Bir yandan kelimeler yetmiyor, bir yandan da 11 Temmuz günü Süleymaniye’ye bağlı Dukan bölgesinde tanık olduğumuz ikonik sahneyi kelimelerin gölgesine itekleme riskini göze almak zor geliyor. Muhtemelen o yüzden pek çok insan, otuz PKK’linin otuz dakika süren ve silahlarını ateşe verdiği törene dair izlenimleri okumak, zihinlerinde oluşan gerçeküstü sahnenin kelimelerle somut bir çerçeveye indirgenmesini görmek istemiyor.
Çünkü ister basit ve sade, ister güçlü ve vurucu kelimeler seçelim, yazı eyleminin kendisi Barış ve Demokratik Toplum Grubu’nun indiği sahnede küçük çizikler yaratıyor, dilbazlığa dönüşebiliyor. O yüzden töreni videolardan izledikleri halde ısrarla o ânın tanıklığını aktarmamızı isteyenler karşısında söyleyecek söz bulmakta zorlanıyoruz. Dolayısıyla, tanıklığımızı tam mânâsıyla anlatamaz, ancak gazetecilik sorumluluğuyla tarif etmeye çalışabiliriz.
Doğrusunu isterseniz, geriye dönüp bakınca, 10 Temmuz akşamı Halil İbrahim Sınır Kapısı’ndan geçip Kürdistan Bölgesel Yönetimi yetkililerinin nazik karşılama töreninden itibaren bize eşlik eden güvenlik ekibinin, seyahatimizin 11 Temmuz’daki nihai noktasında, tören alanının girişinde telefon ve kameralarımızı araçlarda bıraktırması gözlerimize, hafızamıza sunulmuş bir armağan gibiydi. O âna tanıklık edenler arasında telefon-kamera yasağından şikâyet eden olmadıysa, bundandır herhalde.
Casene Mağarası’nın ağzından aşağıya doğru inen merdivenlerin eteğinde kurulmuş sahneye vardığımızda saat 10’u gösteriyor, termometre 50 dereceyi zorluyordu. Gazeteciler, siyasetçiler, barış anneleri, Mahmur Kampı’ndan gelen sürgünler… Saat 11’i gösterdiğinde, tanıklar yerlerini bulmuş, mağaranın girişine gözlerini dikmiş vaziyetteydi.
Casene Mağarası’nın ağzından aşağıya doğru inen merdivenlerin eteğinde etkili bir sadelikte kurulmuş sahneye vardığımızda saat 10’u gösteriyor, termometre 50 dereceyi zorluyordu. “Protokol gazetecileri” ve kim olduklarını bilmediğimiz “görevliler” bizden çok önce yerlerini almış, bekliyordu. Herkese yetecek kadar sandalye, herkesin duyabileceği güçte ses sistemi, herkesin görebileceği yükseklikte bir sahne, herkesin nefes alabilecek kadar serinleyebileceği iki dev vantilatör olduğu halde gazetecilerin, siyasetçilerin, insan hakları savunucularının, barış annelerinin, Mahmur Kampı’ndan gelen sürgünlerin kendilerine yer seçmesi epey zaman alıyor ama, neyse ki zaman durduğu için kimse telaşa kapılmıyor.
Sıkı güvenlik protokolünde en ufak bir esneme yapmayan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne bağlı görevlilerin direktifleri olmasa bu düzenin kurulması biraz daha vakit alabilirdi. Neticede, saat 11’i gösterdiğinde, Irak’ın “First Lady”si Shanaz İbrahim Ahmed dahil, tanıkların hemen hepsi yerlerini bulmuş, mağaranın girişine gözlerini dikmiş vaziyetteydi. Fakat bir yandan da herkes diken üstündeydi, çünkü kimse küçücük bir detayı bile kaçırmak istemiyor, herkes önündekinin saçlarının görüş açılarında en ufak bir perdeleme yapmayacağından emin olmaya çalışıyordu.
PKK’nin 15 Ağustos 1984 tarihli Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla ismini duyurmasının üzerinden 41, Abdullah Öcalan’ın “silahlı mücadele en yüksek ideolojik yoğunlaşmadır” sözünün üzerinden 33 yıl geçti. Öcalan’ın hem Kürt meselesinin çözümüne hem de bu çözüm için kullanılan silahlı mücadele yöntemine bakışı zaman içinde değişti.
Her yerde görebileceğimiz sıradanlıktaki çorak tepelerin ortasında, belli bir mesafeden bakan gözlerin hiç beklemediği anda karşısına çıkan ve kudretli bir el tarafından özenle yerleştirilmiş gibi sağlı-sollu heybetli uçurumlarla geçit vermez kılınmış mağaranın ağzından aşağıya doğru inen taş merdivenin hemen solundaki koca kazan ilk başta fark edilmiyor.
