşlara yolladım. Haiku nedir, anlattım. Birlikte gülüyorduk. Uzun uzun söyleyen dengbêj kültüründen gelen bir halk gerçekliği ile uzun uzun konuşan bir politik yapımız olduğundan, haiku yazmak çılgınlık gibi geldi. Yine konu kapandı. Ama haiku hep çağırdı. Hâlâ da haiku yazabildim diyemiyorum. Çok kristalize bir tarz. Ateşle, karla uyanmak gibi. Yanardağa tırmanmak gibi ya da fırtınanın gözünde, kaos aralığında uyumak gibi… Bu gibi gibiler o kadar çok ki, daha ne gibi deyip duruyorum her zaman.
Araştırma yaparken Bashō’nun Oku’ya Sapa Yollar’ını buldum, birkaç sene önceydi. Onları nasıl yazmış, az biraz hissettim. İncecik bir kitap. Doğa gezgini bir ruhun kısacık günlükleri ve o günlüklerin zirvesinde ışıldayan haiku’lar, aydınlığı sezdirdi.
Peki, Kırmızı Patika’yı elinize alabildiniz mi? Haiku’ları resimleyen Sevinç Altan’la buluşma nasıl oldu? Metin-resim ilişkisini nasıl kurdunuz?
Konunun Sevinç Altan’a gelmesini bekliyordum. Sorunuza cevap vermeden önce ona değineyim. Mektuplaşmamızın bir aşamasında, yazdığım beş-altı haiku’yu ona gönderdim. Onayını almak istiyordum. “Bunlar haiku mu?” soruma, “evet, bence” demesi cesaret verdi. O heyecanla, artık yazmaya başladım. “Hayır, bence” deseydi, bence ne olurdu, tahmin edemiyorum. Onaylaması bana pencereler açtı. Sevinç’in resim kataloğunu görmüştüm. Bunlar ne diye sormuştum kendime. Yorumlayabilecek kadar anlam veremiyordum. Anlamak, bir tanecik olsun anlam çıkarabilmek için tekrar tekrar baktım. Maalesef sadece hissedebildim, sezişlerimi kelimeye dökemedim. En son geçen sene, bir sergisinden kareler yollamıştı. Onlar iyi geldi. Ben de ona haiku’ları yolladım. Kitap öyle çıktı. Kitap henüz elime ulaşmadı. O en iyi resimleri yapmış, şiirdeki anlamları aşan resimler çizmiştir bence.
Bizlere dayatılan sürgün, tecrit, baskıların binbir çeşidi, komik ötesi uygulamalar ve akıl almaz, insanlık dışı prosedürler çok boyutlu bir cezalandırma sisteminin parçaları. İnkâr-imha sistemi zindanlara mutlak hiçlik olarak yansıtılıyor.
“hareketin ressamı / sonsuz değişimler yaratır / gölgelerin suretinde.” Bu haiku sizin dizelerinizle Sevinç Altan’ın çizimlerini akla getiriyor…
Hareketin ressamı, evet, Sevinç’ten hareketle ressamların çabasına dair. Pencereden bazen rüzgâr ve bulutların ressamlığını, bu işi nasıl yaptıklarını izleyebiliyoruz. Kulağa da hitap eden bir resim, görme kapasitemizi genişletir. Resimler sabittir, ama resmin içinde şiirsel dokunuşlar, şiirsel hareketler vardır. Görebilene manzaranın kurduğu atmosferin müziğini duyururlar. Gözden kulağa ne geçerse… Haiku karanlık boşlukta, bir ânın çok-boyutlu rengârenk ışıklarıyla birlikte dipteki müziğini de duyuran umudun ve özgürlüğün prizmatik yıldızıdır. O pırıltılı ruhta sessiz bir müzik başlatır. Bu imkânsız gibi gelebilir, ama haiku onu yaratarak gerçek kılar. Bunun için kalbi daha da cesaretle açmak gerek. Görülmeyen fakat sezilen imkânsızın, hiçliği de duyurabilen doğanın yaban müziğini haiku çok güzel söyler.
