Kosolapov’un Manifesto’su, Doğu Avrupa’daki “komünizm turizmi”, Dalgakıran, Elveda Lenin, Kızıl Güvercin bize neler söylüyor, zamanla ve hatırlamayla ilişkimizin türleri hangi kapıları aralıyor? Geçmişi yad etmekle aktif nostalji arasındaki fark nasıl bir yol ayrımı, “geleceğe dönüş” nasıl mümkün olabilir? Zamanda yolculuk üzerine bir deneme…
Rosa Luxemburg savaşa karşı oluşu nedeniyle Breslau hapishanesinde yatarken yakın arkadaşı, sosyal demokrat militan (aynı zamanda II. Enternasyonal Marksizmi’nin “papası” Karl Kautsky’nin eşi) Luise Kautsky’ye 24 Kasım 1917 tarihinde muzaffer Ekim devrimine dair haberler hakkında şöyle yazıyordu:
“Ruslar seni de çok mutlu etmedi mi? Bu cadı kazanında iktidarda kalmaları mümkün olmayacak elbette –akıllı kocanın ortaya koyduğu gibi, istatistikler Rusya’nın geri bir ekonomik gelişmeye sahip olduğunu gösterdiği için değil, ama çok gelişmiş Batı’nın sosyal demokratları fena halde korkak oldukları ve Rusların ölümüne kan kaybetmelerini kıllarını kıpırdatmadan izleyecekleri için. Ancak, böyle bir son ‘anavatan için yaşamaktan’ daha iyidir. Bu dünya-tarihsel bir eylem ve izleri çağların geçmesiyle silinmeyecektir.”
Luxemburg, başta Almanya olmak üzere, Batı dünyasındaki sosyal demokrat önderlerin Rusya’daki devrimin tecrit olup kan kaybetmesi için ellerinden geleni ardına koymayacaklarını öngörmekte haklıysa da, devrimin izlerinin çağlar boyunca silinemeyeceği hususunda, bugünden bakıldığında ne yazık ki, haksız çıkmıştır. “Sovyet yüzyılının” kapanmasıyla 1917 devrimi, Perry Anderson’ın New Left Review dergisinin Ocak 2000’de başlayan yeni serisinin giriş yazısında (“Renewals”) kullandığı ifadeyle, “solun kültüründeki radikal kesintinin” kurbanı olmuştur.
Hafızanın bir siyasal mücadele alanı olması sadece geçmişle ilgili değil. Geleceği yeniden olanaklı kılmanın bir yolu, geçmişi bugüne çağırmak. Ölmüş kuşakların zulme karşı mücadelelerini bugünün zulmünden hesap sormak için anımsayan bir hatırlama siyasetini seferber etmek.
Anderson bu yazısında, “Reform hareketinden beri ilk kez, Batı’nın düşünce dünyasında artık belirgin muhalefet –yani sistematik rakip bakış açıları– görmek mümkün değil, dünya çapında da durum büyük oranda böyle” diye hayıflanıyordu. Dahası, yeni kuşaklar açısından “Bebel, Bernstein, Luxemburg, Kautsky, Jaurès, Lukács, Lenin, Troçki, Gramsci” gibi isimlerin, Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında özellikle etkin olmuş “Aryan kilisesine ait bir piskoposlar listesi” kadar uzak olduğunu esefle yazıyor, “60’lar kuşağının içinde büyüdüğü neredeyse bütün referansların ufku ortadan kalkmıştır” diye de ekliyordu. Yani yeni yüzyılın hemen başında, Rosa Luxemburg’un “yenilgi yenilgi büyüyen zafere” dair o özgüveninden eser dahi yoktu.
Kosolapov’un Manifesto’su
Kapitalizme bütünsel bir alternatifin kolektif zihinsel ufkun dışına sürgün edilmesinin yol açtığı amnezi ya da Anderson’un deyimiyle “solun kültüründeki radikal kesinti”, bizi Sovyet ressamı Aleksander Kosolapov’un Manifesto adlı resmindeki bebeklere benzetiyor. Susan Buck-Morss’un Rüya Âlemi ve Felaket, Enzo Traverso’nunsa Sol Melankoli başlıklı çalışmalarında ele aldıkları bu resimde yıkıntıların ortasında yere düşmüş kızıl bir Lenin büstünün hemen altında bir metni okumaya, onu adeta çözmeye çalışan çıplak küçük çocuklar görürüz. Harabelerin ortasında okumaya çalıştıkları metin Komünist Manifesto’dur. İşte Kosolapov’un resmindeki gibi, geçmiş yüzyılın yenilgilerinin yıkıntıları arasında unutulmuş eski yazıları çözmeye çalışan bizler, “ayaklanmacı genel grev” ya da “uzatmalı halk savaşı” gibi stratejik hipotezlerin (Daniel Bensaid’in deyimiyle) “yetimlerinden” başka bir şey değiliz.
