Yoksullaştırılıyor, yalnızlaştırılıyor, geleceksizleştiriliyorlar. Bu düzene itiraz ettiklerindeyse gözaltına alınıyor, ev hapsine mahkûm ediliyor, tutuklanıyorlar. Ama onlar gitgide daha kalabalık, gitgide daha yüksek sesle haykırıyor: Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz! Boğaziçi’nde başlayıp diğer üniversitelere yayılan öğrenci direnişini, dayanışma ağlarını, feminist özsavunma perspektifini ve özerk-demokratik-feminist üniversite talebini Üniversiteli Kadın Kolektifi üyeleri, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Melek ve Mine’den dinliyoruz.
İstanbul’daki 19. Feminist Gece Yürüyüşü’nden iki gün sonra 18 kadın hakkında soruşturma açıldı ve çeşitli hak kısıtlamalarıyla serbest bırakıldılar. 11 Mart’ta arkadaşlarını Çağlayan Adliyesinden almaya giden feministler yaptıkları açıklamada “Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla kimse gece yarısı gözaltına alınmayacak’ diyen İnsan Hakları Eylem Planı kadınları kapsamıyor. Bu tutarsızlığı kadın cinayetlerine üzüldüğünü söyleyip İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırma çabasından tanıyoruz” diyordu. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz giderek artan gözaltı ve tutuklamaları?
Mine: Gözaltılar ve verilen cezalar 8 Mart’ta Türkiye’nin dört bir yanında binlerce kadının ve lgbti+’ların pandemiye ve yoğun baskı ortamına rağmen inatla sokakları terk etmemelerinden kırılgan erkekliğin Erdoğan’ın şahsında nasıl etkilendiğini gösteriyor. Gece baskını, gözaltında çıplak arama yükselen feminist hareketi terörize etmek, marjinalleştirmek için yapılan hamleler. Bir yandan da feminist mücadelenin yarattığı meşruiyet zemini nedeniyle “kadınların haklarını koruyoruz” gibi açıklamalar yapmak zorunda kalıyorlar. KADEM (Kadın ve Demokrasi Derneği) adlı kendi kadın kuruluşlarının olması da böyle bir mecburiyetten. Bu da tam bir tutarsızlık.
Melek: Kemik kitlesini İslamcıların oluşturduğu iktidar kendini “kadın düşmanlığı” üzerinden var ettiği için bundan geri dönebileceğini düşünmüyoruz. “Kadın haklarını koruyacağız, yasalara sahip çıkacağız” söylemleriyle belli gruplara mesaj gönderiyor olabilirler, ama bize göre bunlar yüzeysel ve anlık. Feminist hareketin gücü muhafazakâr kadınları da etkiliyor. İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırmak doğrudan kadınların yaşam hakkına saldırıdır. Kadınlar açısından bu mücadele hayatta kalma mücadelesidir. O yüzden iktidarın “kadınların haklarını koruyoruz” söyleminin kadınlarda karşılığı yok. Artık kadınlardan oy alamayacaklarını biliyorlar. Kadınların tahammülü kalmadı. En basiti, Ankara’da feminist gece yürüyüşü bittikten sonra polis “grup olarak yürümeyeceksiniz” dedi, kadınlar aldırmadı.
Kadın hareketi ne kadar bastırılmaya çalışılırsa o kadar güçleniyor. Gece yürüyüşlerine de yansıyor bu. Yürüyüşlere lgbti+’ların görünür katılımı, ayrıca kadınların toplumsal çeşitliliği kadın hareketinin feminist harekete doğru evrildiğini gösteriyor.
Ankara’daki Gece Yürüyüşü nasıl geçti, siz katıldınız mı?
Mine: Feminist Gece Yürüyüşü komitesindeydim. Yaklaşık bin beş yüz kadın katıldı. Sakarya’da tam tur attık. Pandemiye rağmen müthiş bir coşkuyla yürüdük. Yürüyüş bittikten sonra da Ankara sokaklarında sloganlarımızla yürümeye devam ettik. Sokakları özgürleştiren, hepimizi yeniden örgütleyen bir etkisi oldu bu 8 Mart’ın.
