Takvimler 16 Ekim’i gösterdiğinde Dünya Gıda Günü kutlanıyor. “Kutlanıyor” lafın gelişi, kutlanacak bir şey olmadığı biliniyor, “dövünme günü” dense yeridir. Gelgelelim, dövünmek çare olmadığına göre, ne yapmalı, nasıl yapmalı? Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu genel başkanı Abdullah Aysu’ya ve yeni kitabı Kooperatifler’e bağlanıyoruz.
Kitabınızın kapağında “Yemek yemek politik bir iştir” yazıyor, neden?
Abdullah Aysu: Neyi ne zaman ve nasıl yiyeceğimiz yaşamsal bir tercihtir ve tüm tercihlerimiz gibi politiktir. Yaptığımız bu tercihle bir sistemin işleyişine dahil oluruz. Ve bu tercihin bir ekonomi politiği var. Her şey devletin çiftçinin üretimini baskılaması ile başlar, sonra da kentte emekçinin maaşı baskılanır. Böylece “bekası” için başka alanlara kaynak yaratır devlet.
Örneğin, bugün geleneksel tarımı uygulayarak soğanın kilosunu 7 liraya mâledersiniz tarlada, aracıları geçip pazara gelinceye kadar 40 lira olur. Ama siz soğanı dopingli, kimyasalla hızla yetişen bir biçimde üretir ve pazara sürerseniz, çiftçiden kilosunu 40 kuruşa alır, kentte 7 liraya satarsınız. Endüstriyel tarımı yaparak ürünün fiyatını baskılamazsanız, kimseyi asgari ücretle çalıştıramazsınız. Bu sistem gıdanın kalitesine değil, fiyatına odaklıdır. Aracılar ile sermaye ve aracı sisteminin her aşamasında yüklenen vergilerle devlet kazanır, üretici ve tüketici kaybeder, sömürülür. Bu sisteme sesinizi çıkarmıyorsanız, Bülent Şık gibi sesini çıkaranlara sahip çıkmıyorsanız, önünüze konanı yiyorsunuz, tercihinizi bu yönde kullanıyorsunuz demektir. Ne yiyorum, kim yetiştiriyor, ne zaman, nasıl yiyorum diye sormaya başladıysanız, gıda egemenliği için mücadeleye hazırsınız demektir. Bugün çiftçi mutsuz, tüketici umutsuz ve endişeli. Ve saklanamaz bir gıda krizi var. Gıda konusunda herkes endişeli. En çok da kentliler. Kentliler sağlıklı gıda talep ederlerse durum değişebilir.
Nasıl?
Domatesin kilosunu Migros’tan iki-üç liraya alıyorlar. Kentli yine iki lira vermeyi kabul eder, aracıları devreden çıkarır, doğrudan çiftçiden alırsa, çiftçi dekar başına düşen verimlilik kaygısını tüketicinin ödeyeceği fiyatla karşılar ve sağlıklı ürün yetiştirir. Bu da tarımın en doğru biçimde yapılmasını sağlar ve beslenme kültürünün değişimine yol açar. Tam bu noktada “tüketici” artık tüketici olmaktan çıkar, “yarı üretici” durumuna geçer. Bunu da üretici ve tüketicileri bir araya getiren kooperatifler sağlar. Bu açıdan kooperatifler ve kooperatifçilik, dayanışma içinde üreteceğimiz bir yaşamın anahtarıdır. Bu nedenle, bilinçli olarak engellenir, unutturulur, içi boşaltılır ve karalanır. Soframıza gelen gıdalar işte böylesi bir dayanışmanın ürünü olması gereken doğanın armağanlarıdır. Onlar da kirletilir, aracılar üzerinden ulaştırılarak yabancılaştırılır ve yine bilinçli olarak endüstrileştirilir. İhtiyaçtan koparılır. Bunun için de bilge köylü tarımı engellenir, kapalı kapılar ardında bin türlü tezgâh kurulur. Halk gıda egemenliğini kaybeder.
