DEPREM BÖLGESİNDE REZERV YAPI ALANLARI

Ceyhan Çılğın
10 Temmuz 2024
6 Şubat'ın ardından Hatay. Fotoğraf: Ceyhan Çılğın
SATIRBAŞLARI

Deprem bölgesi, 6 Şubat 2023’ün ardından iki ay boyunca Türkiye gündeminde yer tutmayı sürdürdü. Fakat Türkiye’de siyasetin ve yarattığı hercümercin bütün esaslı sorunları tali hale getirdiği malûm. Nitekim 14 Mayıs 2023 genel seçiminin irtifasını düşürdüğü deprem bölgesi gündemi, siyasi partilerin iç işleyişine dair konuların, partiler arası ilişkilerin arasında eriyip gitti. 31 Mart 2024 seçim süreci boyunca, bugün dahi devam eden normalleşme söylemlerinin bir köşesinde bile yer bulamadan, görünmez hale geldi. Halbuki, giderek yalnızlaşan deprem bölgesinde birçok sorunun yanında hayli karmaşık bir imar, inşa, onarım süreci devam ediyor. Buradaki karmaşa depremzedeler nezdinde birçok meseleyi görünmez kılıyor. Olan bitenin bir kısmını ve neyi ıskaladığımızı meslek alanım şehir plancılığıyla ilişkilendirerek tanımlamaya çalışacağım.

Deprem bölgesinde son birkaç ayın esaslı tartışmalarından biri Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nca alınan “rezerv yapı alanı” kararları. Özellikle Hatay’daki, Antakya, Defne, Samandağ, Kırıkhan gibi ilçelerdeki “Rezerve Hayır” protestoları yerel, ulusal, sosyal medyada haberlere konu olabildi. Hatay, yıkımın yüksek düzeyde yaşanması, sahip olduğu çok kültürlü yapı, özgün tarihi dokusu gibi muhtelif nedenlerden ötürü, depremde hasar almış diğer kentlere göre daha görünür bir şehir. Bu yüzden Hatay’da rezerv yapı alanı kararlarına yönelik tepkilerden bir biçimde haberdar olabiliyoruz. Bizlere kadar ulaşamasa da, bu tepkiler deprem bölgesindeki diğer kentlerde de sürüyor. Bu haberlere ancak yerel medyayı takip ederseniz ya da özellikle araştırmaya çabalarsanız ulaşabiliyorsunuz.

Hayatları altüst olmuş depremzedeler, olağan koşulların sürdüğü yerlerde uygulanan ve hak sahiplerinin katılımını dahi gözetmeyen kentsel dönüşüm süreçlerinin daha sert hallerini yaşıyor.

Rezerv yapı alanı kararları topyekûn bir tepkiyle karşılaşmıyor elbette. Sayılarının ne düzeyde olduğunu bilmediğimiz, sessizce bekleyen bir kesim ya bu kararların uygulanması gerektiğini düşünüyor ya da bu kararlar karşısında nasıl bir tutum alacağını kestiremiyor. Fakat bu protestolara farklı kentlerde farklı kesimler tarafından her gün bir yenisinin eklendiği gerçeği orta yerde duruyor. Tam da bu noktada birkaç soruyla meseleyi anlamaya çalışmak iyi olacak. Bu aşamada, deprem bölgesinde yaptığımız çalıştaylardan, konuştuğumuz depremzedelerden ya da STK’lardan edindiğimiz izlenimlerden hareketle, sayılarını çoğaltmanın mümkün olduğu, fakat şimdilik ön planda olduğunu düşündüğüm, topluca yanıtlayacağım aşağıdaki sorularla başlayacağım:

Rezerv yapı alanı nedir, ne işe yarar? Bugüne kadar nasıl uygulandı? Rezerv yapı alanı kararları neden tepki topluyor? Bütün mesele rezerv yapı alanı kararları mı? Az hasarlı ya da hasarsız binalar neden ve nasıl yıkılıyor?

Kanundan uygulamaya rezerv yapı alanı

Meclis’ten geçen bir torba yasa 9 Kasım 2023 günü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu torba yasayla, birçok başka yasayla birlikte, kamuoyunda “kentsel dönüşüm yasası” ya da “rezerv alan yasası” olarak bilinen 6306 sayılı kanunda son derece kritik değişiklikler yapıldı. En dikkat çekici olan, “rezerv yapı alanı” tanımının değiştirilmesiydi. Daha önce var olan “yeni yerleşim alanı olarak” ibaresi kaldırıldı. Zaten uzun süredir bilimsel verilere dayanmayan, gözlemsel analizlerle dahi kararlaştırılabilen rezerv yapı alanları, bu tanım değişikliğiyle üzerinde yerleşim alanı bulunan yerler için de uygulanabilir hale geldi.