Yürüyüşü engelleme girişimleri oldu mu?
Mine: Transların ve lgbti+’ ların korteje girmesinde ciddi sıkıntı yaşandı. Boğaziçi direnişi, kayyum, lgbti+’lara dair dövizlere karşı sorun çıkardılar. Örgütlü bir mücadeleyle karşı durduk. Yürüyüş başlayınca lgbti+ ve kayyum sloganları çok güçlü atıldı.
Melek: İstanbul’da 6 Mart’taki polis saldırısının üzerine, Ankara’da kadınlar gökkuşağı bayraklarını çantalarının gizli yerlerine, sutyenlerin içine koyarak gizli bir şekilde alana soktular. Beş dakika sonra herkes bayraklarını çıkardı. (gülüyor)
Bu yılkı Gece Yürüyüşü’ne katılım önceki yıllara kıyasla nasıldı?
Mine: Beş senedir Gece Yürüyüşü’ne katılıyorum. Kadın hareketi ne kadar bastırılmaya çalışılırsa o kadar güçleniyor. Gece yürüyüşlerine de yansıyor bu. Yürüyüşlere lgbti+’ların görünür katılımı, ayrıca kadınların toplumsal çeşitliliği, çok farklı kesimlerden katılımın olması kadın hareketinin feminist harekete doğru evrildiğini gösteriyor. Dünyada da öyle, mesela Şili’deki, İspanya’daki kitlesel katılımlar bunu gösteriyor. 8 Martların dövizlerine bakarak kadın hareketinin iç tartışmalarını takip edebilirsiniz.
Ana tartışma konuları neler?
Mine: Terf (trans dışlayıcı radikal feminist) tartışması muhafazakâr feminizme yönelik bir eleştiri. Ankara’da bir çöp kutusunun üzerine “terf” yazılmıştı örneğin, çok ilgi çekti. Ya da kızıl/mor tartışmaları… “Ne liberal feminizm ne de sadece Marksizm”. Ne kızıl ne mor! Sosyalist feministlere göre, sisteme karşı feminist mücadele veriyorsak tercih şansımız yok, patriyarkal kapitalizme karşı mücadele veriyoruz demektir. Bunu içiren pankartlar da vardı.
Melek: İki senedir katılıyorum gece yürüyüşlerine. Yeni kuşağın, bizim kavrayışımızı anlamak için Boğaziçi ile birlikte açılan dayanışmalara bakmak yeterli. Bunlar salt kadın dayanışmaları şeklinde değil, kadın+ ve lgbti+ dayanışmaları şeklinde oldu. Daha özgür, daha yaratıcı, kuir dövizler hazırlıyoruz.
Mine: Bir yandan da tabandaki kadınlarla feminist teoriyi üretenlerin arasının gitgide açıldığını da gözlemleyebilirsiniz özellikle bu sene yapılan çevrimiçi etkinliklere bakarak. Kadın hareketi son beş yılda başta kadın cinayetleri olmak üzere belli gündemlere sıkıştı. Bir türlü feminist grevi konuşamıyoruz mesela.
Cinskırıma varan kadın cinayetleri, acil bir yaşamsal mesele değil mi?
Mine: Feminist hareketin biriktirerek bugüne getirdiği bir yaşam mücadelesi var zaten. Grevlerin yapılabildiği, eylemlerin kitleselleştiği Polonya, Şili, İspanya’da sorunların tümüne birden karşı çıkışın örgütlenebildiğini görüyoruz. Sanırım Şili’deki bir slogandı; “Yaşamımız güvencesizleştiriliyor”, bu slogan kadının yaşam hakkına, emeğine, bedenine yapılan tüm saldırıları anlatıyor. Kapitalizm ve patriyarkanın iç içe geçtiği günümüzde mücadele sadece patriyarkaya karşıtlık üzerine kurulamaz. Patriyarkal kapitalizme karşı nasıl bir feminist stratejimiz var? Yaşam hakkı, emek ve beden sömürüsünün hepsini gören feminist devrimi nasıl gerçekleştireceğiz sorusunun ortaklaşılmış bir yanıtı neden yok? Özellikle son beş yıldır iktidarın saldırılarına karşı geri adım atmayan, sokağı asla bırakmayan bir feminist hareket var, ama kendini aşarak ilerleyemiyor. Hareket feminist özneyi kadınlarla sınırlamadığı ve belli gündemlere sıkışıp kalmadığı ölçüde ilerleyebilir.