Bugünün “devrimsiz devrimcileri” olan, yani aktüel bir devrim ve kapitalizmden kopuş perspektifi olmaksızın yürütülen ve esas itibariyle “savunmacı” tekil mücadelelerin devrimci hareketin varoluş koşullarını belirlediği bir çağda yaşayan bizler, mağlup edilip unutuluşa terkedilmiş bir geçmişle olanaksız görünen gelecek arasına sıkışmış haldeyiz.
Bu durum, komünizmin ve dolayısıyla da kapitalizme alternatif toplumsal tasarımların en azından şu son otuz küsur yılda yaşadığı (ve istesek de istemesek de hepimizi etkileyen) itibarsızlaşmanın bir sonucu. Kapitalizme alternatif bütünsel bir toplumsal tasarımın beyhudeliğine ve iflasa mahkûm olduğuna, hatta ister istemez bir tür totalitarizme yol açacağına dair popüler algının hâkimiyeti, belleğimizi sakatlıyor, dolayısıyla da gelecek ufkumuzu kısırlaştırıyor. Geçmiş ve geleceğin tüm “heretik-özgürlükçü” imkânlarından mahrum kalmış bir bugünün ezici basıncı üzerimize çöküyor.
Geleceğin sonu ve iki marazi semptom
Anderson’ın o hayli kötümser yazısının üzerinden (dile kolay) tam yirmi yıl geçti ve bu zaman zarfında defalarca “tarihin sonunun”, “kapitalist gerçekçiliğin”, Thatcher’a atfedilen o meşum “TINA” (alternatif yok) argümanının sonundan bahsedildi. 1990’lar sonunun alternatif küreselleşme hareketinden 2010’lı yılların başındaki Arap devrimci süreci ve meydan hareketlerine, hatta Sanders ve Corbyn’in kışkırttığı toplumsal mobilizasyona kadar her kıvılcımın bir an için bir başka dünyaya dair yarattığı umut, sonrasında yerini mevcut dünyanın karanlığına sert bir düşüşe bırakıverdi.
Neoliberalizmin zaferini ilan ettiği yılların o küstah özgüvenine artık sahip olmaması da bir şey değiştirmiyor. Yeninin doğamadığı koşullarda eskinin ölüm döşeğinde olması illa iyi haber anlamına gelmiyor.
Ezilmiş, mağlup edilmiş, itibarsızlaştırılmış ve hafızalardan silinmiş bir geçmiş bizi birbiriyle bağlantılı iki marazi semptomla karşı karşıya bırakıyor: 1) Hemen hemen bütün dünyada, Haluk Kırcı gibilerin “asıl katliamı onlar yaptı” gibi argümanlarının önü açılarak faşizm görecelileştiriliyor, normalleştiriliyor. Bu dünyanın başka bir biçimde kurulabileceğine dair hafızanın mahkûm edilmesiyle tarih yenenlerin tarihine, kazananların “ecdat kültüne” indirgeniyor. 2) Altta kalanların kendi kaderine el koyduğu anların bir “iflas” olarak damgalanarak mahkûm edilmesi, geleceğin olanaksızlığı hissini yaygınlaştırıyor. Distopik felaket haricinde, bugünkünün basitçe tekrarı olmayıp ondan niteliksel olarak farklı herhangi bir gelecek ihtimaline olan inancını yitirmiş günümüzün kültürü bu durumun sonucu.
La Jetée’de geçmişe dönmek geleceğe aralanan bir kapıya dönüşür. Aynı şey, geçmişin de geleceğin de yardımına aynı derecede muhtaç günümüz için söylenebilir pekâlâ. Ancak, bu geçmişe yolculuk dondurulmuş, bugünle hiçbir bağı kalmamış bir maziye ziyaret olarak anlaşılmamalı.