Fakat sahne tarafındaki organizasyonu yürütenlerden birinin elindeki yakıt bidonunu saat 11.20’de boşaltmasıyla izleyicilerin dikkati bir anlığına mağaranın ağzından aşağıya, dev kazana dönüyor. Hemen arkamızda oturan bir kadın kısık sesle “hii” diyor, “gerçekten yakacaklar”…

Silahlı mücadelenin evreleri
Eğer 11 Temmuz töreni filme uyarlansaydı, bu andan itibaren flashback yapmak, PKK’nin ve Öcalan’ın silahlı mücadeleye ilişkin dönüşümüne bakmak gerekecekti.
PKK’nin 15 Ağustos 1984 tarihli Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla ismini duyurmasının üzerinden 41, Abdullah Öcalan’ın “silahlı mücadele en yüksek ideolojik yoğunlaşmadır” sözünün üzerinden 33 yıl geçti. Bu arada da ateş ve ateşkes tekrarlarıyla, bu döngünün teorik muhasebeleri ve iki taraflı pratik sonuçlarıyla, kazanımlarıyla, bedelleriyle geçen uzun bir tarih yaşanmış oldu.
1992’de, ağır bir grip geçirdiği günlerde, Mehmet Ali Birand’a verdiği mülâkatta Öcalan “Silahlı mücadele yalnız silahların patlaması değildir, en yüksek ideolojik yoğunlaşmadır. Politikayı en gerçekçi kavrayıştır” diyor ve şöyle devam ediyordu:
“Herhalde bu biraz da Kürtler için böyledir… Bu araçtan başka hiçbir şey onların insanlığını kurtaramıyor, bırakın ulusal, toplumsal özgürlüğünü, hiçleşmiş, tükenmiş, ayakta gezen bir ölü, kaybedecek zincirleri de yok.”
Öcalan aynı mülâkatta silahlı mücadeleyi hangi koşullarda reddedeceklerini de şu sözlerle ima ediyordu: “Başka hiçbir şey insanlığı kurtarmıyorsa, silahlı mücadeleden başka hiçbir şey normal, ulusal, siyasal, toplumsal gelişmeye yol açmıyorsa, o silahlı mücadele kabul edilebilir. Bunun dışında hiçbir gerekçeyle silahlı mücadele kabul edilemez.”
Öcalan’ın şu sözleri, silahlı mücadeleye bakışındaki dönüşüm açısından önemli: “’70-‘80 dönemindeki amacım öncü örgütün, partinin yaratılmasıydı. ‘80 sonrasındaki amacım savaşan bir halk ve onun militan örgütünü yaratmaktı. Aslında çoktan bu amaca varılmıştı. ‘90 veya ‘95 sonrasında yaşananlar anlamsız bir biçimde kendini tekrar etmeyi ifade ediyordu.”
Öcalan’ın hem Kürt meselesinin çözümüne hem de bu çözüm için kullanılan silahlı mücadele yöntemine bakışı zaman içinde çeşitli evrelerden geçti ve değişti. Birinci evre kabaca 1978-1992 dönemiydi. O evrede silahlı mücadeleyi, “zorun gücü”nü tek kurtuluş yolu olarak gören Öcalan ve örgütü, 20 Mart 1993’te Turgut Özal yönetimiyle yapılan dolaylı görüşmeler neticesinde ilan ettiği tek taraflı ateşkes sürecinde artık silahlı mücadelenin hedefine ulaştığını, zira suskunluk sarmalının yırtıldığını ve nihayet konuşma, müzakere sürecine geçilmesi gerektiğini söylemeye, bu yönde çağrılar yapmaya başladı.
Hatta, daha 1992 mülâkatında Öcalan “Oldukça fazla, kan dökmeden, büyük anlayışsızlıklara, sapkınlıklara girmeden bir çözüme götürme durağı, aşaması yaratılmıştır. Değerini bilmek zorundadır” diyerek Birand üzerinden Özal ve devlete sesleniyordu.

Fakat ateş ve ateşkes arasında birbirini tekrarlayan, “büyük anlayışsızlıklar”, “sapkınlıklar” döngüsü aslında bu dönemde hızlandı. 2004 yılında yayımlanan Bir Halkı Savunmak isimli kitabında Öcalan, 1993 ateşkes süreci ve sonrasını şöyle değerlendiriyordu:
“Devlet cephesinden ilk defa ciddi gelişmeler gözlemleniyordu. Turgut Özal’ın sorunu tartışmaya ve ateşkese olumlu yaklaşması, Süleyman Demirel’in ‘Kürt kimliğini tanıyoruz’ mesajları umut vermekle birlikte güvencesizdi. ‘93 baharında Turgut Özal ölmeseydi –veya iddia edildiğine göre öldürülmeseydi–, hareketin içinde Şemdin Sakık anlamsız gerilla kayıplarına tepki olarak otuz üç silahsız askeri vurmasaydı, belki de ateşkesin sonucu kalıcı bir barışla noktalanabilirdi.
Fakat gerek devletin iç durumu gerek PKK’de çeteciliğin inisiyatifi elde tutması, Talabani ve Barzani ihanetleri bu şansın gerçekleşmesini önledi. İşler daha da karıştı ve çığrından çıktı. 1994-95-96-97-98’e kadar tam bir kendini tekrarlama inadı tarafları müthiş yıprattı.”
