Boris Vian’a duyduğunuz ilgi nereden geliyor, nasıl keşfettiniz onu?
Marc Lapprand: Vian’a ilgim 1973’te başladı, yayınlandığında (1946) yasaklanan Mezarlarınıza Tüküreceğim’in yeni baskısını okuduğumda. Aslında galiba kitap hâlâ yasak da, kimse umursamıyor. Yani benim Boris Vian’ı keşfetmem Günlerin Köpüğü’yle olmadı. Mezarlarınıza Tüküreceğim’den çok etkilenmiştim ve diğer kitaplarını okuma arzusu yaratmıştı. 1970’lerin başıydı, pek çok yerde Boris Vian kabareleri, oyunları sahneleniyordu. Kısa sürede bütün yazdıklarını okudum. Ardından, doktora tezimi onun üzerine hazırladım, hakkında kitaplar ve makaleler yazdım. Ve bu macera beni Bütün Eserleri ve Pleiade Kitaplığı’na kadar getirdi. Hâlâ da üzerinde çalışmaya devam ediyorum.
Vian’ın eserleri hayatına ve kişiliğine öyle sıkı sıkıya bağlı ki, ikisini birbirinden ayrı düşünmek imkânsız.
Boris Vian’ın büyük itibarlı Pléiade Kitaplığı’ndan yayınlanacak olması hakikaten büyük bir edebiyat olayı. Nasıl bir çalışma yürütüyorsunuz?
Çok büyük iş, peygamber sabrı gerektiriyor, iğneyle kuyu kazmak gibi. Çalışmayı tek başıma yürütmüyorum elbette, bu bir ekip işi. 2010’da tamamlandığında gerçekten tarihi bir an olacak. Buna Boris Vian’ın iade-i itibarı da diyebiliriz, keşke daha önce olsaydı. Bu sayede umarım Vian’ın algılanışı da değişecektir. Bugün hâlâ pek çok kişi Boris Vian’ı eğlencelik, gayrıciddi, hafif bir yazar olarak görme eğiliminde. Şimdi, ölümünden elli yıl sonra Vian’a hakkını teslim edebiliriz artık.
Boris Vian’ın eserlerinin sizce en temel özellikleri neler?
Her ne kadar 20. yüzyıl bize sanatçıyla eserini birbirine karıştırmamayı, sanatçıya bakarak eseri izah etmemek gerektiğini öğrettiyse de, Boris Vian bu yönteme uymuyor. Vian’ın eserleri, hayatı ve kişiliğine öylesine sıkı sıkıya bağlı ki, ikisini birbirinden ayrı düşünmek imkânsız. Bir “asparagas” şaheseri olarak yarattığı “Amerikalı yazar Vernon Sullivan” karakteri ve tabii dramatik bir şekilde son bulan çok kısa hayatı, Vian’ın eserleri etrafında bir efsanenin örülmesine katkıda bulundu. Vian’ın yazılarının bütününe baktığınızda çok büyük bir çeşitlilik görüyorsunuz.
Yedi anahtar kelime, Vian için bize kılavuz olabilir: Mizah, egzantriklik, eklektiklik, caz, erotizm, profesyonellik ve özgürlük.
Eserini şemalara ya da hayatını klişelere indirgemek gibi bir maksatla değil elbette, ama yedi anahtar kelime Vian’ın eserini anlamakta bize kılavuz olabilir: Mizah, egzantriklik, eklektiklik, caz, erotizm, profesyonellik ve özgürlük. Yakınlarının tanıklıklarından da biliyoruz ki, Vian gündelik hayatında da yazılarında olduğu gibi mizah gücü çok yüksek biri. Kendisine, uzaklaşarak belli bir mesafeden bakabiliyor. Vian’nınki genellikle kara mizahtır, doğru, ama zaten bu kontrast değil midir espriyi daha güçlü yapan? Vian absürdü absürdle işliyor; onun için gülmek, dehşeti kovmanın bir yolu.
Egzantrikliği de sadece kitaplarının konuları ya da üslûbuyla sınırlı değil. Otomobili mesela, nerdeyse başka bir çağdan kalma, dört tekerlekli dinozor diyebileceğimiz Brasier 1911. Bilim-kurguya, uzay seyahatlerine, füzelere düşkün. Chansons possibles et impossibles (Mümkün ve gayrımümkün şansonlar) plağının kapağında da yer alan Brasier 1911’iyle 1953’te, saatte 40 kilometre hızla Fransa’yı baştan başa kat ediyor. 15 cilt halinde basılan bütün eserleri eklektizmini çok iyi gözler önüne seriyor.
