İSTANBUL ZİYARETİ VESİLESİYLE KEVIN MORBY

Derleyen, Yiğit Atılgan
17 Temmuz 2019
SATIRBAŞLARI

Bob Dylan, Patti Smith, Nina Simone, Lou Reed gibi ezeli takıntılarımızın bayrağını şimdilerde o taşıyor. Sadece Amerikan folk müziğinden gelip indie rock içinde saygınlık kazanan müthiş bir ses değil, aynı zamanda geniş esin kaynaklarıyla günümüzün en önemli şarkı yazarlarından biri. Tek konser için İstanbul’a uğrayan Kevin Morby ile son albümü “Oh My God” üzerine yapılmış söyleşilerden bir derleme sunuyoruz…


Yeni albüm Oh My God’ın konsepti nasıl oluştu?

Kevin Morby: 2016’da “Beautiful Strangers” isimli bir şarkı yazmıştım, o dönem vuku bulan güncel olaylara dair politik bir şarkıydı. O parçanın bir yerinde “Aman Tanrım” demeye başlıyorum, o hissiyat zaman içinde pek değişmedi. Yazdıktan kısa süre sonra yayınlayıp gelirini bağışladım, güncel olaylar üzerinden kâr elde etme fikri yanlış geldi. İlk tohum orada atıldı, “Aman Tanrım” duygusu sonrada yazdığım şarkılarda da görünür oldu, zamanla yeni albümün iskeleti oluştu. Üç sene önce cehennemdeymiş gibi hissediyordum, uzun bir dönem turladıktan sonra o zamanlar yaşadığım Los Angeles’a dönmüştüm. Şehrin yanı başında devasa yangınlar vardı, havada küller uçuşuyordu, sevgilimden ayrılmıştım, bir yabancının evinde bir oda kiralamıştım, Donald Trump başkan seçiliyordu. Panik halindeydim, sadece “Aman Tanrım” diyebiliyordum. Ama bir noktada silkindim, kendime “Eğer bir psikopat kimsenin sınır koymadığı silahlardan birini satın alıp beni öldürürse de ölürüm, kaçıp gidecek bir yer yok, dinginliği burada bulmam lazım” dedim. Üç yıl önceki o dönemi bir alkoliğin temizlenmeye karar vermeden önce tam anlamıyla dibe vurmasına benzetiyorum.

“Beautiful Strangers”ın yeni albümün tohumunu atmış olması ilginç zira Oh My God’da odağı daha çok iç dünyaya çeviriyorsunuz.

Bence bu da başlı başına politik, zaten son dönemde siyaset öylesine çıldırmış durumda ki bu mevzulara dair yazmamak mümkün değil. Hatta bir noktada yeni albümün konu aldığı şeyler de belirli yerlere ve kişilere dairdi, ama albümün daha genel bir hissi yakalamasını, belli bir zamana ve mekâna bağlı kalmamasını istediğimden birçok materyali çöpe attım.

Oh My God müzikal olarak beklenmedik sesler içeriyor. Flüt, arp, koro, hatta bir kasırga. Yayınladığınız iki tekli de gitar odaklı şarkılar değil. Bu kayıtta daha kutsal bir tınıya mı ulaşmak istediniz?

Bu beşinci solo kaydım, ilk dördünde direksiyon gitarın elindeydi. Bu albüme de yine gitar temelli bir kayıt olması amacıyla başladık, ama bu tercih aklımdaki fikre, manevi ve ruhani temalara uygun değildi. Çalışmalara başladıktan birkaç ay sonra, 2017’nin Ocak ayında taşlar yerine oturmaya başladı, az sayıda müzisyen arkadaşımla dört günlük bir kayıt seansı için Brooklyn’e gittik. Orada Singing Saw’da da birlikte çalıştığım prodüktör Sam Cohen ile bir araya geldik. Fena gitmiyordu ama iki sene önce bıraktığımız yerde dönüp duruyormuşuz gibi hissediyorduk. Son gün Cohen yeni bir şey önerdi, gitarımı elimden aldı, kendisi orgun başına oturdu, davulcu Nick Kinsey’i de tumbalara yolladı. O gün yeni albümün üçüncü parçası olan “Nothing Sacred / All Things Wild” kaydedildi, önümüzde yeni bir kapı açıldı. Enstrümantasyon bir katedralde denk gelinebilecek şeylerden oluşsun istedik. Piyano, org, arp ve koro bu açıdan doğal seçimlerdi. Şarkıları da olabildiğince parçalarına bölmek, sadece olmazsa olmaz öğeleri tutmak ve vokalleri olabildiğince ön plana çıkarmak istedik. Her şeyin çıplak olmasını arzu ettim, çıplaklık da mukaddes bir olgu. Bir de albümü bir pop art işi olarak düşledik; cesur ve berrak. Pop art eserlerinin kendine has bir katılığı var, 50 yaşında bile olsalar modern görünebiliyorlar. Özellikle karmaşada boğulan bir dünyanın içinde bu benim için önemliydi. Bu şarkıları yirmi sene sonra, işlerin daha iyiye gitmiş olacağı umuduyla da dinlemek istiyorum.