Üniversite patriyarkal ideolojiden arındırılmış bir yapıya sahip olmalı. Feminist üniversite talebinin feminist mücadelenin talebi olarak örgütlenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Feminist üniversite derken toplumun yeniden inşasını, yani devrimsel bir süreci tarif ediyoruz.
Üniversitedeki ortam kadınlar açısından nasıl?
Melek: Kadınlar ve lgbti+’lar için üniversite eşit, özgür ve güvenilir bir ortam değil. Üniversite yapısı cinsiyetçi olduğu için burada üretilen bilgi de kadınların ya da halkın yararına üretilen bir bilgi değil. Örneğin Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi (KASAUM) vardı, dönüştürülerek Kadın Aile Merkezi haline getirildi. Muhafazakâr bir bakışla yönetilen üniversiteler hiçbirimiz için güvenli değil, içine kapanan, şeffaf ve katılımcı bir biçimde yönetilmeyen yapısı nedeniyle taciz olaylarının artmasına karşın, kurulması öngörülen cinsel taciz birimleri ya işletilmiyor ya da birçok üniversitede yok.
İktidar kadın üniversiteleri açmaktan bahsediyor…
Mine: Geçen yıl açıklanmıştı, 2021’de bir kadın üniversitesi açılacağı konuşuluyor. Kadın üniversitesi pembe otobüsler gibi değerlendirilebilir. Toplumsal cinsiyetçilendirilmiş bir iş bölümüne giden, kamusal alandan kadınların izole edildiği bir tasarım.
Melek: 8 Mart’ta da “kayyum-rektör istemiyoruz” sözünü “kadın üniversitesi istemiyoruz” sözüyle birleştirmek gerekiyordu, bunu yaptık da. “Feminist üniversite” talebimizi dillendirdik.
Feminist üniversite talebini biraz açabilir misiniz?
Melek: Boğaziçi direnişiyle birlikte, özerk-demokratik üniversite talebinin kadınlar ve lgbti+ öznelerle derinleştiği bir süreç yaşıyoruz. Bu da özerk-demokratik-feminist bir üniversite talebi haline geliyor. Feminist üniversite kadınların kendilerini güvende hissettiği ya da cinsel taciz birimlerinin işletildiği yer olmasının ötesinde, her şeyden önce bilginin ve bilgi üretim süreçlerinin feminist olması demek.
Mine: Feminist üniversite kadın ve lgbti+ topluluklar tarafından doğrudan sahiplenilen bir söylemken Ortodoks sol yapılar tarafından “demokratik üniversite bizim kırk yıllık gündemimiz” denerek reddediliyor. Anlattığımızda belli noktalarda kavrayabiliyorlar. Özerklik kavramını feminist özsavunma mücadelesi perspektifinden ele aldığımızda, üniversite patriyarkanın kurumu olan aileden kazanılan bir özerklik alanıdır. Bu nedenle üniversite patriyarkal ideolojiden arındırılmış bir yapıya sahip olmalı. Üniversiteyi bilginin toplumsallaştığı bir yer olarak düşünüyorsak, bilgi üretimi kimin yararına toplumsallaşıyor? Feminist üniversite talebinin feminist mücadelenin talebi olarak örgütlenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Feminist üniversite derken toplumun yeniden inşasını, yani devrimsel bir süreci tarif ediyoruz.
Kadın Sorunları Araştırma Merkezleri Kadın Aile Merkezleri’ne dönüştürülmeseydi bu talebin olgunlaşmasına hizmet edebilir miydi?