Kamuoyunda 9 Kasım 2023 itibarıyla tartışılmaya başlansa da, rezerv yapı alanı kavramı, 6306 sayılı kanunun yürürlüğe girdiği 31 Mayıs 2012’den bu yana, 12 yıldır hayatımızda. Bu kanunda tarif edilen üç kategori var: Riskli alan, riskli yapı ve rezerv yapı alanı.

Rezerv yapı alanı, genel bir tanımlamayla, riskli alanlarda ya da riskli yapılarda yaşayanların, genellikle tekrar bu alanlarda ikametleri söz konusu olamayacaksa yerleştirilecekleri, imar haklarının transfer edilebileceği ya da Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’nın kaynak yaratmak üzere “yedek” yerleşim alanı olarak kullanabileceği alanlardır. Kilit nokta, riskli alanlar ya da yapılar için kurgulanıyor olmasıdır. Bu yasanın genel hatlarıyla yapmaya çalıştığını “iddia” ettiği şey afete dönük risk azaltımı yapmak, bunu da kentsel dönüşümle başarmak. Buradan hareketle, yasanın kâğıt üstünde ve genel bir değerlendirmeyle depremi bekleyen kentlerde deprem öncesi için risk azaltıcı tedbirler almayı amaçladığını söyleyebiliriz. En azından, yasa koyucuların gerekçesi bu. Fakat yasanın aktif biçimde uygulandığı kentlerde bugüne kadar karşılaştığımız durum bu iddiayla büyük oranda örtüşmüyor. Yasa, çoğunlukla artı değerin yüksek olduğu yerlerde, bitmemiş ya da yeni tasarlanan kentsel dönüşüm projelerini afet riskine dair hiçbir etaplamayı gözetmeden, olabilecek en katı araçlarla ve “rıza üretimi”ni pek dikkate almadan tamamlamak üzere uygulanıyor.

Bir yer için rezerv yapı alanı olma kararı verildiği anda burada yetki Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na geçiyor. Fakat rezerv yapı alanı kararları kamuya duyurulmuyor. Barınma hakkına, mülk kullanımına, kentlerin geleceğine ilişkin böylesi önemli bir karar, bakanın sıradan bir evrakta onay verdiği herhangi bir işlemden ibaret.

İşte rezerv yapı alanı kararlarının etrafında biriken tepkinin kaynağı tam da burada açığa çıkıyor. Bakanlık, Kentsel Dönüşüm Başkanlığı ya da ilgili diğer kamu idareleri, bir yandan 6 Şubat depremlerini yaşamış kentlere, depremi bekleyen ve henüz afeti yaşamamış kentlerde, örneğin İstanbul Tozkoparan’da, Fetihtepe’de, Tokatköy’de, Sarıgöl’de uyguladığı kentsel dönüşüm modeliyle yaklaşıyor… Diğer yandan bu modelin gerektirdiği açıklığı sağlamayarak, belirsizliğin hâkim olduğu, olağanüstü başka bir süreç işletiyor, olağanı ve olağanüstü olanı aynı anda kurguluyor… Hak sahipliği ölçütleri belirsiz, yapılacak inşaatların niteliği, maliyeti, buna hangi kalemlerin dahil edileceği, borç vadesi, kaç konut yapılacağı, nüfusun ne kadar olacağı gibi sayısı çoğaltılabilecek kritik soruların yanıtı yok. Depremde sevdiklerini kaybetmiş, hayatları altüst olmuş, büyük bir belirsizlikle boğuşan, niteliksiz geçici barınma alanlarında gıdaya, eğitime, sağlığa erişimi son derece kısıtlı, her yağmurda taşan altyapı sistemleriyle konteyner alanlarına sıkıştırılmış depremzedeler, olağan koşulların sürdüğü yerlerde uygulanan ve hak sahiplerinin katılımını dahi gözetmeyen kentsel dönüşüm süreçlerinin daha sert hallerini yaşıyor.