Albümü bir pop art işi olarak düşledik; cesur ve berrak. Pop art eserlerinin kendine has bir katılığı var, 50 yaşında bile olsalar modern görünebiliyorlar. Özellikle karmaşada boğulan bir dünyanın içinde bu benim için önemliydi. Bu şarkıları yirmi sene sonra, işlerin daha iyiye gitmiş olacağı umuduyla da dinlemek istiyorum.

The Shins ve Black Keys gibi birçok grupla iş birliklerinden tanıdığımız şarkıcı ve şarkı yazarı Richard Swift sizin de yakın dostunuzdu. Onun vefatı bu albümde yer alan temaları etkiledi mi?

Richard, birlikte çalışmadan önce de arkadaşımdı, ölümüne kadar da öyle kaldı. Çok zor bir durum, başka hiç kimsenin yapamayacağı şeyleri yapabilen birini kaybettik. Sihre dokunabilme yetisine sahip yüce birini kaybedince duyulan yalnızlık hissi, dünya daha tenha bir yere dönüşüyor. Richard’ın ölümü insanların genelde hakkında konuşmaktan kaçındıkları bir konu olan bağımlılık hakkında biraz daha konuşulmasına yol açtı. Sanatçılık çok zor ve çetrefilli bir hal alabiliyor. Özetle Richard’ın ölümü beni tüm ölümler gibi hissettirdi, öfkeli, şaşkın ama aynı zamanda geçmişle hemhal. Çok yazık.

Sizin bağımlılıkla sorunlarınız oldu mu? Yakın çevrenizde bu konuda neler gözlemlediniz?

Kişisel olarak öyle bir sorunum olmadı, bu açıdan çok şanslı hissediyorum ama akranlarım arasında çok yaygın bir problem. Bir açıdan Me Too (Ben De) hareketine benzetiyorum, o da herkesin haberdar ve farkında olduğu ama kimsenin ağzını açmadığı bir konuydu, hareket halının altına gizlenen o sorunu yüz üstüne çıkardı. Müzik dünyasındaki bağımlılık konusu da benzer. Birçok kişinin bu sebepten hayatını kaybettiğini görüyoruz, ama kimse bunun hakkında konuşmak istemiyor. Yüksek dozdan ölen bir müzisyene dair basında yazılanları okuyunca bu konuya sırt dönüldüğünü fark edebilirsiniz. Bence bir değişim olmalı, bu mevzu çok daha fazla tartışılmalı.

Pek dindar bir insan değilsiniz. Ne oldu da Tanrı’ya ve bu kavramın temsil ettikleriyle hesaplaşmaya dair bir albüm yazdınız?

ABD’nin orta-batı bölgesinde büyüdüm, ülkenin tutucu olarak bilinen ve İncil Kuşağı diye tabir edilen yeri. Buralarda din her yere nüfuz etmiş bir kavram. Başka yerlerde de öyledir belki, ama burada her şeyin özünde Tanrı’dan korkma bulunur. Ailem hiçbir zaman dini vecibelerini yerine getirmedi, ama genel olarak kendilerini dindar olarak tanımladı. Çocukken evde İncil filan da yoktu, ama etrafta Evanjelist kiliseler ve dini panolar vardı. Mahalleden bir ailenin bizi ikna etmesiyle iki kere kiliseye gitmişizdir, böyle şeyleri pek ciddiye almazdım, sadece çocuk merakıyla yaklaşırdım. Ama başkaları çok ciddiye alıyor, ayinlerde salya sümük ağlayan yetişkin adamlar gördüm. Bu tip insanlar etrafında büyümek ilginçti, ama çok tuhaf geldiğinden hiç katılım göstermedim. Sonsuza dek cehennemde yanmak gibi düşünceler komik. Din benim için hem kötücül hem de güzel ve derin bir kavram. Evimdeki sanat nesnelerinin çoğu dini sanat nesneleri. Din, dilimin ve lûgatımın bir parçası. O yüzden iş şarkı yazmaya ve öykü anlatmaya geldiğinde de o tarafa yöneliyorum.

ABD’nin orta-batı bölgesinde büyüdüm, ülkenin tutucu olarak bilinen ve İncil Kuşağı diye tabir edilen yeri. Buralarda din her yere nüfuz etmiş. Ayinlerde salya sümük ağlayan yetişkin adamlar gördüm. Bu tip insanlar etrafında büyümek ilginçti, ama çok tuhaf geldiğinden hiç katılım göstermedim. Din benim için hem kötücül hem de güzel ve derin bir kavram.

