Marmara Denizi’nin ölümü gezegenin dört bir yanında süregiden doğa katliamlarının en dehşet verici, en ürperticilerinden biri. Ağır çekim “ekolojik kıyamet”in önümüze koyduğu hayati soru nasıl cevaplanabilir? Günümüzün “ölüm kapitalizm”ine ve “nasıl mücadele etmeli”ye yakınplan…
Birkaç haftadır çaresizlik içinde Marmara Denizi’nin ölümünü seyrediyoruz. “Doğal” bir ölümle, bir kazayla karşı karşıya olmadığımız aşikâr. Kelimenin tam manasıyla bir cinayet bu. Üstelik faillerinin on yıllardır göstere göstere ve taammüden işlediği bir cinayet. Marmara Denizi’ni boğan müsilajın ardında deterjan, ambalaj ve gübre şirketleri, atık sektörü, petrokimya endüstrisi, termik santraller, çimento şirketleri, altyapı müteahhitleri ve bütün bu sermaye gruplarına kol kanat geren koskoca bir devlet, onun on yıllara yayılan kentleşme ve sanayi politikaları var.[1]
Konunun erbabı bir süredir yazıp çiziyor: Marmara Denizi’nin bir çöplük olarak kullanılmasının yarattığı kirlilik denizdeki biyoçeşitliliği azaltıp buna bir de yine aynı kirlenmenin ve bir de küresel iklim değişiminin neden olduğu denizin ısınması eklenince karşımıza çürüyen denizin ürkütücü manzarası çıkıyor.[2]
İşin kötüsü, Marmara Denizi’nin ölüm döşeğinde yalnız olmaması. Dünyanın deniz ve okyanuslarında asitlenme, ısınma, oksijen kaybı, plastik atıklar, büyük ölçekli balıkçılık gibi nedenlerle türsel çeşitlilik azalıyor, ölü alanlar oluşuyor. Okyanuslar atmosferde nefes alınabilir oksijenin yaklaşık yarısını üretiyor. Yani bir bakıma, deniz ve okyanusların ölümü hepimizin ölümü anlamına geliyor. Oysa kapitalist şirket ve devletler denizleri tüm yaşamın bağlı olduğu birer ekosistem olarak değil, tüketilmesi gereken bir kaynak havuzu veya basitçe devasa bir çöplük olarak görüyor ve bunun olası sonuçlarını umursamıyor.[3]
Marx Kapital’de, “sermaye, pratik hareketi sırasında, insanlığın gelecekte çürümesi ve sonunda durdurulamayacak şekilde nüfus kaybına uğraması olasılığını ancak, Dünya’nın bir gün Güneş’in üzerine düşmesi olasılığını gözettiği kadar gözetir” diye yazarken bu umursamazlığa işaret eder. Après moi le déluge, yani “benden sonra tufan”, Marx’a göre “her kapitalistin ve her kapitalist ülkenin parolası”dır.[4]
Marmara’daki felaketin gözümüzün içine soktuğu gerçek, ölen bir gezegende yaşadığımız. Dünyanın bir felaketten bir başkasına sürüklendiği ekolojik krizin distopik mahşeri dünyası bu. The Day After Tomorrow’daki gibi bir anda gerçekleşen bir ekolojik kıyamet yok.
Ağır çekimde kıyamet
Marmara Denizi’ndeki felaketin gözümüzün içine soktuğu gerçek, ölen bir gezegende yaşadığımız. Dünyanın bir felaketten bir başkasına sürüklendiği ekolojik krizin distopik mahşeri dünyası bu. Karşımızda Roland Emmerich’in 2004 tarihli filmi The Day After Tomorrow’da olduğu gibi bir anda gerçekleşen bir ekolojik kıyamet yok. Tek seferde olup bitecek bir mahşer günü değil geleceğimiz. Covid-19 örneğinde olduğu üzere, farklı biçimlere bürünen bir çoklu krizler, çoklu felaketler zamanı bu. Zamana yayılan, farklı bağlam ve koşullarda farklı biçimlere bürünüp felaketli sonuçlar yaratan, Evan Calder Williams’ın veciz ifadesiyle, bir “eşitsiz ve bileşik kıyamet” zamanı.