Neredeyse her türde yazıyor: Roman, hikâye, şiir, şarkı sözü, tiyatro oyunu, skeç, opera, film senaryosu, eleştiri, günlük, makale, çeviri… Aslında, peşpeşe ya da eşzamanlı olarak birçok mesleği icra ediyor: Mühendis, çevirmen, gazeteci, trompetçi, caz eleştirmeni, yazar ve hayatının sonlarına doğru da Phillips plak şirketinde sanat yönetmeni. Çocukluğundan beri kalp hastası olması onu geceleri uyutmuyor, o da vaktini yazı yazmakla geçiriyor. Zamanının kısıtlı olduğu içine doğmuş gibi. Birçok işi aynı anda yürüttüğü gibi, çok da hızlı yazıyor. Günlerin Köpüğü nerdeyse bir hamlede çıkıyor elinden, 1947’nin ilk iki-üç ayında yazıp bitiriyor. Mezarlarınıza Tüküreceğim ise tam bir rekor: Ağustosun 5’inde yazmaya başlıyor, 20’sinde tamamlıyor, üstelik bu 15 günün büyük kısmı da plajda!
Caz tutkusu ergenliğinde trompetle başlıyor, ama 1950’de aort yetmezliği yüzünden çalmayı bırakıyor. Dönemin en gözde ve itibarlı dergilerinden Jazz Hot’taki yazılarına ise 1946’dan 1959’daki ölümüne kadar hiç ara vermiyor. Caz yazıları bütün eserlerinde tam üç cilt tutuyor. Tutku, coşku ve sivri bir dille kaleme aldığı bu metinlerin bazıları yazdığı en komik yazılar aynı zamanda.
Vian’ın caz yazılarını İngilizceye çeviren Mike Zwerin, övgü dolu önsözünde şöyle diyor: “Caz üzerine yazılarını çevirmeye başlamadan önce, Boris Vian’ın tüm zamanların en iyi caz yazarı olduğunu düşünüyordum. Çeviriyi tamamladıktan sonra, buna emin oldum. Vian’ı çevirmek beni de daha iyi bir caz yazarı yaptı. Ondan ‘ciddi’ bir konuya mizahla yaklaşmayı, mizahı da ciddiyetle kullanmayı öğrendim. Caz müzisyenlerinin mutlaka Vian okumaları lâzım. Vian fiziksel olanla entelektüel olanı, gerçekle gerçeküstünü harmanlamayı biliyor, kelimeleriyse caz notalarında olması gereken swing’le birbirine bağlanıyor.” Duke Ellington, Louis Armstrong ve Dizzy Gillespie, Vian’ın cazdaki kutsal üçlüsü; ilah tahtını ise Ellington’a veriyor.
Tensellik, erotizm Vian’ın yazılarının hemen hemen tümünde derinde ya da yüzeyde kendini hissettiriyor. 14 Haziran 1948’de Paris’te, “Erotik Edebiyatın Yararları” başlıklı bir konferansta yaptığı konuşmada erotik edebiyatın gerekliliğini, bireysel özgürlüğün mutlak teminatı ve insanın hayatiyetinin temel ifadesi olarak savunuyor. Hatta daha ileri gidiyor: “Erotik kitaplar okumak, yazmak, onları tanıtmak, yarının dünyasını hazırlamak ve hakiki devrimin yolunu açmak demektir.” Örneğin, Mezarlarınıza Tüküreceğim’de cinsellik, kardeşi linç edilen beyaz derili siyah kahramanın intikam arzusuyla beslenen şiddetle içiçedir. Bütün Ölülerin Derileri Aynıdır ise Vernon Sullivan imzasıyla yazdığı dört romanın en erotik olanı.
“Tüm zamanların en iyi caz yazarı”. Jazz Hot’taki yazılarına 1946’dan 1959’a, ölümüne dek ara vermiyor.
Vian her konuda amatörlüğün her türünü hor görüyor. Bilgiyi, bilimi, yapılan işi ciddiye almayı çok önemsiyor. Raymond Guerin’e yönelik yazdığı bir yazıda “en önemli şey insanın kendisini eğitmesi” diyor. Sinemacı Pierre Kast’la bir söyleşisinde edebiyatçıların bilimle ilişkisini eleştiriyor: “Çok yaygın ve bildiktir, kibirle ‘ben matematikten hiç anlamam’ denmesi. Ben şahsen şöyle düşünüyorum: Matematikten hiç anlamasaydım, bunu söylemeye utanırdım. İnsanın kendisini durup dururken aptal olarak takdim etmesi kendini takdim etmenin en iyi yolu değil doğrusu. Matematikten hiçbir şey anlamayan biri su katılmamış aptaldır.”