5 Ekim’de cumhurbaşkanı AKP’nin İstişare ve Değerlendirme Toplantısı’nda şöyle dedi: “Gelecekte gıdayı kontrol edenin dünyayı da kontrol edeceği gerçeği giderek netleşiyor.” Gıda kontrolü, gıda güvenliği ve gıda egemenliği ne demek?
Ne demek gıda kontrolü? Bunu zaten yedi ulus-üstü şirket yapıyor. Devletlerin burada söz hakları yok ki. Gıda kontrolü nasıl neoliberal bir söylemse, gıda güvenliği de öyle. Güvenli gıda dendiğinde ne demiş oluyorlar? El değmeden, kimin nasıl yetiştirdiğini bilmediğimiz gıdaların albenili ambalajlarda sunulması kastedilen. Gıda egemenliği ise yiyip içtiklerimizi şirketlerin denetiminden çıkarıp halkın egemenliğine geçirecek, topraklarımızı, sularımızı, tohumlarımızı, biyolojik çeşitliliği koruyacak toplumsal bir projedir. Merkezinde çiftçiler, balıkçılar, kır işçileri, göçmenler, çobanlar, kadınlar, gençler, ekoloji ve kent hareketleri, hepimiz varız. Gıda egemenliğinin gerçekleşmesi için üretici ve tüketici kooperatiflerinin buluşması ve dayanışması gerekir.
Gıda egemenliği yiyip içtiklerimizi şirketlerin denetiminden çıkarıp halkın egemenliğine geçirecek, topraklarımızı, sularımızı, tohumlarımızı, biyolojik çeşitliliği koruyacak toplumsal bir projedir. Merkezinde çiftçiler, balıkçılar, kır işçileri, göçmenler, çobanlar, kadınlar, gençler, ekoloji ve kent hareketleri, hepimiz varız. Gıda egemenliğinin gerçekleşmesi için üretici ve tüketici kooperatiflerinin buluşması ve dayanışması gerekir.
Hasat bitti, adı üzerinde ekim ayındayız. Mevcut durum nedir?
Her hasat bir önceki yılı aratıyor çiftçiler açısından. Fiyat baskılanıyor. Hasattan kısa bir süre önce, devlet gümrükleri sıfırlıyor, ürün ithal etmeye başlıyor. Böylece çiftçinin elindeki ürünün fiyatını denetliyor, ama çokuluslu şirketlerin tekelindeki girdilerin –motorin, benzin, tohum, gübre ve ilacın– fiyatını belirleyemiyor. Üretim girdilerinde maliyetler artıyor, çiftçinin satışı da ithalat kırbacı ile baskılanıyor. Sonuç, çiftçiler iflas ediyor. Örneğin üzüm için devlet fiyat açıkladı: “Fiyatı kilosu 10,5 TL’den aşağı olmayacak. Olursa TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi) olarak biz alacağız” dedi. Tariş Üzüm Birliği de üzümü 10,5’tan almaya başladı üreticiden. Bunun üzerine tüccar itiraz etti ve TMO ürünü 9,2 TL’den aldı. Fiyatı aşağı çekince üzümcüler zora girdi. Çiftçi TMO, Tariş ve tüccarın kıskacı altında ürününü sattı. Devletin piyasayı üretici lehine düzenlemesi gerekirken tüccar lehine düzenliyor. Bu uygulama tüm ürünler için geçerli. Birlikler devlet artı tüccarın talepleri çerçevesinde hareket ettiği için bu düzen yıllardır böyle sürüp gidiyor.
Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri neden ortağı çiftçinin lehine çalışmıyor?