“Dünyanın sonu” ya da “kıyamet” eski zamanlarda İsrafil’in borusunu öttürmesiyle başlayıp bir defada olup bitecek tekil bir olaydı. Şimdiyse “seküler” kıyamet, yani “bizim dünyamızın sonu” ağır çekimde, alıştıra alıştıra gerçekleşiyor. Kıyamet geçmişte eski çürümüş düzene son verecek bir yeni düzenin işaret fişeği olarak düşünülürdü. Hans Magnus Enzensberger’in belirttiği gibi, “Kıyamet fikri başlangıcından beri ütopik düşünceye eşlik etmiştir, onu bir gölge gibi izler, geride bırakılamayacak öbür yüz gibi: facia olmadan, milenyum olmaz, kıyamet olmadan cennet olmaz.”[5]
Bu durumun belki de en bilinen örneği, Ortaçağda toplumsal krizler, salgın ya da savaşlar sırasında periyodik olarak ortaya çıkan “devrimci eskatoloji” geleneğidir. Kriz koşulları, aşağıdakilerin dünyayı altüst edip tersine döndürecek, ayakların baş olmasına olanak verecek bir kıyameti düşlemeyi mümkün kılıyordu. Kıyamet cenneti yeryüzüne indirecek, efendilerin, beylerin olmadığı bir bolluk ve eşitlik düzeni hâkim olacaktı. Apokaliptik yazın şimdideki dünyanın bozulmuşluğunu sergileyerek radikal bir toplumsal dönüşümü esinlemenin bir vasıtasıydı.
“Dünyanın sonu” bugün bu “devrimci eskatoloji” geleneğinden bütünüyle boşanmış görünüyor. Artık alışıldık bir tema haline geldi, şoke etme, sarsıp harekete geçirme özelliğini yitirdi, radikal bir gelecek beklentisiyle bağını kaybetti. “Apocalypse”, yani kıyamet, Yunancada gizlenen hakikatlerin açığa çıkması ve dolayısıyla bir tür ifşa veya vahiy anlamındaki “apokalypsi” sözcüğünden geliyor. Günümüzde kıyametin ifşa edeceği bir sır da vahyedeceği bir hakikat da kalmamış gibi. Hatta tersine, Stefan Skrimshire’ın iklim krizi bağlamında yazdığı üzere, “günümüzün popülist felaketçiliği iklim değişikliğine dair etik ve politik soruları perdeleme, bulandırma işlevi görmekte.”[6]
Bu durumun önemli bir nedeni, kıyamete yol açan “günahların” şaşırtıcı bir riyakârlıkla tüm insanlara, “insanlığa” fatura edilmesi. Günümüzün yokoluş ve kıyamet anlatıları çoğu zaman dünyanın karşı karşıya olduğu büyük felaketleri insanlığın somut toplumsal örgütlenme biçimleri ve güç hiyerarşilerinin belirlediği spesifik tarihsel koşullardan azade bir biçimde sunar.
İklim değişikliği ya da türsel yokoluş gibi örneklerde sorumluluk çoğu zaman tarih dışı addedilen bir “insan doğasına” atfedilir. Pandemik tehdit başlığında dahi hâkim anlatı, sermayenin değil, “insanın” doğayla kurduğu ilişkiyi hedef tahtasına oturtur.
Marmara Denizi’nin ölümü birdenbire “hepimizin” suçu haline getirilir. Böylece felaketin sorumluluğu dağıtılmış, görünmez kılınmış olur. Artık mahşer günü hesap soracak kimse yoktur, nihai yargı olmayacağına göre kıyamet sonrasında yeni bir başlangıç da mümkün değildir. Yeniden başlansa da “doğamız gereği” dönüp dolaşıp geleceğimiz yer bellidir.
Christos Lynteris’e göre, bu durum günümüzde kıyamet ya da insanlığın yokoluşuna dair anlatıların bir aldatma işlevi görmesine neden olur: “Bu anlamda, somut ve karmaşık tarihsel süreçleri bir antropolojik soyutlamaya indirgeyen insanlığın yokoluşuna dair anlatılar, bir mistifikasyon biçimi haline gelmeye eğilimlidir.”[7]
“Apocalypse”, yani kıyamet, Yunancada gizlenen hakikatlerin açığa çıkması ve dolayısıyla bir tür ifşa veya vahiy anlamındaki “apokalypsi”den geliyor. Günümüzde kıyametin ifşa edeceği bir sır da, vahyedeceği bir hakikat de kalmamış gibi. Tersine, “günümüzün popülist felaketçiliği iklim değişikliğine dair etik ve politik soruları bulandırma işlevi görmekte”.