Bir örnek: Bir yer için rezerv yapı alanı olma kararı verildiği anda burada planlama, projelendirme ve sair süreçlere dair yetki Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na geçiyor. Fakat rezerv yapı alanı kararları kamuya duyurulan türden değil. Barınma hakkına, mülkiyet kullanımına, kentlerin geleceğine ilişkin böylesi önemli bir karar, bakanın sıradan bir evrakta onay verdiği herhangi bir işlemden ibaret. Dolayısıyla vatandaşlar olarak bizim bundan haberdar olmamız söz konusu değil. Yine de bakanlığın bu alanda daha önceden yetkili olan belediyeye bir resmi yazıyla rezerv yapı alanı kararını sınırlarıyla birlikte bildirmesi gerekiyor. Gelin görün ki deprem bölgesinde bazı kentlerde bu böyle uygulanmıyor. Belediye ancak bir parselle ilgili bir vatandaş talebi oluştuğunda ve sadece o parsel için rezerv yapı alanı kararı olup olmadığını bakanlığa resmi yazıyla sorup öğrenebiliyor. Başka bir deyişle bakanlık, bu sınırların kamuoyunun bilgisine açılmasını engellemiş oluyor. Deprem bölgesindeki yerel yönetimlerin önemli bir kısmının bu uygulamadan şikâyet ediyor gibi görünmediğini de not etmiş olalım.

Rezerv yapı alanı kararlarının bu kadar tepki toplamasının bir başka önemli nedeni bina kapılarına asılan tebligatlar. Yüksek yargı kararları, mülkiyete ilişkin işlemlerin muhatabına doğrudan elden tebliğ edilmesi gerektiğini belirtiyor. Ancak 6306 sayılı kanunda 2019 ve 2023 yıllarında yapılan değişikliklerle birlikte, bina kapılarına asılmış tebligatlar ilgilisine iletilmiş sayılıyor. Fakat burada tek sorun tebligat usûlü değil. Devamında yaşanan karabasan öylesi büyük ki, bu ufacık bir sorun gibi kalıyor.

Binaların kapısına ya da duvarına iliştirilen bu kâğıtlarda “6306 sayılı kanunun 6/A maddesi uyarınca yapının riskli yapı olarak tespit edildiği” belirtiliyor. Bu tespitin nasıl yapıldığı tam bir muamma. Kanun maddesi öyle muğlaklıklar barındırıyor ki, hiçbir tespit yapılmadan, sırf bakanlık öyle kabul ettiği için riskli alanlarda ya da rezerv yapı alanlarında bulunan az hasarlı ve hatta hasarsız yapılar “yıkılacak derecede riskli yapı” olarak kabul edilebiliyor. İtiraz için iki gün süre var. Halbuki deprem bölgesinde, sadece Kentsel Dönüşüm İl Müdürlüğü’nü arayıp bulmak ya da buraya ulaşmak bile iki gün sürebilir.

Yapıda yaşayanlar itiraz edemedi veya itiraz edip, dava açıp netice alamadılar diyelim, bu durumda tespit kesinleşmiş olacak. Bu aşamada, bina kapısına asılmak üzere yeni bir tebligat belirecek ve yapının insandan, eşyadan tahliyesi için süre verilecek. Bu süreye uyulmazsa yapının kolluk güçleri nezaretinde boşaltılabileceği kanun maddesinde yer alıyor.

2020-22 arasında İstanbul’da birkaç mahallede yoğunlukla uygulanan Hazine’ye devir işlemi, rıza üretilemeyen yerlerde –idare açısından– hayli işlevsel. Deprem bölgesinde uygulanmasındaki ısrar da bundan. Yapısı az hasar almış, niteliksiz geçici barınma alanlarında ikamet etmek yerine güçlendirerek kendi binasında oturabilecek durumda olan insanlar “proje bütünlüğünü” bozmasın isteniyor.

Ama daha bitmedi. Deprem bölgesinde çeşitli kentlerde görüldüğü üzere, bu madde kapsamında yapıları yıkılan hak sahiplerine ilçe tapu müdürlüklerinden “Adınıza kayıtlı taşınmaz üzerinde ilçe tapu müdürlüğünde 6306 sayılı kanunun 6/A maddesi uyarınca Hazineye devir işlemi yapılmaktadır” şeklinde bir mesaj geliyor. Kamulaştırma mı? Değil. Peki öyleyse ne denmek isteniyor? Bu işlem 2020-22 arasında İstanbul’da birkaç mahallede yoğunlukla uygulandı. Rıza üretilemeyen yerlerde –idare açısından– hayli işlevsel bir madde. Deprem bölgesinde uygulanmasındaki ısrar da bundan. Yapısı az hasar almış, niteliksiz geçici barınma alanlarında ikamet etmek yerine güçlendirerek kendi binasında oturabilecek durumda olan insanlar “proje bütünlüğü”nü bozmasın isteniyor. Bakan Özhaseki “az hasarlı, hasarsız yapılara neden dokunalım” diye soruyordu, fakat hiyerarşik olarak kendisinin altında olan bürokratlar mahalle toplantılarında “uygulama bütünlüğü için az hasarlı yapıları yıkmamız gerekebilir” diyor. Neticede az hasarlı ya da hasarsız yapılar “uygulama bütünlüğü” denilerek yıkılıyor. Kavramsal olarak “afet riski” gibi her kilide uyan bir anahtar adeta.

