“Sokağa ağızlıksız, bağsız, numarasız ve sahipsiz köpek çıkarılmayacak, köpekler bahçelerde de bağlı bulunacaktır. Başıboş köpekler öldürülecektir.” Falih Rıfkı Atay, 28 Mart 1936’da Ulus gazetesindeki köşe yazısında, İstanbul belediyesinin birkaç gün önce basına verdiği ve yukarıdaki satırları ihtiva eden ilanı ele alır. Atay belediyenin kararını desteklese de “sokak köpeği devrinden ev köpeği devrine henüz geçemedik” diye hayıflanır.[1]
Falih Rıfkı’nın üzülerek andığı bu başarısızlığın, yani köpeklerin II. Mahmut devrinden Hayırsızada sürgününe, sonra da Cumhuriyet dönemindeki onca itlaf girişimine karşın İstanbul sokaklarından temizlenememesinin en önemli nedeni, halkın gösterdiği kimi zaman pasif, kimi zaman da aktif direniştir.
Direniş tabiri abartı sanılmasın. Mesela Vakit gazetesi, 21 Ocak 1930 tarihli, “Kuduzun çoğalmasında amil şehir halkı mı?” başlığını taşıyan haberde, belediyenin sokak köpeklerinin öldürülmesiyle görevlendirdiği memurların sıklıkla şehir ahalisinin sözlü taciz ve fiziki saldırılarına maruz kaldığını bildirir. Gazetenin aktardığı saldırı vakalarından biri şöyle cereyan eder:
“Beşiktaş’ta bir yerde 17 köpek saklanıldığı haber alınmış, Temizleme Müdürlüğü memurlarından Mehmet Efendi bu köpekleri bulup öldürmek için o mahalle gitmiş, fakat orada şiddetli bir mümaneatla karşılaşmıştır. Mehmet Efendi vazifesini yapmakta ısrar edince orada hazır bulunanlarca dövülmüş, hatta bir eczacı tarafından dişi kırılmıştır.”
AKP-MHP iktidarı, sokakları hayvanlardan temizlemeye dönük girişimleri her seferinde akamete uğratmış fiili direniş geleneğinin elbette farkında. Bu nedenle de toplumu iki keskin seçenek arasında kutuplaştırırken “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” taktiğine başvuruyor.
Şehrin çeşitli semtlerinden benzer hadiseleri aktaran gazetenin haberi, Emanet Temizleme İşleri Müdürü Mehmet Ali Bey’in beyanatıyla son bulur: “Halk eğer köpekleri böyle saklar, öldürülmelerine mani olursa biz ne yapalım? Sokak köpeklerinin büsbütün ortadan kalkması için halkın bize yardım etmesi lâzımdır.”
Falih Rıfkı’nın serzenişinden çok sonraları dahi İstanbul ahalisi birlikte yaşadıkları köpeklerin zehirlenmesine, toplatılmasına bir türlü razı olmayacaktır. Takvimler 23 Ağustos 1952’yi gösterdiğinde, Kadıköy, Şişli ve Kasımpaşa mahalleleri sakinlerinin sokaklarında yaşayan kedi-köpeklerin belediye tarafından toplanmasına nasıl itiraz ettiği, Milliyet sayfalarına “İstanbul’da köpek avı” başlığıyla yansır. Baş sayfada yer alan tanıtımda “İstanbul gazeteleri ilk meşrutiyetten beri sokak köpekleriyle uğraşıp duruyorlar. Çomarlarla belediyenin ilk savaşı köpeklerin toptan Hayırsızada’ya sürülmesiyle başlamıştı. Bu savaş hâlâ devam ediyor” denir.
Ümit Deniz imzasıyla yayımlanan röportaj haberde, okurlar köpek avına çıkmış zabıtaların “en sakin” günlerinden birine ve “İstanbul’un her semtinde ve haftada en az birkaç defa işitilen muhaverelere” tanık olur.
Gazetecinin “Nedense İstanbul’da kedi, köpek hayatı insan hayatından daha kıymetlidir. Neden bu böyledir? Bilmiyoruz” sözlerindeki küçümseyici ironiyi ilerleyen satırlarda da sürdürdüğü röportajda, belediyelerin temizlik işleri memurlarının görüşleri de alınır. Şişli’deki itlafı yöneten görevlinin günü, köpeklerin sokaklara dağıtılan zehirli köfteleri yiyip ölmesini beklerken demeç verdiği sırada mahalleli bir genç tarafından yediği dayak neticesinde karakolda biter.
Muktedirler açısından alt sınıfların yaşam koşullarında bir gelişme gündeme getirilemiyorsa, yapılabilecek şey egemen sınıflara yöneltilebilecek öfkeyi başka bir kanala yönlendirmek. Buna göre, “aşağıdakiler” için tehdit olarak yaftalanan bir grubun acı çekmesinde pay sahibi olmak maddi varoluşun neden olduğu acıyı tersinden telafi etmeye başlar.
Kasımpaşa’daki ekip ise katliam işini sağlama almak için polisle birlikte ava çıkar, “çünkü köpek sevgisiyle efzun olan halkımız, alimallah gözünün yaşına bakmadan, zavallı temizlik ekiplerini pataklayıveriyorlar”. Büyük caddelerden mahalle aralarına girildiğinde halkın tepkisi daha da yoğunlaşır, her pencereden, her kapıdan başlar uzanır, herkes tanıdığı bir hayvanı saklamanın peşine düşer.
Bu sırada, “Kasımpaşa’ya mahsus, kırmızı kuşaklı, duglas bıyıklı bir genç” görevlilere veryansın eden bir kadına seslenir: “Aldırma abla! Her kedinin yedi sene seyyiesini çekecekler. Cehennemde yanacaklar. Öteki dünyada hesap verecekler.” Görevlilerin ve gazetecinin bir türlü anlam veremediği bu öfke istisnai değildir: “Hangi sokağa girsek, aynı müşterek ses ve aynı ahenkle karşılaşıyoruz. Sanki iyi terbiye edilmiş muazzam bir kadın korosu ile karşı karşıyayız.”