Öğrenmek Vian için bağımsızlıkla, özgürlükle eşanlamlı. Bireysellik, eylem ve düşünce özgürlüğünün savunulması ise Vian’ın hayatı boyunca sapmadığı kılavuzları. Günlerin Köpüğü’nde, Colin’in ağzından “beni ilgilendiren herkesin mutluluğu değil, her bir insanın mutluluğu” diyor. Siyasi açıdan Boris Vian anarşizme yakın düşünülüyor, oysa o siyasete inanmıyor, onun angajmanları başka düzlemlerde; anti-militaristliğini ve kilise karşıtlığını dile getirdiği araçları tiyatro oyunları ve şarkıları.
Birçok mesleği eşzamanlı icra ediyor. Mühendis, çevirmen, gazeteci, trompetçi, caz eleştirmeni, yazar…
Boris Vian kimlerden etkilenmişti, referansları nelerdi?
Astronomiden benzetme yaparsak, Rabelais’yle başlayan, Alfred Jarry’yle devam eden ve Boris Vian’a uzanan bir takımyıldızı var. Boris Vian için, aralarında üç asır olan ve Fransız edebiyatının abidelerinden sayılan bu iki yazar kılavuz yıldız ve model. Onları ustaları olarak görüyor. Queneau (Raymond) da bu takımyıldıza dahil. Sonra bu insanlar patafizik –kurucusu Alfred Jarry’nin tanımıyla “muhayyel çözümler bilimi”– etrafında buluşuyor. Patafizik Okulu (Le college de pataphysique) 1948’de, Alfred Jarry’nin sıkı kuralları altında kuruldu. Patafizik hakkında istediğinizi düşünebilirsiniz ama, 1950’li yıllarda bu haliyle dünyayı kabul etmeme fikri etrafında bütün bu yazarları bir araya getirdi: Queneau, Ionesco, Vian, François Caradec, Noel Arnaud ve diğerleri…
Boris Vian’ın hayatına yazarlıktan önce müzik giriyor, sizce hangisi onun için daha önemliydi?
Öyle sanıyorum ki, ikisi de aynı düzeyde. Bütün yazarlar gibi Vian çok iyi bir okuyucu. Biraz da şakayla karışık, daha yedi yaşında Maupassant’a kadarki herkesi –Racine, Corneille de dahil– okuduğunu söylüyor. 1944-45 yıllarında şarkı yazmaya başlıyor, ama on yıl sonra, 1954-55’te müziğe ciddiyetle sarılıyor. Onu bu konuda teşvik eden de, Trois Baudet tiyatrosunun kurucusu Jacques Canetti. “Boris, sende bu kabiliyet var, şarkı söylemeyi mutlaka denemelisin” diye zorluyor onu.
Ölümünün 50. yılında yaşarken görmediği takdiri gördüğünü söyleyebilir miyiz?
Boris Vian’a gösterilen ilgi ve takdir medcezir mi sali, bir yükseliyor, bir çekiliyor. Edebi ünü tamamen ölümünden sonra geldi. Geriye doğru gidersek, 1960’lar patlama yılları; okurlar, özellikle de gençler esasen o zaman keşfediyor Vian’ı. Biraz tuhaf bir şekilde, Mayıs ‘68’in simgelerinden biri haline geliyor, halbuki hiç alâkası yok, ama sonuçta denk düşüyor.
Sonra gelgitler, iniş-çıkışlar var. Ama bu arada bir Boris Vian efsanesi yerleşiyor; özellikle de Günlerin Köpüğü, Yüreksöken, Kızıl Ot gibi kültleşen romanları etrafında… Okullarda hâlâ Boris Vian romanlarının ince lendiğini görmek dikkat çekici. Hâlâ şoke eden bir yanı da var: “Asker kaçağı” (Le Déserteur), Yüreksöken hâlâ birilerini rahatsız ediyor. Bütün bunlar, elli yıl önce ölmüş olsa bile Boris Vian’ın hâlâ yaşadığını, aramızda olduğunu gösteriyor. Çok genç ölmüş olması da tuhaf bir his uyandırıyor; insan Boris Vian’ı ihtiyar tahayyül edemiyor. Daimi gençliğe yazgılı gibi. Belki biraz da bunun yansımasıyla, eserinin de bu gençliği ve tazeliği koruduğunu düşünüyorum.
Boris Vian’dan şimdiki zamanda söz ediyorsunuz; sizin için artık aileden biri gibi mi oldu?