Bağımsız değiller çünkü. Bu mesele sadece bugünün değil, dünün de meselesiydi. Türkiye’de aydınlar, demokratlar Türkiye’nin tarım ve kooperatifler üzerinden biçimlendirildiğinin, yönetildiğinin farkına varmadılar. Türkiye bir tarım ülkesiydi, cumhuriyetin ilk yıllarında nüfusun yüzde 85’i tarımla uğraşıyordu. 1935’ten bu yana tarım kooperatiflerinin çoğu devlet vesayeti altında kuruldu. Böylece kırsaldan kente, çiftçiden sermayeye kaynak aktarmaya yaradılar. Çiftçiler bir araya geldi, ortak oldu, kooperatiflerin genel kurullarını ve birlikleri oluşturdular. Bunun tepesine devlet birer genel müdür atadı. Tariş, Marmarabirlik, Fiskobirlik; bu birliklerin tepesine ticaret bakanlığınca atanan genel müdürler aracılığıyla çay, şeker ve buğdayın dışındaki her şeyi bir şekilde kontrol altına aldı devlet. Bu genel müdürler kooperatiflerden ne kadar ürün alınacağına, ürünün fiyatına, ne kadarının işleneceğine ve işlenen ürünün kaça satılacağına karar verdiler. Devletin bir kurumu gibi işletildi birlikler. Elde edilen kazanç tarıma dönmedi, devletin hazinesine giren tüm paralar gibi kullanıldı.
Her hasat bir önceki yılı aratıyor. Hasattan kısa bir süre önce, devlet gümrükleri sıfırlıyor, ürün ithal etmeye başlıyor. Böylece çiftçinin elindeki ürünün fiyatını denetliyor, ama çokuluslu şirketlerin tekelindeki girdilerin –motorin, benzin, tohum, gübre ve ilacın– fiyatını belirleyemiyor. Üretim girdilerinde maliyetler artıyor, çiftçinin satışı da ithalat kırbacı ile baskılanıyor. Sonuç, çiftçiler iflas ediyor.
Nerede kullanıldı?
Hazine’nin kaynakları bugün nereye kullanılıyorsa oraya, batan veya battığı iddia edilen şirketleri kurtarmak için kullanıldı. ‘80 öncesinde kurtarılan şirketlerin tümü tarım-satış kooperatiflerinin paralarıyla kurtarıldı. Sözünü ettiğim bu birliklerin sayısı 16’dır. Bunların on tanesinin ciroları 100 firma arasında geçer. Öte yandan, biz çiftçiler hep diyorduk ki “genel müdürlerimizi biz seçelim, bağımsız olsun birlikler”. Devlet “hay hay” dedi ve genel müdürleri seçme yetkisi verdi, ama Dünya Bankası’nın önerisiyle Yeniden Yapılandırma Kurulları’nı devreye soktular. Yeniden Yapılandırılma Kurulları da dedi ki, “işçilerinizin işine son vereceksiniz, satış mağazalarınızı kapatacaksınız”. Böylece üretimden pazarlamaya zinciri kırdılar. Tüm bunları 2000’lerde çıkan 4572 sayılı kanunla yaptılar. Bunu yaparken de “banka kuramaz” dediler, Tarişbank’a el koydular. Entegre tesisler anonim şirketlere dönüştürüldü ve özelleştirildi. Böylece çiftçiler bir tabelanın altına girdi, ancak ürünün işlenmesinden pazarlamasına katma değer şirketlere devredildi. Eskiden çiftçinin emeği devlet eliyle şirketlere aktarılırken, yeni sistemle yaratılan katma değer doğrudan şirketlerin oldu. Böylece neoliberal politikalar gereği kooperatifler serbest piyasa kooperatiflerine, hatta şirketlere dönüştürüldü. Çünkü 4572 sayılı yasayla şirketleştirilen kooperatifler risturn payını çiftçiye dağıtmazlar.
Risturn payı nedir?
