CEZAEVLERİ VE KEYFİ YASAKLARIN VARDIĞI YER

Söyleşi: Bekir Avcı
18 Haziran 2022
"Sizin için bir Şahmeran çizdim, umarım seversiniz. Ben de sizden küçük bir istekte bulunabilirim… Van Gogh’un Günebakanlar tablosunu çok severim. Aslında günebakanların kendisini severim. Eğer dışarıda rastlarsanız, bana bu tablonun kartpostalını gönderebilirsiniz. Uzun zaman oldu onları görmeyeli." Dilan Cudi Saruhan'ın Emre Zeytinoğlu'na mektubundan)
SATIRBAŞLARI

DİLAN CUDİ SARUHAN’IN CEZAEVİNDEN MEKTUBU

Zamana, mürekkebe, kâğıda yazık

Tutuklandığımda mezuniyetime bir yıl kalmıştı, ama tutuklanınca mezun olamadım. Sağ olsun hocalarım, arkadaşlarım bu süreçte beni yalnız bırakmadılar. Bol bol kitap, görsel kaynak gönderdiler. Bu gönderilenler “kitap kotası” diye uygulanan “yanında sayılı kitap bulundurma sistemi”ne takılmasın diye cezaevi idaresine öğrenci belgemi vermiş ve bahsedilen bu sisteme tabi tutulmamam gerektiğini, verilen kitapların (sanat içerikli sadece) ders kitapları kapsamına alınması gerektiğini söylemiştim. İlk geldiğimde bu durum kabul edildi. Sonra…

Dilan Cudi Saruhan

2021 yılında bir arkadaşım birkaç kitap, sergi tanıtım broşürü ve Van Gogh’un Günebakanlar tablosunun bir görselini kargoyla göndermişti. Kitaplar bandrollü diye verildi, ama sergi tanıtım broşürleri ve Günebakanlar’ı vermediler. Gerekçe olarak da pandemi sürecinde çıkarılan bir yasa gösterildi. Bu yasaya göre, broşür ve resim kartları basılı kitap olmadığı için verilemezmiş. Bu duruma itiraz ettim. Dilekçemde bunların ders içeriği olarak alınması gerektiğini, öğrenci belgemin dikkate alınmasını, bahsettiğim kaynakların yasayla herhangi bir bağı olmadığı gibi, bahsedilen konulara aykırı olmadığını belirttim. Van Gogh’un dünyaca ünlü bir ressam olduğunu, sergi broşürlerinin sadece tanıtım amaçlı basıldığını, kitap olarak basılmasının herhangi bir anlam ifade etmeyeceğini söyledim. Ve daha bir sürü neden-gerekçe yazarak materyallerin bana verilmesini istedim. Fakat, itiraz dilekçem reddedildi. Bana konuyu mahkemeye taşıyabileceğim söylendi. Ben de öyle yaptım.

AYM formuna öğrenci hakkı, mahkûm hakkı, eğitim hakkı gibi envaiçeşit haklarımın engellendiğini yazdım. Sanki AYM başkanı Zühtü Arslan karşımdaymış gibi sorunu detaylandırdım. Hatta duygularımı yazdım. İnanır mısınız, bir an kendimi sınavdaymış gibi hissedip “Günebakanlar”ın sanat tarihindeki yerini yazdığımı fark ettim.

Bakırköy İnfaz Hâkimliği’ne dilekçe yazdım. Hatta dedim ki, “Günebakanlar yasalara aykırı değil, belgeseli TRT 2’de gösterilebiliyorken bu görseller neden cezaevine giremiyor?” Elbette ki bu dilekçe de reddedildi. Bu sefer de Bakırköy Birinci Ağır Ceza Mahkemesi’ne itiraz ettim. Bende itiraz bol. 🙂 Bu minvalde yazdığım dilekçe oy çokluğuyla reddedildi. Yani oy birliği değil. Bu iyi bir şey aslında. Hâkimlerden biri materyallerin bana verilmesine yönelik oy kullanmış. Açıkça kararı da yazılmış. Diyor ki: “Bahsedilen materyallerin adı geçen kanunla ilişkisi olmadığını… bu yüzden verilmesine…” Bu iyi bir şeydi, fakat yetersizdi. Madem öyle, iç hukuku tüketeceğim son nokta olan AYM’ye, yani Anayasa Mahkemesi’ne dilekçe yazdım. Şimdi AYM’den haber bekliyorum.