Ondan şimdiki zamanda söz ediyorum, çünkü her gün bilfiil onun eseri üzerinde çalışıyorum, dolayısıyla benim için şimdiki zaman. İnsan olarak elbette göçtü, ama eseri burada. Elinizi uzatıp kitaplarından birini almanız, açıp okumanız yeterli, ânında şimdiki zamana dalıyorsunuz. Bu nedenle geçmiş zamanda konuşamam, belki iki yüz yıl sonra öyle söz edilecektir. Ama bugün bence eseri bize hâlâ çok yakın. Söyledikleri, anlattığıyla, özgürlük duygusuyla, hayal gücüyle, şiiriyle, çılgınlığıyla, ve şefkatiyle ve zaman zaman huzursuz eden şiddetiyle…
Roll, özel sayı 6, Ekim 2009
BORIS VIAN ANLATIYOR
Şarkıların sırrı
30 Haziran 1956, Robert Bogdali’nin sunduğu “Si c’etait â recommenced’ (Yeni baştan başlasaydınız) adlı radyo programı. Boris Vian’nın evindeyiz, piyanoda Yvon Alain, gitarda Jean Bonal. Ve Boris Vian’la yapılmış nadir söyleşilerden biri gerçekleşiyor…
Sevgili dostlar, bugün yeni bir şarkısının bestesi üzerinde çalışan Boris Vian’la beraberiz. Boris Vian, şu an da yazmakta olduğunuz şarkı hakkında biraz bilgi verir misiniz?
Boris Vian: Gitarist Jean Bonal’in yazdığı bir şarkı bu. Çok güzel bir şarkı, ama “sözlendirmesi” çok zor, bu kelimeyi kullanıyorum, çünkü bir dans müziği bu. Yavanlığa ve bayağılığa düşmeden bir dans müziğine söz yazmak son derece zor bir iş doğrusu.
“Yeniden başlasaydınız?” diye sormuyorum size, zaten tam da bir başlangıç üzerindesiniz. Bu şarkıya başlamadan önce üzerinde çok düşünmüş müydünüz?
Düşündüm tabii. Aslında, müziğini yazmadığınız bir şarkıya söz yazabilmek için, onu tamamen özümsemeniz ve kendi başınıza sakin sakin otururken kafanızın içinde şarkı olarak söyleyebilmeniz gerekir.
Yani şimdi sözler müziğe bahane olacak, öyle mi ?
Açıkçası, şimdi şu temel melodiyi iyice belleyip bu müzikal forma oturan sözel bir form bulmaya çalışacağım. Umarım eleye eleye beceririm.
Söz yazarlığı ve şarkıcılık sizin için yeni bir meslek sayılır, öyle değil mi? Çünkü birkaç yıl öncesine kadar böyle bir şey aklınızdan bile geçmiyordu sanırım.
Müziğin zihnimde hep bir yeri vardır, caz orkestralarında trompet çalarak müziğe başladığım için kâh uzaktan kâh daha yakından müzik üzerine hep kafa yordum. Zamanla gittikçe daha çok müzisyenle tanıştıkça, aralarında piyano çalan ve benden söz yazmamı isteyenler de çıktı karşıma.
Müzik derken, sadece söz yazarlığını mı kastediyorsunuz, yoksa melodi yazdığınız da oluyor mu?
Zaman zaman oluyor. Fakat, gerçek anlamda bir müzik eğitimi almamış herkesin düştüğü kolaylıklara düşü yorum hep. “Hah işte kolayca akılda kalan güzel bir melodi yakaladım” diye geçiriyorsun içinden. Ama tabii çoğunlukla sırf fazla kolay olduğu için yakalayıcı oluyor. Dolayısıyla, genellikle şöyle şarkı yapıyorum: İçimden gelen bir melodiyi temel alıyorum, onun üzerine şarkıyı kuruyorum, sonra o melodiyi bir kenara bırakıyorum ve profesyonel bir müzisyenden daha ustaca armonisi olan, doğru dürüst işlenmiş bir melodi yazmasını rica ediyorum. Yoksa, çok kolayca kaba kolaylığa düşüyor insan.
Mesela, demin mırıldandığınız “La Java des bombes atomiques” (Atom Bombası Lavaşı) şarkısında sözleri yazıp sonra bir müzisyene mi teslim ettiniz ya da müzikten yola çıkıp sözleri mi yazdınız?
İşte bu, demin anlattığım şarkıların çok tipik bir örneği. Önce fazlasıyla basit ve sade bir beste yaptım, hoşuma gitmedi tabii ama, şarkının ritmini kavramak için, deyim yerindeyse, bir müzikal ucube işlevi gördü benim için. Bunun üzerine üç kupleyi yazdım, sonra müziği kaldırdım ve sözleri beraber çalıştığım piyanist Alain Goraguer’ye verdim, o da üzerine şahane bir cava yazdı.
Bu programda ilk defa size “yeni baştan başlasaydınız” diye sormuyorum, zaten yeniden başladığınızı görüyoruz, şimdi bu yeniden başlangıca kulak verelim.