Genel olarak deprem bölgesinde tepki gösterilen bu uygulama, Hatay’da büyük protestolara neden oluyor. Barınma hakkına bu düzeyde müdahale edilen, sahibi olduğu mülkiyetin kullanımı sınırlandırılan ve hatta sonlandırılan, hiçbir aşamada bilgilendirilmeyen öznenin, depremzedelerin bu duruma tepki göstermesinden bakanlık bir netice çıkarmalı ve bu yöntemden vazgeçilmeli. Bu yöntemde ısrar devam ederse, “rezerv yapı alanı” kavramı Türkiye’nin her yerinde büyük bir karşıtlık üretecek.

Deprem bölgesindeki birçok kentte olduğu gibi Antakya ve Defne’de de rezerv yapı alanları için hazırlanmış, kamuya açıklanmış imar planları söz konusu değil.

Neleri ıskalıyoruz?

Deprem yarattığı etkiler bakımından aynı zamanda toplumsal bir afet, dolayısıyla onarıcı faaliyetlere ilişkin taleplerin de toplumsal olması beklenir. Ama süreç maalesef toplumsal taleplerle şekillenmiyor. Niteliksiz geçici barınma alanlarında yaşamlarını gündelik hayatın türlü güçlüğüyle sürdüren ya da yaşadıkları kentten –koşullar yaşanabilir hale geldiğinde– geri dönmek üzere ayrılan depremzedeler çoğunlukla bir belirsizlikle baş başa bırakılıyor ya da borçlandırma usûlleri, hak sahipliği gibi meseleler etrafında yalnızca konut ön plana alınacak şekilde muhatap alınıyor. Depremzedelerin ayrı ayrı bireyler olarak muhatap alınması taleplerin, beklentilerin ve elbette tepkilerin kolektif bir niteliğe erişememesi anlamına geliyor.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki[1] bir canlı yayında “Rezerv alan bizim işimizi kolaylaştırıyor, konutları bir an önce yapıp hak sahiplerine dağıtıyoruz[2] demişti. Bakanlığın işinin kolaylaştığı bir gerçek, ancak bunun nedeni yalnızca rezerv yapı alanı kararları değil. Bunlar başlangıçta bir kolaylık sağlıyor, ama esas devamında yapılması gerektiği halde yapılmayanlara bakmak gerekir. Rezerv yapı alanı söz konusu olduğunda plan yapma yetkisinin bakanlığa ve kamu tüzel kişiliğini haiz Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’na geçtiğini yukarıda aktarmıştık. Hatay’da Antakya ve Defne ilçelerinin bir kısmı 14 Kasım 2023’te rezerv yapı alanı olarak kararlaştırıldı. Kanun gereği bu alanlarda nazım ve uygulama imar planlarının hazırlanması, bu planlarda belirtilen yapılaşma koşullarına göre inşaat ruhsatı verilmesi gerekiyor. Bakan yardımcısı, bir toplantıda kendisine planların hazırlanıp hazırlanmadığını soran bir yurttaşa “planlar hazırlanır, o iş kolay” demişti. Antakya ve Defne’de rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılan alanlarda bu yazının yazıldığı 2 Temmuz 2024 gününe kadar ilan edilmiş, kamuoyuna duyurulmuş bir imar planı söz konusu değil. Üstelik rezerv yapı alanının bazı yerlerinde zemin+5 kat yüksekliğine ulaşmış inşaatların şantiye faaliyetleri sürüyor. 5 Nisan 2023’te riskli alan ilan edilen bölgede de bazı inşaatlar zemin+5 kat yüksekliğine erişmiş durumda. Büyük kısmı kentsel sit alanı özelliği taşıyan riskli alan için hazırlanan koruma amaçlı imar planları, bu inşaatlar yükseldikten çok sonra, 11 Haziran 2024’te 15 gün süreyle ilan edildi. İlan süresinin dokuz günü bayram tatiline denk geldiği için, itiraz için geriye altı gün kalıyordu. Sadece bu tutuma bakarak dahi bakanlığın yaklaşımına dair çokça tespit yapabiliriz. Gelen tepkilerin ardından bakanlık, planın askı süresini dokuz gün daha uzattı. Bu planlarda katılım süreci işletilmedi, sürecin öznesi depremzedelere, STK’lara, meslek odalarına bir şey sorulmadı. Deprem bölgesindeki birçok kentte olduğu gibi Antakya ve Defne’de de rezerv yapı alanları için hazırlanmış, kamuya açıklanmış imar planları söz konusu değil.