Mine: KHK’lerle beraber özellikle Ankara Üniversitesi’nde birçok feminist hocamız üniversiteden uzaklaştırıldı, atıldı. Bu feminist bilimin ihracı aslında. Feminist bilgi üretim süreci büyük bir sekteye uğradı. En basiti, feminist akademisyenler sayesinde toplumsal cinsiyet kampüste zorunlu dersti. Bugün seçmeli ders olması için bile hocalar büyük bir savaş veriyor. Siyasalda kadın hocalarımız derslerine feminizmi anlatmakla başlıyor son çare olarak.
KHK’lerle beraber hocalar üzerinde baskı kurulurken AKP’lilerin üniversiteye yerleştirilmesiyle de erkekliğin çok güçlü biçimde yeniden üretildiği kurumlar oldu okullarımız. Kampüslerde çok yoğun şekilde taciz, tecavüz olayları yaşanıyor. Ankara Üniversitesi’nde her yıl mutlaka en az bir kere tecavüzcü, tacizci hocanın ihracının istendiği eylem yapmak zorunda kalıyoruz. Kadınlar açısından daha güvensiz bir alanın yaratıldığı, kadın düşmanı bir bilgi üretiminin dayatıldığı bir süreç yaşanıyor. Son yıllarda kadınlara dair makalelere, YÖK’teki araştırmalara baktık geçenlerde, hep muhafazakâr İslamcı motiflerle çıkmış araştırmalar gördük.
Derslerde örneğin çıplak arama uygulamasını veya AİHM kararlarının uygulanmamasını tartışabiliyor musunuz?
Melek: Elli hoca arasında bir ya da iki hocamız ısrarla irade koyup güncel olayları tartışmak istiyor. Ama online süreçle birlikte, dersler kayda alınıyor, bu da ayrı bir denetim mekanizması oluşturuyor ve ciddi bir tedirginlik yaratıyor.
Pandemide üniversitelerde antidemokratik uygulamalar çok arttı. Öğrenciler aile evlerine kapatıldıkları, sosyal alanlarından uzaklaştıkları, bir araya gelme olanaklarının kalmadığı bir sıkışmışlığa itildi. Hepimizde bastırılmışlık duygusu hakimdi, bir isyanın alttan alta biriktiği bir süreçteydik, rektör ataması son damla oldu.
Üniversite içindeki baskıların yanı sıra dışarıdan da bir polis kuşatması var. Biri Kadın Kolektifi’nden, üç arkadaşınız polis tarafından kaçırıldı. 18 Şubat günü neler oldu?
Melek: 18 Şubat günü Türkiye’deki dayanışmaların başlattığı bir ortak kampanya sürecine hazırlık olarak pankart atölyesi vardı, Kızılay’a gittik. Arkadaşımız S.B. de evinin önünde kendisine GBT yapıldığına dair bize mesaj attı.
Mine: S.B.’den önce, o gün kaçırılan arkadaşlarımızdan Uğurcan grubumuza kendisine GBT yapıldığını, sonrasında da sivil bir araca bindirildiğini ve nereye götürüldüğünü bilmediğini yazmıştı. Endişelendik ve avukatlara haber verdik. Arkadaşlarımız güpegündüz kayboldu, hiçbir şekilde ulaşamadık onlara. Emniyet müdürlüğünde ve hastanelerde onlara ait kayıt olup olmadığını araştırdık. Tek bir kayıt yoktu. Aklımıza hemen ‘90’lardaki ve son dönemde yeniden duymaya başladığımız kayıplar geldi. Yaklaşık dört saat sonra, ilk olarak Ali sivil bir araçtan Gölbaşı civarına bırakıldı. Aracın içinde yol boyunca darp edilmiş, sonunda hareket halindeki arabadan atılmıştı. Üç arkadaşımızı da Ankara’nın farklı ücra köşelerine bıraktılar. S.B. zorla bindirildiği sivil aracın plakasını ezberlemiş bu plaka daha önceki kaçırılmalarda kullanılanlarla aynı.