“Thana-kapitalizm”
Günümüzde felaket, hatta “dünyanın sonu” adeta seyirlik, tüketilen bir nesneye dönüşmüş durumda. Felaket haberleri, romanları, belgeselleri, filmleri, video oyunları başkalarının çektiği çileyi, eza ve cefayı tüketmenin, ölümle eğlenmenin hazzını vadediyor.
Büyük trajedilerin, kitlesel ölümlerin ve Çernobil gibi çevresel felaketlerin gerçekleştiği alanları ziyaret etmek anlamına gelen karanlık turizminin (dark tourism) yükselişi de bu eğilimin bir parçası. Gecekondu turizmi ya da felaket turizmi gibi alt dalları da olan bu gelişen sektörde tatilciler başkalarının felaket ve acılarına bakarak Birinci Dünya’dan tüketiciler olmanın ayrıcalığını teyit ediyor.
Maximiliano E. Korstanje bu durumu, yani felaketin tüketilmesini ve ölümün başlı başına bir meta haline gelişini, günümüz kapitalizminin belirleyici bir özelliği olarak tanımlayıp ona Yunanca ölüm anlamına gelen thanatos kelimesinden hareketle “thana-kapitalizm” adını veriyor. Thana-kapitalizm çerçevesinde salgın hastalıklar ya da ekolojik yıkım gibi tehditlerin nedenleri ortadan kaldırılmak bir yana, bunlar eğlencelik bir “gösteriye” dönüştürülüyor.
Thana-kapitalist toplumda sosyal Darwinci herkesin herkese karşı rekabet ve savaşı başat ideolojidir. Emek piyasasında çalışanlar World War Z (Dünya Savaşı Z, 2013) filmindeki zombiler misali birbirinin üzerine basarak ilerlemek, post-apokaliptik filmlerdeki hayatta kalmacılar (survivalists) gibi her gün bir başına tüm dünyaya karşı hayat memat mücadelesi vermek zorundadır.
Böyle bir toplumda başkalarının uğradığı felaket, başkalarının karşılaştığı kıyamet, yarışta kalmak ve kazanmak için bir fırsat ve aynı zamanda da eğlencedir artık. “Felaketlerin ve kitlesel ölümlerin tüketilmesi bize ne kadar özel olduğumuzu hatırlatır ya da ölümden kaçmış olanların imtiyazlı statüsünü vererek egomuzu tasdik eder. Paradoksal olarak bu, ölümün mübadele edilen ana meta olduğu yeni kapitalizmin konfigürasyonunda başat rol oynayan marazi bir tüketim biçimini ortaya çıkarır.”[8]
“Yeni Nuh”
H.G. Wells’in İkinci Dünya Savaşı sırasında yayımlanan Ağrı Dağı Yolcusu Kalmasın (All Aboard for Ararat) adlı öyküsünde insanlığın içinde bulunduğu genelleşmiş savaş ve kıyım haline son vermek isteyen Tanrı yeni bir Nuh aramaya girişir. Sonuçta Noah Lammock’u seçer ve onun misyonunu üstlenerek yeni bir gemi inşa etmesi için uzun bir sohbete girişir.
Müstakbel Nuh “insanlığın nihai bir felakete gittiği” kanaatine sahip olsa da bu bilgiyle ne yapabileceğini bilemez, kendi kendine bu bilginin ne işe yarayacağını sorar durur: “Lammock, bu soruya cevap bulamıyordu. En nihayetinde, ne yapmaları gerektiğini söylemedikten sonra, insanlara başlarına gelecekleri anlatmanın bir anlamı yoktu.”[9]
Lammock kendisine yapılan peygamberlik teklifiyle nihayet ne yapması gerektiğine dair bir fikre, bir nevi eylem programına sahip olur. Belki bizlerin de bugün göklerden gelecek böyle bir öneriyi beklemeden kâhin değil, kolektif bir peygamber gibi hareket etmemiz gerekiyor. Çünkü felakete doğru gittiğimiz yönünde kâhince uyarılarda bulunmak, aktivist bir duyarlılığı pekiştirmekten çok kıyametin banalleşmesi gibi bir sonuç yaratıyor.