Van Gogh, Günebakanlar, 1888

Yalnız, AYM formunu doldurmam o kadar komik ki, biraz da bundan bahsetmek istiyorum. Kimi sağlık sorunlarımdan ötürü o sırada hücrede yalnız kalıyordum. Neredeyse kırk gündür kimseyle konuşmamış, o kutu gibi hücreden dışarı çıkarılmamıştım. İnanılmaz bir duygusallıkla AYM formunu ele almış, yine aynı duygularla formu doldurmuştum. Forma öğrenci hakkı, mahkûm hakkı, eğitim hakkı gibi envaiçeşit haklarımın engellendiğini yazdım. Ardından da sanki AYM başkanı Zühtü Arslan karşımdaymış gibi sorunu detaylandırdım. Hatta duygularımı yazdım. 🙂 Bir sanat öğrencisi olarak nasıl üzünçlü olduğumu anlattım. İnanır mısınız, bir an kendimi sanat tarihi sınavındaymış gibi hissedip Günebakanlar’ın sanat tarihindeki yerini yazdığımı fark ettim.:) Velhasıl, formu doldurup gönderdim. Başvuru tarihim: 08 Aralık 2021.

Benim burada bahsettiğim, artık her şeyin yazılı yasalara bağlanarak küçük, basit şeylerin nasıl kısırdöngüye dönüştürüldüğünü deşifre etmek. Van Gogh’un Günebakanlar’ı bunun en basit örneğiydi. Aslında birçok örnek, yaşadığımız birçok sorun var. Bu süreçte harcanan zamana, harcanan mürekkebe, kâğıda, iş gücüne ne kadar yazık! Hayatı prosedürlere bağlamışlar.

Bir de bu eğitim birimi, gözlem kurulu denen kurul var, seni puanlama sistemine tabi tutan yer, bu kararlar orada alınıyor. Düşünsenize, benim tahliye olma yeterliliğine ulaşıp ulaşmadığıma, topluma karışıp karışamama durumuma karar verecek insanlar bu insanlar. Bu da 2021’de yürürlüğe kondu. Her şey gözlem kurulu kararıyla oluyor. Bir müzik aletine bile onlar karar veriyor.

Durumlar böyle. Günebakanlar en masumu. Daha ne olaylar var…

AVUKAT BERİTAN KALBİŞEN’İN GÖZÜYLE

İçeriyi mezar etmek

Dilan bize gönderdiği mektubunda Van Gogh yasağına ilişkin “bu en masumu” diyor; ne kastediyor?

Beritan Kalbişen: Bence haklar arasında hiyerarşi kurmak yanlış olur, çünkü tüm yasaklar bir yerde toplanıyor: Hasta mahpusların tedavi görme haklarının ellerinden alınması, heykeltıraş ya da sanatçı bir öğrencinin yapıtlarla bağının koparılmaya çalışılması, kilometrelerce öteye yapılan sürgünler… Yasakların tümü aynı yerden geliyor ve aynı amaca hizmet ediyor. “Kimi nereden, nasıl yalnızlaştırıp tecrit edebiliriz” hesabı yapılıyor. Ceza İnfaz Sistemi’ndeki amacın “tutukluyu çevreyle tekrar buluşturmak” olduğu söylense de, öyle olmadığını görüyoruz. Amaç tutukluyu yok etmek. Bu yüzden her yerden saldırıyorlar. O yüzden Dilan’ın “daha neler var” dediği şey, içeriyi herkese mezar etme gerçeği aslında. Bu hem manevi olarak hem madden böyle.

Beritan Kalbişen

Bakırköy’de hasta mahpuslar da var, muhtemelen Dilan da bunun utancını hissediyor, “hasta mahpuslar nelerle uğraşıyor, benimki de dert mi” diye düşünülebiliyor. Ama haklar arasında hiyerarşi kurulmamalı. Tüm alanlarda, hiçbir şey küçümsenmeden, Günebakanlar da savunulmalı, hasta mahpusların infazlarının geri bırakılması da. Hepsine bir bütün olarak bakılmalı, çünkü aynı yerden geliyorlar.