Şeytan şarkı sözlerinizde sıkça arz-ı endam ediyor.

Doğru. Şeytan orta-batıda her yerde ve bunun tam olarak farkına varmam batı yakasına taşınmamla gerçekleşti. Din dünyanın her köşesine sinmiş durumda, ama batı yakasında işler biraz daha rahat. Oradan orta-batıya geri dönünce iyice dank etti, burası gerçekten de Tanrı korkusu olan bir ülke. İnsanlar şarkı sözlerimde bu tür referansların varlığına hep şaşırdı, ama dediğim gibi, bunlar kelime dağarcığımın bir parçası, hikâye anlatmanın bir yöntemi. Ek olarak, bahsettiğim bölgelerde Vahşi Batı imgesi de her yerde, sürekli bu mitolojiyi anımsıyorsunuz. Ben de büyürken hem kovboylardan hem de cennet ve cehennem fikrinden büyülenirdim. İkisinin arasındaki fark ise kovboylara dair imgelerin artık birer peri masalı unsuru olması, dini ise insanlar hâlâ ciddiye alıyor.

Dinsel duyguları güçlü olmayan biri olarak tüm inançlarını bilinmezliğe adayabilen ve ölümden sonra hayata inananları kıskanmak mümkün. Siz de böyle hissediyor musunuz?

Yok. Zaten maneviyat kelimesinden uzak duran biri değilim. Tanrı’ya inanan ve ahretten emin olan birini de kıskanmam. Bence bunda sorun yok, yeter ki bu inanç sistemi insanlık ve evren için olumlu yönde kullanılsın. Benimkinden farklı bir bakış açısı, hepsi bu. Dine inanmak bana çılgınlık gibi gelmiyor, esas çılgın olan hayatta oluşumuz. Anlam vermeye çalışma çabasının kendisi anlamlı.


Albümün kapağı çok güzel ve kırılgan. Nasıl karar verdiniz?

Benim tasarımım. Bariz olduğu üzere biraz riskli (gülüyor) ve hayatımın geri kalanında bu kararla birlikte yaşamam lazım. Birincisi, uykuya dalmadan önce yatakta çok fazla beste yapıyorum, bu esnada da gömlek filan giymiyor oluyorum, üzerime bir şey giysem riyakarca olurdu. Bu benim bedenim ve benim ruhum, gizlemeye gerek yok. İkincisi, bundan önceki albümler belli bir zaman ve mekânla ilişkiliydi, Singing Saw 60’lara göndermede bulunan bir Los Angeles kaydıydı, City Music ise New York’un 70’lerdeki punk sahnesine dairdi. O yüzden o albümlerin kapakları ve estetikleri de bunları yansıtıyordu. Oh My God’da böyle bir durum yok, hiçbir zamana ve yere ait değil. O sebepten hava durumuna ve uçaklara dair imgesel bir dil mevcut, illa bir mekândan bahsetmek gerekse bulutların üzeri olurdu. Dinsel sanata da atıf mevcut, bebek meleklerin hiçbir zaman kıyafet giymemesi mesela.

Bahsettiğim bölgelerde Vahşi Batı imgesi de her yerde, sürekli bu mitolojiyi anımsıyorsunuz. Ben de büyürken hem kovboylardan hem de cennet ve cehennem fikrinden büyülenirdim. İkisinin arasındaki fark ise kovboylara dair imgelerin artık birer peri masalı unsuru olması, dini ise insanlar hâlâ ciddiye alıyor.

Uçaklar demişken, plak etiketiniz uçakları ve yatakları kişisel kiliseniz olarak tanımlıyor, albüm kapağında da yataktasınız. Düşününce bir yatak ve türbülansa kapılmış bir uçak bir ateistin “Aman Tanrım” diye bağırabileceği ender yerlerden.

Sanırım dindar olmayan birinin dine yakınlaşabileceği en bariz yer, bir uçak. Uçak kalkarken ya da bir sarsıntı olduğunda kendimi dua ederken buluyorum. Yukarılarda olmaya ilişkin yüksek bir gerçeklik var, nedendir bilmem, sanki bakış açınız berraklaşıyor. Öylesine tabii olmayan bir yer ki hislerim coşkunlaşıyor. Eğer hayatıma dair bir şey, kişisel bir karar ya da sanatsal bir tercih fazlaca aklımı kurcalıyorsa uçakta bir anda yerli yerine oturuyor, ölüm-kalıma dair irade göstermek kolaylaşıyor. Üzücü şeyler daha da üzücü, mutlu edici şeyler daha da keyifli bir hal alıyor. Bir yandan yaptığımız her şeyin kırılganlığı ile ilgili, yukarılarda hayat çok daha ince. Sürekli turnede olan ve hareket eden bir müzisyen olduğumdan birçok şarkının fikri uçaklarda gelişti. O açıdan bulutların tepesine çıkmak göksel bir krallığı ziyaret ediyormuş gibi hissi veriyor. Bir de yukarılardayken insanlığa karşı güvende olduğunuzu hissediyorsunuz, yeterince yukarı çıkarsanız hava mutlaka güneşli.