Bir kâhin misali geleceğe dair karanlık ihtimalleri sıralamak eyleme sevketmiyor, sinizme yol açıyor, Günther Anders’in deyişiyle “kıyamet körlüğünü” pekiştiriyor. Oysa harekete geçmek için teşvik eden kâhin değil, “Yeni Nuh” Lammock’un ima ettiği gibi peygamberdir.
Michael Löwy’nin deyişiyle, “Peygamber ancak şart kipinde bir kestirimi seslendirir: Eğer tehlikeye karşı harekete geçilmezse, felaketin yaklaştığından dem vurur. Bu şekilde anlaşıldığında, peygamber sözü tüm stratejik devrimci söylemin asli bir bileşenidir –tıpkı Lenin’in 1917’deki meşhur ‘Yaklaşan Felaket ve Nasıl Mücadele Etmeli?’ adlı risalesinde olduğu gibi.”[10]
Hâkim anlatı sermayenin değil, “insanın” doğayla kurduğu ilişkiyi hedef tahtasına oturtur. Marmara Denizi’nin ölümü birdenbire “hepimizin” suçu haline getirilir. Böylece felaketin sorumluluğu dağıtılmış, görünmez kılınmış olur.
Noah Lammock “Yeni Nuh” olma hususunu Tanrı’yla tartışırken ısrarla aynı soruyu sorar: “Boğazına kadar günah ve yolsuzluğa batmış eski dünyayı kurtarıp yenilemek mi istiyoruz? Yoksa bu korkunç savaş yangınını, birbirini yiyen devletleri ve eskimiş gelenekleri geride bırakıp tamamen yeni bir dünya inşa etmeye mi niyetleniyoruz?”[11]
“Yeni Nuh” için kıyamet ortasında bir gemi inşa etmenin tek anlamı yeni bir dünya vaadidir. Tanrı’ya “korkunç bir hızla savaş, nefret ve gaddarlık seline boğulan eski dünyayı kurtarmak istemiyoruz değil mi? Bu dünyayla artık hiç işimiz kalmadı” diye seslenir.[12] “Yeni Nuh” için kıyamet olasılığı, yeni bir dünya kurmak için bir seferberlik çağrısıdır.
Eşitsiz ve bileşik kıyamet
Belki de benzer bir seferberlik çağrısı için bize gereken, Evan Calder Williams’ın ifadesiyle, şimdiden bir “kıyamet sonrası perspektife”, yani kıyametin zaten gerçekleşmiş olduğunun bilgisini içeren bir bakışa sahip olmak. Williams bize kıyametin defalarca gerçekleşmiş olduğunu hatırlatır.
“Eşitsiz ve bileşik kıyamet”, yani süreklileşmiş yıkım, kapitalizmin işleyiş yasalarından biridir. Kıyamet kâh Union Carbide şirketinin tarım ilacı fabrikasında gerçekleşen gaz sızıntısının yaklaşık dört bin insanın ölümüne neden olduğu Bhopal’de çıkar karşımıza, kâh Avustralya ya da Amazonlar’daki dev yangınlarda, kâh pandeminin vurduğu Hindistan ve Brezilya’daki toplu ölümlerde. Kapitalist kıyamet kâh Bangladeş’te Rana Plaza’nın çöküşünde, kâh Beyrut limanında stoklanmış amonyum nitratın neden olduğu büyük patlamada, kâh Soma’da görünür.