Franco “Bifo” Berardi, After the Future (Gelecekten Sonra) adlı kitabında bu ikici semptomu, “geleceğin sonu” diye tarif ediyor. Marinetti’nin Fütürist Manifesto’suyla (1909) açılan 20. yüzyıl savaşlar ve soykırımların yol açtığı gelgitlere karşın geleceğin devrimin safında olduğu, geleceğin bugünden daha iyi olacağına dair inancın hâkim olduğu bir çağdı. Gelecek güzel günlere dair bu mitin, ütopik tasavvurla el ele giden geleceğe güvenin yerinde bugün yeller esiyor; geleceğe dair bu inancı mümkün kılmış ütopik tasavvur yerini çoktan distopik imgeleme bırakmış durumda.
İflas etmiş geçmiş
Tarihçi Sheila Fitzpatrick 1917 devriminin 100. yıldönümü vesilesiyle yaptığı bir konuşmada, günümüzde Anglofon dünyada bu tarihsel deneyime dair yorumların büyük çoğunluğuna hâkim olan bir değerlendirme biçiminden bahsediyor. Bu, bazen “utanç verici” gibi tamlamaların eşlik ettiği “başarısızlık” tanımıdır. Devrim deneyimi bir başarısızlık, tarihsel bir “çıkmaz sokak”, tarihsel normdan felaketli sonuçlara yol açmış bir sapma, bir anomali olarak görülür olmuştur.
Bu “başarısızlık” ve “hata” temaları elbette masum değildir. Bu yorum biçiminin ardında “kapitalist gerçekçiliğin” günümüzdeki muazzam gücü vardır. Sonuçta Albert Hirchman’ın “gericiliğin retoriğinin” temel tezlerinden biri olarak (aynı adlı kitapta) andığı “aksi tesir tezi”, bütünüyle hâkim olmuş gibidir. Kökleri demokrasinin yozlaşarak tiranlığa yol açacağına dair “antik” argümana, daha modern zamanlardaysa mesela Edmund Burke’ün Fransız Devrimi üzerine yorumlarına kadar giden bu “teze” göre, “toplumu belirli bir yönde itme girişimi, toplumun hareket etmesiyle, ancak ters yönde hareket etmesiyle sonuçlanacaktır.” Buna göre, Ekim Devrimi gibi “özgürlüğe ulaşma girişimleri toplumu köleliğe sürükleyecek”, ister istemez tiranlığa yol açacaktır.
Geçmişin “iflas” ve “yenilgi” ile özdeşleştirilerek unutuluşa terkedilmesi, bugünkünden farklı bir geleceği kolektif olarak tahayyül etme kapasitemizde de ciddi bir erozyona neden oluyor. Yani, hafızanın bir siyasal mücadele alanı olması, sadece geçmişle ilgili bir husus değil. Aslında geleceği yeniden olanaklı kılmanın bir yolu geçmişi bugüne çağırmak. Ölmüş kuşakların zulme karşı geçmiş mücadelelerini bugünün zulmünden hesap sormak için anımsayan bir hatırlama siyasetini seferber etmek.
Zaman makinesi
Chris Marker’ın yönettiği La Jetée (Dalgakıran) adlı filmde (1962), III. Dünya Savaşı’nın sonrasında dev bir harabe haline gelmiş Paris’in altında yaşamak durumunda kalan insanlar ümitsiz durumlarından onları çıkaracak bir yardım bulmak, “geçmiş ve geleceği bugünü kurtarmaları için yardıma çağırmak” için zamanda yolculuk hakkında araştırmalar yapmaktadır. Ancak, zamanda seyahat etmenin yarattığı psişik sarsıntıyı atlatabilecek bir denek bulmakta sıkıntı yaşanmaktadır.