Konsept albümleri veciz ve bütünlüklü bir vizyon sunar, içine girebileceğiniz küçük bir dünya yaratır. Oh My God ilk konsept albümünüz değil. Sizi bu formata yakın hissettiren ne? Size ilham veren klasikleşmiş konsept albümleri hangileri?

Bunun sebebi kurmacaya olan ilgim sanırım. Bir şarkı yazarı olarak sadece kendinize dair öykülere odaklandığınızda kısa sürede bıkkınlık vermeniz çok olası. Eğer şarkılarınızın dümenini zaten doğal olarak ilginizi çeken konulara kırarsanız iş çok daha eğlenceli oluyor. Birkaç şarkı yazarsınız, üç tanesinin arasında bir izlek ya da ortak bir motif yakalarsanız, albümün başı, ortası ve sonu şekillenir, aralarını doldurursunuz ve yer yer de “Aman Tanrım” gibi belli kelimeler ya da deyişler serpiştirirsiniz. Bence gayet keyifli. Ayrıca size bir dünyayı keşfetme şansı sunuyor. Bundan önceki konsept albümüm 2017 tarihli City Music idi. O dünyaya dair az biraz ilgim ve bilgim mevcuttu, kendimi daha da derinlere saldım, araştırdım ve sonuç olarak çok şey öğrendim. Yeni albümde de aynısı oldu. Kafamda şimşekler çaktıran ilk konsept albümü ise The Mountain Goats’un All Hail West Texas kaydı olmalı. Dinlediğimde lisedeydim, “Bu şarkıları dinlerken sanki bir kitap okuyorum” diye düşündüğümü hatırlıyorum. İçinde hakiki karakterlerin yaşadığı bir dünya yaratılmıştı ve sizin de dediğiniz gibi içine girip o dünyada yaşamak, karakterlerin hayatlarına şahitlik etmek mümkündü. O zamandan beri bu formata hep ilgi duydum.

Beste yapmayı en çok tercih ettiğim yerlerden biri yatağım. Kendimi orada tam uyumadığım ama tam ayık da olmadığım bir araf halinde buluyorum, sanki evrende bir delik açıp farklı bir odaya geçiyorum ve sihir orada vuku buluyor. Bir şeyi yoktan var etmek harika bir şey ve bu ne zaman gerçekleşse vaziyetin son derece farkında oluyorum: “İşte, yine bir şeyler oluyor.”

Son albümdeki “Hail Mary” parçasında Sinatra’nın adı geçiyor, bazıları konsept albümü fikrini ilk yaratan ve popülerleştiren kişi olarak Sinatra’yı gösteriyor.

Gerçekten mi? Hiçbir fikrim yoktu, harika.

Dine dair de ilginç düşünceleri vardı. Bir keresinde şöyle demiş: “Her biçimdeki yaşama saygım var. Doğaya, kuşlara, denize, görebildiğim ya da hakkında kanıta sahip olduğum her şeye inanıyorum. Eğer Tanrı derken bunları kast ediyorsanız Tanrı’ya da inanıyorum.”

Çok şairane. Yakın zamanda Avrupa turnesinde bir söyleşide “Eğer Tanrı varsa, Tanrı nedir?” gibi bir soru almıştım, Sinatra’nın cevabı benimkinden çok daha iyi. Söyledikleriyle ilişki kurabiliyorum. Eğer gidip Tanrı kavramına illa bir yüz yerleştirecekseniz bence her şey insanın kendisine dair. Gerçeklik ve fırlatılıp atıldığımız bu evrende yaşama uğraşı hep kendimize dair. Gündelik olanda güzellik bulabilme becerisi… Bunun hakkında çok düşünüyorum, hayatın ne kadar sıkıcı ve depresif olabildiği ama gerçekten durup gülleri kokladığınızda her şeyin çıldırtıcı olduğuna dair mesela. Etrafımızdaki her şey büyülü ve inanılmaz bir tecrübenin parçası olarak yorumlanabilir. Göğün mavi olması, ağaçların büyümesi ve varlığımızın ta kendisi. Ruhani tarafımızla bağ kurmamızın önemli olduğunu düşünüyorum ve yaş aldıkça bu konuda daha çok çaba sarf ediyorum.