Süreklileşmiş bu kıyameti durdurmak, bir kıyamet sonrası perspektifle mümkün. Yani, “kendimizi bu sistemin süregelen kıyametinin post-apokaliptik özneleri olarak görmediğimiz müddetçe felakete yönelik bu umutsuz eğilime karşı çıkamayacağımız inancı”yla olanaklı.[13] Yoksa felaket döngüsü kırılamaz. Post-apokaliptik perspektif olacak olana değil, zaten olmakta olana odaklanır. “O geç kapitalizmin her yanı kaplayan metruk mahallerine odaklanan zaruri bir bakıştır, kıyamet hadisesinin ağır çekimde ve bazen de ani sıçramalar ve fırtınalarla zaten gerçekleşmekte olduğunun bilincidir.”[14]
Dolayısıyla, ufukta dünyayla birlikte kapitalizmin de sonunu getiren nihai bir felaket, belki de her şeyin sıfırdan yeniden başlayacağı bir kıyamet yok. Sylvia Federici’nin dediği gibi: “Yokoluş ihtimali görelidir. ABD’de çok sayıda topluluk için –çocukları sokak ortasında polis tarafından katledilen siyah topluluklar, uranyum madenciliğiyle birlikte yaşamaya zorlanan Navajo’lar gibi yerli topluluklar, işsizliğin tavan yaptığı topluluklar vs.– kıyamet şimdidir.”[15]
Karşı karşıya olduğumuz, ağır çekimde cereyan eden, bir türlü sonu gelmeyen ve eşitsiz dağıtılan bir kıyamet. Bangladeş’le Norveç’in kıyamet zamanı eş değil. Böceklerin kıyameti başladı bile, Pinta dev kaplumbağası ya da Spix uzun kuyruklu papağanı gibi başka türler içinse çoktan bitti. Belki Marmara Denizi için de. “Dünyanın sonu”, aslında tıpkı “ideolojinin sonu” gibi. Sonun kendisi bir türlü bitmez, sonun sonu gelmez.[16] Bir felaket diğerini takip ederken aynı hareketsizliğe, kıyamet döngüsünün geleceksizliğine çakılıp kalırız.
Hem zaten kapitalizm doğum ânında felaketle, hatta kıyametle damgalanmamış mıydı? Kolomb’un Yeni Dünya’ya adım atmasından sonra, buradaki insanların ve sayısız canlı türünün yaşadığı dehşet ve yokoluşu kıyametten başka bir sözcükle tarif etmek mümkün mü? Joseph Schumpeter gibilerin “yaratıcı yıkım” diyerek yere göğe sığdıramadığı “eşitsiz ve bileşik kıyamet” kapitalizmin işleyiş yasalarından biri.
Felaket, tıpkı ırkçılık ya da patriyarka gibi “reel kapitalizmin”, yani “gerçekte varolan” kapitalizmin mütemmim cüzü, olmazsa olmazı. Sermaye yıkmadan yaratamaz, gelişemez, büyüyemez. Sermaye düzeni sadece afetleri yeni bir kâr kapısı, bir fırsat olarak değerlendirmekle kalmaz, aynı zamanda bilfiil felaket üretir, felaketi temel alır. Wolf-Meyer’in deyimiyle, “kapitalizm felaketin ekonomik değeri üzerine bina olur”.[17]
H.G. Wells’in Ağrı Dağı Yolcusu Kalmasın öyküsünde, müstakbel Nuh “insanlığın nihai bir felakete gittiği” kanaatine sahip olsa da bu bilginin ne işe yarayacağını sorar durur: “Bu soruya cevap bulamıyordu. Ne yapmaları gerektiğini söylemedikten sonra, insanlara başlarına gelecekleri anlatmanın bir anlamı yoktu.”
Kapitalist yıkım tarzı
Marx kapitalizmin açığa çıkardığı o muazzam üretici güçlerin aynı zamanda devasa yıkıcı güçler olduğunun, felaketin sermaye birikim süreçlerinin ayrılmaz parçası olduğunun pekâlâ farkındaydı. Kapital’de, “kapitalist üretim tekniği ve toplumsal üretim süreçlerinin birleşmesini, bütün zenginliğin iki kaynağını, toprağı ve işçiyi kurutarak ilerletir” diye yazar.[18] Yani kapitalizm gerek doğayı gerekse insanları tahrip etmeye meyillidir. Marx’a göre, burjuva çağında ilerleme, “nektarını ancak katlettiklerinin kafataslarından içen o iğrenç pagan putuna” benzer.[19]
Kapitalizm metalar üretmekle kalmaz, kendi varoluş koşullarını tahrip ederek düzenli olarak felaketler de üretir. Istvan Mészaros’un belirttiği üzere, kapitalizm “sonuçları ne kadar felaketli olursa olsun, ne ‘gelişme’ ile yıkımı ne de ‘ilerleme’ ile israfı ayırabilir. Üretici güçlerin önünü daha fazla açtıkça yıkım güçlerini daha da ortaya salar. Üretimin miktarını artırdıkça her şeyi daha da boğucu bir atık dağının altına gömmesi gerekir.”[20]
Ernest Mandel “sanayi kapitalizmi başından beri ilerleme ve gerilemeyi, üretici ve yok edici güçleri birlikte taşıyarak gelişti” diye yazarken aynı vurguyu yapar. Ancak, Mandel’e göre, üretici güçlerin gelişimi için ödenen bedel giderek artmış, olumsuz-yıkıcı eğilimler giderek baskın hale gelmeye başlamıştır. Öyle ki, Mandel’e göre, “bu eğilimin tersine dönmesinin en açık ifadesi İkinci Dünya Savaşı sırasında biyolojik ve nükleer silahların ortaya çıkmasıdır.”