Master planlarla ya da vaziyet planlarıyla kentleri kurma girişimi, şehirciliğin iflası anlamına gelir. Kamu eliyle yürütülmesi gereken iş ve işlemlerin siyasetle çeşitli bağlara sahip şirketler eliyle yürütülmesi ise, kamunun asli görevlerinden birini daha terk etmekte olduğunu gösterir.

Kentlerin, deprem sonrasını ve öncesini gözeterek, sosyo-ekonomik durumu, sosyo-kültürel yapıyı, özetle değişen tüm toplumsal ve mekânsal unsurları analiz ederek hazırlanmış imar planlarıyla, uygulama aşamalarını belirleyecek finansman modelleriyle ve etaplamalarıyla bir yeniden onarım sürecine ihtiyacı var. Bu planları sonraya bırakarak bizzat bakanlık eliyle hazırlanan ve hazırlatılan, kamuoyunun denetiminden uzak vaziyet planları ya da mevzuatta neredeyse hiç yeri olmayan “master planlar” ile süreç işletiliyor. Oysa gelecek kuşaklar için bu kentlerin sokağı, mahalleyi, kentin bütününü ele alacak şekilde kurgulanması gerekiyor. Kamu idarelerinden hem imar planlarını bütüncül olarak hazırlamalarını hem de deprem bölgesinde yaşayanların ya da göç edenlerin katılımını sağlayacak mekanizmalar geliştirmelerini istemek zorundayız.

“Hatay yeniden canlanıyor” mu?

30 Nisan 2024’te Türkiye Tasarım Vakfı (TTV) “Hatay yeniden canlanıyor” başlıklı bir lansman toplantısı yaptı. Rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılan alanın bir kısmını içerecek şekilde, yirmi adet mimarlık bürosu tarafından tasarlanmış, TTV’nin yürütücülüğünde hazırlanan bir master plan[3] tanıtıldı. Toplantıdan önce başlayan tartışmalar, master planın tanıtımından sonra alevlendi. Master planı burada biçim ve içerik olarak tartışmayacağım, hem yazı uzar hem de bu tartışma “master plan” anlayışını meşru kılmaya neden olur. Oysa bu anlayışı reddetmeliyiz. Kentlerin planlanması bütüncül bir meseledir, bir dolu analizi, sentezi, kararı, katılımı, tüm bunlar neticesinde hazırlanan imar planlarının kademeli birlikteliğini gerektirir. Türkiye’de yerleşik şehir planlama anlayışı böyledir, en azından böyle olması öngörülmüştür. Mevzuat da bu yönde kurgulanmıştır ve imar mevzuatında master plan, bu işler için belirlenen araçlar arasında sayılmamıştır. Master planlarla ya da vaziyet planlarıyla kentleri kurma girişimi, şehirciliğin iflası anlamına gelir. Kamu eliyle yürütülmesi gereken iş ve işlemlerin siyasetle çeşitli bağlara sahip şirketler eliyle yürütülmesi ise, kamunun asli görevlerinden birini daha terk etmekte olduğunu gösterir.