Kooperatifler ortağı üreticiden aldığı ürünü aldığı haliyle satmaz. Ürünü işler, ambalajlar, paketler, öyle satar. Yani buğdayı una, bisküviye, makarnaya dönüştürür ve satar. Böylece katma değer elde eder. Katma değer elde etme sürecinde harcanan işçilik, işletme masrafları gibi maliyetler çıktıktan sonra kalanı kooperatif ortaklarının katkıları oranında dağıtır, paylaştırır. Buna risturn payı denir. Bu pay dağıtılmadı, şirketlere aktarıldı. Çiftçi hakkını elde edemedi ve kooperatife sahip çıkmadı. Bu kaynak tarımın gelişmesine dönmedi, özel sektöre döndü. Tarımda bu kadar kaynak yaratmamıza rağmen burjuvazi yaratamadık bu ülkede. (gülüyor) Bu paralar tarıma dayalı kalkınmaya aktarılsaydı, bugün Türkiye sayılı ülkelerden biri olacaktı. Aydınlar tarımdan elde edilen bu kaynağın sermayeye aktırıldığını görmedi, aynı zamanda bu zincir koparılırken de çiftçiye kimse sahip çıkmadı.
Devlet birliklerden nasıl çekilmeliydi?
Birlikler özerk bir hale gelmeliydi. “Kooperatif ağalığı” olmamalıydı. Entegre tesisleri ve satış noktalarını kooperatiflerin yapısı içinde korumalıydı. Vergilerden tutun da tarım alanı açmaya kadar pek çok alanda teşvikler verilmeliydi. Bunlar yapılabilseydi bugün ne tarım ne de kooperatifçilik bu noktada olurdu. Çiftçiler kooperatiflerin kendileri ve tarım için çalıştığını göremediler. Oysa kooperatifler sisteme alternatif yapılardır.
Kooperatiflerin içeriği ve işlevi nedir, buna bakmak lâzım. Dönüştürücü ve değiştirici kapasitesi var mı? Ne kadar bağımsız? Risturn payı dağıtıyor mu? Üretimden pazarlamaya özgün bir zincir kurabiliyor mu? Ekolojik tarım yapıyor mu? Çocuk ve kadın emeği sömürülüyor mu? Bu soruları sormaya başladığınızda pek çok kooperatifin alternatif bir dayanışma ekonomisi kurmaktan çok uzak olduğunu görebilirsiniz.
Dünyada sisteme alternatif olabilen bir örnek var mı?
MST (Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem Terra), Topraksız Kır İşçileri hareketi var. Brezilya’da örgütlü. Toprak işgalcisi bu insanlar. Brezilya’da ‘70’lerde yaşanan ekonomik çözümsüzlük ikliminde doğdu. Yıllar süren toprak işgallerinin deneyimleri üzerine 1984’te ulusal kongre ile kuruldu. Böylece topraksız ve küçük topraklı köylü hareketi kurumsallaştı. MST illegal, legal yüzleri kooperatifleri.
Nasıl işgal ediyorlar?
Toprak işgalini anayasal bir hak üzerinden yapılıyor. İşlenmeyen, toprağa kötü davranan ve köle çalıştıranların topraklarını işgal ediyorlar. Tarım reformu geliyor ve işgal gerekçesini inceliyor, toprağı işgalcilere devrediyor. Büyük çiftçilerin alanları bizdekilerden büyük. Bunlar silah kullanan, asıl kendileri işgalci olan büyük çiftçiler. Bu büyük çiftçilerin arkasında devlet var. Kongre ve parlamentodan da insanlar oluyor bunlar. MST bugün de Brezilya’daki yeni yönetimle mücadele halinde. Amazon yangınları sırasında direniş ve eylemler yaparak yangınların söndürülmesini talep ettiler, seslerini duyurdular.
MST, 400 bin aile, en az bir buçuk milyon insandan oluşuyor. İşlediği –işgal edilip üzerinde yaşam kurulan ve işlenen– araziler devlete ait, mülkiyet hakkı yok, kullanım hakkı almış oluyorlar, devlete vergi vermiyorlar. İşgal alanları genel olarak 15 ila 30 hektar arasında değişiyor. Hareket aileler ve kolektiflerden oluşuyor. Birkaç yıl önce MST’yi ziyaret ettiğimizde sekiz milyon hektar alanı işliyorlardı.