İnsanlığı topyekûn ortadan kaldırma potansiyeline sahip silahların üretilebilmesi, kapitalizmin açığa çıkardığı yok edici güçlerin onun üretici-ilerletici potansiyellerine bütünüyle üstün geldiğinin açık bir göstergesi.[21]
Herbert Marcuse de 1959’da Paul Baran’a yazdığı bir mektupta benzer bir noktaya işaret eder: “Marksistler bütünün akıl dışılığıyla parçaların akılcılığı arasındaki geleneksel çatışmanın artık 19. yüzyıldaki biçimiyle geçerli olmadığı sorunuyla yüzleşmek zorunda. Aslında çok iyi biliyorsun ki, sistem kendisini ancak israf ve yıkıcılık aracılığıyla varedebiliyor, hatta bunlarla ilerliyor.”[22]
Mandel ve Marcuse’un izinden giderek ekolojik kriz çağında kapitalizmin bir üretim tarzından çok gezegendeki tüm yaşamı tehdit eden bir yıkım tarzı haline geldiği rahatlıkla söylenebilir. Yani, karşı karşıya olduğumuz felaketi kâr kapısına döndüren “felaket kapitalizmi” değil, sistematik olarak felaket üreten kapitalizmdir.
“Kapitalist felaketçilik”
Naomi Klein’ın zamanında sözünü ettiği “felaket kapitalizmi”, felaketin hâkim sınıf tarafından güç ilişkilerini radikal bir biçimde kendi lehine dönüştürmek için bir fırsat olarak kullanılmasını ifade ediyordu. Bu anlamda, “felaket kapitalizmi” kriz sonrası bir normalleşmeyi, güç ilişkilerinin farklı olduğu bir “yeni normal” durumunu varsayıyordu.
Ancak günümüzde krizin sona erdiği bir normalleşme gündemde değil. Kriz de felaket de sürekli. Bir felaket-sonrası neredeyse yok. Bir felaket başka bir felaketi tetikliyor. Marmara Denizi’ndeki müsilaj gibi, ekosistemik çöküşler yeni felaketlere (mesela belki bir kolera salgınına) kapı aralıyor.[23]
Mümkün olduğunca evde kalmayı dayatan pandemi sırasında bu defa muhakkak evden çıkmayı gerektiren depremi yaşayan İzmirlilerin deneyimi, bu süreklileşmiş felaketler çağını örnekliyor adeta. Kapitalist sömürü ve ekolojik yıkım çok boyutlu krizlerin birbiri üzerine bindiği bir devamlı felaket durumunu, krizin bir yönetme biçimi haline gelişini ifade ediyor. Kai Heron bu yeni durumu Naomi Klein’ın “felaket kapitalizminden” ayrıştırmak için “kapitalist felaketçilik” (capitalist catastrophism) tabirini öneriyor.[24]
Müsilajın “siyasal” önemi sadece memleketteki çürümeyi betimlemekte kullanışlı bir metafor olması değil. Müsilaj, aynı zamanda ekosistemlerin çöküşünün tetikleyeceği zincirleme felaketlerin siyasal mücadelenin belirleyici alanı haline geldiği, gelmek zorunda olduğu yeni çağın bir işaret fişeği.
Felaket sonrası normalleşmenin mümkün olmadığı bu “kapitalist felaketçilik” çağında, yönetici sınıfın iki stratejisi var: Felaketi ona yol açmış güç ilişkilerinde değişikliğe gitmeden yönetme (vidanjörle müsilaj temizleme) ve felaketi daha da büyük bir felaketi kışkırtarak yönetme (müsilaja karşı Kanal İstanbul’un “çözüm” sayılabilmesi).