Sokak köpeklerinin katlini bir kez daha gündeme getiren AKP-MHP iktidarı, sokakları hayvanlardan temizlemeye dönük girişimleri her seferinde akamete uğratmış, bu adı konmamış fiili direniş geleneğinin elbette farkında. Bu nedenle de aslında şerbetli olmamız gereken bir meseleyi en uç argümanlarla öne sürerek toplumu iki keskin seçenek arasında kutuplaştırırken kamuoyundaki tepkilerin ortalamasını almaya çalıştığı “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” taktiğine başvuruyor. Tartışmayı sokakta yaşayan köpeklerin uyutulması argümanıyla açarak “makbul olan-olmayan köpek” ayrımı yapılması ve köpeklerin sokaklardan toplatılıp kapatılması etrafında bir uzlaşı sağlamayı hedefliyor. Sokakta yaşayan köpeklerin nasıl “makbul olmayan köpek” statüsüne sokulduğunu birazdan ele alacağız. Ancak önce iktidarın sokak köpekleri başlığını açmasının arka planına kısaca bakalım.
Negatif popülizm
Dünyada aşırı sağ argümanların ana akımlaşmasının merkezinde özellikle göçmen ve LGBTİ+ düşmanlığı yer alırken, Türkiye’deki otoriter rejimin nefret listesinde köpekler de var. Geçen yüzyıllarda sokaklarını toplu katliamlarla hayvanlardan büyük ölçüde “temizleyen” Avrupa’da sokak hayvanları düşmanlığı etrafında bir “güvenlik kaygısı” inşa etmeye gerek olmayabilir. Ancak bizde sokak köpekleri bu açıdan iktidara oldukça elverişli bir malzeme sunuyor.
Aslında köpeklerin katlinin kamusal bir tartışmanın konusu haline gelmesi, toplumsal yükselme ve refah vaadinin tam anlamıyla bir hayal halini aldığı geç neoliberal devre özgü bir “sadist popülizm” örneği sayılabilir. Söz konusu olan, alt sınıfların gündelik sıkıntılarını bir nebze olsun telafi edebilecek, yoksulluğu yönetilir kılacak maddi vaatlere dayanan bir popülizm değil, hedef seçilen bir grubun (göçmenler, LGBTİ+’lar ya da köpekler) ezilmesine, sindirilmesine doğrudan ya da dolaylı olarak iştirak etmenin yarattığı tatmini ve suçlu zevki (guilty pleasure) hedefleyen bir negatif popülizm.
Köpeklerin sokaklardan tasfiyesi, garpta da, şarkta da daima kapitalist üretim ve dolaşım ilişkilerinin şekillendirdiği kentsel mekânda köpeklerin bir fazlalık, bir tehdit sayılmasıyla alâkalıydı. Günümüzde de yoksulların, transların veya köpeklerin kent merkezlerinden itilmesi/temizlenmesi, aynı kapitalist kentleşme saldırganlığının bir tezahürü.
Hedeflenen, yabancı ve tehlikeli olarak damgalanan bir gruba dönük nefret duygusunun kendini serbestçe ifade edebilmesinin önünün açılmasının getirdiği tatmin. Böylece muktedirlerin hâkimiyetinin aşağı sınıflara yayıldığı, onlara bu hâkimiyetten pay sağlandığı yanılsaması yaratılıyor, dolayısıyla da şiddet çağrısı bir güçlenme deneyimi olarak yaşanıyor.
Neil Davidson’ın ifade ettiği üzere: “Artık önemli olan maddi koşullarda marjinal –ya da o kadar da marjinal olmayan– kimi farklılıkların muhafazası değildir. Belirleyici olan yabancı, ‘öteki’ ya da açıklanamaz ekonomik gerilemenin veya arzu edilmeyen kültürel değişimin farazi sorumlusu olarak tanımlanabilecek gruplara karşı nefret duygularının serbest kalmasının izin verilmesinin yarattığı duygusal tatmindir.”[2]
Muktedirler açısından alt sınıfların maddi yaşam koşullarında anlamlı bir gelişme gündeme getirilemiyorsa, yapılabilecek şey giderek kötüleşen bu maddi koşulların ister istemez kışkırttığı ve egemen sınıflara yöneltilebilecek tatminsizlik ve öfkeyi başka bir kanala yönlendirmektir. Buna göre, “aşağıdakiler” için tehdit olarak yaftalanan bir grubun acı çekmesini izlemek, hatta o acı çektirme eyleminde pay sahibi olmak maddi varoluşun neden olduğu acıyı tersinden telafi etmeye başlar. Böylece, acının yönetilmesi ve dağıtılması başat yönetme tekniği halini alır. Bu bakımdan sokak köpeklerinin “uyutulması” tartışması iktidarın gündem saptırmaya, seçim başarısızlığını unutturmaya dönük bir hamlesi değil, son yıllarda küresel çapta sağın daha da sağa doğru radikalleşmesiyle birlikte, farklı formlarda gördüğümüz bir kriz yönetme girişimidir.
Muasır medeniyet
Ana akımda olası köpek katliamını meşrulaştırmak için “Batı ülkelerinin sokaklarında bir tane bile köpek göremezsiniz” diyerek katliam tarihinden övgüyle söz ediliyor. Çeşitli Avrupa ülkelerinin vatandaşlarına Türkiye’ye seyahat ederken kuduz aşısı yaptırmalarını veya köpeklerden uzak durmalarını tavsiye ettiğine dair haberlerle bir teyakkuz atmosferi yaratılarak turizm sektörünün nasıl yara alacağından dem vuruluyor.