MST için iş işgallerle bitmiyor. Toprağı en verimli biçimde işlemek gerekiyor, toprağın üzerindeki ailelerin ve kolektiflerin karnını doyurması sağlanıyor ve yeni işgaller için ailelere eğitim veriliyor. Kamplar bu açıdan çok önemli. Bu kamplarda beş-altı yıl kalınıyor. Direniş, eğitim ve kolektif yaşam pratiği burada kazanılıyor.
Nasıl örgütleniliyor?
MST tarafından önce çekirdek aileler organize ediliyor. On-yirmi aile arasında değişiyor. Her grubun iki koordinatörü var, biri erkek, biri kadın, eş-koordinatörlük sistemi yani. 100-500 aile bir araya geldiğinde birlik adını alıyor. Çekirdek gruplar birliklerin, birlikler bölgelerin, bölgeler eyaletlerin parçası oluyor. Koordinasyondakiler kamplarda yaşayanlar tarafından seçiliyor. Her eyalet iki kişi öneriyor ve MST içinde o bölgeyi temsil ediyor. Her iki yılda bir bu kişiler değişiyor. Başkan ya da lider yok. Genel kurula her eyalet bir kadın, bir erkek gönderiyor. Mücadele, üretim, eğitim, politik çalışma, finans, toplumsal cinsiyet gibi 12 aktif komisyonları ve iki bine yakın okulları var.
MST’nin genel politikası gıdanın yerel üretilmesi ve yerel kullanımı üzerine inşa edilmiş. Tüketici gruplarla da politik çalışmalar yapıyorlar. Bölgedeki kooperatifler arası değiş-tokuş var. Üretim, tüketim ve satış için gerekli miktarlar hesaplanarak yapılıyor. Ürünlerinin devlet tarafından alınıyor olması onları piyasanın ya da kapitalizmin yarışından koruyor. Toplamda bütün ürünlerin yüzde 30’unu devlet satın alıyor. On kalem ürünü sadece kendi tüketimleri için üretiyorlar. Toprağın işlenmesinden ürünün pazarlanmasına kadar her şey örgütleniyor. Çokuluslu şirketlere ve tekellere karşı mücadele etmek için kooperatifleşiyorlar. Modern Dünyada Tarım ve Özgürlük kitabımda anlattım tüm bunları.
Türkiye’de toprak işgalleri yaşandı mı?
Bizim gibi değil Brezilya’daki gelir dengesizliği. Orada 1500’lerden beri toprak ağalığı var, ama öyle böyle değil. Eyaletin birinde beni arabaya bindirdiler, yedi saat otobanda yol aldık. Yedi saat boyunca gördüğüm toprakların tümü iki kişiye aitti. Şöyle düşünün, Ankara-İstanbul arasında gidiyorsunuz ve bütün topraklar iki kişiye ait. Bizde ‘60’lardan sonra Torbalı’da ve bir-iki yerde daha toprak işgalleri var. 68’lilerin yürüttüğü bir açılımdı bu. ‘70’lerde kırsal alandaki mücadele mitinglere, hak aramalarına dönüştü. “Pancarda, fındıkta sömürüye son” gibi mitingler yapıldı. Bizde yukarıdan bir reform yapılmaya çalışıldı, MST en aşağıdan yapıyor bu reformu. Neyin ne olacağını kimse kestiremez. Şu anda görünmeyen ciddi bir dip dalga var. Mesela, bankaların emlak ofisleri kredilerini ödeyemeyen çiftçilerin topraklarını alıyor ve şirketlere satıyor. Şirketler henüz o toprakları işlemiyor. Topraklarına el konan çiftçiler işliyorlar halen. Yarın öbür gün, o çiftçiler topraklarını ekemez duruma gelince ne olacak? Bu ciddi bir durum. Bunu kimse konuşmuyor.