“Kapitalist felaketçilik” zamanında komünist yeniden inşa ancak harabeler içinde mümkün olacak. Ian Angus’un hatırlattığı üzere, “Antroposen koşullarında sosyalizm inşası, herhangi bir 20. yüzyıl sosyalistinin hiçbir zaman tahayyül etmediği meydan okumaları içerecektir.”[25] Komünizmi artık gelişen üretici güçlerin onları sekteye uğratan üretim ilişkilerine isyanının ürünü olarak şekillenecek bir bolluk cenneti biçiminde değil, ekolojik kriz ve ani iklim değişiminin yarattığı/yaratacağı zincirleme felaketler içerisinde mümkün olabilecek bir kurtuluş yolu olarak düşünmek zorundayız.
“Eşitsiz ve bileşik kıyamet”, yani süreklileşmiş yıkım kapitalizmin işleyiş yasalarından. Kıyamet kâh Union Carbide fabrikasındaki gaz sızıntısının yaklaşık dört bin insanın ölümüne neden olduğu Bhopal’de çıkar karşımıza, kâh Bangladeş’te Rana Plaza’nın çöküşünde, kâh Soma’da.
Tahliye komünizmi
Ekolojik krizin, pandemi dahil, potansiyel sonuçlarının gündelik bir deneyim haline gelmeye başladığı çağımızda, komünizmi bir enkaz kurtarma çabası, bir tahliye faaliyeti olarak düşünmek zorundayız. Marmara Denizi’nin ölümünün hatırlattığı gibi, ekolojik krizin dünyası, potansiyel olarak ardışık ve birbirini tetikleyen felaketler dünyası.
Joel Kovel’in daha “usturuplu” ifadesiyle, ekolojik krizin zamanı, “doğanın insani üretimi tamponlama kapasitesini sistemli bir biçimde tahrip eden ve en sonunda da aşan, böylelikle de ekosistemlerde nelere neden olacağı önceden kestirilemeyen, ama birbiriyle etkileşim halinde olan ve sürekli genişleyen bir dizi çöküşü başlatan yapısal güçlerin” damgasını vurduğu bir zaman.[26] Böyle bir zamanda, komünist seçenek ancak kapitalist imhacılığın müsebbibi olduğu yıkıntılar arasında gündeme gelebilir.
Devrim dünyanın onarılmasını sağlayacak bir enkaz kurtarma çabası artık. Britanya merkezli Salvage dergisinin bir kolektif metninde ifade edildiği üzere, insanlık tarihinde belki de ilk defa proletarya dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor. Ancak, bu dönüşümün bedeli çok, ama çok ağır oldu: “Kapitalizm, Marx’ın yüz elli yıl önce tahmin ettiği gibi, kendi mezarını tamamlayacak yeterli mezar kazıcısını üretti, ancak bunu yaparken de onlara miras kalacak tek şeyin mezarlık olmasını temin etti.”
Tam da bu nedenle yeryüzünün lanetlilerine miras kalacak olan bu mezarlığa dönüşmüş dünyanın, yaşamın sürdürülebilmesi için sebatla onarılması gerekecek. “Bolluk için yanıp tutuşuyor olabiliriz, ancak bize önce gerekli olan bir kurtarma/tahliye komünizmidir.”[27]
Marmara Denizi’nin mezarı başında toplanmışken aklımıza kazıyalım: Yaşanan tüm felaketler karşısında yönetici sınıfın aklının eninde sonunda başına geleceği, kendi çıkarları için dahi olsa daha basiretli davranmak, bu mahşeri gidişi durdurmak için bir şeyler yapmak zorunda kalacağı beklentisi beyhude. “Reel kapitalizmin” pandemi ya da iklim krizi gibi nihai bir felaketin darbeleri altında yıkılacağı ya da hiç değilse daha “güleryüzlü”, belki daha “yeşil” bir versiyona evrileceği umudu, defalarca kanıtlandığı üzere, tehlikeli bir yanılsama.
Walter Benjamin “bizim neslimizin deneyimi, kapitalizmin ölümünün doğal bir ölüm olmayacağıdır”[28] diye yazarken haklı: Kapitalist kıyametin yegâne alternatifi devrimdir. O zaman Mandel’in dediği gibi, “komünizme bir an önce varmak için bundan büyük bir neden olabilir mi?”[29]