“Atılan adımların boşa çıkmayacağını biliyorum. Samimiyeti görüyor ve güveniyorum.” Öcalan’ın güven duygusunu hangi gelişmelerden devşirdiğini bilemiyoruz. Zira, bir yandan süreç şeffaflıktan uzak bir şekilde yürütülürken, bir yandan da hükümet somut adımlara yanaşmıyor.
Silahlı mücadele sürecine dair kaba bir kronoloji yaparsak, şöyle bir özet çıkarmak mümkün: 15 Ağustos 1984-1993 arasındaki ilk ve sarsıcı isyan-çatışma dönemi, Mart-Mayıs 1993’teki ilk ateşkes, 1993-1998’de, Öcalan’ın tabiriyle, “PKK içindeki çetelerin eylemleri”, devlet eliyle yürütülen köy yakmalar, faili meçhul cinayetler, OHAL kaosu, büyük ölçekli sınırötesi harekâtlar ve hayatın her alanına sirayet eden “kirli savaş” uygulamaları, 1998-2004 ateşkesi ve “geri çekilme”, 2005-2009 arası git-gelli çatışma dönemi, Nisan-Aralık 2009 ateşkesi, 2010-2013 şehir kıyılarına yaklaşan “devrimci halk savaşı”, 2013-2015 ateşkesi, 2016-2025’te “Çöktürme Harekâtı”na karşı savaş, Mart 2025 ateşkesi…
Bu döngü içinde çıkış arayan Öcalan’ın 2012 yılında Demokratik Uygarlık Manifestosu adıyla beş cilt halinde yayınlanan AİHM savunmasındaki şu sözleri silahlı mücadeleye bakışındaki dönüşümü göstermesi açısından önemli:
“1970-1980 dönemindeki amacım öncü örgütün, partinin yaratılmasıydı. Bunu başarmıştım. 1980 sonrasındaki amacım, ne kadar sürede olursa olsun, savaşan bir halk ve onun militan örgütünü yaratmaktı. Ortadoğu’da aslında çoktan bu amaca varılmıştı. 1990 veya en geç 1995 sonrasında yaşananlar anlamsız bir biçimde kendini tekrar etmeyi ifade ediyordu.”
Öcalan 1990’lardan itibaren ilan ettiği tek taraflı ateşkeslerin karşılık bulmamasının “anlamsız tekrarların” asli sebeplerinden biri olduğunu Demokratik Uygarlık Manifestosu’nda şu cümlelerle ileri sürüyor:
“Çeşitli defalar geliştirdiği tek taraflı ateşkes denemelerine rağmen, KCK gereken karşılığı bulamamıştır. Sürekli diken üstünde bir durum hüküm sürmektedir. Çok açık ki, bu durum uzun süremez. Ya iki tarafın da üzerinde ana ilkelerde uzlaştığı kalıcı, anlamlı ve onurlu bir barış ve demokratik çözüm sürecine girilecek ya da otuz yıllık savaş sürecinin çok üstünde, yoğun geçecek yeni ve nihai bir savaş aşaması daha yaşanacaktır.”

Sorular, sorular…
Öcalan bu değerlendirmeyi yaptığında henüz 2013-2015 çözüm süreci ve bunu izleyen 2016’daki “hendek savaşları” yaşanmamıştı. Dolayısıyla, 2016’da hendek savaşlarıyla zirveye çıkan ve sonrasında düşük yoğunlukta seyreden dönemi “nihai savaş” olarak görüp görmediğini şimdilik bilmiyoruz. Peki, “nihai savaş” bu idiyse, Öcalan 2025 itibarıyla son seçenek olarak “nihai-onurlu barış” aşamasına gelindiğini düşünüyor mu?
9 Temmuz’da kamuoyuyla paylaşılan videolu mesajı, Öcalan bu aşamaya gelindiğini düşündüğünü gösteriyor: “Önce, sen-ben kısırlığına düşmeden, adımların atılmasında dikkat ve hassasiyetin gösterilmesi şarttır. Atılan adımların boşa çıkmayacağını biliyorum. Samimiyeti görüyor ve güveniyorum.”
Öcalan’ın bu sürece duyduğu güvenin dayanaklarına dair şüpheleri artıran bir diğer temel mesele de iktidarın toplumsal muhalefete uyguladığı şiddetli baskıya ilaveten siyasal muhalefete, özellikle de ana muhalefete açtığı savaş.
Öcalan’ın güven duygusunu hangi gelişmelerden devşirdiğini bilemiyoruz. Zira, bir yandan süreç şeffaflıktan uzak bir şekilde yürütülürken, bir yandan da hükümet somut adımlara –en azından şimdilik– yanaşmıyor. Örneğin, 10. Yargı Paketi kapsamında yapılan infaz düzenlemesi, DEM Parti’nin sürece dair önemli bir güven adımı olarak ısrarla talep ettiği halde, siyasi mahpusları kapsamadan, 4 Haziran’da meclisten geçirildi.