Dilan mektubunu “daha neler var” diye bitiriyor… Aklımıza 6 Nisan’da Silivri 5 No’lu Cezaevi’nde işkenceye maruz kalan mahpusların intihara itilmesi, iki mahpusun yaşamını yitirmesi geliyor. Hasta tutuklular tahliye edilmiyor, tedavileri engelleniyor. Tahliye zamanı gelen mahpusların infazı cezaevlerindeki gözlem kurullarının kararlarıyla ertelenebiliyor… Sizin gözlemleriniz nasıl?

Silivri’deki intihara sürükleme ve işkence vakalarını da, diğer bahsettiklerinizi de aynı çerçevede görebiliriz. Devlet hapishaneleri iktidarının uygulama alanı olarak görüyor. Hapishaneler toplu mezarlık olarak görülüyor. Üretime, yaşama dair hiçbir şey yeşersin istenmiyor. O yüzden renklere düşmanlar, o yüzden mahpusların yazdıkları eserlere düşmanlar. Tutukluları insan olan tüm özelliklerinden çekip içi boş bir kemik yığınına çevirmeye çalışıyorlar.

Devlet hapishaneleri toplu mezarlık olarak görüyor. O yüzden renklere düşmanlar, o yüzden mahpusların yazdıkları eserlere düşmanlar. Üretime, yaşama dair hiçbir şey yeşersin istenmiyor. Tutukluları insan olan tüm özelliklerinden çekip içi boş bir kemik yığınına çevirmeye çalışıyorlar.

Günebakanlar konusu AYM’de; yargı aşaması ne durumda?

Dilan bütün itirazları kendisi yaptı. Evet, şu an dosya AYM’de. Konunun AYM’ye götürülmesi bile aslında önemli bir süreç. AYM’den umudu yok aslında Dilan’ın. Tamamen kararlı duruşundan yapıyor bunu. Onları teşhir etmek istiyor: “Yasak dediniz, hadi bakalım, açıklamanız ne olacak” diyor. Çünkü AYM cezaevi yönetimi gibi iki kelimeyle geçiştiremeyecek mevzuyu. “Anlat o zaman, İnsan Hakları Sözleşmesi’yle bağla bakalım, nasıl bağlıyorsun? Ne gibi bir güvenlik zafiyeti oluşturuyormuş?” diye soruyor Dilan. Kendileriyle yüzleştirmek istiyor onları. Çünkü bunun AYM’ye gönderilmesi de bilinçli bir şey. Cezaevlerine girmesine izin verilmeyen şeylere dair itirazların hepsi AYM önünde birikmiş durumda. O yüzden beklentimiz yok, ama bu da bir mücadele yöntemi, inat. Gündemde tutmak gerekiyor.

“2018 – 2019 yıllarında benim ömrümden ömür götüren bir süreci üç adet mendile işledim. Bir buçuk yıl boyunca yargılanmıştım ve son duruşmada, 302’nci anayasal düzeni bozmaya teşebbüs maddesinden beraat etmiştim. Fakat yaşadığım şey çok ağırdı ve bunları kaydetmek istedim. Aslında unutmamak için saklamak istedim.” (Dilan Cudi Saruhan’ın mektubundan)

Van Gogh’un Günebakanlar resminin bir çıktısının cezaevine sokulması ne gibi bir gerekçeyle, nasıl engelleniyor, itirazlar nasıl reddediliyor? Böyle bir yasak var mı yönetmelikte?

Hapishaneye girebilecek eşyalarla ilgili bir yönetmelik var. Hükümlü ya da tutuklulara neler gönderilebileceği belli. Ama cezaevi yönetimi “burada yer almıyor” diyerek, keyfi olarak yasak getirebiliyor istediği şeye. Hiç gerekçe belirtmeden “cezaevine girebilecek eşyalar arasında yer almamaktadır” diyebiliyor. İçeri alınabilecek her şeyin yönetmelikte yazılmasını istiyorlar. Eğer yazmıyorsa da “burada yazmıyor” diyerek o boşluğu kullanıyorlar.