Kırmızı Patika’ya, diğer kitaplarınızdan farklı olarak, bir dinginlik hâkim sanki. Savaş sonrası bir doğa, sessizlik, doğayla, evrenle baş başa bir sohbet… “Evreni bir ayna olarak kullanan” Italo Calvino’nun Palomar’ını çağrıştırdı biraz. Ne dersiniz?
Bazı haiku’lar bana da öyle geliyor. Sanki çocuksu, saf bir dinginlik var. Çocukluğun ıssızlığı… Dingin güç tüm boyutlara açılarak sonsuzluğa uzanır. Çocukluğumuz da tüm ömrümüze… Çocukluktan çıkıp uzaklaştıkça algılarımız körleşir, zamanla da sağırlaşırız. Salt bilginin negatif anlamda duyusuz kılan sonuçlarını büyüdükçe yaşarız. Ama çocukken kendi körlüğümüzü de görürüz, sağırlığımızı da duyarız. Her şeyde renklerin ahengi, hareketlerin sesi var çocuklukta. Kendimize yaptığımız en büyük kötülük, çocukluğumuzdan uzaklaşmaktır. Uzaklaşmasak, ona aşkla bağlansak, çocukluğumuzu bir yol, bir oyun arkadaşı, hatta düşlerimizin yoldaşı yapabilsek hayatta ne mucizeler yaratılırdı. Çocuk olsak, büyük bir ışığın altında da körlüğümüzü görebilir, gürlemelerin içinde de sağırlığımızı duyabiliriz. Kendi arayışımızda kaybolurken yolun esas anlamını, yeni yollar bulmanın heyecanını çocuk ciddiyetiyle buluruz. Haiku, bu algıyla parlatılan evrenin aynasına lazer ışığı tutar. Hayal gücünün hızı, ışık hızından daha pratiktir. İçinizdeki aynayı evrendeki aynanın hangi ânına, hangi zamanına, hangi noktasına tuttuğunuzdur aslolan. O aynalar birbirini yansıtırken sonsuzluğu üretir.
Bir başka haiku’nuz: “şarkılar buharlaşır / altın renkli şafak / çayıra indiğinde”…
Bu haiku’ya dair ne denebilir, bilmiyorum. Açık ya da kapalı anlamları sezerek hissetmek daha etkili olabilir. En azından ben öyle yapmaya çalışıyorum. Bir metni herkes kendi kültürel birikiminin süzgecinden, iç dünyasından, kendi özgün doğasından geçirerek alımlar. Bu hat izlenerek gösterilen anlama çabası insanda güzel değişimler yaratır. Etkilendiğiniz bir müzikten bahsederken sadece “çok güzel” diyebiliyorsunuz. Onu anlatmanız mümkün değil. Karşıdakinin “evet, çok güzeldi” diyebilmesi için dinlemesi gerekir, ama başka şeyler öyle değil. Şurasından burasından anlatma imkânı yakalayabiliyorsunuz. Yani öyküsünü birkaç kelimeyle de olsa kurabiliyorsunuz. Oysa müzik hep anlatılamazdır. Ona bir hikâye kurmaya çalıştığınızda tutulup kalıyorsunuz. Haiku da müzik gibi ânında küçük bir atmosfer kurar. Belki de şarkılar bizi buharlaştırır, ruhumuzu yeniden yaratırlar. Dinlediklerimizi boyutlandırmak iç dünyamızın harekete geçmesine bağlıdır. Ben de belki müzik yapamadığım, şarkı söyleyemediğim için yazıyor olabilir miyim diye soruyorum hep.
Uzun uzun söyleyen dengbêj kültüründen gelen bir halk gerçekliği ile uzun uzun konuşan bir politik yapımız olduğundan, haiku yazmak çılgınlık gibi geldi. Çok kristalize bir tarz. Ateşle, karla uyanmak gibi.
Yalnızlığın Sınırında’da Ciwan Haco’dan Xelîl Xemgîn’e, Aram Tîgran’dan Ahmet Kaya’ya birçok müzisyene rastlıyoruz. 90’larda, henüz cezaevine girmeden kimleri dinlemeyi severdiniz?