1935’ten bu yana tarım kooperatiflerinin çoğu devlet vesayeti altında kuruldu. Böylece kırsaldan kente ve çiftçiden sermayeye kaynak aktarmaya yaradılar. Eskiden çiftçinin emeği devlet eliyle şirketlere aktarılırken, yeni sistemle yaratılan katma değer doğrudan şirketlerin oldu. Böylece neoliberal politikalar gereği kooperatifler serbest piyasa kooperatiflerine, hatta şirketlere dönüştürüldü.
Kitaba dönersek, Köy Kalkınma Kooperatifleri’ne daha sıcak baktığınız görülüyor. Sebep ne?
Birlikler işlevsiz, çiftçi için ürünün alımı dışında bir işlevleri yok. Ancak köy kalkınma kooperatifleri hâlâ alternatif olma özelliğini sürdürüyorlar kanımca. Köy kalkınma kooperatiflerinin kanununu Almanya hazırladı, bize gönderdi. “Bu kooperatiflere ortak olanları işçi olarak alırım” dedi. Köy Kalkınma Kooperatifleri’ne üye olarak Almanya’ya gidenler sekizer, biner lira borçlanarak gittiler.
Almanya’nın amacı elbette insanlar orada kalmasın, geri dönsündü. Kuruluşları itibarıyla, Köy Kalkınma Kooperatifleri’nde devlet vesayeti yoktu, bağımsız ve çok-amaçlı bir yapıları vardı. Ürünü alıyor, işliyor, paketliyor, eğitim veriyor, köyün müştereklerine katkıda bulunuyorlardı. 1994’ten sonra Köy Kalkınma Kooperatifleri, Tarımsal Kalkınma Kooperatifleri’ne dönüştü. Bir kısmı bugün tabeladan ibaret. Bu kooperatifler bugün istense doğru temelde çalıştırılabilir. Mazgirt Akpazar’daki Elmalı Kooperatifi 23 köyün bir araya gelmesiyle kurulmuş bir tarımsal kalkınma kooperatifi örneğin. Aynı şekilde Devrek Güneşi de bir tarımsal kalkınma kooperatifi. Güzel örnekleri ayağa kaldırıp gösterip diğerleri için de çabalamak gerekir. Üzüm üzüme bakarak kararır, olgunlaşır misali.
Kırda bir birlik daha var: Tarımsal Üretici Birlikleri…
Bunları da devlet kurdu, çiftçiler ortak oldu. Risturn payı dağıtmazlar. Bunlar da, “kooperatif kuruldu mu, kuruldu” anlayışı ile oluşturulan yapılar. AB destekledi bu yapıları. Esas itibarıyla çiftçilerin sırtından kazanç elde eden aracılar gibi çalışırlar.
Diğer bir tarımsal örgütlenme Tarım Kredi Kooperatifleri. Kitapta bunların da çiftçinin lehine çalışmadığını söylüyorsunuz. Neden?
Tarım Kredi Kooperatifleri de devlet vesayeti altında. Çiftçiler ortaktır, yönetimini onlar belirler, icraat ve politikaları bakanlıkça belirlenir. Çiftçiye ayni ve nakdi kredi sağlayan kuruluşlardır. Çiftçi tohumunu, traktörünü alır, peyderpey öder. Tarımın girdilerini temin eder, hasat sonunda bunları toplar. Bu haliyle tüccar gibi çalışır. Ortak olan, aidat ödeyen çiftçi borçlanır, borcunun faizini silemez, ortağı olduğu yapının politikalarını belirleyemez. Tarım Kredi Kooperatifleri’ne borcu olan icralık o kadar çok çiftçi var ki.
Ne yapmalı, nasıl yapmalı ?