Öte yandan bu tartışmalara o kadar kapılıyoruz ki, TTV’nin master plana konu ettiği pilot proje alanının dışında kalan bölgede olan biteni ıskalıyoruz. Örneğin, 6 Şubat depremlerinden bugüne TOKİ tarafından yaklaşık 51 bin adet konut için 67 ihale yapılmış. Bunlara Kamu İhale Kurumu’nun Elektronik Kamu Alımları Platformu[4] üzerinden erişebiliyoruz. Peki ama bu konutların yapılacağı yerleri noktasal olarak biliyor muyuz? Konut tipolojilerinin farkında mıyız? Kaç katlı olduklarından haberimiz var mı? Bu konutların yapılacağı bölgelerde yaşayacaklar için ne kadar yeşil alan, donatı alanı (sağlık binası, okul, eğitim tesisi vs.) oluşturulacağı bilgisine vakıf mıyız? Değiliz. Neden? En az “rezerv alan yasası” kadar önemli, fakat bu yazıda henüz konuşmadığımız bir başka yasa nedeniyle…

Olağanüstülüğün sürekliliği: 7452 sayılı kanun

6 Şubat depremlerinden iki gün sonra cumhurbaşkanı, anayasanın 119. maddesiyle kendisine verilen yetkiyi kullanarak üç ay süreyle Olağanüstü Hal ilan etti. OHAL dönemi boyunca 27 adet OHAL kararnamesi yürürlüğe girdi. Bunlar elbette genel anlamıyla çok kritik, ancak biz bunlardan yerleşme ve yapılaşmaya ilişkin olanına bakacağız: 24 Şubat 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 126 no’lu Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ve 10 Nisan 2023 itibarıyla yasalaşmış hali olan 7452 sayılı kanun.[5]

7452 sayılı kanun, olağanüstü hal koşulları için hazırlanmış ve yalnızca bu dönem boyunca geçerli olabilecek 126 no’lu kararnameyle tanımlanan işleri olağan dönem koşullarında –olağanüstü koşullardaki gibi– yapmak üzere yürürlükte. Oysa olası bir afet durumunda yapılacak yardımlar, yerleşme ve yapılaşma meseleleri için tanımlanmış, 1959 yılından beri yürürlükte olan ve sosyal devlet ilkesine göre kurgulanmış 7269 sayılı yasayla devletin kalıcı konut yapması mümkün. 6 Şubat depremlerinden önceki afetlerin ardından sürdürülen iş ve işlemlerin neredeyse tümü 7269 sayılı kanuna göre gerçekleşiyordu. Afet sonrasında yapılacak işler bu kanun dairesinde olağan hukuka göre tarif edilmişti. Olağanüstü hukuka ihtiyaç duymadan, olağan dönemde hazırlanmış bir yasayla afete dair süreç yürütülecek ve temel hak kayıpları yaşanmayacaktı.[6] Ancak 7452 sayılı kanunla, bakanlığın ya da ilgili kamu idarelerinin faaliyetlerine ilişkin kamuoyu denetimini sınırlayan, hatta ortadan kaldıran olağanüstü bir süreç tasarlandı.

Olağanüstü hukuka ihtiyaç duymadan, olağan dönemde hazırlanmış bir yasayla afete dair süreç yürütülecek ve temel hak kayıpları yaşanmayacaktı. Ancak 7452 sayılı kanunla, bakanlığın ya da ilgili kamu idarelerinin faaliyetlerine ilişkin kamuoyu denetimini sınırlayan, hatta ortadan kaldıran olağanüstü bir süreç tasarlandı.

7452 sayılı kanunda yer alan hükme göre “geçici veya kesin iskan için bazı orman alanları, orman vasfını fiilen yitirmiş alanlar, mera alanları, zeytinlikler ve zeytinlik sahaları, başka yer bulunamazsa ilave ormanlar alanları” kullanılabilir. Ayrıca kanunda, gerekli görülen hallerde bu alanların vasıf değişikliğinin yapılabileceği, Hazine adına tescil edilebilecekleri, kamu kurum ve kuruluşlarına ait taşınmazlardan uygulamaya dahil edilecek olanlar ile özel mülkiyete tabi diğer bütün taşınmazlar için bakanlık tarafından devir ya da acele kamulaştırma kararı alınabileceği gibi maddeler var. Geçici ve kalıcı konutlar için kırsal nitelikli alanların yapılaşmaya konu edilmesinden bahsederken birdenbire karşımıza başka bir madde çıkıyor. Bu hayli kritik madde şöyle:

Köy yerleşme alanları dahil belirlenen kesin iskân alanlarında ve mevcut kentsel alanlarda, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nca onaylanacak plan ve imar uygulamaları beklenmeksizin, jeolojik etüt raporu ve zemin etüt raporu doğrultusunda Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nca onaylanacak vaziyet planına ve düzenlenecek yapı ruhsatına göre uygulama yapılır. Bu alanlarda Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nca onaylanan plan ve parselasyon planlarında, 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu’nun plan ve parselasyon ile ilgili işlemlerindeki askı, ilan, itirazlara ilişkin hükümleri uygulanmaz. Bu alanlarda taşınmaz mülkiyeti veya imar hakları kısmen veya tamamen başka bir alana aktarılabilir. Bu haklar takas ve trampa işlemlerine konu edilebilir.”