Kobani davası hükümlüleri konusunda da iktidarın tutumunda en ufak bir esneme olmadı. AİHM 8 Temmuz’da Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması gerektiğine dördüncü defa hükmettiği halde, DEM Parti’nin Demirtaş ve arkadaşlarının tahliyesi için Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi’ne yaptığı başvuru 18 Temmuz’da reddedildi. Ayrıca, Kandil’den, PKK’den yapılan açıklamalara göre, TSK’nin operasyonları 11 Temmuz’dan sonra bile devam etti, ediyor. Keza Mardin, Van, Hakkâri, Batman dahil DEM Partili belediyelere atanmış kayyımlar da yerli yerinde duruyor.

Öcalan’ın bu sürece duyduğu güvenin dayanaklarına dair şüpheleri artıran bir diğer temel mesele de, iktidarın toplumsal muhalefete uyguladığı şiddetli baskıya ilaveten siyasal muhalefete, özellikle de ana muhalefete açtığı savaş.
Mevcut sürecin toplumsallaşması hayati önemde olduğu halde, bu süreci başından itibaren net bir biçimde destekleyen CHP, bizzat iktidar tarafından “süreç karşıtı” pozisyona itilmeye çalışılıyor. 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’na yapılan operasyon ve ardından Adana, Adıyaman, Antalya dahil, çok sayıda CHP’li belediye başkanının ve yöneticisinin tutuklanması, sürece yönelik toplumsal destek zemininin iktidar eliyle felce uğratılması anlamına geliyor.
Nitekim, HDK Eş Sözcüsü Meral Danış Beştaş, İmamoğlu’nun tutuklanmasının Öcalan’ın çağrısına karşı bir “sabotaj girişimi” olduğunu açıklıkla ifade etti. Dahası, iktidar bu sürece rağmen hem Kürt hareketi hem de Türkiye’deki muhalefet açısından demokratik siyaset alanını kilit altında tutmaya devam ediyor.
Diğer yandan, AKP-MHP “yeni anayasa” sürecini işletmeye hazırlanıyor. İktidarın bu değişiklik planında Kürt sorununu çözecek bir demokratik perspektife dair de herhangi bir işaret yok. Hatta bırakın Kürt meselesinin anayasal düzlemde çözümünü, “Türk tipi başkanlık sistemi”nden vazgeçip parlamenter sisteme gidişten bile söz edilmiyor.
Ayrıca, PKK’lilerin silahlarını ateşe verdiğinin ertesi günü, 12 Temmuz’da yaptığı konuşmada, Tayyip Erdoğan’ın “Türk-Kürt-Arap” kimliklerine dayandırdığı “ümmet” vurgusu ile Öcalan’ın çerçevesini çizdiği “demokratik ulus” önermesi ciddi bir ideolojik ihtilafın da zemini olmaya devam ediyor.
Erdoğan’ın “ümmet formülü” Öcalan’ın “demokratik ulus” fikriyle, başkanlık rejimi ise “demokratik toplum” hedefinin asli koşulu olan “demokratik siyaset”le çelişiyor. İktidar “otoriter bir rejimde barış” kurmaya odaklanmış görünürken, Öcalan ve Kürt hareketinin “demokratik toplum” hedefine hangi araçlarla ulaşılabileceği sorusu da orta yerde duruyor.
Bu tür ihtilafları küçümsemek 2013-2015 sürecinin altındaki mayını hatırlamakla eşanlamlı. Hatırlanacağı üzere, Kürt hareketi süreci ademimerkeziyetçi bir sistemle nihayetlendirmeye odaklanırken, AKP daha sonra “Türk tipi başkanlık sistemi” olarak adlandırılacak katı merkeziyetçi, tek adama dayalı bir rejim için işlevselleştirmeye çalışmıştı.
Üstelik taraflar “çözüm”den farklı şeyler anladıklarını daha sürecin başında patlak veren Gezi İsyanı’ndan itibaren fark ettikleri halde, bu çelişkiyi 2014’ün sonlarına kadar tartışma konusu yapmaktan kaçınmış, ne var ki AKP-HDP arasındaki bu anlayış farkı sürecin altını oymuştu.
Bugün de Erdoğan’ın “ümmet formülü” Öcalan’ın “demokratik ulus” fikriyle, Türk tipi başkanlık rejimi ise Kürt hareketinin “demokratik toplum” hedefiyle, o hedefin asli koşulu olan “demokratik siyaset”le çelişiyor. O halde, mevcut süreci Kürt meselesinin çözümü, “demokratik ulus” ve “demokratik toplum” lehine örme hedefindeki Öcalan, “güven” duygusunu nereden devşiriyor? 2013-2015’te “çözümden” ayrı şeyler anlayan iki taraf, bugün “barıştan” aynı şeyi mi anlıyor?