Sonunda, savaş öncesindeki çocukluğundan Orly Havaalanı’nda geçen bir anıya dair bir obsesyona sahip olan bir denek zamanda yolculuk yapmayı becerir. Bu saplantılı anısı onun önce o geçmişe, sonra da geleceğe yolculuk edebilmesini sağlar ve (bu sefer “spoiler” vermeyelim) “olaylar gelişir”…
La Jetée’de geçmişe dönmek geleceğe aralanan bir kapıya dönüşür. Aynı şey, geçmişin de geleceğin de yardımına aynı derecede muhtaç günümüz için söylenebilir pekâlâ. Ancak, geçmişe yolculuk dondurulmuş, bugünle hiçbir bağı kalmamış bir maziye ziyaret olarak anlaşılmamalı. Doğu Avrupa’da “komünizm turizmi” bu tip bir zaman yolculuğunu, tam da günümüzün iktidar söylem ve ilişkilerini normalleştirmek adına satıyor.
Zamanda yolcuğun mümkün kıldığı “aktif nostalji” sadece geçmişte yarım kalmış ve yenilmiş umutların hatırlanması değil, eksik kalan ne varsa hepsinin gelecekte tamamlanması özlemiyle doludur. Geçmişe olduğu kadar geleceğe de yönelir.
Romanya’da, Brasov kentindeki Yaşayan Komünizm Müzesi’nin tanıtımında, müzenin “pratikte sizi komünist zamanlara döndürecek bir zaman makinası olduğu” vurgulanıyor. Bulgaristan’da Bizim Komünizm adı verilen turların katılımcılarını, “zamanda geriye, komünist devre döndüreceği” söyleniyor. Slovakya’da “Geçmişe yolculuk edin ve komünist Çekoslovakya’yı deneyimleyin” ya da Polonya’da, Krakow kentinde “geçmişe yolculuk” vaadiyle düzenlenen turlar, katılımcıları nükleer sığınaklara, hapishanelere, toplama kamplarına, sansür kurumlarına, vs. götürmeyi vaat ediyor.
“Doğu Bloku nostaljisinin” (ostalgie) bu ticarileşmiş versiyonu da onun aslında ayna yansıması olan “zombi Stalinist” versiyonu da bize geleceğe yönelmek konusunda yardımcı olmaz. Geçmişin (kınamak ya da övmek için de olsa) gerçekleşmiş olduğu gibi kabulü zamanda yolculuğu tüm radikal potansiyellerinden arındırır.
Burada kastedilen zamanda yolculuk ise basitçe geçmiş güzel günleri yad etmek değil, geçmişte izinden gidilmemiş olanakların, katedilmemiş patikaların, yarım kalmış ve akamete uğramış umutların hayal edilmesidir. Zamanda yolcuğun mümkün kıldığı “aktif nostalji” sadece geçmişte yarım kalmış ve yenilmiş umutların hatırlanması değil, eksik kalan ne varsa hepsinin gelecekte tamamlanması özlemiyle doludur. Geçmişe olduğu kadar geleceğe de yönelir.
Elveda Lenin
Böyle aktif bir nostaljinin iyi bir örneğine Wolfgang Becker’in 2003 tarihli Elveda Lenin filminde rastlarız. Film Doğu Berlin’de geçer. Duvarın yıkılmasından hemen önce “kahramanımız” Alex’in (Daniel Brühl) annesi Christiane (Kathrin Sass) ciddi bir sağlık sorunu yaşar ve uzun bir süre bilincini yitirir. Sıkı bir partili olan Christiane kendine geldiğinde duvar yıkılmış, Federal Almanya, Demokratik Alman Cumhuriyeti’ni yutmuştur. Christiane’ın sağlık durumu ciddiyetini korumaktadır ve doktorlara göre herhangi bir şok hayati tehlike anlamına gelmektedir. Alex’in korkusu annesinin bilincinin açılmasıyla karşılaşacağı yeni siyasal ve sosyal manzaranın onu sarsacağı ve belki de ölüm tehlikesine maruz bırakacağıdır.
Alex bu ihtimali azaltmak için arkadaşlarıyla birlikte, annesine “sosyalizmin” yıkılışını belli etmemeyi hedefleyen bir mizansenler silsilesi yaratır. Bunlardan en iddialısı arkadaş grubunun çekip montajladığı sahte haber bültenleridir. Alex’in annesine izlettiği haber bültenlerinde Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde ciddi bir siyasal ve sosyal dönüşüm süreci başlamış ve “duvar arkasına saklanan sosyalizm” anlayışı mahkûm edilmiştir. Yeni ve adına yaraşır bir sosyalizmi hedefleyen bu dönüşüm sonucunda duvar yıkılır, ama duvarı yıkıp ötesine geçenler Doğu Almanlar değil, Batı Almanlardır. Doğudaki bu yeni sosyalizm öyle ilham vericidir ki, kapitalizmin bin bir melanetinden sıdkı sıyrılan Batılılar sosyalizme kavuşmak için duvarı alaşağı etmişlerdir.