Bakanlık, kesin iskân alanlarında ve mevcut kentsel alanlarda, imar planı onaylanmadan, jeolojik ve zemin etüt raporlarıyla ve takiben vaziyet planlarıyla inşaat yapacağını beyan ediyor. İmar planlarını hazırlayacağını, ama bunun belirli bir vakti gerektirmediğini söylüyor. Planları hazırlasa dahi ilan etmeyeceğini, askıya çıkarmayacağını, kamuoyunun denetimine sunmadığı için itiraz sürecini de işletmeyeceğini ekliyor. Ayrıca uygun görürse mülkiyet ve imar haklarını takas, trampa işlemine konu edebileceğini, bu hakları başka bir alana aktarabilmeye yetkisinin olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Başka bir deyişle bakanlık, deprem bölgesinde 6306 sayılı kanunla sahip olduğu yetkilerin bazılarını ve hatta bu kanunda yer almayan bazı yetkileri, bu kanunun riskli alan, rezerv yapı alanı gibi kavramlarına ihtiyaç duymadan, yalnızca 7452 sayılı kanunu uygulayarak kullanabilir durumda.

Gelelim ihaleler faslına. Hatay örneğiyle devam edelim. Yukarıda aktardığımız üzere, TOKİ 6 Şubat depremlerinden bugüne kadar Hatay’da yaklaşık 51 bin konut için 67 adet ihale yapmış durumda. İhaleler, davet edilen firmalar arasında pazarlık usûlüyle yapılıyor. Bu ihalelerde yer alan konutların bazılarının imalat süreci bitmek üzere, bazıları ise TOKİ ve ihaleyi alan firmalar arasında sözleşme ve imza aşamasında. Kamu İhale Kanunu’nun “idarelerce uyulması gereken diğer kuralları” tanımladığı 62. maddesinde “Yapım işlerinde arsa temin edilmeden, mülkiyet, kamulaştırma ve gerekli hallerde imar işlemleri tamamlanmadan ve uygulama projeleri yapılmadan ihaleye çıkılamaz” hükmü yer alıyor. 7452 sayılı kanun açıkça “bu madde hükümleri uygulanmaz” diyor. Tabloyu netleştirelim: İmar planı olmasa da olur, olsa da kamuoyunun bilgisine sunmaya gerek yok, kamulaştırma ve imar uygulamaları olmadan sadece vaziyet planlarıyla da binalar yapılabilir, bu vaziyet planlarını kamuoyuyla paylaşmaya gerek yok, gerekli görülen hallerde özel mülkiyet ve imar hakkı başka alanlara aktarabilir, trampaya konu edilebilir. Netice: İnanılmaz bir keyfiyet…

Bakanlık, kesin iskân alanlarında ve mevcut kentsel alanlarda, imar planı onaylanmadan, jeolojik ve zemin etüt raporlarıyla ve takiben vaziyet planlarıyla inşaat yapacağını beyan ediyor. İmar planlarını hazırlayacağını, ama bunun belirli bir vakti gerektirmediğini söylüyor. Planları hazırlasa dahi ilan etmeyeceğini, askıya çıkarmayacağını, kamuoyunun denetimine sunmadığı için itiraz sürecini de işletmeyeceğini ekliyor.

Bu keyfiyetin ulaştığı düzeyi bir örnekle açalım. Aşağıdaki fotoğrafı Antakya ve Defne’de rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılan alanda yürürken 10 Haziran 2024 akşamı çektim. İmar planları bulunmayan bu alanda şantiye tabelasının arkasında yükselen bir inşaat var. İhale bilgileri yazılmamış. Kaç konut hangi toplam maliyetle yapılıyor, bilmiyoruz. İhaleyi alan firma, ihaleyi veren kurum ve yuvarlak cümlelerle de olsa işin adı belli sadece. Detaylar neredeyse hiçbir yerde yok. İhaleyi alan firma Melih Gökçek dönemi Ankara’sının en çok konuşulan firması. Şirketin büyüme hikâyesiyle ilgili medyada çokça haber var, ama bu ihale hiçbir şekilde haber yapılmamış. Bir tesadüf neticesinde önünden geçmemiş olsam, epeydir ihaleleri takip etmeye çalıştığım halde bu ihaleden hiçbir şekilde haberdar olamayacaktım. Nasıl oluyor bu? Deprem bölgesine dair kamuoyu takibi, bu meselelerden uzaklaşmış gibi görünüyor.