Çocukluktan beri müzik hayatımda hep vardı. Kendiliğinden bir ritm, bir iç müzik. Basit bir ayrıntıdan bile kolay etkileniyorum. Bir sanatçının tüm şarkılarını sevmek mümkün mü? Bilemiyorum. Onun sesine uygun düşen şarkılar ya da o söylerken güzelleşen şarkılar insanı büyüleyerek buharlaştırabiliyor. Kitapta ismini andığım şarkıcılara, şarkılara minnettarım. İyi ki o zamana, o mekâna doğmuşum. Kulaklarımın en güzel sesleri duyduğu unutulmaz bir dönem yaşattılar. Hep elimden tuttular. Bana güç verdiler. Ayakta kalma, yürüyebilme, direnme azmi verdiler. Şarkıların enerjisiyle yenileniyor insan. Hayatın kısırdöngülerden oluşan tekrarını anlamlandırmada şarkılar güzel bir imkân. Bu nedenle Ciwan Haco ilk sıralarda. Şivan, Gülîstan, Aram, Feyruz, Ahmet Kaya, Mizgîn ve Koma Berxwedan’ın tüm şarkıları… Geniş bir yelpaze. Dünyada ne müzikler var daha. Filmlerin müziğiyle yürümek, onlarla hayata koşmak… Bunca zaman en yandığım şeylerden biri de istediğim zaman müzik dinleyememek.
Yalnızlığın Sınırında’da Med TV çok sık çıkıyor karşımıza: “Bu gece şunu hissettim; sanki az sonra darağacına götürülecektik, ama ondan önce son isteğimizi sordular. ‘Televizyonu anadilimiz Kürtçe ile seyretmek istiyoruz’ dedik, isteğimizi kabul ettiler. (…) Med TV bir sihirbaz gibi ruhumuzun el değmemiş yerlerine dokunmuş, içimizde rengârenk umutlar yeşertmişti.” Sizin için nasıl bir yeri, nasıl bir anlamı vardı Med TV’nin?
21 Mart 1995’te, Peri Vadisi’nde, bir dağın tepesinde sağanak yağmurdan korunmak için bir ağacın altına sığınmıştık. Bir arkadaş, bugünlerde bir televizyon açılacağını söyledi. “Televizyon mu” diye sorduk. Ne cevaplar verildi, hatırlamıyorum. İlk öyle duymuştum. Görmek, izlemek başkaydı tabii. Med TV’nin etkisi sadece bende değil, tüm Kürtlerde devrim niteliğindeydi. Başka dillerde sayısız televizyon varken, sizin yok, ama birden oluyor. Ondan önce sadece hayalini kurmakla yetiniyorsunuz. Ve bir anda ekran karşınızda. Sizin dilinizde konuşuluyor. Hayvanlar bile sizin dilinizde konuşuyor. Bu inanılmaz bir şeydi. Her gün baktığınızda aynada bu kez siz varsınız. Yani bu bir adım. Mücadele edersek, demek daha çok şey yapabiliriz. Normalde bir televizyonun etkisi bu kadar olmamalı. Ama gerçeklik bu. Duyuyoruz şimdi, birçok kanal var. Bin tane daha açılsa, Med TV’nin etkisini yaşatamaz. Her şeyin ilkinin bıraktığı etki var bunda da. Rolünü lâyıkıyla oynadı.
Med TV’nin etkisi sadece bende değil, tüm Kürtlerde devrim niteliğindeydi. Başka dillerde sayısız televizyon varken, sizin yok, ama birden oluyor. Bir anda ekran karşınızda. Sizin dilinizde konuşuluyor. Hayvanlar bile sizin dilinizde konuşuyor. Bu inanılmaz bir şeydi. Aynada bu kez siz varsınız…
İki haiku daha: “ah tutsak ada / bir sandal olsan / kayıp gitsen özgürlüğe.” Ve “bir balık fırlattı / rıhtımdaki kediye / ihtiyar deniz.” Şu pasajlar da Yalnızlığın Sınırında’dan: “Denizin altı gibi, bir batık hissi veriyordu bana bu hücre… (…) Belirsiz bir yöne doğru bulanık bir akıntının sürüklediği ruhum, zifiri bir gölün dibindeydi sanki. Beni kendi karanlığımın derinlerine çeken bir anafordaydım.” Deniz ve su imgesine de sık rastlıyoruz kitaplarınızda. “Dağ” ve “deniz”, ikisinin edebiyatınızdaki yerine dair ne dersiniz?