(“La Java des bombes atomiques” giriyor…) Bu cavayla ilgili şöyle bir şey var, bu plağı kaydedeli bir yıldan fazla oldu. Şarkının kendine has nasıl bir devingenliği olduğu hakkında bir fikir versin diye söylüyorum, o zamandan beri, itiraf edeyim, ikinci kupleyi tamamen değiştirdim.
Söyleyiş tarzınızı mı?
Hayır, ikinci kuple tamamen farklı, artık bununla alâkası yok. Ama dikkat ederseniz, bu bir şansoncu şansonu, tipik şansondan öte. Bir yandan da size demin anlattığım şeyi iyi gösteriyor. Bence şansoncular çoğunlukla çok iyi şarkılar yazıyorlar. Ama onları kendi şansonlarını söylerken dinlediğinizde hemen her zaman müziğin zayıflığına hayıflanıyorsunuz.
Şarkıyı bir kere yazdıktan sonra, üzerinden geçmesi için profesyonel bir müzisyene verme zahmetine girmedikleri için böyle oluyor sanırım.
Doğru. Böyle davranıyorlar, çünkü onlar için fark etmiyor, zira esas olarak sözlere önem veriliyor.
Evet, şansoncuların şansonlarında müzik pek önemsenmiyor…
Ama yine de, bence, bunun gibi hikâye anlatan ve iktidara seslenen bir şarkıda bile, müzik önemlidir.
Bu da bir şansoncu şansonu elbette, ama seçtiğiniz güncel konu bayağı kalıcı olabilecek bir mesele. Bu arada, ticari açıdan burnunuzun iyi koku aldığını söyleyebiliriz sanki dostum!
Bu güncellik daha uzun süre canımızı sıkacağa benziyor. Aslına bakarsanız, ticari duygumun o kadar güçlü olduğunu hiç sanmıyorum. Bu arada, bir başka şarkım nedeniyle başıma feci bir hikâye geldi.
Ya! Ne oldu?
Şu ev aletleri şarkısı. Onu Ev Aletleri Fuarı’nı fırsat bilip yazdığımı sanıyorlar. Hiç alâkası yok, çünkü onu yazalı epey oldu, bu sene yayınlanması tamamen tesadüf. Ama bu sene, tam da Ev Aletleri Fuarı’yla aynı zamanda çıktı. Sanki kasten yapılmış gibi!
Özellikle seçilmiş gibi…
Plak şirketim Phillips’ten çıkan o şarkıda, nakaratın ilk dizelerinde, General Motors’un Frigidaire markasına bir gönderme var, o da plak şirketimin başını çok ağrıttı.
Neyse, o kadar da büyük sorun değil. Madem konu bu ev aletleri şarkısına geldi, dinleyelim o zaman.
Sözünü ettiğim aletin hangi anda araya girdiğini göreceksiniz şimdi.
Haydi dinleyelim!
(“La Complainte du progres (Les Arts menagers]” (Kalkınma Yakınması – Ev Aletleri] giriyor…)
Müzik üzerine kafa yorduğunuzu söylüyordunuz. Müzik sizin için sadece caz ve şansondan mı ibaret?
Hayır, hayır, müzik derken, bütün müzikleri kastediyorum, ciddi müzik de dahil. Zaten dönüp dolaşıp oraya geldim, herkesin takdir ettiği gibi çok ciddi bir müzisyen olan dostum Georges Deleme ile birlikte daha yeni bir opera yazdık; bu kış Nancy Operası’nda Marcel Lamy sayesinde sahnelenecek.
Müzisyen olmadığınızı söylüyorsunuz, müzikal açıdan nasıl tahayyül ediyorsunuz bu operayı, yani yaklaşık olarak?
Deleme bestede epey ilerlediği için neredeyse tamamına yakınını dinledim. Tam da onun yazdığı gibi tahayyül ediyorum. Ciddi müzikten ne kadar hoşlandığımı kanıtlamak için, şimdi size artık laflamayı bir kenara bırakıp Villa-Lobos dinleyerek müziğe geçmeyi teklif ediyorum. (Villa-Lobos giriyor…)
Evet, Boris Vian; edebiyat, şanson, caz, opera derken hayatınız gerçekten ebedi bir yeniden başlangıç!
