Kara haber 8 Haziran’da geldi: Melkon Taşçıoğlu sizlere ömür. Vefa onun için ne sadece bir semt ne sadece bir takımdı. Ebedi bir aşktı. 1944’te bir fotoğrafçının vitrininde başladı, son nefesine dek sürdü. Dile kolay, 77 sene yeşil-beyaz formanın aşkıyla yaşadı. 2010 Kasım’ında, Bir+Bir dergisi için yaptığımız söyleşinin sunuşu şöyleydi:
“Kapı zilinde ‘Vefalı’ yazıyor, arka bahçede Vefa bayrağı dalgalanıyor. Bir fotoğrafçı vitrininde başlayan aşk, mahalli ligden milli lige, birinci kümeden ikiye, ikiden tekrar bire, derken adım adım geriye ve neticede amatör kümeye, 66 yıldır sürüyor. Joseph Losey’e “yeşil saçlı adam” demiştik, meğer Melkon Taşçıoğlu daha koyu yeşilmiş. [‘Vefa’ kitabının yazarı] Burcu Göknar’ın kılavuzluğunda zilini çaldık. Çıkışta, pabuçlarımızı Vefa sevdalısı Kör Galip’in kramponları niyetine giyerken biz de yeşil ördek olmuştuk. Melkon Amca: Sağol, sağol, sağol!”
Melkon Taşçıoğlu’nu 2010 Kasım’ındaki söyleşiyle uğurluyoruz. Ruhu şad olsun.
Nasıl Vefalı oldunuz? Nasıl başladı bu aşk?
Melkon Taşcıoğlu: 13-14 yaşlarındaydım. Sene 1944. Kunduracı çıraklığı yapıyordum –emekliliğim kunduracılıktan. Foto Örnek diye bir yer vardı Çarşıkapı’da, çok eski zamanlarda. Vefa oyuncularının resimleri dururdu vitrinde. Portreler, takım resimleri. Yeşil-beyaz çubuklu formalar… Yeşili de, beyazı da çok güzeldi. Bu takım benim takımım dedim aklım sıra. Orada başladı bu aşk. Üç büyüklerin taraftarı olmak kolay. Biz zoru seçtik. Biraz da kimsesizin yanında gibi hissettik kendimizi naçizâne.
Belli bir oyuncu var mıydı, tipini beğendiğiniz?
Çengel Hüseyin vardı, Beşiktaş’tan gelme. Kadırga’dan Beşiktaş’a geçmişti. Solhaf oynardı. Daha sonra, orta sahada Galip Haktanır vardı, hayatta hâlâ. Kör Galip derlerdi. Beşiktaş’ın Baba Hakkı’sı gibi otoriterdi. Ellerini beline koyarak şöyle bir oyunculara baktı mıydı, herkes yerindeydi. Bunu bir de Baba Hakkı (Yeten) yapardı. Onları seyretmek nasip oldu bize. Şimdiki gibi para meselesi değildi futbol. Renk aşkı vardı. Galip bizde oynadı, bizde bitirdi. Talipleri vardı, ama bir söz vermiş, Vefa’dan da ayrılmamış. Foto Örnek’teki fotoğraflar arasında o da vardı. Halk tipiydi, bizden birisi gibi… Kendisi marangozdur esas, Çarşıkapı’da atölyesi vardı. “O zaman para kazanamazdık, mecburi yan iş yapardık” diyor, “işten çıkardık, antrenmana giderdik; gelirdik, soyunur, iş yapardık”.
Üç büyüklerin taraftarı olmak kolay. Biz zoru seçtik. Biraz da kimsesizin yanında gibi hissettik kendimizi naçizâne. Şimdiki gibi para meselesi değildi futbol. Renk aşkı vardı. Kör Galip Beşiktaş’ın Baba Hakkı’sı gibiydi. Bizde oynadı, bizde bitirdi. Talipleri vardı, ama bir söz vermiş, ayrılmamış. Halk tipiydi, bizden birisi gibi. Marangozdur esas.
Hâlâ kulüpte yaşlanan fubolcular oluyor mu?
Valla şimdi bu sene bir takım kurdular ya, seneye üç-dört kişi ya kalır ya kalmaz. Futbolunu geliştirirse, parlarsa, iyi bir yerden bir para kapıyor. O da ona yetiyor zaten. Nereden geldin? Vefa’dan geldim. İsmen de olsa, Vefa’nın mirası var. Vefalıysa iş yapar hesabı var.
Çocukken sever miydiniz top oynamayı?
Bir türlü kalkınamadık ki. Çok seviyordum ama, tribünden seyrediyorum. Kısmet olmadı. Mahallede bezden, kâğıttan top yapar, oynardık. Bizim çocukluğumuzu sorma. Herkes çocukluğunu yaşayamadığını söyler ama, bizim çocukluğumuz çok yoksulluk içinde geçti. Harp yılları… Ekmek karneyle. Bir gün yarım ekmek çıkar, 100 dirhem çıktığı zaman aç kalırdık. Yanında takviye bir şey yok. Bulgur yok, pirinç yok. Her şey karneyle…
Gittiğiniz ilk maç hangisiydi?
Şeref Stadı’ndaydı, Kasımpaşa’yla oynuyorduk. Mahalli lig maçıydı; futbol daha Türkiye çapına yayılmamıştı. Üç büyüklerin arkasından her sene dördüncü biz olurduk. İkincilik, üçüncülüğümüz de var ama.