Dağ, bizim için hayatın ve özgürlüğün oluştuğu mekânların başında gelir. Kürtler özgürlük zamanlarını dağla başlattılar, hep dağlara sığındılar. Dağ, koruyan, besleyen, büyüten, eğiten bir ana kucağı. Özgürlüğü kurmanın, korumanın, sürekli kılmanın mekânı. Deniz de kucaklayıcıdır. Yaşam, günışığının denize sızmasıyla oluştu. Denizden sürünerek çıkan canlılar dağların doruklarına tırmandılar, yetmedi, kanatlanıp dorukların etrafında döndüler. Ana rahmi ile ana kucağı gibi bir şey dağ ve deniz. Dağın devindirdiği ruh hallerini suyla, denizle anlatmak daha kavratıcı geliyor. Su, özgürlük gibidir. Ya da özgürlük su gibidir. Hep akmak, coşmak ister. Yol bulamasa taşar, her yer ona yol olur. Yaratıcılık var suyun akışkanlığında, yürümek, ilerlemek, bir yerlere akmak, buluşmak özlemi var. Tanrısal bir enerji akar suyun içinde. Dağ, deniz ve su, Cusanus’un Tanrı tanımına benzer: “Merkezi her yerde olan, çevresi hiçbir yerde olmayan bir daire.”
Dağ, koruyan, besleyen, büyüten, eğiten bir ana kucağı. Özgürlüğü kurmanın, korumanın, sürekli kılmanın mekânı. Deniz de kucaklayıcıdır. Yaşam, günışığının denize sızmasıyla oluştu. Denizden sürünerek çıkan canlılar dağların doruklarına tırmandılar.
Dağ ya da deniz, ya da herhangi bir imge üzerine yazayım diye bir plan yapmıyorum. Bu bir çıkmaz sokak, bir tuzak. Yaratmak dürtüyle başlar, kıvılcımla. Sezgilerin kendiliğindenliğine kapılarak, o akışın serüvenine bilinçle müdahaleler yapmak sizi tahmin edemediğiniz yerlere götürür. Bir imge kurup onun ilhamını beklemek komik olur. Kendi esintisinin içinde devinmeli insan. Bu da tüm evrene karşılık gelir. Belirsizliklerin döngüsünden de anlamlar çıkarılır.
Bazen havalandırmanın üstünden geçen bir kuşun, bir martının gölgesi düşer yere. Başınızı kaldırdığınızda, yok olmuştur, ama orada bir bakarsınız belki tesadüf eder. Şu imgeyi kullanarak yazayım gibi değil de, bir sezgisel titreşim başladığında, o gelmiştir. Aşkın cini gibi bir şeydir; kendisini sezdirir, hayal olarak görünmek ister. İşte o geldiğinde, seni çağırdığında, sesini duyurduğunda dakik olmaktan da öte, üç-beş saniyelik bir randevuya uçar, buharlaşarak onunla bir anlığına buluşursunuz. O artık neyse, o an kaleme sarılmalısınız.
Dağ, deniz ve su, yazarken, ruhsal ve duygusal karşılıklar bulmak için sonsuz olanaklar taşıyan imgeler. Suyun akışkanlığı, arındırıcılığı, her zeminde yol oluşturucu devinimi kendisini düşünmeye çağırır. Deniz, daha sabit durur. Her gün karşınızdadır, durgundur. Ondaki hareket daha karmaşık, çalkantı halindedir. Yüzeyi hep dalgalanarak değişir, onu görürsünüz. Ama dipte ne var? O karanlık insanı çeker. Ayın ötesinde yıldızlar, yıldızların ötesinde evren var. O karanlıklarda yıldızlar olmasaydı, biz sadece o karanlıklara bakarak derinliği, sonsuzluğu böyle yoğun hissedemezdik. Bir evren, sınırları bilinse de, bir dünya da denizin dibinde var. Dağ ve deniz, ölümü ve yaşamı, aşkı, özgürlüğü, arayışı ve yolu, kısacası, insana dair nice ruh hallerini, duygusal görünümleri sınırsız karşılayan yapılara sahip. Sundukları bu imkânlarla, yazma uğraşı içindeki neredeyse herkes ister istemez onlara uğrar, onların kapısını çalar.