Yani, “Van Gogh’un şu resmi bu boyuttaysa içeri alınamaz” diye bir yasak yok. Hükümlülere hediye olarak gönderilebilecek eşyalar var örneğin. Yönetmelikte ya kitap gönderebilirsin ya da kıyafet deniyor. Yine cezaevinde bulundurulabilecek eşyalar yönetmeliğinde müzik aletleri var. Madde 10’da “hükümlülere elektrikli olmamak ve idarece belirlenen saatlerde kullanılmak koşuluyla vurgulu çalgılar dışında, saz, ud, gitar, keman, kemençe, flüt, mey, kanun gibi müzik aletlerinden biri verilebilir. Birden çok hükümlünün bulunduğu oda veya koğuşlarda bu konuda bütün hükümlülerin rızasının alınması zorunludur” deniyor. Burada flüt açıkça sayılmış ya, örneğin Elazığ Cezaevi’nde bir mahpus yan flüt çalmak istiyor. Bunu kabul etmiyorlar. Niye? Zurna kategorisine giriyormuş. O cezaevinde “zurna alınmayacak” diye bir karar almışlar iç yönetmeliklerinde, flütü zurnayla eş görüp almamışlar. Yönetmeliği de aşar şekilde, keyfi davranıyorlar. Dilan’a gönderilen Van Gogh resmi de A4’ü aşar bir boyutta. Cezaevine alınamayacaklar listesinde “şu formda olan kâğıt alınmaz” diye bir madde yok yönetmelikte.

Bir başka örnek, bir meslektaşımızın müvekkili, hükümlü bir mahpus, değiştirilen köy isimleriyle ilgili çalışma yapıyor. Karayolları haritasında eski isimler de yazdığı için bu haritadan edinmek istiyor. Atlas dergisi bandrollü ve süreli bir yayın. Derginin ekinde karayolları haritası var. Fakat haritayı içeri almıyorlar. Bu kişi ağırlaştırılmış müebbet alan bir hükümlü. Gerekçe de şu: “Ola ki bu kişi yarın bir gün firar ederse buradaki yolları kullanabilir.” Derginin ekini içeri almıyorlar.

Bu da, Dilan’a yapılan da politik tutsaklara yönelik bir tavır. Yoksa Van Gogh’un aynı resmi belki başka bir mahpusa verilebilirdi.

Dilan Cudi Saruhan’ın annesi “Görülmüş Mektuplar” sergisinde

Dilan’a neden verilmiyor?

Dilan heykel öğrencisi, bir sanatçı. Cezaevinde, saç telinden tırnağa kadar bulabildiği her şeyi üretim malzemesi olarak kullanabiliyor. İçerideyken ürettiği eserlerden bazı sergileri oldu. Bunu engellemek için, içerinin sesi dışarıya ulaştırılmasın diye yasakladıklarını düşünüyorum. Şöyle bir şey de oluyor, bir yerde yasaklı ilan edilen bir kitap, bir başka cezaevinde alınabiliyor. Hükümlünün kendi yazdığı yazı, içeriden kontrolle çıkan, “görülmüştür” bandrollü yazı, kitaba dönüşüyor, içeri alınmıyor. Tamamen keyfi.

AYM’den nasıl bir sonuç alınacak sizce?

Dosya beş-altı aydır AYM’de, ocak ayında gitmişti. Hızlı bir cevap gelmeyecektir. Dilan bunun ifade özgürlüğü ve eğitim hakkı kapsamında bir ihlâl olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. İhlâl verirlerse, Dilan’ın ileri sürdüğü haklar bağlamında değil de, başka bir şeyden de verebilirler. Eğer ihlâl kararı gelmezse, Dilan ısrarcı, AİHM’e kadar götürecek.

Topluma bir çağrınız var mı?

İçeriyle temas önemli. Dilan gelen mektuplardan, dayanışmadan çok mutlu oluyor. O yüzden dışarıdaki hepimiz Dilan’ın, içerideki tutsakların günebakanları olmak zorundayız. Onları yalnız hissettirmek istiyorlar, bu cendereyi kırmak gerekiyor. Dayanışmayı bırakmamalıyız. Sanatçılar, öğrenciler Dilan’la mektupla dayanışma gösterebilir. Tecrit böyle bir dayanışmayla kırılabilir.

SANATÇI, AKADEMİSYEN EMRE ZEYTİNOĞLU’NUN GÖZÜYLE

“Günebakanlar”ın hakikati

Öğrenciniz Dilan’a gönderdiğiniz Van Gogh’un Günebakanlar’ının cezaevinde yasaklanması nasıl oldu, siz bunu nasıl yaşadınız?