Milli Lig’in ilk yıllarında Vefa hep ilk dörtte değil mi?
Güzel bir takım yapmışlardı, elde tutamadılar. Tam takımı oturturuyorsun, elindeki oyunculara iyi paralar teklif edilince tutamıyorsun. Bir Yavuz vardı, sağbek oynardı. Bizden Beşiktaş’a gitti, milli oldu.
Kel Yavuz…
Evet. (gülüyor) Beykoz’dan gelmişti. Çiçekçi Yavuz derlerdi. Beykoz’da seraları varmış.
Beşiktaş’ın 1965-66 ve 1966-67’de üst üste şampiyon olan Yavuz’lu kadrosu hâlâ hafızalarda: Necmi, Yavuz, Fehmi, Suat, Süreyya, Kaya, Küçük Ahmet, Yusuf, Güven, Sanlı, Faruk. O Faruk’un (Karadoğan) bize üç golü var.
Sonra o kadroya Macar Kuzman’ı eklediler.
Kuzman ele avuca sığmayan, acar bir oyuncuydu. Bizim bir Zeki vardı, Fener’e giden, ne yaptı etti, oyundan attırdı Kuzman’ı. (gülüyor)
Milli lig döneminde Vefa’nın en büyük starı Zeki’ydi, değil mi?
Doğru. İki ayaklıydı, çok iyi santrfordu. Kafaya da hâkimdi. Ama kendine bakmadı. Âlemci… Kumar oynardı. Davutpaşa’da şoförlük yapardı. Esasen Şehremini’den gelme. Bizde parladı, Fener’e gitti. Çok güzel topçuydu.
Severim Yılmaz Güney’i. Niye saklayayım? Unutulmaz bir adam. Gerçek sinema. Adam hem senaryo yazıyor hem oynuyor hem yönetiyor. Hep de sosyal filmler yaptı, mesaj veren filmler.
Zeki’nin ekürisi Güray vardı, orta saha oynardı…
Sonra Beşiktaş’a gitti. Eski Vefa sahasını hatırlar mısınız? Bu çocuklar çok kahrını çekti o çamurlu sahanın. Çamur banyosuydu. Şimdi kulüplerin her şeyi var. Çamaşır makinaları, kurutma makinaları…
Hilmi Kiremitçi’yi tabii ki seyrettiniz. Vefa denince akla gelen ilk isimdi.
Seyretmez olur muyum! Bizim duayenlerimizdendir. Bayrağımızı tutanlardandı. İki dönemde de oynadı; 1.Lig’den düştüğümüzde de oynadı, 1. Lig’deyken de. Artı, hocalık da yaptı bizde. Milli solaçık. Çok süratliydi. Çalımı da vardı. Durduğu yerde geçerdi adamı. Golcüydü ayrıca.
Seyrettikleriniz içinden en sevdiğiniz ve futbolcu olarak en çok beğendiğiniz kim?
Bekir. En iyisi diyemem, ama en sevdiğim Bekir’di. Orta sahada oynardı 1960’larda. Soyadını hatırlayamıyorum.
Lâkabı var mıydı?
Bombacı. Bir de Fener’in Bombacı Bekir’i vardı, o değil. Bizim Bombacı Bekir’imiz bu. Çok güzel frikikler atardı.
Niye en çok sevdiğiniz o?
Efendi, şımarık değil. Çok bir para almadı. Az parayla çok çalışanları seviyorum. Galip Abi’nin de büyük emeği var. Büyük paraları bulduğu halde gitmedi. Bir de Tenekeci Garbis vardı, İstanbulluoğlu. Santrfor. Bir ara Fransa’ya gitti, sonra geri geldi. Çok iyi topçuydu, ama uzun sürmedi. Kendine bakmadı, bize de hayrı olmadı. 18’in içinde topu yakaladı mı, mutlaka kaleyi buldururdu.
Bize bir kare as yapın desek, kimleri seçerdiniz?
Garbis, Zeki, Güray, Bekir. Bu, 1960’ların kare ası. Daha biraz geriye gidersek, tabii ki Hilmi başta. Sonra Çengel Hüseyin, Garbis, Kör Galip.
Çengel Hüseyin’in çengeli nereden geliyor?
Rakibine yapıştı mı, kolay kolay bırakmazdı. (gülüyor) Herhalde o yüzden. Hüseyin dersen kimse bilmez, Çengel Hüseyin dersen bilinir.
Burunkışla köyündeniz. Boğazlıyan kazası. Bizden kimse kalmamış. Muhacırlardan başka kimse yok. Sağolsunlar, eski komşularımız diye sarıldılar bize. Ne ikram edecekleri bir şeyleri var, ne oturacakları yerleri. Toprak evler, gecekondu gibi barakalar. Kahvesi bile yok. Terkedilmiş bir kovboy kasabası gibi o cânım Burunkışla.
Sizde iz bırakan kaleciler kimler?
Radanoviç vardı, Yugoslav. Dev gibi bir adam, ama yan topları pek alamazdı. Bir de Baskın vardı, sarı saçlı, sonra Ankaragücü’ne gitti. Ha, Özcan Arkoç’un hakkını yemeyelim. Uçan Manda derlerdi ona. Hamburg’un en iyi zamanlarında senelerce oynadı. Vefa, Fener, Beşiktaş ve Hamburg… Ama en iyi yılları bizdeydi.