Eski kültürlerin yaratıcılığa bakış açısı bizimkinden çok farklıymış, ilhamın kutsal bir yerden geldiğine inanılırmış. Örneğin eski Yunan kültüründe yaratıcı bir esin edinebilmek diye İlham perilerine (muses) dua ederlermiş. “Müzik” kelimesi de buradan geliyor.

İnanılmaz. Bunun farkına kendim varmalıydım, çok mantıklı. 19 yaşımdayken biri bana “müze” kelimesinin kökeninin “muse” (ilham) olduğunu söyleyince aklım almamıştı, tabii ki müzik de buradan geliyor olmalı. Bu fikir çok hoşuma gitti, çünkü bu kelime hayatım için çok değerli. Müzeleri, müziği ve ilham almayı seviyorum, bunlar benim için her şey demek.

Sizin yaratıcılığınız nereden kaynaklanıyor? Sizin dışınızda bulunan sihirli bir yerden filizlendiğini düşündüğünüz oluyor mu?

Kesinlikle. Şarkılar besteleyen ya da öyküler yazan kişilere tanıdık gelecektir, beste yapmayı en çok tercih ettiğim yerlerden biri dediğim gibi yatağım. Kendimi orada tam uyumadığım ama tam ayık da olmadığım bir araf halinde buluyorum, sanki evrende bir delik açıp farklı bir odaya geçiyorum ve sihir orada vuku buluyor. Bir şeyi yoktan var etmek harika bir şey ve bu ne zaman gerçekleşse vaziyetin son derece farkında oluyorum: “İşte, yine bir şeyler oluyor.” Ve peşine düşmem lazım. Evde boş boş oturuyor olabilirim ya da planlarım olabilir, yemek pişirip birkaç arkadaşı davet edeceğimdir, ama yaratıcılığın geldiğini hissettiğiniz anda her şeyi iptal edip arkasından gitmeniz gerekir. Bir şeyi yapmış olmak için yapmakla ve şevkle yapmak arasında bir fark var, o ilhamı bulmak büyüleyici. Gerçek büyü zaten bir şeyleri dünyaya salmak, gidip küçük de olsa birilerinin hayatına dokunmak ve bu sayede birilerinin yaşamında rol oynayabilmek. Müziğim sayesinde bir nevi ölümsüzüm, şarkılar hep var olacaklar.

Doktorun emriyle bir ay konuşmamak güzeldi, fark etmişsinizdir çenem pek durmaz. Konuşmama ve meditasyonun ikisi de zihninize su içirmeye benziyor. Gerçeklik alkol gibi, kafein ya da sigara dumanı gibi. Bu sağlıksız şeyler gelip beyninizi tıkıyor, tek başına oturup konuşmamak ya da meditasyon yapmak ise tıkanan kanalları açıp sizi ayıltıyor.

Ölümlülük de aslında yeni şarkılarda sıkça karşımıza çıkan bir tema. Öldüğümüzde ne olduğunu düşünüyorsanız? Ya da başka bir açıdan öldüğümüzde ne olmasını isterdiniz?

Nedense hastanede bayıltıldığınızda ne oluyorsa ona benzer bir şey olduğunu düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Diyelim bir operasyon geçireceksiniz, bir süre uyuyorsunuz, elbette sonra uyanıyorsunuz, ama o arada neler olduğunu hatırlamıyorsunuz. Ölüm de o arada geçen süre gibi, upuzun bir rüyaya benzediğine inanan bir tarafım var. Bazen de reenkarnasyonun mümkün olabileceğine inanıyorum. Ama bazen de kötümser tarafım ölümün koca bir hiçlik olduğunu söylüyor. Koyu bir karanlık. Bir yandan buna da tamamım. İdeal dünyamda ise birden kendimi ve sevdiğim herkesi capcanlı bir dünyada buluyorum ve istediğimizi yapmak için sonsuz vaktimiz var. Öyle bir krallığa gitmek, çocukken beslediğim köpek ve yakın zamanda kaybettiğim en iyi arkadaşım da orada olsun isterdim. Geçenlerde Harry Dean Stanton’ın son dönem filmlerinden birini izledim. 90’larında bir adamı oynuyor, sağlığı iyi, ama doktoru çok yakında doğal sebeplerden ölebileceğini söylemiş. Bir barda sigara yakmak istiyor, ama barın sahibi tarafından uyarılıyor. “Sigara mühim değil, hiçbir şeyin önemi yok. Hepsi yok olup gidecek. Bir gün ben gideceğim. Sen gideceksin. Sigara yok olacak. Sanki hiç var olunmamış gibi. Boşluk ve karanlık.” Barın sahibi ağlamaya başlıyor ve duyduklarına tamamen ikna olmuş bir şekilde “O zaman bu bilgiyle ne yapacağız?” diye soruyor. Stanton gülümsüyor ve “Gülümseyebiliriz, sadece gülümseyebiliriz” diyor. Ben de böyle düşünüyorum. Ölümden sonra ne olacağı başka zamanın mevzusu. O zamana kadar gülleri koklayabiliriz.