Böğürtlen Zamanı kitabınıza dayanarak çekilen filmi merak ediyor musunuz? İlk duyduğunuzda ne hissettiniz?
Merak ediyorum, evet. İlk duyduğumda sevindim. Senaryosu yollanmıştı. Daha sonra da film çekiminden ve filmden kareler gönderildi. Büyük emek verildiği ortada. Herkese teşekkür ediyorum.
Böğürtlen Zamanı’nda Türkiye’de yakılıp yıkılan Kürt köylerini de anlatıyorsunuz. Film ise bunu canlandırmak için Süleymaniye’yi mekân olarak seçiyor ve Saddam’ın yaktığı köylerde çekiliyor sahneler. Kürtler için zulmün bu mekânsızlığına, sınırsızlığına ya da her yerdeliğine dair ne dersiniz?
Bu bir asırdır devam ediyor. Bir soykırım sistemi, kültürel ve fiziki anlamda Kürtlerin yaşamının her ânına sirayet etti. “Zulmün mekânsızlığı, sınırsızlığı ve her yerdeliği” dediniz… Yüz yıldır yaşananları anlatan bu kapsayıcı tanımı şöyle de anlamlandırmak mümkün: Nerede soykırım varsa orada direniş de oluyor. Sadece ulus devlet sisteminin değil, küresel emperyalist sistemin Kürtlerin inkârı ve imhası, dolayısıyla yok edilmesi üzerine inşa edilmiş bir yanı var. Mücadele ve direniş tüm bu yapılarla. Bu nedenle bedeli ağır, zamanı uzun süreye yayılıyor. Coğrafyanın bu parçasında filmi çekemeyenler, aynı şartları öteki parçada buldular. O bölgelerde uygulanan sindirme politikaları, bugün daha inceltilmiş haliyle tüm Türkiye’de hayata geçirilmek isteniyor. Belki köyleri yakmıyorlar, ama tüm yaşam ateş altında.
Yalnızlığın Sınırında’ya tekrar dönersek… 90’larda geçiyor anı-romanınız. 24 Aralık 1995 seçimlerine de götürüyorsunuz okuru. O zamanlar HADEP var, bugün HDP. Ve yine bir seçim arifesindeyiz. Bir karşılaştırma yapmak, öngörüde bulunmak, bir şey söylemek ister misiniz?
HADEP’in, 90’lardan başlayarak ilerlettiği bir çizgisi var. 90’lar başlangıçtı ve o gücün çok da farkında olunamıyordu. Buna rağmen nicel ve nitel olarak güçlü bir ilerleme sağlandı. Verilen bedellerle mücadelenin büyütüldüğü de kesin. İmha ve savaş koşullarındaki gücü, normal koşullarda katlanabilir. 2015’te bir normalleşme olsaydı, bu yedi yılda Türkiye bambaşka olurdu. O iki senelik çatışmasızlık süreci dahi, istenirse Türkiye’deki yaşamın ne kadar güzel olabileceğini gösterdi. Fakat o süreç büyük bir yıkım için hazırlığa hasredildi. Cumhuriyet, yüzüncü yılına yaklaşırken, devlet bu son on yılı, direnen Kürtleri saldırının odağına koyarak sol-sosyalist, devrimci-demokrat dinamikleri de ezmeye çalıştı. Doksan yılda yapamadığını bu on yılda yapmaya çalıştı. Yüz yılın özetini yaşadık on yılda. Ağır bedeller verildi, ama “bıçak bilene bilene tükendi”.