Vefa’da beraber anılan ikililer vardı. Zeki – Güray, sonra Raşit – Erdinç… Öncesinde de var mıydı böyle ikililer?
Tahtabacak İsmet vardı, Allah rahmet eylesin. Solaçık. Eğer soluna top oturursa, kaleci tir tir titrermiş. Turgay (Şeren) da anlatmıştı ne müthiş vurduğunu. Tahtabacak İsmet’in ekürisi Garbis’ti. Ali vardı sağaçık, o ve Küçük Erdoğan iyi bir ikiliydi. Muhterem diye bir çocuk vardı, o ve Baba Rahmi de öyle bir ikiliydi. Raşit-Erdinç de iz bırakan çocuklardandır. Raşit milli de olmuştu. Bir gün Erdinç’i tribünde gördüm. “Niye erken bıraktın oğlum, fiziğin fevkalâdeydi” dedim. “Kısmet bu kadarmış” dedi.
O ikili Fener’in genç takımından gelmişti Vefa’ya. Vefa’dan üç büyüklere gidenler olduğu gibi, üç büyüklerden de Vefa’ya gelenler vardı.
Büyük kulüplerden gelenler posası çıkmış geliyorlardı, ama yine de bizde iş yapıyorlardı. Galatasaray’dan gelen Suat (Mamat) vardı, büyük topçuydu. Biraz fantaziye kaçardı, tribüne oynardı. Ama çok klastı, Lefter ayarı.
Vefa’da yetişen bir Niko (Kovi) vardı.
Kınalıada’dan geldi Niko. Babasının bakkal dükkânı vardı orada. Vefa’da şöhret oldu, milli oldu, Beşiktaş’a gitti. Oradan da Yunanistan’a gitti.
Atina’da manavlık yapıyormuş.
Evet. İstanbul’a geldiğinde kulübe uğrar, hal hatır sorar.
Beşiktaş’ın 1970’lerde küme düşme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı sezonda çok kritik bir maçta son dakikalarda attığı golle takımı kurtarmıştı. Ayrıca çok yakışıklıydı.
Kıvanç Tatlıtuğ hesabı bir şeydi. O Niko’nun bizde bir kötü anısı var. Eskişehir’de bir Heper vardı.
Fethi Heper.
Niko santranın orada Fethi Heper’le dalga geçiyor. Heper bunun ayağından topu bir kaptı, golü yaptı geldi. Hiç unutmam. (gülüyor) Fethi Heper yabana atılır adam değildi. Onların bir de amigosu vardı.
Orhan, amigo Orhan.
Valla İstanbul’a geldiği zaman o adama hayran olurduk.
Kilisenin taşlarıyla yapmışlardı okulu. İlk talebesi bizdik. Talebe kalmamış şimdi. Okulu düğün salonu yapacaklarmış. Mezarlığı gittik gördük. Fırçaladıkça yosun tutmuş yerlerden Ermenice yazılar çıkıyor. Tamamen Ermeni köyüydü. Sonra Balkan göçmenleri geldi, onlar da pişman. Onlar da yerlerinden yurtlarından olmuş.
Eski günlerde diğer takımlardan en çok beğendiğiniz kimler vardı?
Beşiktaş’ı alıcı gözüyle izliyordum, ama şudur diyemem.
Bir kere Yusuf – Sanlı’yı yazmak lâzım, değil mi?
Daha sonra da Metin- Ali-Feyyaz tabii.
Vedat Okyar da müthişti.
Yazılarını da öyle zevkle okurdum ki. 2. Lig’de biz Bursa’yla çekişirken Vedat orada oynuyordu. Biz çıktık 1.Lig’e, onlar kaldı. Vedat çok kıvraktı. Kendi ekseni etrafında döner, adamı şaşırtır, çıkardı. Oğlu bizde top oynadı 2., 3. Lig’de. Vedat’ın dörtte biri değil. Futbol babadan oğula geçmiyor. Rüzgârın Oğlu Zeynel vardı Gençlerbirliği’nde. Toptan evvel giderdi. NTV’deki Güntekin Onay’ın babasını da izledim, Gündüz Tekin’i. Hocalık yaptı sonra. Ama Yusuf’un (Tunaoğlu) yeri ayrı tabii.
Bize kalırsa iki Sergen eder.
Orta sahanın her tarafını arşınlardı. Çok koşmazdı, ama ne yapacağını bilirdi. Çift ayak. Özel seyircisi vardı. Sırf onu seyretmek için giderlerdi.
Yılmaz Güney’in Arkadaş’ında oynamıştı.
Var mıydı onda? Dikkat etmemişim.
Sever misiniz Yılmaz Güney’i?
Severim Yılmaz Güney’i. Niye saklayayım? Unutulmaz bir adam. Gerçek sinema. Adam hem senaryo yazıyor, hem oynuyor, hem yönetiyor. Hep de sosyal filmler yaptı, mesaj veren filmler.
İsminizin özel bir anlamı var mı?
Hazreti İsa’nın doğduğu haberini dünyaya yayan üç kişi var: Melkon, Kaspar, Bağdasar. İsa’nın doğumunu müjdelemişler. Müjde anlamında yani Melkon.