Üretici ve tüketici kooperatifleri aynı çatı altında kurulmalı. Böylece aracılar kaldırılacak ve doğrudan bir temas sağlanacak. Bu doğrudan temas da tüketiciyi tüketici olmaktan çıkaracak ve yarı üretici hale getirecek. Üreten de doğru temellerde üretim yapacak, elde ettiği üründen para kazanacak ve ailesinin geçimini sağlayacak. Ürünü işleme aşamasında iş olanakları sağlanacak, bu da kente akışı azaltacak. Aracılar nedeniyle ortaya çıkan ürün kaybı olmayacak ve doğa tahribatı azalacak. Yarı üretici konumuna gelen tüketici aracısız ürüne kavuşacak, ne yediğini bilecek. Yeni bir alışveriş kültürü ortaya çıkacak.
Kooperatifler üretimden pazarlamaya kadar şirketin, siyasetin veya sistemin vesayetinde olmayacak. Bilge köylü tarımı ile üretim yapacak, kimyasal ve katkı maddesi kullanmayacak, emek sömürüsü yapmayacak. Kazanç da herkese eşit bir biçimde geri dönecek. Bunları yaptığımızda ancak şimdiki tarım sisteminden örnek ve güçlü bir kopuşu gerçekleştirebiliriz.
Şu anda Kadıköy, Boğaziçi, Beşiktaş, Koşuyolu, Yerdeniz gibi yirminin üzerinde kooperatif, üretimden tüketime, bir değişim yaratmaya çalışıyor. Bir süre önce Devrek Güneşi’ne gittiğimizde unlu ürünlerin satışını yaptıklarını gördük. Unu nereden aldıklarını sorduğumuzda “fabrikadan” dediler. Ürünlerini bilge köylü tarımı ile üretilmiş buğday unundan yapma önerisi getirdik. Çiftçi tohumu sağlandı kendilerine, kooperatifin ortakları o tohumdan buğday ve un elde ettiler. Şu an güneş enerjisiyle çalışan değirmenlerinde öğütüyorlar bu buğdayı. Devlet ne o çiftçi tohumuna ne de o değirmene destek veriyor. Kendi öz kaynaklarıyla adım adım yapmak zorunda kooperatifler. Tüm bu girişimler henüz tomurcuk sayılır. Yerdeniz ve Kadıköy kooperatifleri alım yapmadan önce yereldeki üretici ve kooperatiflere birer form gönderiyor, ürünün nasıl elde edildiğini, kooperatifin yapısını öğreniyorlar. Bu da üreticilerin farkındalığını artırıyor. Yeni kurulan kooperatifler tüzüklerinde kültürel ve sosyal faaliyetlere de yer veriyorlar. Bunlar da önemli.
Belediyelerin, vakıfların ve uluslararası kuruluşların, hatta valiliklerin öncülüğünde kooperatifler kuruluyor…
Vakıflar, belediye veya projeler sonucunda kurulan kooperatiflerin büyük bir bölümü bağımlı olarak kuruluyor. Tamamen bağımsız olamadıkları için sürdürülebilir de olmuyorlar. Halbuki özellikle yerel yönetimler kent tarımını desteklemek için kooperatiflere, onların bağımsızlıklarına riayet ederek lojistik, eğitim, araç gereç desteği verebilirler. Böyle örnekler de var.
Aslına bakarsanız, genel olarak herkes kooperatiflere sarıldı. Bunun nedeni yaşanan ekonomik kriz. Kooperatifler şirketlere oranla kriz zamanlarında en dayanıklı yapılardır. Kooperatiflerin içeriği ve işlevi nedir, buna bakmak lâzım. Dönüştürücü ve değiştirici kapasitesi var mı? Ne kadar bağımsız? Risturn payı dağıtıyor mu? Üretimden pazarlamaya özgün bir zincir kurabiliyor mu? Ekolojik tarım yapıyor mu? Çocuk ve kadın emeği sömürülüyor mu? Bu soruları sormaya başladığınızda pek çok kooperatifin alternatif bir dayanışma ekonomisi kurmaktan çok uzak olduğunu görebilirsiniz. Bu şartları yerine getirmeyen kooperatifler serbest piyasa kuralları ile çalışıyorlar.