Melek: S.B.’yi “Boğaziçi eylemlerine katılmayacaksın” diye tehdit ediyorlar. “Sizin hepinizi biliyoruz, böyle tek tek alacağız” diyorlar. Direnişlerle birlikte baskı ve saldırı bekleniyordu. İstanbul’da evlere özel harekât polisleriyle girilmesi, kapıların kırılması bunun habercisiydi.
Boğaziçi protestolarında ülke genelinde 500’den fazla kişi gözaltına alınmış, içlerinden 11’i hakkında tutuklama, 26’sı hakkında konutu terk etmeme adli kontrol kararı verilmiş. İstanbul Üniversitesi kadın kolektifinden Şilan bir aya yakın süredir tecritte…
Mine: Şilan Kadıköy eyleminde polise mukavemetten tutuklandı. Şilan feminist mücadeledeki tavrı, duruşuyla ve birikimi nedeniyle rehin alındı. Avukatlarımızla da konuştuk, polise mukavemetten böyle tutuklama kararı verilemez, tecrit edilemez hiç kimse. Orantısız güç kullanan polise karşı bireyin TCK’ya göre kendini koruma hakkı var. Tamamen hukuksuz, siyasi bir karar. Sosyalist, feminist mücadelemizle en kısa sürede Şilan’ı da alıp feminist bir üniversite, yaşanabilir, özgür bir ülke için mücadele etmeye devam edeceğiz.
Boğaziçi’ndeki direnişin Ankara’ya aksetmesi nasıl oldu?
Mine: Boğaziçi direnişi başladığında, Ocak’ta Güvenpark’ta gençlik örgütleri bir eylem yaptı. ODTÜ, Hacettepe, Ankara Üniversitesi kampüslerinde eylemler kondu. Bunlardan daha çok, Kadıköy eyleminde olduğu gibi, halkın katılabileceği eylemlere yoğun saldırılar oldu. Amaçları eylemleri üniversite içine sıkıştırma ve halkın öfkesiyle birleşmemesini sağlamaktı.
Melek: Öğrenci dayanışmaları olarak Boğaziçi direnişiyle dayanışma için yaptığımız eylemde 80’in üzerinde gözaltı oldu. Sonra, Emek ve Demokrasi Güçleri Boğaziçi’yle dayanışma çağrısı yaptı. Biz Üniversiteli Kadınlar Boğaziçi’ne destek için bir eylem koyduk Kuğulu Park’ta. Polis şiddetine, tecavüz tehditlerine maruz kaldık.
Mine: Melih Bulu’nun rektör olarak atandığı bilgisi sosyal medyada yayılır yayılmaz büyük bir öğrenci tepkisi oluştu. Öğrencilerin kayyum-rektör uygulamalarına zaten varolan itirazı Boğaziçi Dayanışmanın tepkisiyle birleşti ve büyüdü. Benzer şeyler, aynı dayatma benim üniversitemde de olmuştu. Melih Bulu AKP vekil adayıydı, A.Ü. rektörü de 28 yıldır üniversiteden uzak biri, o da eski AKP milletvekili Necdet Ünüvar. Neden ben de kendi üniversitemde buna ses çıkarmayayım dedim ilk önce. Aslında, böylesine kitlesel bir destek beklemiyordum. İlk videolar düşmeye başladı, kampüse doğru yürüyen öğrencileri gördüm. Büyük bir heyecan duydum. 2018’de üniversiteye girdim, üniversitede gençlik hareketinin bu kadar kabalık olduğu bir başka an hatırlamıyorum. Benden önceki arkadaşlarımın anlattıkları geldi aklıma, “Biz de aynı şeyleri yaşamaya başladık” diye düşündüm.
2015 sonrası dayatılan rejim değişikliğinde büyüyen, Gezi kuşağının mirasını devralan, ama onlardan farklı bir kuşağız. Gezi’nin dinamikleriyle şu anki dinamikler de farklı, bugün faşizmin kurumsallaştığı, yeni rejimin baskı araçlarıyla özellikle gençliğe, kadınlara ve lgbti+’lara saldırdığı bir süreçte direniş sürdürmeye çalışıyoruz.