İktidarın “terörsüz Türkiye”si ile Kürt hareketinin “demokratik Türkiye”si arasındaki makas, süreç ilerledikçe, hangi koşullara göre açılacak veya kapanacak? Ayrıca, Suriye’deki Kürtlerin durumu Türkiye’deki sürecin kaderini belirleyecek önemdeyken ve Kürt hareketiyle AKP’nin Rojava’ya yaklaşımı taban tabana zıtken, hangi şartlarda ilerlenebilecek?
Savaş dışı yöntem arayışı
İktidar “otoriter bir rejimde barış” kurmaya odaklanmış görünürken, Öcalan ve Kürt hareketinin önüne koyduğu “demokratik toplum” hedefine hangi araçlarla ulaşılabileceği sorusu da orta yerde duruyor. Burada net olan tek şey, Öcalan’ın uzun süredir Türkiye’deki silahlı mücadeleyi bir çözüm yöntemi olarak görmediği.
Daha 2004 tarihli Bir Halkı Savunmak kitabında, Öcalan savaşa ve şiddete bakışı konusunda şu radikal dönüşümün altını çiziyordu:
“Hak, hukuk anlayışının temeline savaşın yerleştirilmesi devletlerin hâkim varoluş tarzıdır. ‘Hakkın savaştığın kadardır’ mantığı genel bir yöntem haline gelmiştir. ‘Hak arayan savaşmasını bilmelidir’ biçimindeki bu zihniyet, ‘savaş felsefesi’nin özüdür… Böylesine yüceltilerek hâkim anlayış haline getirilen savaşlar, tüm toplumsal sorunların çözüm aracı olarak düşünülmüştür. Sanki savaş dışı çözüm yolları mümkün değilmiş, olsa bile pek makbul sayılmazmış gibi bir ahlâk anlayışı toplumu bağlamıştır. Sonuç, en kutsal çözüm aracı şiddettir. Bu tarih anlayışı yıkılmadıkça, toplumsal olgunun gerçekçi değerlendirilmesi ve sorunlarına savaşsız çözüm aranması zordur.”
Aslında Öcalan’ın silahlı mücadele yerine başka bir mücadele hattına gelmeyi çok önceden arzuladığını, yeri geldiğinde PKK’yi, hatta Kürt kamuoyunu karşısına almayı göze alarak tekrarın dışına çıkmaya çalıştığını, bunun için hiçbir fırsatı kaçırmak istemediğini biliyoruz. Öyle ki, Öcalan 1999 Şubat’ında Türkiye’ye getirilmesiyle sonuçlanan süreci bile, 2012 tarihli Demokratik Uygarlık Manifestosu kitabında, bu bağlamda bir çıkış olarak tarif ediyor:
“1995’ler ilk defa kendimde bıkkınlık hissettiğim dönem oldu. Yöntemi aşırı tekrarladığımın farkındaydım. Bu tarzı bırakmanın, başka bir alanda başka bir tarz geliştirmenin çok daha çözümleyici ve geliştirici olacağını sadece fark etmiyor, ihtiyacını da duyuyordum. Ama Suriye’deki stratejik konumdan vazgeçmeyi siyasi ve örgütsel nedenlerle doğru bulmuyordum. Dolayısıyla bir tıkanmayı yaşadığım söylenebilir.”
Öcalan’ın 2000’lerde “demokratik siyaset yöntemini” stratejik bir hedef olarak önüne koyması, aynı zamanda bağımsız-birleşik Kürdistan hedefinden de geri dönülmez bir biçimde vazgeçmesi demekti.
Öcalan’ın pek çok yerde detaylarıyla anlattığı üzere, 1990’lı yıllardaki “kirli savaşın” yozlaştırıcı etkisi tek taraflı değildi. Ona göre savaş, devlet içinde olduğu kadar, PKK içinde de yozlaşmaya, çeteleşmeye, suçlara yol açıyor, örgütü asli hedefinden saptırmaya yönelen “unsurlar” sıklıkla “diş geçirebiliyordu”.
Öcalan’a göre, İmralı’ya hapsedilmesini izleyen ilk yıllarda, eğer müdahale etme şansı olmasaydı, aralarında kardeşi Osman Öcalan ve PKK’nin o dönemki en popüler askeri komutanı Nizamettin Taş’ın da bulunduğu “tasfiyeci unsurlar”, ABD’nin Irak işgaliyle eşzamanlı olarak örgütü tamamen ele geçirip yozlaştıracak, ABD başta olmak üzere, emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda işlevsel bir araç haline getirecekti.
ABD’nin Irak işgaliyle bölgeye yerleştiği 2003 yılında, PKK içinde yaşanan çözülmeyi irdeleyen Öcalan şunları yazıyor:
“Bilimsel sosyalizmde bunalımın Sovyetler Birliği’ndeki iç çözülüşle kendini açığa vurması ve 1998 Büyük Gladio Komplosu PKK’yi köklü dönüşüme zorladı. İdeolojik grup aşamasındaki muğlaklık, devlet sorununun çözümlenmemiş olması, devrimci halk savaşı deneyiminde ortaya çıkan iç ve dış komploların aşılamaması PKK’yi uzun süren bir kısır döngüye, kendini tekrarlamaya, giderek tıkanmaya ve çözülüşe sürüklüyordu.”