Şimdi bıçağı kullanan kadroların değişebileceği bir eşikteyiz. Yüz yıl önce İttihatçılar gitti, cumhuriyetçiler geldi. Şimdi de kara ve yeşil faşizmin koalisyonu yerini sistemin başka bir rengine mi bırakacak diye düşünüyor insan. Bunu hep hatırlamalı. Hiç belli olmaz, bir kör bıçak ya da daha keskin bıçaklar devreye girebilir. Ki bu her zaman yedekte pırıl pırıl hazır. Tüm bunların karşısında bir akıl oluşturulur ve o devreye girerse, yüz yılık bu çatışmadan dersler çıkarılıp “yeter” denirse, yavaş yavaş hayat normale dönebilir. HDP, Türkiye demokrasi güçleriyle birlikte bunu gerçekleştirmenin, onu zorunlu kılmanın uğraşı içinde. Yani zihniyet, yansıtıldığı gibi demokratik, özgürlükçü karakterde değil. Örneğin, ulus devlet kültü ne olacak? O kodlar aşılacak mı ya da esneyecek mi? Ciddi bir veri yok. Malazgirt, Çaldıran, Ankara… Amed’le samimiyetle buluşma iradesini gösterebilecek mi? Bu hat döşenmeden kim gelirse HDP’yi yine ezecektir. Dövmek için sevdikleri bir yapı. Ama bir de direnenler vardır, ağır bedeller ödediler. HDP şimdi bu seçimlerde kilit parti konumunda. Bu durumuyla, demokrasi ve özgürlük alanlarını büyütmeye çalışıyor. 90’lardaki HADEP’ten daha farklı, daha kapsayıcı bir yapısı var. Her halükârda, yani bir akıl da devreye girse, faşizmin rengi de değişse bu seçimlerde demokratik özgürlükçü hat güçlenerek çıkacaktır.
Kırmızı Patika kitabınıza adını da veren haiku’yla bitirelim: “kırmızı patikada / çiçekler kervanı / yeni şeyler başlatacak”. Yeni olana, gelecek olana dair ne söylersiniz?
Okuduğum ilk haiku’ya bir selam adına… Umutların yeşereceği o alacakaranlığın sonundayız. Ve patika karanlığı yırtan kıpkızıl bir aydınlığa çıkmak üzere. Bundan belki de, o patika kıpkırmızı, şafak öncesi gibi kıpkızıl. O patika beyazdı önce. Özgürlük aşkı için yürüyenler bedeller ödedi, can verdi, kanlarıyla kırmızıya boyadılar o beyaz patikayı. O çiçekler kervanı, özgürlük uğruna can verenlerin gözleridir. Onlar hep bizimle yürürler. O patikada her zaman beraberiz. O çiçekten gözleriyle düşlerinin gerçekleştiğini görmek istiyorlar. Onların anısına, güneşin yeni şeyler başlatması için, her koşulda direnerek özgürlük mücadelesine devam…
SEVİNÇ ALTAN’IN GÖZÜYLE TUTSAKLIK, ÖZGÜRLÜK, DOĞA VE HAİKU’LAR
Tutsaklığın damıttığı dizeler
Demir parmaklıkların ardından gelen haiku’ların resimle buluşmasının hikâyesini “Kırmızı Patika”nın ressamı Sevinç Altan’dan dinliyoruz...
Resim yazıyı sınırlayan bir şey de olabilir, ama Murat Türk’ün haiku’larıyla sizin resimlerinizin bir ahengi, uyumu var. Bunu nasıl yakaladınız?
Sevinç Altan: Murat bana bunu teklif ettiğinde önce korktum açıkçası. Kitap kapakları için illüstrasyon, desen ya da tasarım yapmışlığım çoktur, ama bir şeyi “resimleme” fikri uzaktır bana. Hele ki şiir, hele ki haiku! Damıtılmış, yalın bir hal haiku. Benim resimlerimdeki yalınlık, en azla yetinme, bir şeyler eklemektense atarak, çıkararak oluşturma çabasıyla örtüşmeler olmasına rağmen, tek fazla çizginin bile fazla gelebileceği, anlamı bozabileceği endişesini taşıyordum. Daha önce Barış Acar’ın haiku’larına eşlik etmişti desenlerim. Yanlış hatırlamıyorsam 2016’da, Cam / Glass ve Toz / Dust başlıklarıyla iki ayrı kitap olarak. Ve Yayınları tarafından basılmıştı. Ancak bu kitaplardaki desenler Barış’ın haiku’ları için çizilmiş desenler değildi, biz yan yana getirmiştik. Burada başka bir durum vardı. Murat her haiku için bir desen çizmemi istiyordu. Sonra haiku’lar içinde kaybolarak çalıştım. Hasbelkader eşlik ettim aslında. Murat’ın dünyasından yola çıktım, kırmızı bir patikada birlikte yürümeye çalıştım onunla. Murat nasıl bir şey ister diye de düşünerek daha çok ve bunda bir sakınca görmeyerek. Kitap eline geçmemiştir henüz, belki de şu anda elindedir, bilmiyorum. Umarım gönlüne göre olmuştur yaptıklarım.