Antakya, Temmuz 2024. Fotoğraf: Ceyhan Çılğın

Şimdi ne yapmalıyız?

Deprem bölgesine kulak kesilmemiz gerekiyor. Kentlerin onarılması, depremzedeler için belirsizliklerle örülü bir süreç. Ortaya çıkan tablo, gelecek kuşakları da ilgilendiren kalıtsal bir soruna dönüşmeye aday. Bu belirsizliğin giderilmesi gerekiyor.

Belirsizliği köpürten bir diğer faktör ise, muhatapsız bırakılmak. Depremzede kime, nasıl ulaşacak? Muhatap kim? Bunları açıkça anlatmamız gerekiyor. Bakanlık oldukça rijit yöntemlerle barınma hakkına ağır müdahalelerde bulunuyor. Depremzedenin ihtiyaç duyduğu şeffaflığı, olağanüstü koşullar için kurgulanmış kararnamelerden dönüştürülen yasalardan hareketle görmezden geliyor. Parça parça tebligatlarla, depremden toplumsal olarak zarar görenleri bireysel davranmaya yönlendiriyor. Ama işte hayatın olağan akışı, her zaman bu kadar tekdüze, önceden belirlenmiş hatlar üzerinden olmuyor. Güçlendirerek oturabileceği az hasarlı yapısının neden yıkıldığını sormaya başlıyor depremzede, sahibi olduğu parselin bir telefon mesajıyla Hazine’ye nasıl devredilebildiğini sorguluyor. Yaşadığı mahalle için hazırlanmış, süslenmiş, allanıp pullanmış, şatafatlı tanıtım videolarıyla yalnızca sosyal medyadan ve birkaç internet sitesinden duyurulmuş bunca projenin kendisine sorulmadan nasıl, ne sayıda ve kimin için hazırlandığını düşünüyor. Attığı her adımda karşısında beliren hukuk kaosunun duvarlarını aşmak için uğraş veriyor.

Deprem bölgesinde yaşayanlar için yapılabilecek en mühim şey, yaşanan süreci onlar için ve hatta toplumun tamamı için berraklaştırmaktır. Depremzedeler, kendilerinin yaşayacağı kente dair söz sahibi kılınmıyor, sürece katılımları önemsenmiyor ve hatta istenmiyor gibi görünüyor. Gündelik hayatın binbir açmazına, zorlu koşullara maruz kalmış ve daha uzun bir süre geçici barınma alanlarında ikamet edeceğini öngörebileceğimiz depremzedelerin bir arada davranabilmesini sağlayacak yollar türetmeliyiz. Bugüne kadar bildiğimiz, öğrendiğimiz yasalar, planlama ve imar meseleleri deprem bölgesinde bambaşka, aşina olmadığımız bir sistemle yürütülüyor. Bu sistemi bir an evvel anlamalıyız.


[1] Bu yazının yazıldığı sırada Mehmet Özhaseki, istifa ederek Bakanlık koltuğunu Murat Kurum’a devretti.

[2] Bakan Özhaseki CNN Türk’te tek tek açıkladı! Rezerv alan, deprem konutları, TOKİ evleri… https://www.milliyet.com.tr/gundem/bakan-ozhaseki-cnn-turkte-tek-tek-acikladi-rezerv-alan-deprem-konutlari-toki-evleri-7056263

[3]  Türkiye Tasarım Vakfı tarafından Antakya için hazırlanan master planı incelemek için: https://ttvhatay.com/master-plan

[4] Aşağıdaki bağlantıda “İhale içinde geçen ifadeler” kısmına şehrinizin adını (örn. Hatay), “İdare ara” kısmına T.C. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nı yazarak bu ihalelere erişebilirsiniz: https://ekap.kik.gov.tr/EKAP/Ortak/IhaleArama/index.html

[5] Kanunun tam metni için https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=7452&MevzuatTur=1&MevzuatTertip=5

[6] Hukukçu akademisyenler Doç. Dr. K. Burak Öztürk ve Dr. Ilgın Özkaya Özlüer’in deprem sonrası olağanüstü hal kararnameleriyle mekânsal alan kararlarının düzenlenmesine dair Ankara Barosu Dergisi’nde yazdıkları şu makale oldukça ufuk açıcı: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3495631

^