Toplum daha az dindar bir hal aldıkça ve örgütlü dinler baskınlığını kaybettikçe hayret etme duygusu hayatlarımızın daha geçici bir parçası oldu. Siz hayret hissini nerede buluyorsunuz?

Bir sanatçının yapmaya çalıştığı şeylerden biri hem kendi hem de başkaları için hayatın kendisinden daha görkemli bir şey yaratmak. Bunları anlatmak tuhaf, okuyan ben olsaydım sıkıcı ve tuhaf bir adamın teki olduğunu düşünürdüm. Bu aralar meditasyona ve saunalara sardım, sigarayı bıraktım, daha az içmeye ve yaşım arttıkça daha sağlıklı yaşamaya çalışıyorum. Cidden bir sauna satın aldım, Kansas City’deki evimde şu an, çok da hoşuma gidiyor. Ahşabın etrafında olmayı seviyorum, tahta çok güzel kokuyor ve terlemek bana saykodelik bir his veriyor. Tabii ki tabiat. Yürümeyi çok seviyorum, Los Angeles’ta ve özellikle New York’ta yaşarken hayatımda yürümediğim kadar yürüdüm. Şimdilerde Kansas City’de yaşasam ya da sürekli yollara düşsem de yürümek hayatımın önemli bir parçası. Yürürken çok fazla düşünüyorum ve bu bende huşu uyandırıyor. Huşu verici başka bir şey su, suyun içine girmeye bayılıyorum, soğuk sıcak fark etmiyor. Katedrallere gitmeyi seviyorum. Müzeleri gezmeyi seviyorum. Bu zevkler benim için henüz eskimedi.

İşitme tellerinizden bir polip alınmış ve bir ay boyunca konuşmamak zorunda kalmışsınız.

Tam da meditasyonla ilgilenmeye başladığım zamana denk geliyor.

Meditasyon yaparken günün belli bir kısmını her şeyden uzaklaşmaya ayırıyorsunuz, sigara içmenin de benzer bir işlevi var. Sigara sanki hiçbir zaman yeri dolmayacak bir kız arkadaş gibi. Deliydi, benim için kötüydü ve bir daha kimse onun kadar harika olmayacak. Yine de artık görüşmediğimize memnunum.

O zaman işe yaramış?

Bence yaradı, hatta çok iyi geldi. Son derece sosyal varlıklarız, kocaman şehirlerde yaşıyoruz. Benim yaptığım mesleği yaptığınızda kendinizi birçok farklı durumda bulup kendinize vakit ayıracak fırsat yaratamıyorsunuz, sessizce oturup etrafı dinlemeye zamanınız olmuyor. O sessizlik çok değerli, bu yüzden meditasyona dair ilgimi derinleştirdim. Doktorun emriyle bir ay konuşmamak güzeldi, fark etmişsinizdir, sadece havayı doldurmak için konuşabilen biriyim, çenem pek durmaz. Konuşmayınca insanları farklı işitmeye, kelimeleri farklı algılamaya başlıyorsunuz, gerçekten dinlemeyi öğreniyorsunuz. Bir ay bittikten sonra da buna devam ettim, örneğin öğlene kadar ağzımı açmıyordum ya da günün üç saatini ayırıp sessizce oturuyordum. Bu, düşüncelerime odaklanmamı kolaylaştırdı. Konuşmamak ve meditasyondan aynı şekilde bahsediyorum, ikisi de zihninize su içirmeye benziyor. Gerçeklik alkol gibi, kafein ya da sigara dumanı gibi. Bu sağlıksız şeyler gelip beyninizi tıkıyor, tek başına oturup konuşmamak ya da meditasyon yapmak ise tıkanan kanalları açıp sizi ayıltıyor.

Sigara dumanından bahsettiniz. Bu olaydan dolayı sigarayı bırakmışsınız, eskiden sigaralarınıza kutsallık atfedermişsiniz.

Sigara gerçekten de kutsal bir şeydi, yaratıcı sürecin bir parçasıydı, üzerimde sigara olduğunda hiçbir zaman yalnız kalmayacakmış gibi hissederdim. Birilerinden sigara isterdim, dışarıda insanlarla birer sigara paylaşırdım, her zaman yapacak bir işim vardı. Onun yerini artık meditasyon aldı. Meditasyon yaparken günün belli bir kısmını her şeyden uzaklaşmaya ayırıyorsunuz, sigara içmenin de benzer bir işlevi var. Sigara sanki hiçbir zaman yeri dolmayacak bir kız arkadaş gibi. Deliydi, benim için kötüydü ve bir daha kimse onun kadar harika olmayacak. Yine de artık görüşmediğimize memnunum.