TONINO BENACQUISTA’NIN GÖZÜYLE
Kalpazan Vian
Romancı, senarist, dramaturg, oyuncu, polisiye tutkunu ve Vian hayranı Benacquista’nın gözüyle Boris Vian…
Mezarlarınıza Tüküreceğim’i okuduğumda 17 yaşındaydım. 1978 yılına gelmiştik ve kitabın, birkaç pasaj haricinde, ilk yayınlandığı zaman yarattığı gibi skandal etkisi uyandırması söz konusu değildi. Vernon Sullivan’larda beni asıl cezbeden, Vian’ın o “kalpazanlık” girişimiydi. Kendini Amerikalı gibi göstermek, bütün hikâyeyi Memphis’te kurmak, ırkçılığı o dönemde bir Fransızın anlatacağı gibi değil de, bir Amerikalı gibi anlatmak ve sonra beyaz Siyahın intikamı… Vian bir Amerikan mitini uyarlayıp sahiplenerek bir Fransız miti yaratmıştı!
O zamanlar zihnimde bunlar uyanmıştı; kendimi Amerikan polisiye yazarları ve kahramanlarıyla özdeşleştiriyordum, Marlowe, Dashiell Hammett, Raymond Chandler ve diğerleri –sanırım Boris Vian da karısıyla birlikte Chandler’ın La Dame du lac’ını tercüme etmişti. Üslûp ve romancılık açısından Mezarlarınıza Tüküreceğim, neden olmasın, ilginç, ama benim asıl ilgimi çeken, kitabın kendisinden ziyade, Vian’ın bu sahtecilik girişimiydi.
Boris Vian her alanda maharetliydi, el atmadığı şey yoktu, roman, caz, tiyatro, patafizik, şanson… Ve kendine bir de kimlik yaratmıştı. Bunu kurmaca bir yazara hayat vermek için yaptığını sanmıyorum, daha çok eğlenmek, güzel bir numara yapmak maksadıyla denediğini düşünüyorum. Vian’ın en büyük meziyetlerinden biri de, daha 6O’lı yıllarda Raymond Chandler ve Dashiell Hammett’ın büyük yazarlar olduğunu hissetmiş olmasıdır. Sonraları, “roman noir” çok saygın hale geldi. Polisiye yazarlarına iade-i itibar edildi. Bunun için de Boris Vian’ı hürmetle anmamız lâzım.
Mezarlarınıza Tüküreceğim’in sinema uyarlamasını yakınlarda bir daha seyrettim; film de tıpkı romandaki gibi o buram buram “taklit” yanıyla insanı cezbediyor. Normandiya’da Beauce’da ya da oralarda bir yerde çekilmiş herhalde, habire “Memphis”, “Coca Cola” tabelaları filan var… Her an karşına inekleri ve kazlarıyla Normandiyalı köylüler çıkıverecekmiş gibi geliyor, ama tabelada “Memphis” yazıyor, tamamen uçuk. Karakterler de son derece naif, bu açıdan çok dokunaklı da; serseriler çetesinin içinde daha sonra bayağı ünlenen oyuncuları seçiyorsun… Film sanki ABD’de çekilmiş gibi anlaşılsın diye ellerinden geleni yapmışlar… Replikler akıl durdurucu, Fernand Ledoux cümlelerine İngilizce kelimeler serpiştirip duruyor… İnanılmaz! Bu bir kült film oldu. Tabii aynı zamanda trajik de, Vian’ın filmin ilk gösteriminde öldüğü düşünülürse… Belki de romanının ne hale getirildiğini görmekten dehşete düşmüştü.
BESTECİ JIMMY WALTER’IN GÖZÜYLE
Çekici, şakacı, çocuksu
Boris Vian’la nasıl tanışmıştınız?
Jimmy Walter: Profesyonel müziğe 14 yaşımda, haftasonları balolarda çalarak başladım. Kısa süre sonra, kendimi Stephane Grapelli, Roy Eldridge, Daniel Humair gibi büyük ustalarla çalar buldum. O arada, meşhur Renée Lebas’ya eşlik etmeye başlamıştım. Şansonun ne demek olduğunu ondan öğrendim. Beni Boris Vian’la tanıştıran da oydu. 24 yaşındaydım, ondan on yaş küçüktüm. Karşımda çekingen, içine kapanık, ince uzun bir çocuk duruyordu. Beni en çarpan yanı, benzinin uçukluğuydu, nerdeyse şeffaf gibiydi. Vian, şansonun ne olduğunu dahi bilmiyordu. Ama şaşırtıcı bir rahatlıkla şiirler yazıyordu. Hemen yakınlaştık. Birkaç gün sonra Paris’te, Cite Veyron’daki evinde buluştuk. Bir yıl hiç ayrılmadan birlikte çalıştık. Çok istisnai durumlar hariç, her gün. Olağanüstü bir sırdaşlık ve eşsiz bir dostluk oluştu aramızda.
Anti-militarist şarkıları söylerken seyirciyle kapışırdı. “Asker Kaçağı” her seferinde yumruk yumruğa biterdi.