Nasıl oldu da direniş bu kadar yaygın sahiplenildi ve sizce bu direniş nereye evrilir?
Mine: Salgınla beraber hepimizde bastırılmışlık duygusu hakimdi, bir isyanın alttan alta biriktiği bir süreçteydik. Pandemi sürecinde üniversitelerde antidemokratik uygulamalar çok arttı. Online derslerle eğitim iyice niteliksizleşti. Öğrenciler aile evlerine kapatıldıkları, sosyal alanlarından uzaklaştıkları, bir araya gelme olanaklarının kalmadığı bir sıkışmışlığa itildi. İktidar açısından gençliğin bir araya gelme mekânlarının yok edilmesi avantajlı bir durum oluşturmuştu. Bütün bunların üzerine rektör ataması son damla oldu.
Boğaziçi’ni ODTÜ Ayakta sürecine benzetiyorum. ODTÜ Ayakta sürecinden altı ay sonra Gezi isyanı çıkmıştı. Muhalefet açısından “üniversiteler bitti” denen bir dönemde Boğaziçi’nin patlaması çok da şaşırtıcı değil. Nispeten de olsa üniversiteli kimliğinin, kısmi özerkliğin olabildiği Boğaziçi, ODTÜ gibi birkaç yer kalmıştı. Diğer üniversiteler adeta birer AKP teşkilatına dönüştürüldü. Boğaziçi direnişinin bu kadar nitelikli olmasının bir nedeni de üniversitenin kendi yapısını ve toplulukların faaliyetini hâlâ sürdürebiliyor olması, hocalarının kısmi de olsa bir özerkliğinin bulunması. Bugün yurtiçinden ve dışından gelen onca desteğe karşın Boğaziçi direnişini Boğaziçi kampüsüne sıkıştırmaya çalışıyorlar. Bu yüzden muhalefetin destek eylemleri saldırıyla bastırılıyor. Toplumsal muhalefetin daha cesur olmasını bekliyoruz. Bundan sonrasına dair asla umutsuz değilim. Boğaziçi ile birlikte iktidarın ne kadar kırılgan, karizmasının ne kadar çizilebilir olduğunu gördük.
Melek: Kampüste direniş 10 haftadır arkadaşlarımızın ve hocaların iradesi ve inadıyla sürüyor. Direniş günlükleri yayınlanıyor. İzmir’de, Ankara’da ve diğer illerde kurulan öğrenci dayanışmaları bundan sonraki gençlik hareketinin yeni kurucu nüveleri olacak. Direnişin diğer büyük illere ve üniversitelere yayılması iktidarın kontrol edemeyeceği bir muhalefetin çıkma ihtimalini güçlendirmiş oldu. Bir kuşağa direnmeyi öğreten bir deneyim yaşanıyor. Üstelik Gezi sürecini tam anlamıyla yaşamamış bir kuşaktan bahsediyoruz. Gezi’de 13 yaşındaydım. (gülüyor)
Mine: Boğaziçi direnmeyi, dayanışmayı, nasıl harekete geçilebileceğini bir kuşağa öğretiyor. Kayyum-rektörlerden başlayarak kayyum siyasetine karşı söz, yetki ve kararın bizde olduğunu kolektif bir şekilde gösterebileceğiz. 2015 sonrası dayatılan rejim değişikliğinde büyüyen ve bir şekilde lisede, üniversitede faaliyet yürütmeye çalışan, diktatörlüğün karşısında kendimizi ifade etme biçimlerini bulabilen bir kuşağız. Ankara’da dayanışmadaki arkadaşlarımızdan Gezi’de eylemlilik içinde olanların sayısı birkaç kişiyi geçmez. Gezi kuşağının mirasını devralan, ama onlardan farklı bir kuşağız. Gezi’nin çıkışının dinamikleriyle şu andaki dinamikler de farklı, bugün faşizmin kurumsallaştığı, yeni bir rejimin baskı araçlarıyla özellikle gençliğe, kadınlara ve lgbti+’lara saldırdığı bir süreçte direniş sürdürmeye çalışıyoruz. Gezi’deki orantısız polis şiddeti daha da artmış durumda, silahlarla evlere giriliyor, koçbaşlarıyla kapılar kırılıyor, çıplak aramaya maruz bırakılıyor, tehdit ediliyor, zorla alıkonuyoruz. Bugün üniversiteli olmak da eylemleri de farklı.