Oysa adı zikredilen ülkelerden rastgele seçtiğimiz Fransa’nın dışişleri bakanlığının Finlandiya’ya seyahat edecek vatandaşlarına da aynı tavsiyeleri standart olarak salık vermesi[3] bir yana, sokakların köpeksizleştirilmesi için “medeni Batı’nın” kerteriz alınması hiç de yeni değil.
Sokakta yaşayan köpekler hakkında en popüler yanılgı, onları “sahipsiz kalmış” hayvanlar olarak düşünmek. Bu yaygın yanlışa göre, sokakta “başıboş” yaşamak durumunda kalan köpekler düzeltilmesi gereken birer anomaliden ibarettir. Bu nedenle köpeklerin “sahiplendirilmesi”, sokaklardan “kurtarılması” temel bir hedef olarak belirlenmiştir.
Sokakları hayvansızlaştırılmış Avrupa’dan geçen yüzyılın başında İstanbul’a gelen seyyahlar, şehirdeki köpeklerin varlığını “Doğu’nun ilkelliğine” yorarken kapitalist modernleşme peşindeki siyasi iktidarın çözümü Hayırsızada Katliamı olarak anılan ve on binlerce köpeğin öldürüldüğü kıyımı gerçekleştirmek olur. Biraz daha yakın bir tarihte, 1996’da, İstanbul’daki Birleşmiş Milletler Habitat Zirvesi sürecinde de Avrupalı ziyaretçiler ve kuduz riski gerekçe gösterilerek binlerce köpek zehirlenir.
Kuşkusuz bu katliamların motivasyonu sadece imajdan ibaret değildi. Mesele hiçbir zaman Frenk mukallitliğinden, yani Batı’ya öykünmekten ibaret olmadı. Köpeklerin sokaklardan tasfiyesi, garpta da, şarkta da daima kapitalist üretim ve dolaşım ilişkilerinin şekillendirdiği kentsel mekânda köpeklerin bir fazlalık, bir tehdit sayılmasıyla alâkalıydı. Günümüzde de yoksulların, transların veya köpeklerin kent merkezlerinden itilmesi/temizlenmesi, aynı kapitalist kentleşme saldırganlığının bir tezahürü.
“Başıboş köpek sorunu” ya da köpek nüfus yönetimi
İnşa edilen “başıboş köpek sorunu” histerisinin öncelikli iddialarından biri, köpek nüfusunun fazlalığı. Eşzamanlı olarak başka bir nüfus “problemi” daha tartıştırılıyor, ama bu kez sorun olarak görülen şey nüfusun azalacak olması. Türkiye nüfusunun yaşlanması ve nüfus artış hızının düşmesi, geçenlerde Erdoğan tarafından “varoluşsal felâket” olarak tanımlandı.
Yakın zamanda yayımlanan “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi: Vizyon Belgesi ve Eylem Planı”nda görüldüğü gibi, iktidar ve sermaye için bu “varoluşsal felâket”ten kaçmanın yolu, aileci politikaların yoğunlaştırılması. Bir yandan nüfus artışı için kadınlara yönelik baskıyı ve şiddeti artıracak uygulamaları, diğer yandan da nüfusun azaltılması için köpeklerin katledilmesini aynı anda tartışıyor olmamız içinde bulunduğumuz zamanın ruhunun ele veriyor.
Bugün köpek dendiğinde çoğu insanın aklına evde, insanların neredeyse mutlak denetimi altında yaşayan ve birçoğu da “cins” olan “pet” köpekler geliyor. Böylece, aslında dünyadaki köpek nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan başıboş ya da sahipsiz köpekler adeta düzeltilmesi, bir biçimde elimine edilmesi gereken bir arıza addediliyor.
Peki, sokak köpeklerinin nüfusu neden bir sorun? Köpeklerin nüfusu neye göre, kime göre fazla? Serbest dolaşan köpek popülasyonunun bir sorun olarak görülmesi gerektiği konusunda neredeyse bir konsensüs var. İktidarın düşmanlaştırıcı tehlike anlatısını benimsemeyenler için bile bunun bir sorun olarak değerlendirilmesinin temelinde yatan şeylerden biri, köpeklerin sokakta yaşamasının mutlak biçimde kötü olduğuna dair yanılgı. Üstelik, 4 milyondan 10 milyona değişen, tutarsız ve şaibeli şekilde ifade edilen nüfus sayısının “fazlalığının” nedeni, ölçütünün insan olması.
Bugün katliam politikası karşısında razı olduğumuz “yakala-aşıla-kısırlaştır-aldığın yere bırak” uygulamasının kökeni de insan nüfus yoğunluğu temel alınarak yapılan hesaplamalarla geliştirilen insan merkezci kurumsal politikalara dayanıyor.
Kiraz Özdoğan ve Ali Bilgin, “yakala-aşıla-kısırlaştır-aldığın yere bırak” programının 1990’lı yıllarda Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Hayvanları Koruma Topluluğu (WSPA) işbirliğiyle geliştirilen Köpek Nüfus Yönetimi politikasının bir uygulaması olduğunu açıklarken, köpekleri güvenlik ve nüfus yönetimi odaklı ele alan politikaların yeryüzünün mutlak sahibinin insan olduğuna dair türcü/insan merkezci yapısını ortaya koyuyor.[4] Bu bağlamda, kısırlaştırma kentsel ortamlardaki ekolojik dengeleri gözeten bir popülasyon denetimi yöntemi olarak değil de sokak köpekleri nüfusunun belli bir gelecekte ortadan kalkması sonucunu, yani Children of Men filminin bir tür köpek versiyonunu yaratacak bir politika olarak görülebiliyor.