Aslen nerelisiniz?
Yozgat’ın Burunkışla köyündeniz. Boğazlıyan kazası.
Ertesi gün düğünümüz olacak. Maça gidemedim, radyo var evde. Hatıra diye başucumda durur hâlâ. Lefter filan var Fener’de. Uçan Manda Özcan da bizim kalede. Bir, iki, üç derken, beş oldu. Üçünü Lefter attı. Hiç unutamam o maçı. Bize düğün hediyesi yaptılar.
İstanbul’a gelişiniz nasıl oldu?
Oraları karıştırmayalım. Sohbetimiz bozulmasın. Ekonomik durumlar iyi değildi, geldik diyelim.
Yıl kaçtı ayrıldığınızda?
1938. Savaş çıktığında buradaydık.
Kaç yaşındaydınız?
Sekiz yaşındaydım.
1938’e kadar olanları babanız anlatıyor muydu?
Çok konuşmazdı. Azcık neşeli olursa köyümüzdeki bağlardan bahsederdi. Benim gibi çenesi düşük değildi. (gülüyor) Bu sene kalkıp gittik oralara. 55 kişiydik.
Kim o 55 kişi?
Aynı köyde doğmuş büyümüş insanlar. Daha isteyenler vardı da, yer kalmadı.
İlk gidişiniz miydi?
Hanımla beraber on sene evvel gitmiştim. Doğduğumuz köyü bu sene daha alıcı gözle gördük. Okulumuzu gördük.
Nasıl oldu o buluşma?
Bir arkadaşımız organize etti. Güzel bir yolculuktu, ama biraz yordu. 13-14 saat sürdü. Koltuk arkadaşım Yozgat’ta doğmuş; sohbet ederek gittik. Ramazan vaktiydi, lokantalar falan her yer kapalı, ama otel bize özel ilgi gösterdi. Öyle güzel yemekler çıkardı ki.
Neredeydi o otel?
Yozgat’a bağlı Sarıkaya kazasında. Hamamlar var, sıcak şifalı sular… Geçmişlerimizi gördük. Ayin de yapıldı. Özgeçmişlerimiz için dua da ettik. Duygulanmamak mümkün değil. İnsan askere gidiyor da, dönerken ağlıyor. Öyle bir duygudur yani. Oradan da Kayseri’ye gittik ek bir masrafla. Sonra da ver elini İstanbul.
O 55 kişi hangi semtlerden?
Yüzde 90’ı Samatyalı. Artı benim gibi çakma Bakırköylü, Yeşilköylüler. Önce Yozgat, sonra Samatyalıyım. Kaymakam geldi, sohbet etti, allah razı olsun. (sesini alçaltıyor) Benim odada toplandık, âlem yaptık. Rakı, peynir, kavun… Ramazan’a rağmen bir güzel sohbet ettik. Kaymakam çok efendi biriydi, sabah bizi yolcu etmeye geldi. Belediye reisi geldi. Bir adammışız gibi yer verdiler bize. Kaymakama “bir daha gelişimizde sizi vali olarak görmek isteriz” dedim. Gülümsedi. Etraf alkışladı. Bindik geldik. (gülüyor) Dört minibüs tahsis ettiler bize. İstediğimiz yerlere gittik. Hakkımı iki defa mezarlığa, bağlara kullandım. Viran olmuş bağlar. Halbuki verimli toprak. Gidip gurbette çalışacağınıza, o toprağı ekin biçin, yetiştirin. Öğrenmek zor değil. Merak edersen öğrenirsin. Köyümüzün bir suyu var. Kışın ılık akar, yazın buz gibi. Yolda dikkatimi çekti. Yozgat’tan sonra alabildiğine düz, ekim tarım alanları. Gidiyorum gidiyorum, bir tane top sahasına rastlayamadım. Yav buranın hiç mi gençliği yok, hiç mi onlara top oynatan yok? Bir yerde iki kale göreyim n’olur! Bizim köyde zaten yok. Ne Sarıkaya’da ne Boğazlıyan’da. Buradan sporcu nasıl çıkar? Koskoca araziler bomboş.
Şeref Stadı’nda bir dayak yemem var ki, eve geldiğimde kadın da şaşırdı. Beykozlular Vefa bayrağını yakıyorlardı. Kendimi kaybettim, aralarına daldım. Adamlar hırpaladı beni.
Anneniz, babanız vefat etmeden önce köylerini gördüler mi?
Babam gitti. Bacısı oradaydı, ama onun evine gitmedi, enişteyle arası bozuktu. Müslümanın evine gitmiş, köyün kâhyasının evine. Bekir’di adı, rahmetlik oldu. Babam kunduracıydı. Ayakkabıcı, terzi, nalbant hep bizdendi eskiden. O civarın kundurasını babam yaparmış. İki ay bir köye gidiyorsun, oranın ihtiyacını bitiriyorsun, geliyorsun. Babam da öyle gidermiş. O köylerin kendilerine göre misafir odaları var. Babam Talas mektebinde okumuş, Amerikan kolejinde. Yarım yamalak İngilizce bilirdi. Arapça okur yazardı, Ermenice okur yazardı. Türkçe okumayı bilmezdi, bize okuturdu, ama konuşurdu.
Demin “oraları karıştırmayalım, sohbetimiz bozulmasın” dediniz ama, Ermenilerin başına gelen “büyük felâket” artık konuşuluyor, tartışılıyor. Hatta bir özür dileme kampanyası bile oldu.