Nasıl bir fark bu?
Mine: Hem toplumsal alanda hem de bireysel yaşamında üniversiteli olunca “aydınlatırsın”, üniversiteli olmanın sana kazandırdığı belli başlı özellikler, beceriler vardır algısı vardı eskiden. Üniversite böyle bir yer değil artık. Faşizmin kurumsallaştığı süreçte üniversiteler daha çok başkanlık sisteminin kendine yedeklediği yerlere dönüşüyor. Sermaye ve iktidar için meslek edinme kurumları üniversiteler. 1980 sonrasında üniversitelerin özerkliğini yitirmesi, YÖK tartışılırken bugün kayyum-rektörlerden, öğrencileri sindirmeye yönelik soruşturmalardan, müfredat içeriğine kadar tamamıyla ve doğrudan saraya ve sermayenin taleplerine göre şekillendirilen bir yapıdan bahsediyoruz. Devletin yeni güç inşasında, başkanlık rejiminde bu kayyum siyasetiyle gerçekleşiyor. Boğaziçi sürecinde de ilk iş kulüpler kapatıldı. Bizim okulumuzda bir öğrenci kulübü ya da topluluğu açmak dahi çok zor. Okul topluluğu değilsen, okulda masa açman yasak. Bir yandan da rektörümüz Necdet Ünivar her fakülteye, sadece belli başlı öğrencilerin çağrıldığı, “merhaba etkinlikleri” yapıyor. Krediler yeterli olmadığı için çalışmak zorundayız. Okulda istediğimiz kadar zaman geçiremiyoruz.
Melek: Pandemiyle birlikte mekânsal olarak üniversiteden tamamen uzaklaştık. Aile evlerine, memleketlere tıkıştırıldık resmen. Bu üniversiteli kadınlar için apayrı bir sorun. Üniversiteli kadınlar için üniversiteye gitmek, memleketinin dışına çıkmak özgürleştirici bir etki yaratıyordu. Ama şu an, erkek şiddetinin de merkezi olan aile evlerine sıkıştırılmış durumdayız. Çalışanlar işlerini kaybetti. Yoksullaştık ve yalnızlaştırıldık. Pandemide iki öğrenci arkadaşımız bu sebeplerle intihar etti.
Mine: İktidarın gençliği denetim altında tutmak için istihbaratçıları yerleştirdiği, polis ablukası altında kurumlar üniversiteler. Açık bir faşizm yaşıyoruz üniversitede. Okulda sivil polisin olması öğrenciler ve akademisyenler tarafından normalleştirilmiş durumda. AKP aynı zamanda Ülkü Ocakları ve TGB’yi de öğrencileri bastırmak için kullanıyor. Ancak son dönemde, Ülkü Ocakları’nın, TGB’nin de kitlesi eridi. AKP’nin gençlik politikaları hiçbir kesimi ikna etmiyor. Bugün açlıkla, yoksullukla sınandığımız şartlarda ayakta durmaya çalışıyoruz. Kredi Yurtlar Kurumu (KYK) burs ve kredileri bir öğrencinin geçimini sağlayamıyor. Burs 650 lira, KYK yurdu 300 lira. En ucuz yemek 10 lira. Geçinebilmek için ya aileden destek alman ya da çalışman gerekiyor. Pandemi sürecinde çalışma imkânı kalmadı. Aileyle kurulan bu bağımlılık ailenin ve iktidarın denetim kurması demek. Bunun yerine ağır koşullarda çalışmayı tercih ediyoruz. Sadece sınavlara girip tam zamanlı çalışan birçok arkadaşımız var. İstanbul Üniversitesi’nden iki arkadaşımız geçinemedikleri ve içine itildikleri geleceksizlik yüzünden intihar etmişti. Bugün üniversitedeki mücadele aslında bir özsavunma, bir yaşam mücadelesi.