Sokak köpekleri ve bir galat-ı meşhur
Sokakta yaşayan köpekler hakkında en popüler yanılgı, onları sahibinden kaçmış yahut sahibi tarafından terk edilmiş olduğu için “sokağa düşmüş”, dolayısıyla “sahipsiz kalmış” hayvanlar olarak düşünmek. Bu yaygın yanlışa göre sokakta “başıboş” yaşamak durumunda kalan köpekler bir biçimde düzeltilmesi gereken birer anomaliden ibarettir. Bu nedenle köpeklerin “sahiplendirilmesi”, sokaklardan “kurtarılması” temel bir hedef olarak belirlenmiştir.
“Gerçek köpek” sokakta yaşayan köpektir ve illa bir “sapma” ya da “anomali” aranacaksa, bu serbest dolaşan köpekler değil, standartlaştırılıp fetişleştirilmiş, oldukça büyük bir ekonomik sektörün parçası haline getirilmiş ev köpekleridir.
Çoğu ana akım hayvan hakları ya da refahı örgütü de “esas” köpeklerin hareketleri, beslenmeleri ve yeniden üretimleri neredeyse bütünüyle insan kontrolündeki köpekler olduğu varsayımından hareketle başıboş köpeklerin sahiplendirilmesini amaçlar.
Sokak köpeklerine dair her tartışmanın bu yaygın yanlışın, eskilerin tabiriyle galat-ı meşhurun tashihiyle başlaması gerekiyor. “Sahipsiz” ya da “başıboş” köpekler yapay seleksiyonun ürünü olan cins köpeklerin aksine, belli bir ekolojik nişe (insan yerleşimleri) adapte olmuş “doğal” bir hayvan türüdür, bir sapma ya da arızanın sonucu falan değildir. Köpeklerin binlerce yıl içinde oldukça başarılı bir biçimde adapte olduğu niş, insan toplumlarının yerleşik hayata geçişle birlikte oluşturdukları ve görece büyük insan kalabalıklarına ev sahipliği yapan yerleşimlerdir. Bu bakımdan köpekler ilk kentlerin ortaya çıkmasından beri sokakta yaşamaktadır. Oysa bugün köpek dendiğinde çoğu insanın aklına evde, insanların neredeyse mutlak denetimi altında yaşayan ve birçoğu da “cins” olan “pet” köpekler geliyor. Böylece, aslında dünyadaki köpek nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan başıboş ya da sahipsiz köpekler adeta düzeltilmesi, bir biçimde elimine edilmesi gereken bir arıza addediliyor. Konrad Lorenz Etoloji Enstitüsü’nden Friederike Range ve Sarah Marshall-Pescini’nin belirttiği üzere, “‘Batılı’ zihinlerimiz için bir köpeği düşünmek, muhtemelen sahibiyle kanepede kucaklaşan veya arka bahçede hararetli bir halat çekme oyunu oynayan bir labradorun (veya buna benzer başka bir popüler türün) imajını çağrıştırır. Aslında, araştırma camiasında bile köpekleri neredeyse yalnızca ‘refakatçi köpekler’ olarak düşünme eğilimi vardır; köpek davranışı ve bilişi üzerine yapılan çalışmaların büyük çoğunluğu bu popülasyon üzerinde yapılmıştır.Bununla birlikte, ‘refakatçi’ köpek kavramı, muhtemelen yeni olmasa da köpeklerin ne olduğuna dair oldukça dar bir bakış açısıdır. Aslında, dünya köpek nüfusunun yüzde 75’inin serbest dolaşan hayvanlar olarak yaşadığı tahmin edilmektedir; bu köpeklerin çoğunluğu da artık sahipleri tarafından bakılmadıkları için başıboş hale gelen ‘terkedilmiş’ refakatçi köpekler değil, daha çok nesiller boyu serbest dolaşan köpeklerden gelen ve dolayısıyla ‘serbest dolaşan’ olarak doğan köpeklerdir.”[5]
Yani sokakta yaşayan köpeklerin büyük çoğunluğu bir biçimde sokağa düşünce dejenere olmuş ev köpekleri değil, içinde bulundukları ortama yaratıcı bir biçimde uyum sağlamış hayvanlardır. Raymond ve Lorna Coppinger’in belirttiği üzere, sokakta yaşayan köpek, “İnsanlar tarafından bir yeniden üretim denetimine tabi olmadan kendi başına evrimleşmiş ve hayatını geçirdiği nişe adapte olmuş bir hayvandır. (…) Onlar sorumsuz köpek sahibinin elinden kaçmış firariler değildir. İnsanlara yakın yaşayan, kendi yemeğini bulan ve insanların kontrolünde olmaksızın mükemmel bir biçimde çiftleşen doğal bir türdür.”[6]
Dolayısıyla, “gerçek köpek” sokakta yaşayan köpektir ve illa bir “sapma” ya da “anomali” aranacaksa, bu serbest dolaşan köpekler değil, standartlaştırılıp fetişleştirilmiş, oldukça büyük bir ekonomik sektörün parçası haline getirilmiş ev köpekleridir.
Makbul köpekler
Sokak köpeklerinin kökeni meselesi akademik bir tartışmadan ibaret sayılmamalı. Köpeklerin “ev ve sokak” ya da “sahipli ve sahipsiz” olarak tasnifi, ikincilerin güvenlik-saldırganlık ya da temizlik-hijyen temaları etrafında kopartılan moral paniklerin hedefi haline getirilmesini kolaylaştırıp meşrulaştırıyor.
Sahipli, evcil köpekler “insanın en iyi” ya da “en eski” dostu diye nitelendirilip yüceltilirken sokak köpeklerinin ortadan kaldırılması gereken bir tehlike olarak tanımlanması tam da bu ayrımın, yani makbul olan ve olmayan köpek ayrımının benimsenmesiyle mümkün hale gelebiliyor. Sokakta yaşayan köpekler tam da bu ayrım temelinde bir “sorun” olarak yaftalanabiliyor.