Şanson pek onun “olayı” değildi…
Beraber çalıştığımız ilk ay biraz çalkantılı geçti. İnanılmaz bir hızla yazıyordu, doymak bilmez bir iştahla sayfaları yutuyordu. Ama şiir başka şey, şarkı sözü başka. Yazdıkları, dönemin şarkı modellerine uymuyordu. Ama katır gibi inatçıydı, yazdıklarını değiştirmeye yanaşmıyordu. Bir gün onu dönemin büyük plak yayıncılarından Rolf Marbot’ya götürdüm. Boris’in bir şiirinden yaptığım besteyi de götürmüştüm. Marbot dinledi ve “fena değil, şarkı yazmayı öğrendikten sonra yine gelin, o zaman bakarız” dedi. Vian çok fena alındı, ama olayı anlamıştı. Onun üzerine tam mânâsıyla şanson yazmaya başladık. Paris’i şarkılarımızla fethetmeyi kafaya koymuştuk. Önce Renée Lebas için beş şarkı yazdık: “Sans blague”, “Moi mon Paris”, “Ne te retoume pas”, “Au revoir mon enfance”, “Suicide valse”. Sözler döneme göre biraz avangard kaçıyordu. Renée Lebas gibi popüler bir şarkıcı için onları repertuarına almak büyük cesaretti.
Vian’ın bir de sahne tecrübesi var…
Olağanüstü bir şarkıcı, harika bir şansoncu olabilirdi, ama şarkı söylemekten hiç hazzetmiyordu. Kuru ve renksiz bir sesi olduğunu, yer yer nefesinin yetmediğini biliyordu. Sahnede kazık gibi kaskatı dururdu. Sanki boynuna ilmek geçirilmek üzere olan bir idam mahkûmu duygusu uyandırırdı. Rahatsızlığını bütün salona da geçirirdi. Bilhassa “Les joyeux bouchers” (Şen Kasaplar), “La java des chaussettes a clous” (Kokmuş Çoraplar Cavası) gibi anti-militarist şarkıları yorumlarken, seyirciyle tam mânâsıyla kapışırdı. Hele “Déserteur”de (Asker kaçağı); neredeyse her seferinde yumruk yumruğa biterdi. Bazen milleti ayırmak durumunda kalırdım. Ama çok zeki ve sağduyuluydu. Soğukkanlılığını korurdu.
Sıradan bir çalışma gününüz nasıl geçerdi?
Her gün buluşuyorduk. Ona bir müzik bırakıyordum ve bir tur atmaya çıkıyordum. İki saat sonra döndüğümde sözler yazılmış oluyordu. Ya da tersi. Bana sözleri getirir, arkadaşlarıyla buluşmaya giderdi. Geri gelmeden önce besteyi bitirmek sanki şeref sözü gibiydi benim için. Üstü kapalı bir oyundu bu aramızda. Bizi yazmaya, sürekli daha çok yazmaya teşvik eden çocukça bir yarış. İkimiz de egomuzu kapının eşiğinde bırakıyorduk. Aynı tarz mizah anlayışına sahiptik. Çoğunlukla ben piyanonun başına geçiyordum, o da yazı masasının. Ve huşu içinde ilham gelmesini bekliyorduk. Sonra birden, birimiz başlıyorduk. Diğeri de nerdeyse aynı anda onun arkasından geliyordu. Böyle, el ele ilerliyorduk. Eşzamanlı olarak da şarkı ortaya çıkıyordu. Şarkı iyi ya da kötü olsun, her seferinde bu simbiyoz ruh hep vardı. Amacımız, yaptığımız her şeyi tamamen samimiyetle yapmaktı. En ufak bir rekabet duygusu yoktu.
Yazarlık, müzisyenlik, şarkıcılık; bunca faaliyetin arkasında bir başarısızlık korkusu görüyor musunuz?
Vian için hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Queneau, Sartre… Hepsi kitaplarını bastırabiliyor, kendilerinden söz ettiriyordu. Vian ise her taraftan ret üstüne ret cevabı alıyordu. Kişisel hayatı, kitapları, şarkıları, hiçbirinde başarıyı tutturamıyordu. Bundan ötürü çok acı çekiyordu, ama belli etmiyordu. Tersine, kendini ifade ettiği sanatsal araçları azimle çoğaltıyordu. On parmağında on marifet denen türden, el attığı her alanda eşi görülmedik bir yeteneği vardı. Yazdığı sözler kâh çok ciddi, kâh eğlenceli, çok hafif, kâh angaje, coşkulu, kâh öfkeli, kâh çok duyguluydu… Her birinin kendine has dokusu, tarzı vardı. “Tanınmak istiyorsan, insanların yaptığını bildiği şeyden başkasını yap” derdi. Bu ikimizin de mizacına uyuyordu.