Elveda Lenin elbette “nostaljik/ostaljik” bir film. Ancak, onun nostaljisi olmuş bitmiş bir geçmişi anmakla yetinmeyen, tam tersine sosyalizmin tüketilmemiş muazzam potansiyellerini bizlere hatırlatan aktif bir nostalji. Duvarın “öbür” taraftan da yıkılmasının hiç de olmayacak şey olmadığını, geçmişte başka yollara sapılmış olsaydı tarihin nasıl bambaşka olabileceğini gözümüzün içine sokan bir nostalji.
Elveda Lenin elbette “nostaljik/ostaljik” bir film. Ancak, onun nostaljisi olmuş bitmiş bir geçmişi anmakla yetinmeyen, tam tersine sosyalizmin tüketilmemiş muazzam potansiyellerini bizlere hatırlatan aktif bir nostalji.
Amnezi
Solda militan bir hafıza siyaseti Marx’ın (aslında İsa’nın) “ölüleri kendi ölülerini gömmeleri için bırakmak” tavsiyesi belki haddinden fazla ciddiye alınarak fiilen sağa terkedilmiş durumda. Hal böyle olunca da mevcut düzenin farklı geçmiş kurguları (ya da Türk ulusal kimliğinin farklı terkipleri) arasındaki bir kavganın ortasında kalakalıyoruz. İmparatorluğun parçalanmasının yarattığı kayıp duygusunun nihayet telafi edilmesi vaadi olarak “emperyal nostaljinin” karşısına, olsa olsa İzmir’in dağlarında çiçeklerin açtığı devirlerin “modernlik nostaljisini” koyuyoruz.
“Bize ait” bir geçmişin olanaklarına dair bu vurdumduymazlık, Nanni Moretti’nin bizde Kızıl Güvercin adıyla bilinen 1989 tarihli Palombella Rossa adlı filminin başkarakteri olan Michele’in mustarip olduğu türde bir amnezinin sonucu. Filmde, İtalyan Komünist Partisi önderlerinden olan Michele, geçirdiği trafik kazası sonucunda hafızasını kaybeder. Michele film boyunca belleğini geri kazanmaya çalışır, bir komünist olduğunu öğrendikten sonraysa çaresizce komünizmin ne olduğunu hatırlamaya gayret eder.
Marx insanların kendi tarihlerini kendilerinin seçmediği koşullarda yaptıklarını söyler. İşte bu bizim seçmediğimiz “koşullar” bize ölülerin mücadele ve yenilgilerinden kalan mirastır. O mirasla ne yaptığımızsa basbayağı politik bir meseledir. Hatırlamak siyasi bir mücadele alanıdır. Kimin nasıl hatırlanacağı bu mücadelenin konusudur: Muktedirler tarihte kazananların safında yer alır, onlarla empati kurarlar. Onları yüceltir, muzafferlerin kurbanlarını da ya unutturur ya da bir itaat konumuna sürüklerler. Bu tehdide, yani ölülerin hâkim sınıfın kullandığı bir araç haline gelme tehlikesine karşı muhakkak durulmalıdır.
Komünistlerse tarihe köleleştirilmiş atalarının gözleriyle bakarlar. Bu, ölmüş kuşaklara olan sorumluluğun gereğidir. Çünkü ölüler düşmanın eline geçtiklerinde ikinci defa öleceklerdir. Soykırım kurbanlarının soykırım her inkâr edildiğinde bir kez daha katledilmesi gibi… Dolayısıyla, bizim ölülerimizin düşmanın zafer alayında yerlerde sürüklenmesine mani olacak devrimci bir hatırlama politikasına ihtiyacımız var. Ölmüş kuşakların zulme karşı geçmiş mücadelelerini tam da bu zulümden hesap sormak için anımsayan bir hatırlama siyasetine… Geleceğe yolculuk ya da 1980’lerin zamanda yolculuk temalı popüler film serisinin tabiriyle “geleceğe dönüş” ancak böyle mümkün olabilir.