Çok önemli bir mesele daha var. O da örgütlenmelerde hiyerarşiyi reddetmek ve kolektivizm. Kapitalizmin bize unutturduğu kolektivimizi hatırlamamız şart. Kooperatifler üretimden pazarlamaya kadar şirketin, siyasetin veya sistemin vesayetinde olmayacak. Bilge köylü tarımı ile üretim yapacak, kimyasal ve katkı maddesi kullanmayacak, emek sömürüsü yapmayacak. Kazanç da herkese eşit bir biçimde geri dönecek, risturn payını dağıtacak. Bunları yaptığımızda ancak şimdiki tarım sisteminden örnek ve güçlü bir kopuşu gerçekleştirebiliriz.
2019 başında yaptığımız söyleşide HDP ve CHP’nin alternatif çiftçi programları hazırlığından söz etmiştiniz, bu çalışmalar ne durumda?
Her iki partinin çalışmalarını izliyorum, zaman zaman temas ediyoruz. Kent tarımının önemine dair de konuşmuştuk o söyleşide. İBB’nin kent tarımı konusundaki çalışmalarından haberdarız. Umut verici gelişmeler var. İstanbul’un kendi havzasında yetiştirdiği ürünler kentin bir günlük beslenmesini karşılıyor ancak. Kent tarımına yönelik çalışmalar bu kapasiteyi artıracak. İBB bu konuda bir ekip kurdu. İstanbulluya kooperatiflerden aldıkları sütü kentte dağıtacaklar, bunun için gerekli veri ve altyapı çalışması yapıyorlar. Benzer çalışmalar İzmir’de de var. Bizzat katkı sunduğum Fındıklı Belediyesi’nin çalışmaları var. Orada “zehirsiz bahçeler, zehirsiz bölge Fındıklı” projesini yürütüyoruz. Eğitimler veriyoruz bu aşamada. Mayıs 2020’de tarım ve ekoloji festivali yapıp çalışmaları kamuoyu ile paylaşacağız.
Ziraat Mühendisleri Odası genel başkanı Özden Güngör, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca kiralanmasının önü açılan Hazine’ye ait tarım arazilerinin başka bir düzenleme ile de yarı fiyatına satışa çıkarıldığını söyledi. Böylece belediye ve mücavir alan sınırları içinde bulunan söz konusu araziler belediyelerinden alınmış oldu. Bu düzenlemeyi nasıl okumak gerekir?
Bu düzenlemenin özü şu: “Kriz var.” Timur Selçuk’un şarkısı gibi açıklamalara bakarsanız, “ekonomi tıkırında”, ama “kriz var”. Bu yüzden de her şeyi paraya çevirme “zorunluluğu” içindeler. Ayrıca muhalefetin elindeki belediyelerin tarım için biraz kıpırdaması rahatsız ediyor onları. Buna karşı da bu üretim ve dayanışma alanlarını daraltmak, hatta yok etmek istiyorlar. Devletin kırları merkezin kontrolüne alarak totaliterliğini pekiştirmesi gibi siyasi bir okuma da yapılabilir. Bunun için herkesin mücadele etmesi gerek. Sözü edilen arazilerin çoğu meradır. Hayvanlar için bedava yemlenme alanı olan bu yerleri yok ederek aynı zamanda çiftçiyi endüstriyel yem almaya yönlendirecekler. Bu alanların tarımsal üretime değil, farklı amaçlı kullanıma açılması da ayrı bir sorun. Bundan ivedilikle vazgeçilmesi gerek. Geçen ay sonunda Brüksel’de katıldığım toplantıda, Köylüler ve Kırsalda Çalışan Diğer İnsanların Hakları Deklarasyonu’nun ülkeler nezdinde kabulüne ilişkin stratejileri konuştuk. Türkiye bu deklarasyona taraf olmadı ve çekimser kaldı. Buna imza atmış olsaydı, Hazine arazilerini, özellikle tarıma elverişli olanları böyle dilediği gibi satamazdı…