Nasıl bir insandı?
Vian’ın yapıtına dair bir dolu kitap yayınlandı, ama insan yanına dair hiçbir çalışma çıkmadı. Onu tam olarak kavramakta zorlanıyorum. Kimi birbiriyle çelişen pek çok yüzü olan bir insandı. Mesela, sanatçının apolitik olması gerektiğini iddia ederdi. Bundan âlâ çelişki olabilir mi! “Anti-her şey”di. Hiçbir konuda, hiç kimseye karşı sözünü sakınmazdı, ama asla kötücül değildi. Sık sık söylediği bir laf vardı: “Salaklar ve diğerleri vardır.” Bir yargıda bulundu mu, kolay kolay değiştirmezdi. Kekre bir insan değildi. İçinin derinlerinde gizlediği bir hüzün vardı, melankolikti. Müzisyen olarak olduğu kadar yazarlığıyla da kabul görmediği için topluma öfkeleniyordu. Ölüm takıntısı da vardı. “Envole-toi” gibi şarkılarında bu hissedilir. Huzursuz tabiatlı bir insandı, orası kesin. Ama çok güçlü bir karaktere sahipti ve o sayede bütün başarısızlıkların üstesinden geldi. İnanılmaz bir ilerleme, kendini geliştirme arzusu vardı. Çekici, şakacı ve çocuksuydu. Boris Vian çok gülerdi.
USTAYA SAYGI
1980’lerde Beyoğlu kitapçılarının müzik reyonlarında Ben Bertolt Brecht’in, Can Yücel, Ahmed Arif şiir kasetlerinin, Inti-lllimani’lerin yanında kırmızı-beyaz kapaklı bir Boris Vian kaseti de eksik olmazdı. Türkiyeli müzikseverler müzisyen Vian’ı esas o kasetle tanıdı. Bütün o şarkılar, 2009’da, ölümünün ellinci yılında Vian anısına derlenen çift CD’lik bir saygı albümünde toplandı…
Fransız şansonu, bu büyük edebiyatçıya çok şey borçlu. Vian, klasik şansondan Ferre, Gainsbourg, Brel gibilerinin yolunu açtığı bir serseri ve şahsi geleneğe geçişte anahtar iş levi gördü. “Le déserteur”, başlı başına milât sayılır. Serge Reggiani’den Mouloudji’ye, Renaud’ya, Fransızlar bu büyük savaş karşıtı marşı dillerinden düşürmedi, Peter Paul & Mary, Joan Baez dünyaya yaydı.
Bu derlemede aslan payı, bir piyano eşliğinde, dumanlı sesiyle Juliette Gréco’nun… Müzik hayatına Vian’lar okuyarak başlayan Jacques Higelin’in oğlu Arthur H, ye-ye punk’çısı Didier Warnpas, şanson rönesansçısı Juliette, yukarıda solistini gördüğümüz rock grubu Mademoiselle K, varoşların sesi Zebda, M, Michel Delpech, Dick Annegarn, Kent ve Jane Birkin albümün başlıca konukları. Bir de oyuncular var: Başta Jeanne Moreau (“Que tu es impatiente”), Carole Bouquet, Jean-Louis Trintignant ve Jean-Claude Dreyfus, performanslarıyla parmak ısırtıyor. Sarkozy’nin eşi Carla Bruni’ye de “Mankenlerin Valsi” düşmüş. Vian, en şakaya gelmez şakacı, gencinden yaşlısına, hak ettiği saygıyı alıyor çok şükür…
TÜRKÇEDE BORIS VIAN
Yüreksöken • Jöleli Şarkılar • Bütün Ölülerin Derileri Aynıdır • Ve Bütün Çirkinler Öldürülecek • Çıtırlar Farkında Değil • Kızıl Ot • Mezarlarınıza Tüküreceğim (İthaki) • Günlerin Köpüğü (E) •Generallerin Beş Çayı • İmparatorluk Kuranlar • Kasaplığın Elkitabı (Boyut) • Vercoguin ve Plankton • Karıncalar • Pornografi Üzerine • Kurtadam (Altıkırkbeş) • Pekin’de Sonbahar (Can) • Sıradan Kişiler için Peri Masalı • Savrulan Otlar Arasında (Güncel) • Bir Karakedi için Blues (Stüdyo İmge) • Geceyarısının Yarısına Doğru • Vasatlar için Peri Masalları Karıncalar • Siant-Germain-des-Prés Rehberi • Vasatlar için Peri Masalları Vasatlar için Peri Masalları Vasatlar için Peri Masalları (Sel)