Çok güzel bir şey. Daha sulh yapacak çok şey var. Niye kan dökülsün? Yav bu adamların bir derdini dinle, ne olur. Şu fani dünyada yıllar yılı niye kan dökülüyor? Çözün şunları, çözün. Ne demişler: Rüzgâr eken fırtına biçer. Yapmayın bunu, ne var?
Köyde nasıl karşılandınız?
Bizden kimse kalmamış. Muhacırlardan başka kimse yok. Sağolsunlar, eski komşularımız diye sarıldılar bize. Ne ikram edecekleri bir şeyleri var, ne oturacakları bir yerleri. Toprak evler, gecekondu gibi barakalar. Gelişmemiş, kurumuş bir köy. Kahvesi bile yok. Filmlerde görüyoruz ya, terkedilmiş bir kovboy kasabası gibi o cânım Burunkışla. Köyün erkekleri hayata atılınca ya Ankara’ya ya İstanbul’a gidiyor, boyacılık yapmaya. Arnavutlar. Bir tanesi arkadaşımdı, muhacır Cengiz. Çağırttım, geldi.
Çocukluk arkadaşınız mı?
Yok, burada tanıştığım bizim köylü bir çocuk. Köyüne dönmüş. Yarıcılık yapıyor. Yaşlanmış. Samatya’dayken boya işlerimi yapardı. “Gel eve gidelim” dedi. Kafile var, hangi birini götüreceksin. “Burada helâlleşelim” dedim. Muhacır Cengiz iyi insandır. Allah selâmet versin.
“Okulumuzu gördük” dediniz, ne durumdaydı?
Tahtalar çürümüş, sökmüşler. Duvarlar duruyor, mükemmel. Kilisenin taşlarıyla yapmışlardı okulu. İlk talebesi bizdik. Talebe kalmamış şimdi. 14 kişiye düşmüş. Yakında bir köyün okuluna gidiyorlar. Bizim okulu düğün salonu yapacaklarmış. Dört duvar duruyor, harap olmuş içerisi.
Ayrıldığınızda nasıl bir yerdi Burunkışla köyü?
Biz çıkarken göç hızlanmıştı. Mübadele senelerinde bilmem kaç tane aile getirdiler. Toprak verdiler, bağ bahçe, ev verdiler.
Ne ekilip biçiliyordu?
Tarım yapılırdı. Arpa, buğday, burçak… Bağcılık vardı. Bağlar bitmiş tükenmiş. Babam rahmetlik, 84 yaşında vefat etti. Samatya’da otururken orayı hayal ederdi. Üzüm, meyve getirirdik. Yozgat şivesiyle, “bu aşağı bağın üzümü mü, yukarı bağın üzümü mü?” diyerek yerdi. Gittim, oraları gördüm. Köyün mezarlığını gittik gördük. Fırçaladıkça yosun tutmuş yerlerden Ermenice yazılar çıkıyor. Büyük mermerler, taşlar kırılmış. Tamamen Ermeni köyüydü. Sonra Balkan göçmenleri geldi, onlar da pişman. Onlar da yerlerinden yurtlarından olmuş.
Kemal Sunal amigoluk bile yapardı. Tam Vefalı. Sırılsıklam. Lisede onun ayrıca bir köşesi var. Kongrelere de gelirdi. En arka sıralarda otururdu yeşil bir ceketle.
Kilise duruyor mu?
Yıkılmış tamamen. Biz oradayken yeni yeni yıkıyorlardı. Papaz mapaz kalmamıştı. Kilisenin malzemesiyle okulu yaptılar. Büyük büyük sütunları vardı. Hâlâ duruyor.
Burunkışla’dan İstanbul’a geldiğinizde ilk nereye yerleştiniz?
Yozgat’tan ilk gelenler Samatya’da birikiyor, toplanıyorlar, sonra yaprak gibi dağılıyorlardı. İlk geldiğimizde, kilisenin yanında muhacirhanede kaldık. Anadolu’dan gelenleri misafir ediyorlardı. Üç-beş kuruş kazanan kiraya çıkıyordu. Orada üç sene oturduk.
Aileniz kaç kişiydi?
Ablam evliydi. Üç kardeş, ana, baba. Ablam 16 yaşında köyde evlenmişti. Orada kalma niyeti vardı. Babam şart koştu. Kızımı benimle beraber göndermezseniz vermem demiş.
Siz ne zaman evlendiniz?
(düşünüyor) 1957. 1959’da büyük oğlan olduğuna göre. Yedikule’de bir ev tuttuk. Hanımla ayrı çıkacağız. Yere döşediğimiz muşambayı bile karaborsa aldım. Porselen filan yok. Ev düzüyorum kendi kendime. Ertesi gün düğünümüz olacak. Maça gidemedim, radyo var evde. Hatıra diye başucumda durur hâlâ. Lefter filan var Fener’de. Uçan Manda Özcan da bizim kalede. Bir, iki, üç derken, beş oldu. Üçünü Lefter attı. Hiç unutamam o maçı. Bize düğün hediyesi yaptılar. (gülüyor) Lefter, Can Bartu, Sarı Naci, iyi bir takımları vardı. Bir kere de, ya Paskalya ya öyle bir şey, hanım anahtarı gizlemiş. “Misafir gelirse ne yapacağım?” diyor. Akşamdan pazarlık ediyoruz. Balkondan atladım yan bahçeye. Yenildik geldik. “Gittin de ne oldu?” dedi hanım. (gülüyor) Kırk yılda bir yenersek bayram ederiz biz. (gülüyor)
Kulüple Vefa Lisesi’nin ilişkisi nasıl?