Murat olmasa ve önüme iş olarak gelse böyle bir şeyi kabul eder miydim, bilmiyorum. Ya reddeder ya da daha kendime göre çizerdim sanırım. Ama Murat’la öyle olmadı. Duvarları aşarak geldi, yanıma oturdu, birlikte yaptık sanki. Güzel bir kitap oldu bence. Rahatsız eden tek şey görsellerin büyük basılması bence, daha küçük olmalıydılar kanımca. O üç satırdan daha çok yer kaplamamalıydılar. Ama halkımız büyük seviyor. (gülüyor)
“Murat’ın dünyasından yola çıktım” dediniz. Bir yerde kendinizi terk edip onun dünyasına açılmak nasıldı, nasıl oldu? Ya da yoldan çok saptınız mı? Çünkü bir yandan, çok aşina olduğumuz Sevinç Altan çizgilerini görüyoruz haiku’lara denk düşen resimlerde, yollar kesişiyor yani…
Onun dünyasıyla benimki çok uzak değil. Yıllardır kitap, makale, mektup düzeyinde yazışıyoruz da. Ben onun sesini duymadan, onunla temas etmeden önce Böğürtlen Zamanı’ndan tanımaya başlamıştım Murat’ı. Sonra diğer romanlarını da okudum, ama romanlarından daha çok sevdim haiku’larını. Sanki hep bir şeyler anlatma zorunluğu taşıyan bazı hallerden arınmışlık vardı burada. “Elle tutulamaz an”lara sığdırdığı serüvenini, derinden ve damıtılmış olarak geçiriyordu okuyana, o elle tutulamayanı şimdi ve burada olarak. Kitabın başında yer alan ithaf olarak yazılmış haiku’da olduğu gibi: “hiç yazamayacağımı biliyorum / ama seziyorum / o en ilkel üç mısrayı”. Sezgiler yansıtan imgeleri dışavurur haiku.
Uzun zamandır mektuplaştığınızı söylediniz. Murat Türk’le yollarınız nasıl kesişti?
Böğürtlen Zamanı’nı okumuştum, ismen biliyordum Murat’ı. Ancak İzmir’deki Şakran Cezaevi’ne sürgün geldiğinde avukatı Ramazan Demir’in “İzmir’den bir görüşçü bulabilir miyiz?” diye beni araması yeni bir tanışıklığın başlangıcı oldu. Hapishaneler, hapsedilme, disiplin, suç, ceza vs. iktidarların beden politikaları bağlamında ilgi alanımdaydı zaten ve mahpusların ailelerinden uzak yerlere sürülmesinin nasıl can yakıcı ve özel bir politika olarak uygulandığından haberdardım. Hapsedilme, doğası gereği mahpusun özel ve aile yaşamına bir sınırlama getirir ve ailesi ve yakınlarıyla ilişkisinin kısıtlanmasının neden olacağı sıkıntılara yenileri eklenmemeli, mahpuslar yalnızlığa mahkûm edilmemeli. Mahpusun ailesiyle ilişkisini devam ettirmesini sağlamak da devletin bir yükümlülüğüdür denir. Hukuk böyle söylüyor yani. Ama Türkiye’deki uygulamalar tam tersine ve keyfi maalesef. Mahpuslar ya güvenlik, doluluk gibi nedenler ileri sürülerek ya da uyduruk disiplin cezaları bahane edilerek oradan oraya, aile ve yakınlarından uzak tutukevlerine ve ceza infaz kurumlarına sürülüyor. Bu hal mahpusun ailesi ve yakınlarının ziyaretlerini fiili olarak sınırlıyor, imkânsızlaştırıyor ve hatta mahpus ikinci kez cezalandırılmış oluyor. Hayata dair her şeyden tecrit edilmek isteniyor. Çok vahim bir hal ve bir avuç insan hariç kimsenin de pek umurunda değil.