Üniversiteli kadınlar için üniversiteye gitmek, memleketinin dışına çıkmak özgürleştirici bir etki yaratıyordu. Ama pandemiyle, erkek şiddetinin de merkezi olan aile evlerine sıkıştırılmış durumdayız. Çalışanlar işlerini kaybetti. Yoksullaştık ve yalnızlaştırıldık. Pandemide iki öğrenci arkadaşımız bu sebeplerle intihar etti.
Melek: Arkadaşımız Sibel Ünlü geçen yıl İstanbul Beyazıt’ta yemekhane zammı protestoları sırasında intiharı etmişti. Furkan Celep ise “bir araba bir ev için tüm hayatım boyunca çalışmak istemiyorum, daha fazla bu hayata katlanamayacağım” diye bir not bırakıp intihar etti. Geçinememek problemi üniversiteliler için eğitim hakkının da önüne geçen bir sorun bugün. Ben de pandemi öncesinde barista olarak geç saatlere kadar çalışıyordum. Çalışınca iş tam zamanlı, okul yarı zamanlı hale geliyor. Çoğumuz mezuniyetten sonra ne iş yapacağım telaşıyla da çalışıyoruz. Geleceksizleştirilmek gibi büyük bir sorumuz var. Üniversiteliler mezun olduklarında, hatta iş bulabildiklerinde bile yaşayabilecek asgari standardı karşılamayacaklarının farkındalar. Birçok ile yayılan öğrenci direnişlerinin bir yanıyla da geleceksizleştirilmekten kaynaklandığını düşünüyorum.
Mine: İşsizlik verileri ortada. Daha okurken işsiz kalacağınızı biliyorsunuz. Öğrencinin geleceğine dair bir şey öngörememesi sermayenin, piyasanın işine geliyor. Belirsizlik öğrencilerin online işlerde, güvencesiz ve daha ucuza çalıştırılmalarına neden oluyor. Ya da iki işte birden çalışıyorsunuz, çünkü tek işle ev geçindirilemiyor.
Melek: Piyasanın eğitimi biçimlendirmesi temel bilim alanlarına dair derslerin niteliksizleşmesine neden oluyor.
Boğaziçi direnişi ve Dayanışmalar’dan coşkulu 8 Mart eylemlerine, toplumsal muhalefet açısından bir değişim momenti gözlemliyor musunuz?
Mine: Feminist mücadelede bunun uçlarını görüyorum. Boğaziçi direnişiyle başlayan ve yaygınlaşan öğrenci direnişleri ve Türkiye’nin farklı noktalarında işçi direnişleri var. Bunların tümü birlikte örgütlendiği oranda bir değişim olacağına inanıyorum. Değişim sokakta olacak. Boğaziçi direnişi arkadaşlarımızın talepleri karşılanıncaya kadar devam edecek. Bu dayanışma toplumsal muhalefetin geri kalanını da etkileyecek. Baskı süreçlerinde direniş hareketleri de doğar. Tarihsel olarak da bu böyle değil mi?
Melek: Boğaziçi direnişiyle birlikte ben tekrar öğrenci olduğumu hatırladım. Sadece sokakta eylem yapmıyorsun, arkadaşlarınla birlikte bir söylem, yeni bir bilgi üretiyorsun. Bugünkü öğrenci hareketinin kurucu unsurlarından birinin Dayanışmalar olacağını söyleyebiliriz. Okul kendini ifade edemeyen ya da okulda söz söylediğinde bursunun, kredisinin kesileceğini, hakkında soruşturma açılacağını bilen öğrenciler Dayanışmalarda kendilerini var ediyor. O nedenle kendimi daha güçlü hissediyorum.