Britanya 12 Aralık’ta tarihi bir seçime gidiyor. Tarihi, zira kırk yıldır ilk defa neoliberalizmin öncüllerini reddeden alternatif bir siyasi program seçmenin önüne konuyor. İşçi Partisi’nin 12 Aralık manifestosuna ve Britanya seçimlerinin barındırdığı ihtimallere bakıyoruz…
Britanya seçimlerine “durduğum yer”den bakıyor, gelişmeleri elimden geldiğince ama yine “durduğum yer”den takip ediyorum. Peki, “durduğum yer” neresi?
İngiltere’deki göçmenliğimizin henüz üçüncü senesindeyiz. Haliyle, Britanya politikasını ve buradaki belli başlı siyasal partilerin yakın ve uzak tarihlerini şöyle böyle biliyorum. Ergin Yıldızoğlu’nun veriler ve detaylı bilgiler içeren uzun yazılarını, siyaset bilimci Zafer Yörük’ün arada bir “buraya” dair kaleme aldığı köşe yazılarını, şimdilerde Kumru Başer’in Yeni Yaşam’daki izlenimlerini okuyorum. Günlük alışverişimizi yaptığımız süpermarkette, araya The Guardian’ın sıkıştığı bulvar gazetelerinin manşetlerine göz atıyorum.
Eski, yeni arkadaşlarımla sohbet ediyorum ve twitter’da, facebook’ta tanıdığım isimlerin kısa/uzun yazdıklarını, ayrıca Jeremy Corbyn ve İşçi Partisi ekibinin kampanyasında öne çıkardıklarını kaçırmamaya gayret ediyorum. Ve tüm bunların toplamından zihnimde bir resim oluşturmayı hedefliyorum.
“Her şey çok güzel olacak” gibi hiçbir şey anlatmayan ve safını belirtmeyen, üstelik sınıfını kasten gizleyen bir anlık kampanya karşısında, “for the many, not few” (zengin azınlıktan değil, zengin olmayan çoğunluktan yana) gibi en azından kimlerden, hangi sınıflardan yana olduğunu açıkça belli eden bir program…
Sonra da, kendi ülkende bile otuz-kırk yıllık tecrübenin isabetli siyasal yorumlar yapmaya her zaman yetmediğini bilerek iki buçuk-üç yılın çok erken olduğunu aklımdan çıkarmadan, şekillendirmeye çalıştığım bu resmin bütününde bir öğenin diğerlerinin önüne çıktığını fark ediyorum: İşçi Partisi’nin seçim manifestosu.
İşçi Partisi’nin kampanyasında öne çıkanlar
Bunun doğal parçası olarak, İşçi Partisi’nin ve lideri Jeremy Corbyn’in seçim kampanyasını dört-beş maddenin daha fazla işlendiği, fakat diğer maddelerin de ihmal edilmediği bir program dahilinde yürüttüklerini görüyorum. Bu da bende “iyi” bir izlenim bırakıyor.
İşte, kendilerinin vurgulamalarına da bakarsak, İşçi Partisi’nin seçim kampanyasında öne çıkarılan maddeler şunlar:
1) Tüm ülke çapında ve temel işlemleri ücretsiz olan Ulusal Sağlık Hizmeti’ne (National Health Service –NHS) daha fazla fon aktarıp yeni hastaneler açarak sağlık hizmetlerinin daha düzgün ve hızlı işlemesini sağlamak;
2) Çocukları yoksulluğun pençesinden kurtarmak;
3) İklim krizini durdurmak ve yeşil bir sanayi devrimini hayata geçirmek;
4) Evsizliği ortadan kaldırmak;
5) Herkese ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti sağlamak;
6) Zenginlerden, büyük şirketlerden ve kirlilik yaratan kuruluşlardan daha fazla vergi alarak kademeli biçimde daha adil bir vergi politikası uygulamak.
NHS’den başlayarak bunlar, “alt sınıflar”da yaşayan insanların doğrudan hayatlarına dokunan, sıradan insanların hayatlarını kademe kademe iyileştirmeyi öngören çözüm önerileri. Zaten İşçi Partisi’nin temel sloganlarından biri de “for the many, not the few”; yani, “az”dan değil, “çok”tan yana. “Az”dan kasıt azınlık, genel itibariyle “zengin takımı”. Jeremy Corbyn ve ekibi bunu sık sık “milyarder”lerin üstüne gitmek şeklinde tarif ediyor, bazen “Boris Johnson ve milyarder dostları” diye özetliyor; mesela Amazon’un sahibi Jeff Bezos’un yaptığı hayır yatırımlarını “bunlarla göz boyamayı bırak da doğru düzgün vergi öde” şeklinde teşhir etme yoluna gidiyorlar.