Bir kuru yaprağın bile yasaklandığı hapishane ortamında haiku yazma fikri şaşırtıcı, ama Japon haiku ustası Bashō’nun dediği gibi, Murat haiku için gerekli olan “doğayla bütünleşen bir zihin”e sahip. Dağlardan, ovalardan, nehirlerden geçerek gelmişti, gündüzü de, güneşi de, geceyi de, ayı ve yıldızları da içinde taşıyordu o. Otları, çiçekleri, ağacı, karıncayı…
İzmir’de yaşayan ablama durumu ilettiğimde hemen kabul etti. Görüşçüsü, sonrasında da vasisi oldu. Murat ve tutsak yakınlarıyla tanışıklığı kurduğu dayanışma ilişkileri onu değiştirdi, dönüştürdü elbette ve birden devletin gözünde “terörist” oluverdi. (gülüyor) O Murat’ın görüşçüsüyken biz onun görüşçüsü olduk sonrasında. Evi basılarak gözaltına alındı, sekiz buçuk ay Şakran Cezaevi’nde kaldı. 71 yaşına orada girdi. Ama “en güzel doğum günlerimden biriydi” der hep. Davası sürüyor.
Hapishanelere karşı hassasiyetim ablam içeri girdikten sonra tenimi daha da yakarak arttı. O içerdeyken yoğun mektuplaşmalar, yazışmalar çıktıktan sonra da geride kalanlarla devam ediyor. İlaç gibi geliyor, hem içerdekine hem dışardakine, tavsiye ederim herkese. Bu süreç zarfında Murat’la yazışmalarımız, mektup, kitap, makale alışverişlerimiz başlamıştı. Birbirimizden çok şey öğrendik. İlk haiku’larını (belki de henüz kısa şiirlerini) gönderdiğinde haiku nedir, ne değildir yazışmaları yapmıştık. 28 yıldır hapishanede olan birinin haiku yazması başta çok ilginç gelmişti. Haiku doğayla özdeş bir hayatın izlerini bünyesinde taşır çünkü. Doğadan yola çıkıp kurulmayan hiçbir şiir haiku olamaz. Büyük bir gözlem gücü gerektirir. Japon haiku şairleri doğada uzun yürüyüşlere çıkarlar mesela. Bir kuru yaprağın bile yasaklandığı hapishane ortamında haiku yazma fikri şaşırttı beni başta, ama gönderdiklerini okudukça Murat’ın, Japon haiku ustası Bashō’nun dediği gibi, haiku için gerekli olan “doğayla bütünleşen bir zihin”e sahip olduğunu anladım. Dağlardan, ovalardan, nehirlerden geçerek gelmişti, gündüzü de, güneşi de, geceyi de, ayı ve yıldızları da içinde taşıyordu o. Otları, çiçekleri, ağacı, karıncayı…
Son söz?
Arkadaşım Demet Parlar, Kırmızı Patika’yla ilgili Gazete Karınca için kaleme aldığı yazıda, “öykü ve şiirleriyle tutsaklığı özgürlüğe dönüştürebilenlerden” diyor Murat için. Gerçekten, her türlü imkânsızlıkla, her türlü baskıyla karşı karşıyalar. İhtiyacı olan bir kitaba ulaşması bile türlü güçlüklerle olabiliyor mahpusun. Bu şartlara rağmen oradan çıkan bu güzel sesleri duymamız, görmemiz, değerini bilmemiz gerek. Bütün bu zorluklar daha damıtılmış şeylerin ortaya çıkmasını da beraberinde getiriyordur belki, bilmiyorum. Dışarıda bizim üstümüze yapışan bir sürü bok püsürden uzak bir yaşam onlarınki. Böyle olmasa belki bu kadar derinden gelmezdi sesi Murat’ın da.
Haiku sadece işaret eder, bir boşluk oluşturur, yaşama alan açar ve geri çekilir. Okuyana bırakır gerisini. Kırmızı Patika’da anlık sahiplendiği boşluğu serbest bıraktığında etrafında kaynağını kendisinden alan anlamlar dünyası oluşturan elli haiku var. Bu anlamlar dünyasıyla baş etmek ise bize kalıyor.