İşler o kadar kötüye gitmiş durumda ki ölüm olgusu sürekli gündemde. İnsanlar bir konsere, sinemaya hatta okula gitmekten korkar oldu. Bu noktada ya korkmaya devam edeceğiz ya da hayatımızı bildiğimiz gibi yaşayacağız. Öte yandan “Dünya böyle ve kaçınılmaz sonu kabullenmeliyiz” de demiyorum. Birçok insanın yürüttüğü anlamlı mücadeleler mevcut. Ben de mücadele ettiğimi düşünmek istiyorum.

Müziğin sizi ağlatabilme kudretinden bahsetmişsiniz. Sizi en son ağlatan şarkı hangisiydi?

Nina Simone’un Bob Dylan’dan “Just Like Tom Thumb’s Blues” yorumu, o kayıt ve vokal beni her seferinde ağlatır. Mükemmel bir şarkı. Etiyopyalı cazcı Mulatu Astatke’nin müziği. Yine Afrikalı bir klavye icracısı Hailu Mergia iki sene önce bir albüm yayınlamıştı, o albümün son parçası enstrümantal ve çok duygusal, içimde ağlama isteği uyandırıyor. Ama sanırım en son ağlayışım San Francisco’daki benim de çaldığım bir Bob Dylan gecesi. Yirmi kadar müzisyen davetliydi, her birimiz birer şarkı icra ettik, müzisyenlerden biri de enstrümantal bir gitarist olan William Tyler’dı. Herkes bilmez, ama bilen de tam bilir, son dönemde iyice adını duyurdu. Daha önce birçok kez kendisini izledim, ama şarkı söylediğini hiç duymamıştım, bu etkinlikte şarkı da söyledi. “Not Dark Yetisimli bir Bob Dylan parçasıydı, nefisti, müzik dinlerken gözlerim en son o zaman doldu.

Rock ‘n’ roll’un içinde hep bir tapınma öğesi var, müzisyenlere rock tanrısı diyoruz. Başkalarının yüzünüzü ya da şarkı sözlerinizi vücutlarına dövme yapması nasıl bir duygu?

Bence manyakça bir şey. İlk yola çıktığınızda böyle şeyleri gizliden gizliye arzu edersiniz, ama bunlar sonunda gerçekleştiğinde durum ilginçleşiyor. Sonuçta kendi adımla müzik yapıyorum, bu bir grubun adı ya da mahlas değil, doğduğumda ailemin bana koyduğu isim. Bazen gerçek ismim bir markaya dönüşmüş gibi hissediyorum. Birilerinin adımı dövme yaptırması gibi şeylerle arama mesafe koymaya çalışıyorum. Benim ya da plak etiketim tarafından yaratılmış bir markaya son derece bağlı dinleyiciler var, bu hoşuma gidiyor ama yüzümü dövme yaptırmalarını aklım pek almıyor. Aynı şekilde benden ölesiye nefret edenler de var. Bunlar aslında normal şeyler, yine de bazı insanların sizin hakkınızda size deli olacak ya da sizden tiksinecek kadar düşünüyor olması tuhaf. Özellikle sosyal medya çağında insanlar size çok yakın hissedebiliyor. Müziğe ilk başladığımda çok ufak adımlarla yola çıktım, gerçek başarıyı yakalamam epey zaman aldı. Çok uzun bir süre “İnsanlar keşke benden haberdar olsa” diye düşünüyordum, belli bir çıtayı aşınca durumun ne kadar garip olduğunu idrak etim. Bana benzer tüm müzisyenler için geçerli bir durum, işin bir parçası.


“I Want To Be Clean” parçasında insanların birbirlerini kırmalarından bahsediyorsunuz. Sanki müşterek bir merhamet ihtiyacının altını çiziyorsunuz zira beraber yaşamak kırıcı olmayı da kaçınılmaz kılıyor.

O bir ayrılık şarkısı. Ayrılık kararını veren tarafın bakış açısından yazılmış bir şarkı ki bu kararı vermek kulağa olduğundan daha kolay geliyor. O şarkıda bu fikrin peşinden gittim, şu dünyadaki kısa vaktimizde birilerini kırmış olmak istemezsiniz. Bu son derece ağır bir his, birilerini olumsuz bir şekilde etkilemiş olmak çok zor.

Albümde çeşitli “musibet”lere sıkça rastlıyoruz, türbülansa giren uçaklar, Los Angeles’taki yangınlar, iklim değişikliği, toplu cinayetler. Albüm boyunca ölüm kavramı hep ön planda. Şarkılarda “Tanrı”dan bahsettiğinizde hayatlarımızın gidişatının kontrolümüzde olmadığı düşüncesini de taşıyor musunuz?