Demokratik siyasete yönelme
Öcalan’a göre, 2000’lerin başında hem hegemonik güçlerin (o tarihlerde PKK’yi terörist listesine almaya hazırlanan AB, Irak’ı işgale hazırlanan ABD, PKK’yi bertaraf etmeye çalışan Türkiye vd.) hem de örgüt içindeki “tasfiyecilerin” doğrudan veya dolaylı ittifakı karşısında PKK ismiyle harekete devam etmek sadece risk değil, kendi kendini tasfiyeye çanak tutmak olacaktı.
Dolayısıyla, 2000’li yılların başında, “PKK zaten özünden boşaltılmıştı ve ismen de tasfiyeciliğe hizmet ediyordu” diyen Öcalan, o dönemin kendisi açısından “demokratik siyasete” yönelmenin de başlangıcı olduğunu vurguluyor ve KADEK (Kürdistan Demokratik Özgürlük Kongresi) ismiyle yola devam etmeye bu şekilde karar verdiğini aktarıyor:
“Hem dönemin dış koşullarını hem de bunalıma yol açan iç koşulları hesaba katan yeni bir terminolojiye ihtiyaç vardı. Yeni terminolojik arayışlar PKK’nin inkârı anlamına gelmiyordu. Ayrışma tamamlanıncaya kadar PKK adını geçici olarak bir tarafa bırakmak taktik açıdan daha uygun gelmekteydi. PKK adını tasfiyecilerin elinde kullanılan bir silah olmaktan çıkarmak istiyorduk. KADEK ve KONGRA GEL türü organizasyonlar bu ihtiyaca cevap verebilirdi.
Daha da önemlisi, ciddi bir dönüşümü yaşıyorduk. Bu radikal bir yenilikti ve dolayısıyla hareket yeni bir isim altında daha başarılı olabilirdi. Birçok reel sosyalist ülkede de benzer deneyimler yaşanıyordu. Bizim yapmaya çalıştığımız, onları taklit etmek anlamına gelmiyordu. Tersine, anlamlı ve farklı bir yaratıcılık yaşanıyordu. Savunmalarımın ilk versiyonlarında ve PKK’ye yolladığım yazılarda dönüşümün ana hatlarını ifade etmeye çalışmıştım.
2004 tarihli Bir Halkı Savunmak’ta, Öcalan bağımsız Kürdistan hedefine dair şu esaslı paradigma değişikliğini ilan ediyordu: “Devlet odaklı bir partileşme eşitlik ve özgürlük idealine terstir; onunla çelişki halindedir. Bu çelişkiyi çözmenin aracı, devlet odaklı bir irade taşımaktan vazgeçmektir.”
Dönüşümün kilit kavramı demokratik çözümdü. ‘Demokratik’ kavramına ilişkin ilk çözümlemelerim oldukça dar ve yetersizdi. Fakat bir husus benim için çok açıktı: Reel sosyalizmin dağılmasından sonra eski solun ve komünist partilerin önemli bir kesiminin yöneldiği liberal demokrasiye karşı kesin tavırlıydım. Reel sosyalizmi liberalizmi güçlendiren bir sistem olarak değerlendiriyordum. Her ikisini de mahkûm eden arayışlar içindeydim.
‘Demokratik’ kavramı arayış çabalarımda kilit bir rol kazanmıştı, ama yetersizdi. Ardından siyasa-politika kavramı üzerinde yoğunlaştım. Devlet olmayan ve toplumun hayati çıkarlarının ifadesi olarak siyaset kavramı, ikinci önemde bir kavram olarak gündemimde yer etti. Siyaseti devlet idaresinin zıddı olarak düşünmekteydim. Dolayısıyla demokratik ve politik bir felsefe, toplumun devlet tarafından yönetilmesinin alternatifi olarak anlam buluyordu.
Devlet eliyle sosyalizm inşasının iflası beni sosyalizmi doğru inşa anlayışını araştırmaya sevk etmişti. Demokratik siyaset felsefesi bu doğrultuda atılacak çok önemli bir adım olabilirdi. Pratikte de halkımız devlete karşı çok önemli bir direnç yaşamıştı. Fakat PKK’nin yaratıcı olmayan kadroları veya çalışanları yüzünden bu direnç heba edilmek üzereydi. Bunu önlemenin yolunu araştırırken, demokratik siyaset yönteminin ve ardındaki felsefenin en uygun yaklaşım olduğuna ikna olmuştum.”
Bağımsız-birleşik Kürdistan hedefinden vazgeçiş
Öcalan’ın 2000’lerde “demokratik siyaset yöntemini” stratejik bir hedef olarak önüne koyması, aynı zamanda bağımsız-birleşik Kürdistan hedefinden de geri dönülmez bir biçimde vazgeçmesi demekti.