Sahipli, evcil köpekler “insanın en iyi” ya da “en eski” dostu diye nitelendirilip yüceltilirken sokak köpeklerinin ortadan kaldırılması gereken bir tehlike olarak tanımlanması makbul olan ve olmayan köpek ayrımının benimsenmesiyle mümkün hale gelebiliyor. Bu ayrım burjuvazinin kendi suretinde kentsel mekânlar yaratma arayışının neticesi.
Aslında bu ayrımın ancak 19. yüzyılda genelleştiği, sokak köpeklerinin tehlikeli, saldırgan ve hastalıklı olarak damgalanmasının burjuvazinin kendi suretinde kentsel mekânlar yaratma arayışının neticesi olduğu söylenebilir. Bugün özellikle Avrupa ve ABD’de neredeyse evrensel ve doğal addedilen köpek-insan ilişkisi, yani ardında artık büyük bir ekonomik sektör de bulunan evcil köpek kültürü, basbayağı yakın tarihli bir sürecin ürünü.
Binlerce yıl boyunca insan yerleşimlerinin bir parçası olmuş köpekler 18. yüzyılın sonundan itibaren bir sorun ve tehlike olarak görülmeye başlanmış ve ancak orta sınıfın saygınlık ve hijyen anlayışına uyum gösterdikleri takdirde kent hayatına kabul edilir olmuşlardır. Evde yaşayan köpeğin “insanın en iyi dostu” olarak yüceltilmesi sürecine sokak köpeklerinin suç, hastalık ve dejenerasyon korkularının nesnesi haline getirilerek tasfiyesi eşlik etmiştir. Köpekler burjuvazinin kentsel mekâna düzen getirme, şehirleri “temizleme” kaygı ve çabasının hedefi haline gelmiştir.
Chris Pearson, Dogopolis adlı çalışmasında, Paris, Londra ve New York metropollerinde 1800-1930 yılları arasında sokak köpeklerinin hastalık, kirlilik ve düzensizlikle özdeş kılınarak katledilmelerini ele alır. Dahası, bu sürece cins ev köpeğinin yükselişinin nasıl eşlik ettiğini de ortaya koyar.
Bu süreçte orta sınıf yurttaşların köpeklere dönük ilgi ve sevgisi giderek cins ve ev köpeklerine odaklanırken sokak köpekleri modern şehir hayatında yeri olmayan geçmişten bir kalıntı ya da kent hayatının ortadan kaldırılması gereken risk ve düzensizliklerinin bir sembolü haline gelmiştir. Üstelik, cins ya da “safkan” evcil köpekle melez ya da kırma sokak köpeği ayrımının yerleşiklik kazanmasında dönemin öjenist ve ırkçı yaklaşımlarının belirleyici etkisi olmuştur.
Sokakta yaşayan köpekler, en iyi durumda, şehir hayatının keşmekeşi içinde çaresizce kendine sığınacak bir yuva, bir “aile” arayan kurbanlar olarak görülmüştür. Ancak, köpekleri modern şehirlerin masum kurbanı addeden bu hayvansever hayırseverliği, sokakları köpeklerden temizlemeye odaklanan belediye yönetimleriyle ortak bir noktada buluşuyordu: Köpeklerin yeri sokak olamazdı. “Köpeğin yeri sahibinin ardıydı. Köpekler evcilleştirilmiş ortamlara ait evcillleştirilmiş hayvanlardı. Köpekler hem kendilerinin hem de şehir sakinlerinin iyiliği için sokaklardan kaldırılmalıydı. Sevgi ve merhamete dair kadife deklarasyonların ardında demir bir yumruk yatıyordu.”[7] Sokakların köpeklerden temizlenmesi ortak hedef olunca bu dönemin orta sınıf hayvansever cemiyetleri, sahiplendirilemeyen sokak köpeklerinin “merhametli” bir biçimde katledildiği barınakların kurulmasına önayak olmuştur.
Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da “Burjuva toplumunun bekasını emniyete almak için, toplumsal bozuklukları düzeltmeyi ister” diye tanımladıkları “burjuva” ya da “muhafazakâr sosyalistler” arasında saydıkları “hayvanlara eziyet edilmesine mani olmak isteyenler”, sokak köpeklerinin “insani” biçimde öldürülmelerini savunan bu tip “hayvanseverlerdir”. [8] Bugün dahi, Peta gibi ana akım hayvan refahı örgütleri, barınaklarda bulunan ve sahiplendirilemeyen köpeklerin “ötanaziye” tabi tutulmasını, yani katledilmesini, insani ve makul bir politika olarak savunmaya devam edebiliyor.[9]
Tehlikeli sınıflar ve ev köpekleri
Sokakta yaşayan köpeklerin tasfiyesi insan-köpek ilişkisini yeniden tanımlayan kurucu bir işlev görmüştür. Köpeklerin kentsel mekândaki konumu ve insanlarla olması gereken ilişki biçimleri burjuvazinin saygınlık, güvenlik, temizlik ve aile gibi değerlerinin ışığında yeniden tanımlanmış ve bu tanıma uymayan, yani sahipsiz bir biçimde kentte başıboş yaşayan köpeklerin demografik tasfiyesi böylece mümkün hale gelmiştir. Chris Pearson’ın Paris hakkında yazdığı üzere: “Köpeklerin başıboş olanlarla evde yaşayan cins köpekler olarak bölünmesi, doktorların, psikiyatristlerin ve diğerlerinin Fransız toplumunu uygar, üretken ve sağlıklı bireylerle hareketliliği, yabancılaşması ve ahlâksızlığıyla toplumsal düzeni tehdit eden kirli, yozlaşmış ve rahatsız edici ‘tehlikeli sınıflara’ böldüğü yaygın yozlaşma anlatısını tekrarladı ve güçlendirdi. Burjuvazinin soylu evcil köpekleri evin sadık ve yararlı üyeleri olarak kutsadığı bir dönemde sokaklardaki hareketli, yıkıcı, yozlaşmış ve yarı vahşi hayvanlar olarak başıboş köpekler, köpeğin hayattaki asıl amacından sapmıştı: insanlara eşlik ve hizmet etmek. Böylece sokak köpekleri toplumsal savunma gereği öldürülebilir olarak görüldüler ve giderek daha fazla şiddete maruz kaldılar.”[10]
Sokak hayvanlarına dair mücadelenin, itlaf ve katliamın karşısına sadece ya da öncelikle kısırlaştırmayı koyması yeterli değil. Kısırlaştırma, köpek üretimi ve satımının yasaklanması gibi tedbirler anlamlı olsa da sokak köpeklerini bir “sorun” sayan bakış açısı değişmediği müddetçe kalıcı kazanımlar elde etmek mümkün değil.