İşler o kadar kötüye gitmiş durumda ki ölüm olgusu sürekli gündemde. İnsanlar bir konsere, sinemaya hatta okula gitmekten korkar oldu. Ne zaman evi terk etseniz ölümle yüz yüzesiniz. Artık öyle bir noktadayız ki, ancak dehşete kapılabiliyorsunuz. Bu noktada ya korkmaya devam edeceğiz ya da hayatımızı bildiğimiz gibi yaşayacağız. Yüz yaşına kadar yaşamak isterim. Hayatta olmayı ve bu dünyaya dair sayısız şeyi çok seviyorum. Ama hiçbir şeyin garantisi yok. Beni sanki önümdeki yıllar garantiymiş gibi düşünecek kadar özel kılan ne ki? Bir sürü insan çok genç yaşta hayatını kaybetti ve birçok şeyi tecrübe edemedi. Öte yandan “Dünya böyle ve kaçınılmaz sonu kabullenmeliyiz” de demiyorum. Birçok insanın yürüttüğü anlamlı mücadeleler mevcut. Ben de mücadele ettiğimi düşünmek istiyorum. Sadece olan biten kötü şeylere odaklandığımızda güzel şeyleri kaçırdığımızı ve hayatlarımızın teminat altında olmadığını düşünüyorum.

Patti Smith’in eserleri her şeye istediğimiz şekli verip güzel bir hale sokabileceğimizi fark ettirdi. Din de kötü biri için korkunç, iyi biri için harika bir şey olabilir. Klasikleşmiş Rus romanlarını düşünün, her şey insanlara dair. Bu albümde de insanların türlü insani durumda neler yaptığını anlatmak için seçtiğim araç din oldu.

Dini bir dil de bu fikirleri aktarmanızı kolaylaştıran bir çerçeve mi çizdi?

Sanırım öyle. Örneğin Patti Smith’in yazdığı şeylerin dili de epey dinsel. Kendisini lisede keşfettim, Bob Dylan, Leonard Cohen ve The Velvet Underground gibi isimlerle birlikte. Şiirlerini okuyup müziğine kulak verdiğimde benim için birçok şey şekillendi. Bildiğim tek din kiliselere ve o kiliselere giden kişilere dairdi. Patti Smith’in eserleri her şeye istediğimiz şekli verip güzel bir hale sokabileceğimizi fark ettirdi. Din de kötü biri için korkunç, iyi biri için harika bir şey olabilir. Klasikleşmiş Rus romanlarını düşünün, her şey insanlara dair. Bu albümde de insanların türlü insani durumda neler yaptığını anlatmak için seçtiğim araç din oldu.

Patti Smith’in eserlerine ruhani bir hava veren bir unsur ayinsel bir tekrar olgusu. Siz de bu albümde “Aman Tanrım” ibaresini birçok kez kullanıyorsunuz. Bu ibareyi sıkça dillendirdiğinizde bazı insanların bunu belli bir amaca yönelik bir tercihten ziyade kolaycılık olarak algılamasından endişe ettiniz mi?

Oh My God’a dair eleştirilerin çoğu son derece olumluydu ama bahsettiğiniz tekerrür durumunu olumsuz gören eleştiriler de oldu. Benim için çok da mühim değil, bu geçmişte de yaptığım bir şeydi. Eğer birileri bunu saçmalama olarak algılıyorsa demek ki bu kayıt onlara göre değil. Bu tercihle bir risk aldığımı kabul ediyorum, birileri mutlaka “Bu albüm Dylan’ın Hristiyanlık dönemine benziyor” ya da “Beyaz bir adamın Tanrı hakkında şarkı söylemesine ihtiyacım yok” diye düşünebilir. Daha işe başlarken bu kaydın herkes için olmayacağının farkındaydım. Eski bir grup arkadaşım çocukken Katolik okuluna gitmişti, ona bir keresinde evrene dua ettiğimi söylemiştim. Bana “Evrene yolladığın hippi duaları umurumda değil, hiç işim olmaz” diye cevap vermişti. Onu anlayabiliyorum zira hayatı boyunca dua etmeye zorlanmış. Dylan’a dönersek o dönemde dinleyicisini yabancılaştırabileceğini kabullenmişti zira söylediklerine inanıyordu ve Tanrı’nın kelamını aktarmayı misyon edinmişti. Bense sadece bir dünya yaratmaya çalışıyorum, insanlığa dair bir diyalog tetiklemeyi arzuluyorum ve dini bir araç olarak kullanıyorum. Derdim vahiy aktarmak değil, öykü anlatmak.

Kaynaklar: The Fader, Vinyl Me Please, LA Record, Acquarium Drunk
^