Emre Zeytinoğlu: Dilan bana cezaevinden bir Şahmeran çizip yollamıştı. “Ben de sizden küçük bir istekte bulunayım, Van Gogh’un ‘Günebakanlar’ tablosunun bir görselini bana yollayabilir misiniz?” diyordu o mektubunda. O güne kadar ona kitap yolluyordum ve sorun olmuyordu. Günebakanlar isteği üzerine, internetten tablonun bir posterini aldım. Duvara asar diye düşündüm. Meğer poster kabul etmiyorlarmış. “Kartpostal olursa olur” demişler. Ben de, hani akıllıyız ya, o posteri kartpostal boyutlarında küçük parçalar halinde kestim ve tek tek mektupların arasına koyup yollamaya başladım. Bir-iki tanesi gitmiş. Fakat sonra cezaevi idaresi “sen posteri tamamlıyorsun” diye uyanmış. Van Gogh’un Günebakanlar’ının duvarda büyük bir yer kaplamasını istemiyorlar nedense. Sonra yolladığı mektupta bu durumu şöyle anlattı bana: “Gönderdiğiniz yeni kitapları aldım, ama Van Gogh resminin diğer parçaları elime ulaşmadı. Buradaki yeni karara göre sadece kitapları alabiliyorum. Ben de karara itiraz dilekçesi yazdım ve Ayçiçekleri resmini istedim. Bir masanın üzerinde duran ayçiçeklerinin yasalar adına ne gibi bir sorun teşkil ettiğini anlamış değilim. Van Gogh ile arama kimse giremez. Bu sefer durumun takipçisi olacağım ve duruma dair sizi de bilgilendireceğim.” Onun bu sözleri sergideki Van Gogh resminin altında da yer alıyor.

Emre Zeytinoğlu

Dilan bu durumu yargıya taşıyor. Konu AYM’de şu an…

Bunu bilmiyordum. “Bu işin takipçisi olacağım” diyordu, ama bu denli ileri götüreceğini tahmin etmemiştim.Kardeşiyle sürekli görüşüyoruz, haber getiriyor. Ama sergi telaşıyla bir süredir mektuplaşamadık. Üç yıldır mektuplaşıyoruz. Dilan benim Marmara Üniversitesi’nden öğrencim. Dersime her bölümden öğrenci gelirdi. Diğer öğrencileri ne kadar tanırsam Dilan’ı da o kadar tanıyordum. Bir süre sonra derslere gelmemeye başladı. Sıkılmıştır ya da ilgisini çekmiyordur diye düşündüm. Aradan bir süre geçtikten sonra, bir mektup geldi. O zaman hapishanede olduğunu öğrendim. İki senedir cezaevinde olduğunu söylüyordu. Sonra ben de yazdım, kitaplar göndermeye başladım. Dilan’ı daha çok mektuplarla tanımış oldum. Zamanla bu mektuplara Dilan’ın yaptığı resimler de eşlik etmeye başladı.

Bahar aylarında, 15 Mart – 5 Nisan arasında Galeri/Miz’de düzenlenen “Görülmüş Mektuplar” adlı serginiz de o mektup-resimlerle oluştu, öyle mi?

Önceki şubat Galeri/Miz’de kişisel bir sergim olacaktı. Ama pandemi nedeniyle ertelendi, çünkü çalışamadım, fotoğrafları bastıramıyordum, çerçeveci yoktu… Bu marta ertelenince sergi, ben de kafamdaki şeyi değiştirmeye karar verdim. Birikmiş mektuplarla bir şey yapmak istedim. Galeriyle konuştum, anlaştık. Dilan’ın yolladığı resimlere mektuplardaki satırları ekledim ve bu sergi ortaya çıktı. Mektuplarla ortaya çıkan iki kişi arasındaki bağlantı diyelim. Çok metinsel bir şey.

“Günebakanlar”ın hakikati tek bir hakikat değil, hangi açıdan bakarsan o. Bu, orijinalini gördüğümde bile kısa bir dönüp bakacağım bir resim sadece. Dilan’la hikâyemizin bir yerinde resmin parçalanmak zorunda olması o resmin bütününden daha çok ilgimi çekiyor.

Bu bir yaratıcılık sergisi değil, ne Dilan ne de benim için. Bir dokümantasyon, bir belgeleme işi. Sanat böyle mi olur diyenler çıkabilir? Sanat böyle de olabilir. Bunun içinde felsefeye ve sanat kuramlarına ait çokça referans var. Örneğin, öznelerin birbirleriyle olan ilişkisi. Bir özne diğerinden besleniyor. Bir özne diğerine kendisini ifade etmek zorunda, diğer özne de o ifadeyi doğru anlamakla mükellef. Kendilerine göre yeniden bir form oluşturuyorlar. Bu, estetik kuramlar içinde var.