Sokak köpeklerini “tehlikeli sınıflarla” özdeş sayan aynı yaklaşım Osmanlı’da da yaygındır. 1857 yılında İstanbul’u ziyaret eden İngiliz iktisatçı Nassau William Senior, Ahmed Vefik Paşa’nın kendisine şöyle dediğini nakleder: “Birçok büyük şehri emniyetsiz kılan, suç işlemeyi meslek edinmiş kitleler bizim Stamboul’da yoktur. Bizim classes dangereuses’ümüz köpeklerdir; onlar olmasaydı, gecenin her saatinde Stamboul’u boydan boya gezebilirdiniz.”[11] Cumhuriyet devrinde sokak köpeklerine uzun zaman boyunca “serseri köpek” denmesi, başıboş köpeklerle alt sınıfları ve suçu bir araya getiren bu zihniyetin ne kadar kalıcı olduğunun bir göstergesidir.
19. yüzyıldan itibaren sokak köpekleri Osmanlı’da da tıpkı “tehlikeli sınıflar” gibi şehirde malların, insanların ve hizmetlerin serbest dolaşımına engel olarak görülmeye başlanmış ve tam da bu nedenle denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Osmanlı’nın reform ve Batılılaşma çağı, sokak köpeklerinin ulaşılması istenen terakki ve muasır medeniyet önünde bir engel olarak tanımlanmasının tarihidir.
II. Mahmut devrinden itibaren sokakları köpeklerden arındırmak üzere ortaya konan politikalarla Batı metropollerinde gündeme gelenler arasında tam bir koşutluk vardır. Her iki örnekte de kentsel mekânı sermaye birikim süreçlerinin gereklerine göre yeniden düzenlemek, onu “gasp ettiği” varsayılan köpeklerin tasfiyesini gerekli kılıyordu.
Dahası, Osmanlı’da kentsel mekânların köpeklerden temizlenmesi politikalarına da tıpkı Batı’da olduğu gibi köpekler ile insanlar arasında daha “medeni” ilişki biçimlerinin öne çıkarılması eşlik eder. Geri kalmışlığın bir timsali olarak yerilen sokak köpeklerinin aksine, evde bakılıp beslenen cins köpeklere sahip olmak, Osmanlı orta üst sınıfı açısından modern bir davranış biçimi olarak addedilmeye başlar. Gazete ve dergiler okurlarını cins köpeklere sahip olmaya özendirir, modern evcil hayvan kültürünü popülerleştirir.[12] Cumhuriyet idaresine geçişle birlikte de aynı eğilim artarak devam edecektir. Kemalettin Kuzucu’ya göre “bu dönemde süs köpeği beslemeyi, bir başka deyişle onları sokaktan çekip eve sokmayı özendiren yayınların sıklığı dikkat çekicidir.”[13]
Nedir bu normal?
Sokak köpekleri üzerine bugün cereyan eden tartışmalar da aynı makbul olan ve olmayan köpek ayrımını esas alıyor. Üstelik sokak köpeklerinin “uyutulmasına” haklı olarak karşı çıkan çevrelerin ciddi bir bölümünde dahi köpeklerin sokakta bulunmasını bir “sorun” olarak gören aynı yaklaşım geçerli. Ev köpekleri “normal” kabul edilip sahipsiz ya da başıboş köpekler sorun addedilince, sokakta yaşayan köpeklerin de muhakkak “sahiplendirilip” “ev köpeği” sınıfına sokulması, bir “aileye kavuşması” neredeyse vicdani bir yükümlülük, bir “sosyal sorumluluk” haline geliyor. Oysa sokakta yaşayan başıboş çoğu köpek için ev köpeği haline gelmek hiç de hoş bir deneyim olmayabilir. Roma’daki sokak köpekleri üzerine çalışmalarıyla tanınan Roberto Bonanni, “İnsan aileleriyle birlikte yaşayan köpekler, genelde sokak köpekleri ya da başıboş köpekler tarafından deneyimlenmeyen sınırlama ve baskılarla karşı karşıya geliyor” derken bu duruma işaret ediyor.[14] Bali’de başıboş gezen köpekler üzerine araştırmalar yürüten Marco Adda, sokaktan alınıp sahiplendirilmiş köpeklerin saldırganlık gibi davranış bozuklukları sergileme riskinin daha büyük olduğunu belirtiyor: “Serbest dolaşan bir köpeğin, bir insan ailesi olmadan mutsuz bir şekilde yaşadığı varsayılabilir. Bazı durumlarda durum böyle olabilir. Ancak, serbest dolaşan köpeklerin, evcil hayvan veya refakatçi olarak yaşayan köpeklerin sahip olmadığı kadar çok özgürlüğe sahip olduğunu da unutmamalıyız. (…) Evcil hayvanlarımızı sevsek ve onları ailemizin bir parçası olarak kabul etsek de onların özgürlüklerini bir dereceye kadar kısıtladığımızı ve bunun davranışlarını etkileyebileceğini unutmamalıyız. Bali köpekleri üzerine yapılan bu çalışma, serbest dolaşırken evcil hayvan/ev bağlamına geçiş yapan bazı köpeklerin bazı taleplere nasıl daha tepkisel hale gelebileceğini gösteriyor.”[15]
Evde yaşayan bir köpek sürekli tıbbi bakım görse ve metropol hayatının trafik gibi kimi tehlikelerinden korunsa da hayatını çok sınırlı bir deneyim alanına sıkışmış olarak geçiriyor. İstediği gibi hareket edemeyen, “sahibinin” insafıyla günde bir-iki defa kısıtlı süreler için, o da ancak tasmayla dışarı çıkabilen, sürekli olarak aynı endüstriyel mamayı yemek durumunda kalan, başka köpeklerle düzenli ve istikrarlı ilişkiler kuramayan çoğu ev köpeğinin yaşamı bir hayli sıkıcı olmalı.