Oysa PKK’nin kurucu belgelerinden olan ve bizzat Öcalan tarafından Temmuz 1978’de kaleme alınan Kürdistan Devriminin Yolu / Manifesto’da bağımsız Kürdistan dışındaki tüm seçenekler reformist ve gerici bulunuyordu:
“Gerek ezen ulus ‘devrimcilerinden’ gerekse onlarla farklı nüanslardan, ama aynı telden çalan ezilen ulus ‘devrimcilerinden’ gelen, ulusal mesele konusundaki ‘bölgesel özerklik’, ‘federal birlik’, ‘dil ve kültür özerkliği’ biçimindeki çözüm yolları gericidir ve günümüzde ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının biricik doğru yorum tarzı olan ‘bağımsız devlet’ tezine aykırıdır. Bağımsız devlet, günün şartlarında tek doğru, doğru olduğu için de devrimci bir tez olup, diğer tezler ve çözüm yolları devlet sınırlarına dokunmadığı için reformist, reformist olduğu için de gerici tezlerdir.”
Öcalan’ın silahlara veda çağrısı, onun İmralı’da yazdığı teorik metinlere aşina olanlar ve örgütü açısından hiç şaşırtıcı değildi. Hatta, Öcalan 2016’daki “hendek savaşlarından” sonra ağır bir tecride alınmasaydı, belki de eline geçen ilk fırsatta bu adımı zaten atacaktı.
Öcalan’ın daha sonra Komünist Manifesto’dan esinlenerek kaleme aldığını aktardığı Kürdistan Devriminin Yolu’nda, bağımsız Kürdistan için “zorun gücü” tek seçenek olarak gösteriliyordu:
“Madem ki dış zor bu kadar yoğun bir şekilde örgütlenmiş ve halkımız üzerinde her gün, her saat, her dakika etkisini duyurmaktadır, o halde halkımızın çıkarına olan devrimci zor da karşı-devrimci zoru her gün, her saat, her dakika, her saniye dövmelidir. Karşı-devrimin emrindeki tahripkâr, talancı ve haksız zora karşılık, halkımızın emrinde yeni bir toplum yaratıcı, haklı ve devrimci zoru yaratalım! Yeni bir dünyaya ulaşmanın başka tür bir yolunu bilim henüz keşfetmemiştir.”
1978 koşullarında, Öcalan’a göre, “bilim” henüz “zorun gücü”, yani silahlı mücadele dışında bir yolu “keşfetmemişti” ve Kürtler için bağımsız devlet dışında bir kurtuluş görünmüyordu. Fakat 1984’te başlayan silahlı mücadele girişimi, 1991’de SSCB’nin dağılması, reel sosyalizmin çöküşü, onu ve PKK’yi yol ayrımına, muhasebeye, barış arayışlarına, 2000’lere gelindiğinde ise köklü bir dönüşüme götürdü. 2000’li yıllardan itibaren, Öcalan’a göre, bireyin ve toplumun kapitalist moderniteden sıyırabileceği özerkliklere ihtiyaç vardı.
Öcalan savaşçı yönteme dayalı çözüm yaklaşımını devletin bir tuzağı olarak görüyor ve 2004’te yeni paradigmasını şu şekilde çerçevelendiriyordu: “Savaşçı iktidar zihniyetiyle baş etmenin en etkili yolu halkların demokratik duruş tarzına erişmesidir… Demokratik pozisyon, içinde şiddeti de barındıran bir savunma sistemine sahip olsa da esas olarak hâkim zihniyetle savaşarak kendisini bizzat özgürce oluşturma kültürünü kazanmasıdır. Direnme ve savunma savaşlarını çok aşan bir yaklaşımdan bahsediyoruz. Bu, temelinde devlet odaklı olmayan bir yaşam anlayışında yoğunlaşma ve pratikleşmedir. Her şeyi devletten beklemek, savaşçı iktidar kliğinin oltasına takılmak gibidir. Belki bir yem sunulur, ama bu sadece avlamak içindir.”
Öcalan’ın şu değerlendirmesi, “Emek ve Demokrasi Bloku”nda DEM ile yol alan sosyalistler ve DEM’in sol-sosyalist bileşenleriyle bir ayrışmanın yahut “başka türden bir birlikteliğin” zeminini yaratabilir: “Sınıf mücadelesi yanlıştır. Sınıf savaşımı yerine devlete karşı komün ikilemini ikame ettik.”
Öcalan’ın kapitalist moderniteye ve onu yaratan ulus devlete, sosyalizm idealine ulaşmayı engelleyen devlet yapısına karşı “demokratik toplum”, “demokratik modernite / uygarlık” teorisi silahı artık sadece mecburi özsavunma aracı olarak görmesini sağladı. Öcalan’ın silaha yönelik bu teorik yaklaşımının pratikte, Ortadoğu koşullarında PKK’de nasıl karşılık bulduğu ayrıca değerlendirilmeyi gerektiriyor.