Herkesi seçmen listelerine kaydolmaya, oy kullanmaya çağırarak, son kayıt günleri yaklaştığında Muhafazakâr Parti’nin oy kullanma çağrısı bile yapmamasını “halka güvensizlik” şeklinde lanse ederek, bilhassa genç seçmenlere seslenerek, son haftalarda seçmen kütüğüne 4,1 milyon yeni kişinin kaydolmuş olmasını sevindirici bir gelişme olarak göstererek “halka güvendikleri”nin altını çiziyorlar. Zaten, yukarıda belirtilen maddeleri öne çıkaran bir kampanyanın üstüne bir de manifesto açıkladılar ve şimdi ısrarla bu manifestoyu anlatmanın peşindeler. Derken birer birer bölgesel manifestolar açıklamaya geçtiler.
Manifestonun başka ana başlıkları da var: Yeşil ekonomiyle 1 milyon kişiye yeni istihdam yaratılması, ulaşımın ve iletişim altyapısının kamulaştırılması, önemli ölçüde güneş ve rüzgâr enerjisine geçilmesi, kadınlara, çocuklara, eğitim imkânlarına daha fazla önem verilmesi vb. Peki, “zengin takımı”nın tahtını sarsabilecek olan bu çözüm yolları toplamı, muhtemel bir İşçi Partisi iktidarını nereye yerleştirir?
Irak’ta, Suriye’de savaş yanlısı bir mirasa sahip, parti içinde Corbyn’e karşı sıkı bir anti-semitizm kampanyasının yürütüldüğü, üstelik Corbyn’in kendisinin de hassas noktalarda (teşbihte hata olmaz, Türkiye’deki CHP tarzında) establishment yanlısı açıklamalar yapabildiği bir siyasal atmosferde Britanya seçimlerinden en fazla ne murat edilebilir?
Boris Johnson’ın sözleri ve tutumları için her türlü tarif yapılıyor. Hepsi yerinde tarifler. Bu tarifler içinde öyle bir figür için herhalde en anlamlı özelliği, “mevcut demokratik usûlleri” (daha eski tabirimizle, burjuva demokrasisinin çerçevesini, kurulu düzen anayasasını) takmaması. Bu bakımdan ilk örnek değil, muhtemelen sonuncusu da olmayacak. Bizimki dahil, Ortadoğu’daki muadillerini saymaya dahi gerek yok, fakat Batı’da da Berlusconi’yle başlayıp Sarkozy’yle devam eden, Trump’da doruğuna ulaşıp kendisinde en “çamur” timsaline kavuşan, sermaye adına en pervasız politikaları takip edip sıradan insanı hor gören zamane tipte bir “yatırımcı siyasetçi” familyasından. Tamamlarsak: Hem yüzde 99 karşısında apaçık biçimde yüzde 1’den yana olan, hem alenen despot, yüzsüzlükte de, yalancılıkta da şampiyonluğunu kimselere kaptırmayan bir tipolojiye ait.
Tabii bu tablo, böyle bir “tip”in, “İşçi Partisi galip çıkarsa fabrikalarımızı başka ülkelere taşırız” diyerek halka korku salmayı hedefleyen büyük sermayeyi, “Corbyn yüksek makamlarda oturmaya uygun biri değil” diye vaaz veren din adamlarını arkasına almasına engel değil. Ne de olsa “değerler” artık geçen yüzyıllarda kalmış bir şey; büyük servet sahiplerinin, çokuluslu şirket CEO’larının ve ruhban takımının gerçek dünya tasavvurlarında “değerler”, “ahlâk”, “vicdan”, “insaf” gibi demode şeylere yer yok.
Brexit meselesi
Jeremy Corbyn umut vermiyor değil. Kendini değil, “gerçek bir değişim zamanı” diye başlattıkları manifestosunu öne çıkarıyor. Geçmişiyle beraber, sosyalist olarak biliniyor. Fakat hem tüm Britanya’daki göçmen topluluğunun hem de genç kuşağın yakından ilgilendiği Brexit meselesinde alenen “kaytarıyor”. İşçi Partisi’nin iktidara gelişinden sonraki altı ay içerisinde Brexit’te son sözün halka bırakılması tabii ki demokratik bir yöntem, fakat kendi tavrını ortaya koymaması, dahası “genel bir ilke”nin ardına sığınarak “geveleyip durması”, ziyadesiyle aleyhine işleyen bir faktör.