Dahası, köpeklerin sürekli “sahiplerinin” yaşamıyla uyum içinde ve itaatkâr olmasını bekleyen, dolayısıyla onların rıza ve otonomisini çoğu zaman hiçe sayan “sahiplik” pratikleri ve eğitim anlayışı birçok köpeğe hayatı dar ediyor olmalı (dünyanın en popüler köpek eğitmeninin mutlak hâkimiyet ve kontrol odaklı bir “eğitim” anlayışını esas alan Cesar Millan olması bir tesadüf değil). Tüketici beğenilerine hitap etmesi için kötürümleştirilerek kalıcı sağlık sorunlarına sahip olarak üretilen cins köpekler (mesela Fransız buldogu, pug, boxer gibi) meselesine hiç girmeyelim… Köpek davranış ve bilişi üzerine çalışmalarıyla tanınan Alexandra Horowitz, köpeklerin “iyi bir yaşam” için ihtiyaç duyduklarını şöyle tanımlıyor: “Başlangıç olarak köpekler için iyi bir yaşamın yalnızca acıdan azade olmayı ve bedensel bütünlük ile refahı sağlamayı değil, aynı zamanda duyuların uyarılmasını, etrafta koşma yeteneğini de içerdiğini hayal edebiliriz; yeni şeyler veya tanıdık aktiviteler yapma şansı; köpek ve insan arkadaşlığı ve fiziksel etkileşimi; doğal dünyayla temas etmek, koklamak ve yuvarlanmak; günleri ve çevreleri üzerinde bir miktar kontrole sahip olmaları. Oyun, neşe, eğlence, bağlılık, seçim, keşif ve dinlenme zamanları için fırsatların tamamı çarpıcıdır.”[16] Evde yaşayan köpeklerin büyük bir bölümü, Horowitz’in aktardığı bu olanaklardan ancak sınırlı bir biçimde istifade edebiliyor. Amerikalı biyoetikçi Jessica Pierce’in belirttiği gibi: “Herkes evcil hayvanların iyi durumda olduğunu ve aslında şımartıldığını varsayıyor… Tek yapmaları gereken bir yatakta uzanmak, arada sırada ikramlarla beslenmek ve canları isterse de fırlatılan bir frizbiyi yakalamak – böyle bir hayatı kim istemez ki? Bu varsayımın ardındaysa, yatağa uzanıp size ikramlar verilmesinden başka hiçbir şey yapamamanın son derece sinir bozucu ve sıkıcı olduğu ve bir hayvan için anlamlı bir yaşam olmadığı gerçeği yatar.”[17] Kıssadan hisse, 19. yüzyıl burjuva hayvanseverliğinin öncüsü olduğu ve günümüzde evcil hayvan endüstrisinin yaygınlaştırdığı, köpeğin yerinin ev olduğuna dair kanaat karşısında büsbütün şüphede olmakta yarar var.
Bir arada yaşamak
Hayvan özgürleşmesi sadece etik bir sorun değil, toplumsal bir sorun. Kapitalizmin sömürü mantığına içkin bu meseleye dair düşünsel ve pratik dağarcığımız “hayırseverliğin” ötesinde başka türlü bir toplumsal tahayyülü içeren yanıtları da üretebilmeli. Koruyucu yasalar talep etmek kadar insan denen hayvanla insan dışı hayvanlar arasında bir arada yaşamı inşa etme ufkuna sahip bir mücadele hattını hegemonik kılmak da elzem.
Türkiye’de semt sakinlerinin sokak köpeklerinin bakımını gözettiği çok yaygın bir ağ var. Üstelik bu ağ, ayaklarını neredeyse 200 yıllık bir fiili direniş geleneğine basıyor. Bu inisiyatifler sokak köpeklerinin kolektif bakımını bireysel duyarlılığın insafından çıkartacak çok daha yaygın bir toplumsal örgütlenmenin mümkün olduğunun işareti.
Sokak hayvanlarına dair mücadelenin, itlaf ve katliamın karşısına sadece ya da öncelikle kısırlaştırmayı koyması yeterli değil. Kısırlaştırma, köpek üretimi ve satımının yasaklanması gibi tedbirler anlamlı olsa da sokak köpeklerini bir “sorun” sayan bakış açısı değişmediği müddetçe kalıcı kazanımlar elde etmek mümkün değil. Köpeklerin sokaklara ait olmadığı varsayımından, yani iktidarın da paylaştığı bu yaygın yanlıştan hareket eden bir itirazın ölümü gösterip sıtmaya razı etme taktikleri karşısında başarı şansı yok. Köpeklerin yerinin sokak olmadığını baştan kabul etmek demek, iktidarın kentleri hayvanlardan arındırmaya dönük politikaları karşısında savunmasız kalmak demek.