Galatasaray’ın nasıl pilav günü varsa, Vefalıların da boza günü var. Her sene gideriz. Lisenin koca avlusu oradan yetişenlerle doluyor. Dörtte biri maça gelse… Hepsi kültürlü, aydın kişiler. Vefa mezunlar gününe bakıyorum, bir de bizim maçlara bakıyorum, onlardan üç kişi göremiyorum.
Ünlü Vefa Liseliler var: Müjdat Gezen, Uğur Dündar… Geliyorlar mı maçlara?
Mehmet Akif Ersoy, Toktamış Ateş, daha çok var… Müjdat Gezen’i çoktandır görmüyorum. Eskiden gelirmiş. Uğur Dündar birkaç defa geldi. Ama kulübe bir faydası yok.
Kemal Sunal gelirmiş maçlara.
Kemal Sunal amigoluk bile yapardı. Tam Vefalı. Sırılsıklam. Lisede onun ayrıca bir köşesi var. Kongrelere de gelirdi. En arka sıralarda otururdu yeşil bir ceketle, bir şeye karışmazdı. Filmlerindeki güleryüzlü “İnek Şaban” hiç değil sanki… Hiç ummadığın insanlar Vefa’yı tutuyor. Biz de şaşırıyoruz. Seyirci azalınca süzüldü. Herkes ortaya çıktı. Bu kadar senedir maça giderim. Rahmetlik Nejdet (Örs) Abi ile beş-altı senelik bir arkadaşlığım var, ama o da çok eskiden beri maça gidermiş. Seyircimiz azalınca biz ortaya çıkmış olduk. Kızımız Burcu (Göknar) da elimizden tuttu, Melkon Amca yaptı bizi.
1950’lerde, 1960’larda Vefa tribünleri kaç kişiydi, şimdi kaç kişi?
Kesin rakam vermek çok zor, ama bayağı taraftarımız vardı. Beş binin üstündeydi bizim gibiler. Liseyi saymıyorum. Şimdi toplasan bin olmaz. Her maça gelen 100 kişi bile bazen olmuyor. Sezon sonuna doğru artıyor. 2008’de bir Çekmeköy maçı vardı. Ne kadar kalabalıktı. Bombacı Bekir de gelmişti torunuyla. Kalipso kralı Metin Ersoy da vardı o gün.
Yeşil ördek de derlerdi bize. NTV muhabiriyle röportajımda “gelin şu yeşil ördeğimizi çamurdan çıkaralım” diyerek seslendim, büyüklere mesaj vermeye çalıştım naçizâne.
Metin Ersoy Vefa’da kalecilik yaptı galiba.
Hatırlamıyorum. Ama A takımıyla birlikte idmana çıktığını hatırlıyorum. Vaktim oldu muydu, Karaköy’den Edirnekapı’ya giderdim. İdmanları orada yaparlardı, seyrederdim. Bir-iki defa takımla beraber koştuğunu gördüm. O da Vefa Lisesi’nden. Eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel de Vefa’dan mezun.
Oğlu Can Yücel’in Vefa’yla ilişkisi oldu mu?
Yok. İsmi geçmez onun.
Halbuki tam Can Yücel’lik durum. Futbolla arası yoktu demek ki.
Hatırlıyorum, sakallı harbi bir insandı. Yakından görme şansım olmadı, ama okurdum, izlerdim. Şairliğini boşuna harcamamış. Dürüst adam. Yahya Kemal de bizde okumuş. Bizde diyorsam, kendime mâl etmeyeyim. Orada okumadım etmedim. Naçizâne bir taraftarım. Ama biraz kültürümüz var; biz de Vefa’yı bitirdik neticede. (gülüyor) Hasan Âli Yücel bize bir kıyak yapmış, stadı bize vermiş, ama burnumuzdan getirdi Karagümrüklüler. Hâlâ sürdürüyorlar bunu. Geçen günkü maçta ağza alınmayacak galiz küfürler ettiler. Maç seyretmeye gittim ben, onların çirkefliklerini görmeye değil. Flamaları yırttıkları zaman yerimde duramadım, aralarından çıktım, yürüdüm. Bu yaşta beni dövseler kendileri utansın. Şartlandırılmış birkaç kişiyi getirmişler, bağırtıyorlar. Maçolukları batsın, maço mu görmedik! Bayrak yüzünden Şeref Stadı’nda bir dayak yemem var ki, eve geldiğimde kadın da şaşırdı. Beykozlular Vefa bayrağını yakıyorlardı. Kendimi kaybettim, aralarına daldım. Bakıyorum arkama, kimse gelmiyor. Adamlar iyice hırpaladı beni. Yüzümü tele verdim. Polis kurtardı. Sonbahardı, üst baş çamur. Kadın “bu ne hal” dedi. (gülüyor)
Vefa tribününde gençler var mı?
Siirtli çocuklar var, yeni göç edenler. Onların tezahüratları farklı oluyor. Davullarla geliyorlar. Nejdet abi kaçıyordu o gürültüden.