Neticede, Jeremy Corbyn Avrupa Birliği’ne karşı olmayı “antiemperyalizm” kategorisine sokan bir Britanya politikacısı. Nitekim Avrupa Birliği’nin “emeğin asgari haklarının kurallara bağlanması” konusundaki uygulamalarını onaylayan bir noktada değil. Oysa, 1989 sonrasında küresel kapitalizmin dünya sathında gerçekleştirdiği en belirleyici karşı devrim, esnek ve güvencesiz çalışma rejiminin dayatılması. Yani, dünyanın devasa bir amele pazarına çevrilmesi; iş güvencesinin kelimenin gerçek anlamıyla sıfırlanması.
Yeşil ekonomiyle 1 milyon kişiye yeni istihdam yaratılması, ulaşımın ve iletişim altyapısının kamulaştırılması, önemli ölçüde güneş ve rüzgâr enerjisine geçilmesi, kadınlara, çocuklara, eğitim imkânlarına daha fazla önem verilmesi… Peki, “zengin takımı”nın tahtını sarsabilecek olan bu çözüm yolları toplamı, muhtemel bir İşçi Partisi iktidarını nereye yerleştirir?
Şimdiki İşçi Partisi, geçmişteki İşçi Partisi hükümetlerinin uyguladığı özelleştirme politikalarını tersine çevirecek sinyaller veriyor, ama bu vaadini hayata geçirip geçir(e)meyeceği meçhul. Kamu çalışanlarına yüzde 5 zam yapılması ve asgari ücretin saatte 8,21 pound’dan 10 pound’a (75 lira) çıkarılması ise palyatif bir iyileştirme; iş güvencesinin özünü ilgilendirmiyor, dahası örtmeye yarıyor.
Brexit yanlılarının ortak hissiyatı, Avrupa’nın kendilerinden “faydalandığı” şeklinde. Buraya göçünce tanıdığım sevgili avukatımız Muhammet Çankıran’ın yorumuna göre, Britanya burjuvazisinin bu konudaki tercihi, kısa ve orta vadede patlak verecek bir ABD-Avrupa kamplaşmasında safını ABD tarafında belirlemekten yana. Zafer Yörük de bir yazısında Britanya’nın Avrupa Birliği’nden çıkmakla kısa vadede kayıplar yaşayacağını, fakat orta ve uzun vadede bunu “leoparın geri sıçrayışı” olarak görmek gerektiğini vurgulamıştı.
Tabii, çok da uzak olmayan bir geçmişte “üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk” olan bir ülkenin sermayesinin ve establishment’ının, Avrupa’dan kopmak denebilecek bu denli hayati bir meseledeki tercihini “düpedüz salakça” bulanlar da yok değil, hatta sayıları hiç de az değil. (Türkiye’den yapılan çoğu gazete yorumunda da Britanya’nın Brexit tercihi “akıl almaz” bulunuyor, fakat buna dair bir sebep aranırken “koca imparatorluk nasıl bu hallere düştü, hiç mi akılları yok”un pek de ötesine geçilmiyor.)
“İyi”nin üç unsuru
Muhafazakâr Parti, Brexit Partisi ve anaakım medya sinsice ve belden aşağı bir saldırganlıkla seçimlere hazırlanırken, İşçi Partisi ve destekçileri çok daha coşkulu ve “halka inen” bir yerdeler. Bu apaçık bir şekilde gözleniyor. Televizyon tartışmaları ve programları Boris’in karanlıkta kaldığı, Jeremy’nin ışığının parladığı bir zemin. Yine de, dar bölge sisteminin geçerli olduğu, yani alınan toplam oy oranının parlamentodaki sandalye sayısına aynı oranda yansımadığı, anketler ve tahminlerde Tory’ler ve Brexit Partisi’nin yüzde 46’yı geçemediği, İşçi Partisi, Liberal Demokratlar ve İskoç Partisi’nin toplamının yüzde 50’yi aşabileceğinin belirtildiği, dolayısıyla iktidara kimin geleceğinin son iki haftaya ve seçim bölgesi ittifaklarına kaldığı bu seçim yarışında (Türkiye’deki siyasal yelpazeyi de gözönünde tutarak) İşçi Partisi’nin kampanyasında hangi öğenin kıymetli olduğuna parmak basılabilir?