Sokaklar köpeklere de ait. Sokakta yaşayan köpekler “sokağa düşmüş”, “sahipsiz kalmış”, “uyutulması” ya da kurtarılması gereken biçareler değil. Sokak, köpeklerin binlerce yıldır insanlarla paylaştığı, onlarla birlikte varolduğu ortak yaşam alanı. Tartışmaya buradan başlamalı, bu köpeklerin bir sapma ya da sorun olarak damgalanmasına karşı durmalıyız.
Sokakları köpeklerden arındırmayı değil, sokakları ve içinde yaşadığımız kentleri bir bütün olarak dönüştürmeyi önüne koyan bir anlayışa ihtiyacımız var. Sokak hayvanlarının trafik kazalarında ölüyor ya da yaralanıyor olmasını durdurmanın yolu sokakları köpeklerden değil, arabalardan arındırmak. Sınırsız ve serbest mal ve hizmet dolaşımına uyarlı olarak inşa edilmiş kentsel mekânları insanların ve insan dışı hayvanların çıkar ve ihtiyaçları temelinde yeniden düşünmek, yeniden kurmak gerekiyor.
Bu sokaklar sadece köpeklere değil, insanlara da hayatı dar ediyor. Köpekleri kentsel çeperlere sürgün eden kentsel dönüşüm süreci yoksulları da aynı kadere mahkûm ediyor. Kentsel mekânların otomobillerin engelsiz ve süratli seyrine odaklı bir biçimde düzenlenmesi, köpekler ve diğer hayvanlar kadar insanların da yaşamını olumsuz etkiliyor. Yeşil alanların, parkların, bahçelerin, koruların yokluğu ya da çok sınırlı olması hayvanlar kadar insan denen hayvanı da beton içinde yaşamak zorunda bırakıyor.
Tartışmamız gereken sorun “sokak köpeği sorunu”, karar vermemiz gereken husus sokak köpeklerini ne yapacağımız değil. Esas soru, nasıl kentlerde yaşamak istediğimizle ve dahası nasıl bir gündelik hayat istediğimizle doğrudan ilişkili.
Dolayısıyla, hedefimiz kentsel mekânları insan ve hayvanların uyum içerisinde paylaşabilmesini mümkün kılacak uygulamalar olmalı, kentleri hayvanlardan arındırmak değil. Sokakta yaşayan köpeklerin savunulması nasıl bir kent, nasıl bir mahalle istediğimizle alâkalı bir büyük politik mesele: Hayvanlarla birlikte yaşadığımız, hayvanların da ihtiyaçlarını gözeten bir kentsel mekân mı, yoksa insan dışı hayvanların olmadığı, cansız çorak bir beton yığını mı?
Türkiye’de belli yerellerde yoğunlaşmış da olsa semt sakinlerinin sokak köpeklerinin bakımını gözettiği çok yaygın bir ağ var. Üstelik bu ağ, başta da belirttiğimiz üzere, ayaklarını neredeyse 200 yıllık bir fiili direniş geleneğine basıyor. Bu inisiyatifler sokak köpeklerinin kolektif bakımını bireysel duyarlılığın insafından çıkartacak ve bölgesel sıkışmışlığı aşacak çok daha yaygın kolektif bir toplumsal örgütlenmenin mümkün olduğunun işareti.
[1] Aktaran Ömer Obuz, Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e Hayvan Katliamları ve Himaye Kediler, Köpekler, Kargalar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2022, s. 103.
[2] Neil Davidson, “The Actuality of the Revolution”, Revolutionary Rehearsals in the Neoliberal Age içinde (ed. Barker, Dale, Davidson), Haymarket Books, 2021, s. 588.
[3] https://www.diplomatie.gouv.fr/fr/conseils-aux-voyageurs/conseils-par-pays-destination/finlande/#sante
[4] Kiraz Özdoğan, Ali Bilgin, “Güvenlik Mekanizması Olarak Köpek Nüfus Yönetimi Ve Sokak Köpekleri”, İnsan, Hayvan ve Ötesi: Türkiye’de Hayvan Çalışmaları, Der. Kiraz Özdoğan, M. Fatih Tatari, Ali Bilgin, Kolektif Kitap, 2021, İstanbul, s. 69-91.
[5] Friederike Range ve Sarah Marshall-Pescini, Wolves and Dogs Between Myth and Science, Springer, 2022, s. 83-4.
[6] Raymond ve Lorna Coppinger, What Is a Dog?, The University of Chicago Press, Londra, 2016, s. 42.
[7] Chris Pearson, Dogopolis –How Dogs and Humans Made Modern New York, London and Paris, University of Chicago Press, Londra, 2021, s. 26.
[8] Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 85.
[9] “Euthanasia”, Peta
[10] Chris Pearson, “Stray Dogs and the Making of Modern Paris”, s. 33.
[11] Aktaran Irvin Cemil Schick, “İstanbul’da 1910’da Gerçekleşen Büyük Köpek İtlâfı: Bir Mekân Üzerinde Çekişme Vakası”, Toplumsal Tarih, sayı 200, Ağustos 2010, s. 30.
[12] Cihangir Gündoğdu, “The state and the stray dogs in late Ottoman Istanbul: from unruly subjects to servile friends”, Middle Eastern Studies, 2018.
[13] Kemalettin Kuzucu, İstanbul’un Sokak Köpekleri –Muhafazakârlık ve Modernlik Bağlamında Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, Kapı Yayınları, İstanbul, 2022, s. 415.
[14] Aktaran Marc Bekoff, Canine Confidential –Why Dogs Do What They Do, The University of Chicago Press, Londra, 2018, s. 210.
[15] “The importance of studying free-ranging dogs, and what we learned about Bali dogs”, Do you believe in dog?, 10 Ağustos 2018
[16] Alexandra Horowitz, “Considering The ‘Dog’ in Dog-Human Interaction”, Frontiers in Veterinary Science.
[17] Aktaran Kenny Torrella, “The case against pet ownership”, Vox, 11 Nisan 2023