Vefa tribününde küfür oluyor mu?
Aklımız erdiği kadar biz müsaade etmeyiz. Başkaları ederler. Yanımızda hanım oldu mu, olmaz öyle şey.
Kadınlar da oluyor mu tribünde?
Çok az. Eskiden de nadirdi. Futbolcuların eşleri, ablaları, kardeşleri, anneleri filan…
Geriye dönüp baktığınızda en çok iz bırakmış anlar neler? Tribünden, sahadan…
Kurulmuş plak gibi defalarca söyledim, yine söylesem ayıp olur mu? Gençlerbirliği-Vefa maçı. 1970’ler olmalı. Kim yenerse ligde kalıyor, öbürü düşüyor. Maç Ali Sami Yen’de. Tribünler dolu. O zamanlar çift maç oynanırdı bir günde. Önce aperitif alıyorlar, sonra büyük maç. Bizimkiler Gençlerbirliği’yle öyle bir çekişiyor ki… Hakemler İtalyandı yanılmıyorsam. O zamanlar yerli hakemlerle oynamıyoruz; dışarıdan geliyordu, hile olmasın diye. O maçı 3-2 kazandık. İşte Bekir’i oradan çok seviyorum. 2-2’yken penaltı oldu. Maç bitmek üzere. Atamazsan iş bitti. O sorumluluk altında Bekir attı penaltıyı. Biz ligde kaldık, Gençlerbirliği düştü. Kaçırsaydı, ömrü boyunca unutamazdı Bekir.
Burcu Göknar’ın kitabında [Vefa, Fotoğrafevi, 2010] en çok sevdiğiniz fotoğraflar hangileri?
Kendimi beğenmedim. Bizim çocukların kahvaltı ettiği fotoğrafı beğendim. Vefa o işte. (“Ruhlar toplantısı” kodlu fotoğrafı gösteriyor) Şu çok güzel bir siyah-beyaz. Rahmetlik Nejdet Abi’nin fotoğrafının olmasına çok sevindim. Birlikte gidip gelirdik maçlara. Kaymakamlığın önünde buluşurduk son beş sene. Randevusuna beş dakika geç kaldığını hatırlamam. Memurluktan gelme, saçlar başlar taralı, kravat filan… “Ben sana ayak uyduramıyorum abi” derdim. (gülüyor) İstanbul beyefendisi bir adamdı. Bize eküri diyorlardı. Yolda maçın kritiğini yapardık. Omuzuyla dürter, “ben sana söylemedim mi” derdi. (gülüyor) Nur içinde yatsın. Bayramda yengeyi aradım. Nasıl hoşuna gitti. “Biz Vefalıyız” dedim, “adımız üstünde”.
Kapınızın zilinde de “Vefalı” yazıyor.
Siz geliyorsunuz diye bugün bayrağı da çektim. Bu bayrak Tekirdağ’daki terfi maçlarından kalma. Otobüsten inerken hepimize birer bayrak vermişlerdi. Ben bayrağımı aldım geldim, lâzım olur, evde kullanırım diye. Orada da penaltılardan kaybetmiştik. Dört sene arka arkaya penaltılarla kaybettik terfi maçlarını. Tekirdağ’da, Kütahya’da, Düzce’de, hep penaltılarla…
Genellikle yenilen bir takımı tutmak nasıl bir şey?
Hiç pişman değilim. Kader biliyoruz, çekiyoruz.
Vefa’nın sembolü ne?
Keçi.
Cuk oturmuş. Bir sembol bu kadar uyar.
Yeşil ördek de derlerdi bize. NTV muhabiriyle röportajımda “gelin şu yeşil ördeğimizi çamurdan çıkaralım” diyerek seslendim, büyüklere mesaj vermeye çalıştım naçizâne.
Demin Lefter’den bahsettik. Ondan daha iyisini gördünüz mü?
Metin Oktay vardı. Lefter’in tipinde, klasında değil ama. Müsaade ederseniz, Metin Oktay’la ilgili bir anımı anlatayım. Vefa Galatasaray’la oynuyor. Abdülmetin ile Dayı Metin’i Metin Oktay’ın üstüne vermiş hoca. “Metin’e top oynatmayın” demiş. Bahsettiğim oyuncular kalıplı, boylu poslu. Sıkıştırıyorlar, aralarında eziyorlar Metin Oktay’ı. Kornerden bir top geldi. Metin Oktay o ikisinin arasından nasıl sıyrıldı, burgu gibi döndü, kafayı çaktı. O gelen topa vücudunu nasıl ayarladın, nasıl kafa çaktın, kaleyi nasıl gördün? Herkes beceremez tabii. Öyle güzel bir anım var. O golü gördüm. Unutulmayacak gollerden.
Tanju, Metin Oktay’ın gol rekorunu kırdı, ama “Taçsız Kral”ın yerini dolduramadı.
Tanju kopuk bir adam, Metin Oktay efendi bir adam. Fark buradan başlıyor. (gülüyor)
Nâzım Hikmet deyince durmak lâzım. Aziz Nesin, Sabahattin Ali deyince durmak lâzım… Sabahattin Ali’yi Istranca ormanlarında vurdurdular. Marko Paşa çıkardı o zaman. Birkaç cilt biriktirmiştim.