Öyleyse, başta not ettiğimi kendime sorarsam, her ne kadar Corbyn on altı yıl önceki savaş-karşıtı konuşmasıyla ve “yurtseverlik başkalarına saldırmakla ilgili değil, birbirine destek olmakla ilgili bir şeydir” formülüyle telafi etmeye çalışsa da, mazisinde “aslan gibi” Tony Blair’ler çıkartmış, yani George W. Bush’un koltuğunun altında savaş kışkırtıcılığına soyunmuş bir İşçi Partisi’nin bu kampanyasında bende “iyi izlenim” bırakan ne? Ve bu izlenim niye “iyi” geliyor?
Sosyal devlet kazanımlarının hoyratça gasp edildiği, buna paralel olarak ülke yönetimlerini birer birer “kudretli adamlar”ın aldığı bir konjonktürde, İşçi Partisi’nin radikal yanlar da barındıran manifestosu kapitalizmin sembol ülkesinde bu gidişe “dur” deme potansiyelini içeriyor.
Sanırım bu “iyi”lik üç maddeyle ifade edilebilir:
Birincisi, Türkiye’deki gibi kişi tapınmasına kapılınmaması, kampanyanın ana dayanaklarının talepler üzerine oturtulması, kişilerin pek öne çıkartılmaması; bilakis, İşçi Partisi örgütünün çok iyi işleyen bir mekanizma olarak hem merkezi hem yerel düzlemlerde etkililiğini kaybetmemesi. Zaten Britanya’da liderler değişince yer yerinden oynamıyor. Birinin boşalttığı koltuğa fazla tantanaya yol açmadan başka biri oturuyor.
İşçi Partisi manifestosu da geniş ve uzun bir haklar ve talepler manzumesinden müteşekkil. Özellikle twitter kampanyaları dönüp durup ana talepleri örnekliyor ve “kaynak yetersizliği”nde nasıl “göçmenler”in bahane edildiğini ifşa edip fazlasıyla seyredilen videolarında, Boris Johnson’ın besbelli NHS’in satılmasını planladığını ortaya çıkaran belgeleri açıklamalarında olduğu gibi çok başarılı.
İkincisi, gerçekten “halk”ta bir karşılık oluşturulacaksa, kalıcı başarı ve kazanımlardan bahsedilebilecekse, bunun ilk adımı olarak hamasetten kesinlikle uzak, somut ve gerçekleştirilebilir bir “program”la yola çıkmak gerektiğini bize hatırlatması.
“Her şey çok güzel olacak” gibi hiçbir şey anlatmayan ve safını belirtmeyen, üstelik sınıfını kasten gizleyen bir anlık kampanya karşısında, “for the many, not few” (zengin azınlıktan değil, zengin olmayan çoğunluktan yana) gibi en azından kimlerden, hangi sınıflardan yana olduğunu açıkça belli eden bir programın sözlü ifadesi olması. (Mesela, bizdeki genel ve yerel seçimlerde HDP’ye oy vermiş CHP’li ve başkaları ile CHP’ye oy vermiş HDP’li ve başkalarının nezdinde her iki partinin siyasal programlarının etkisini ve bilinirliğini bir kefeye koyalım; adayların sırf AKP’ye karşı ve AKP’yi geriletmek adına desteklenmesi tavrının ya da Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” ve “Hatırım için, gerekirse bağrınıza taş basın” çağrılarının etkisini diğer kefeye.)
Üçüncüsü, Trump’ın son konuşmalarından birinde apaçık biçimde “Gelecek küreselcilere ait değil, vatanseverlere ait” diyerek telaffuz ettiği gibi küreselleşme rüzgârının tersine çevrildiği, dünyanın belki de ve yine ulus-devletler ekseninde yeni bir sıcak kapışmaya doğru yuvarlandığı, neoliberalizmin demokratik kırıntıları da eridikçe dünya kapitalizminin artık demokrasiyi “taşıyamadığı”, az ya da çok miktarda var olan sosyal devlet kazanımlarının hoyratça gasp edildiği, buna paralel olarak ülke yönetimlerini birer birer “kudretli adamlar”ın aldığı bir konjonktürde, İşçi Partisi’nin radikal yanlar da barındıran manifestosu kapitalizmin sembol ülkesinde bu gidişe “dur” deme potansiyelini içeriyor.
Diyeceğim, karşımızdaki mülkiyet ilişkilerine dokunmayı öngören “sosyalizan bir program” değil, “devrim programı” hiç değil, ama en azından “halktan yana bir manifesto”, yani en azından bir “siyasal program”, en azından omuz silktirmeyen, “heyecan verici” bir siyaset. Uydurukça da değil.