O “özneler arası ilişki” mektuplarla oluşuyor…

Evet. Dilan bir taraftan resim yapıyor, bir taraftan yazıyor. Bunları birleştirmiyor ama. Bunların bir forma sokulması, kıvama getirilmesi lâzım sergilenmesi için. Orada da ben devreye girdim. Bunu oluşturan belki benim ama, Dilan olmasa o kişilik oluşmayacak. Empati denemez buna, ortak çalışma da değil. Bir şey üretiliyor, o üretilirken başka bir hale dönüştürülüyor. Sonuçta, Dilan’ın yaptığı ve yazdığı şeyler. Burada kişiliklerin iç içe geçmesi gerekiyor.

Serginin adı Görülmüş Mektuplar. Mektupları ilk “gören” cezaevi idaresi, bir devlet kurumu. Sonuçta bir sanat eserine dönüşen bu mektup-resimlere dair katmanlaşan bir görme biçimi oluşuyor. Ne dersiniz?

Çok haklısınız. İkimiz arasında mektuplaşma, ama araya üzerinden zıplamak gereken bir şey giriyor. Bir noktada kolektifleşiyor, kamusallaşıyor iş. Birisi görüyor, bana ulaştırıyor. Onun da bu sergide katkısı var aslında. Bana ulaşmasını sağlıyor mektubun çünkü. Belki de bu sergide yer almak istemezlerdi, ama dolaylı olarak yer alıyorlar. (gülüyor)

“Görülmüş Mektuplar” sergisinden

Van Gogh’un ve Günebakanlar’ının sizin de içinde olduğunuz bir yasak hikâyesinin parçası olmasını nasıl yorumluyorsunuz? Günebakanlar’ın sizin için ayrı bir yeri var mı?

Van Gogh doğa manzaralarını kendine göre yorumlayan bir ressam. Resimlerini yaparken bazen dağılıyor, kendine zarar vermeye kadar gidiyor iş. Bunu hangi ruh durumuyla yaptığını kimse yazmıyor. Doğaya çıkıyor, doğadaki ayçiçeklerini yapıyor, ama bir de vazonun içindekileri yapıyor. Neleri yaptığıyla değil de, o yaptığı şeyi nasıl yaptığıyla, hangi üslûpla, hangi delilik haliyle yaptığıyla ilgili mesele.

Sergide birçok görsel var, Günebakanlar da onlara dahil. Bu resimler hiçbir zaman beni tek başına özellikle ilgilendirmedi aslında, Van Gogh’un resmi de öyle. Orijinalini verseler alıp duvarıma asmam belki. Onun bir hikâyeyle birleşmesi önemli olan. Bir resim hiçbir zaman tek başına bir şey ifade etmiyor ki, her durumda başka bir anlama kavuşuyor. Mesela, Dilan’la bizim hikâyemizin bir yerinde resmin parçalanmak zorunda olması o resmin bütününden daha çok ilgimi çekiyor. Çünkü onun hikâyesi parçalanmasını gerektiriyor. Yani Günebakanlar’ın hakikati tek bir hakikat değil, hangi açıdan bakarsan o. Bu, orijinalini gördüğümde bile kısa bir dönüp bakacağım bir resim sadece. Ama bu hikâyeyle birleştiğinde ilgimi çekmeye başlıyor.

Dilan’la bitirelim…

Filozof ya da fenomenolog Gaston Bachelard, Hermann Hesse’den bir hikâye anlatır: Bir mahkûm var. Bir tünel çiziyor duvara. Tünele doğru giden de bir tren var. Mahkûmu infaz için almaya geliyorlar. Gardiyanlara diyor ki, “Bir dakika bekler misiniz, bir şey deneyeceğim”. Gardiyanlar da onu çatlak biri olarak bellemişler, “tamam, ne yapacaksan yap bakalım” diyorlar. Mahkûm trene binip tünele doğru gidiyor. Hikâyede şöyle deniyor: “Mahkûm trene bindi, tren hareket etti, tünele girdi, kayboldu ve mahkûm da kayboldu.” Orası başka bir dünya. Bizim buradan içeriyi düşündüğümüz şekilde şeyler de yaşanıyor elbet, ama başka şeyler de yaşanıyor, başka bir gerçeklik de var. Dilan için de böyle.

^