Metin Oktay’ın uğuru maçtan önce traş olmasıymış. Hiçbir maça traşsız çıkmazmış.
Ben de Vefa maçlarına mümkün olduğu kadar temiz gitmeye çalışırım. Kendimi bildim bileli. Kadınım bilir. Vefa tribünü benim için kutsal bir mabettir. Şimdiki gençlere söylesen, dalga geçerler. Maç günü kendimi ayarlamaktan başlıyor hazırlıklar. Bir kere tansiyon hapını almadan gittim, kriz geçirdim.
Nasıl oldu o?
Karıştırmayalım şimdi. Yazarsak kadın kızar.
Bilmiyor mu?
Biliyor da, övünülecek bir tarafı yok ki. Tansiyon ilacımı almamıştım. Üç sene önce Sütlüce tarafından bir takımla oynuyorduk. Maç 1-1 bitmek üzereydi, bizimkiler iki gol attı. 3-1 bitmiş. Üçüncü golü göremedim. İşte orada kötü olmuşum. Sağolsunlar, sahip çıktılar, hastaneye götürdüler.
Vefa’nın bir yayını, bir dergisi var mı?
1. Lig’deyken 12 sayı çıkarmışlar. Şimdi üç büyüklerin hepsinin dergisi var. Vefa 1. Lig’deyken üç büyüklerin dergisi yoktu. İşte o zamanlar Vefa dergi çıkarabilmiş. Apikoğlu’nu biliyorsunuz, Hayk Apikoğlu. Kayserili. Bir dönem başkanlık yapmıştır Vefa’da. Alibeyköy’de fabrikaları vardı. Pastırmayı, sucuğu dünyaya tanıtan onlar. Şimdi başka kuruluşlar çıktı, ama onun kalitesini yakaladıklarını hiç sanmıyorum. Artık o etler yok. Kadınım bilir, haftasonları eve gelirken pastırmanın en iyisini, kuş göğümünü, sırtını ayrı ayrı paket yaptırırdım. Yanına da bir duble koydun mu, tadına doyum olmazdı.
Dünya kupasını seyrettiniz mi?
Öyle ahım şahım maçlar oynanmadı. Hepsi puan kavgasıydı.
Kimi tuttunuz?
Almanları tutuyordum, olmadı.
Önceki kupalarda kimleri tutuyordunuz?
Hollanda’yı tuttum hep. İngilizleri afedersiniz sevmiyorum.
Niye bu kupada Almanya?
Ne bileyim, bir yakınlığımız mı var? Genelde tutarız Almanya’yı. Amerika’yı sevmiyorum, Fransızları sevmem.
İtalyanlar?
Bize benzer onlar. Son şampiyonluklarını Fransızlardan söke söke aldılar.
Dünya futbolundan halini tavrını, tipini, oyununu beğendiğiniz kim var?
Zidane’ı beğenirdim. İtalyan kopartma (Materazzi) çocuğu mahvetti, yaktı. En nihayetinde, Zidane kafayı koydu. Ama yakışmadı. Nasıl tahrik oldu ki artık. Kilometresi bitmişti, bırakacaktı bir yerde. Öyle bırakmasaydı, daha iyiydi.
Burada Metin Oktay’ı bir daha analım. Hayatında bir kere atıldı sahadan. Yılmaz Şen vardı, Çarli Yılmaz, Fenerli.
Afedersin, Piç Yılmaz da derlerdi ona. (gülüyor)
Hem jilet gibi kesiciydi hem de müthiş top tekniği vardı. Piqué filan hak getire. Ayrıca, Materazzi’nin aksine, çok sempatik bir tipti. Fakat bir derbide Metin Oktay’a yapmadığını bırakmıyor. En sonunda Metin Oktay dayanamayıp Yılmaz’a kafayı koyuyor ve aynen Zidane gibi hakemin onu atmasını beklemeden çıkıp gidiyor. Hayatındaki tek sahadan atılma hikâyesi bu.
Nur içinde yatsın. Tekme, yumruk filan boşveren bir adamdı. Efendiydi.
Öldüğü gece, Ortaköy’de bir barda “o golleri nasıl atıyordun” diye soruyorlar. O da Nâzım Hikmet’ten bir şiir okuyor. Ve diyor ki, “bu şiiri anlamayan o golleri anlayamaz”.
Vay be! Bu bende yoktu. Nâzım Hikmet’e kadar gitmiş ha! Hangi şiiri okuyor acaba?
Maalesef o gece orada olanlar şiiri hatırlamıyor.
Hangi şiiri olsa nakış gibi işlemiştir. Türkiye’ye değil, dünyaya mâlolmuş bir insan. Nâzım Hikmet deyince durmak lâzım. Aziz Nesin deyince durmak lâzım, Sabahattin Ali deyince durmak lâzım… Sabahattin Ali’yi, hatırlarım, Istranca ormanlarında birilerine vurdurdular. Marko Paşa çıkardı o zaman. Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin’in çıkardıkları çok ünlü dergiydi. Birkaç cilt biriktirmiştim. Annem rahmetlik, ben askerdeyken hepsini atmış, kitaplarımı, dergilerimi… Ama o zaman onları elde tutmak bile suçtu. Bir de Hayat Spor ciltleri vardı. Onları da atmış. Anam anam!
Bir+Bir, sayı 8, Kasım 2010