Fakat 2000’lerden itibaren savaşın felsefesi yerine felsefenin savaşına, yeni bir insan, yeni bir toplum, yeni bir ulus, yeni bir Ortadoğu ve dünya tahayyülüne odaklanan Öcalan’ın fikirlerinin örgütte yarattığı dönüşüm, 1990’lardan farklı olarak “çeteleşmeleri”, örgüt içi yozlaşmayı, bireysel eğilimlerin baskınlığını, dramatik kopmaları büyük ölçüde bastırdı. Böylece silahı kullanma kabiliyeti ve eğilimi devlete karşı olduğu gibi, örgüt içi ihtilaflarda da asli güç olmaktan çıkmaya başladı.
2004 tarihli Bir Halkı Savunmak’ta Öcalan, “PKK de 2000’lere doğru aslında 1970’ler paradigmasıyla gelip dayanmıştı. Tümüyle dağılmasa da işlevselliğini önemli ölçüde yitirmişti” diyor, yola çıkarkenki bağımsız Kürdistan hedefine dair de şu esaslı paradigma değişikliğini ilan ediyordu:
“O halde devlet odaklı bir irade olarak partileşmenin kendisi sosyalizm olarak niteleyebileceğimiz eşitlik ve özgürlük idealine terstir; onunla çelişki halindedir. Devlet olmayı amaçlayan partilerin eşitlik ve özgürlük idealine ulaşması beklenemez. Aksine onunla arayı daha da açması yaşanan pratiklerin kanıtladığı bir husustur. Bu çelişkiyi çözmenin aracı, devlet odaklı bir irade taşımaktan vazgeçmektir.”
“Devlet = özgürlüksüzlük, devlet = eşitsizlik” tanımında buluşmak
Öcalan bu değerlendirmeyi hem reel sosyalizmden hem de PKK’nin 1984-1998 savaş deneyiminden çıkarsayarak yaparken bir yandan Kürt milliyetçilerini karşısına alıyor, bir yandan da örgütünün önüne belki de devlet kurmaktan daha zor bir eşitlik-özgürlük ideali, hedefi koyuyordu.
“Yani” diye devam ediyordu Öcalan, Bir Halkı Savunmak’ta, “[Amaç] devlet = özgürlüksüzlük, devlet = eşitsizlik tanımında buluşarak devlet odaklı parti olmayı ilkesel olarak aşmaktır. Devlet adına parti olmak veya devlet sahibi olmak için parti kurmak bir temel yanlışlık olarak görülüp samimi bir özeleştiri ile bu tür partileşmeden vazgeçmek en doğru tanım olmaktadır. Hem devletleşme hem özgürlük ve eşitlik ideali birlikte taşınamaz. Biri diğerini aşmayı gerektirir.”
Öcalan burada anarşizme yaklaşıyor, ama hemen ardından sosyalist ideale bağlı olduğunu vurguluyordu: “Dikkat edelim: Yıkmaktan, altüst etmekten bahsetmiyorum. Aşmak kavramı Engels’in 19. yüzyıl sonlarında dikkat çektiği ‘devletin sönmesi’ kavramıyla bağlantılıdır. Sosyalizm için devlet yavaş yavaş söndürülmesi gereken bir ateş topudur.”
“Casene Mağarası İngilizlerin Süleymaniye işgaline karşı direnen Kürt komutan Şêx Mahmud Berzenci’nin karargâhıydı. O zaman Berzenci matbaasını da buraya taşımış ve 1923’te Bangî Heq (Haklının Çağrısı) dergisini burada basmıştı. Ama burası tarihsel anlamından dolayı değil, güvenlik nedeniyle seçildi.”
Genel seyrine bakıldığında, 1978’deki Kürdistan Devriminin Yolu manifestosunda ana unsur olan “bağımsız-birleşik Kürdistan” ideali 26 yıl sonra, 2004’te Öcalan tarafından geri dönüşü olmayan biçimde, net olarak terk edilirken, “zorun rolü”, yani silahlı mücadele ise 47 yıl sonra, 27 Şubat 2025’te, Öcalan’ın İmralı Heyeti üzerinden PKK’ye ilettiği “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”yla terk edildi. Ezcümle, Öcalan’ın perspektifinde, “zorun gücü” yerini “toplumun gücü”ne bırakmıştı.
Öcalan’ın silahlara veda çağrısı, onun İmralı’da yazdığı teorik metinlere aşina olanlar ve örgütü açısından hiç şaşırtıcı değildi. Hatta, Öcalan 2016’daki “hendek savaşlarından” sonra ağır bir tecride alınmasaydı, belki de eline geçen ilk fırsatta bu adımı zaten atacaktı.

“Sınıf savaşımı yerine, devlete karşı komün”
Nitekim, Öcalan 25 Nisan 2025’te PKK’nin fesih kongresine gönderdiği “Perspektif” başlıklı metinde tekrardan çıkmayı, ama bunu bir sıçramaya dönüştürmeyi hedeflediğini bir kez daha vurguluyordu:
“Ve geldik işte PKK’deki açmaza ve buna bir çözüm bulmaya; yani bu fesih meselesine. Şu an hâlâ her an yaşadığım durum… Evet, burada bir ânın tekrarı var, yaratım değeri fazla yok, bir sıçrama yapmak gerekiyor.”
Peki, bu sıçrama nasıl yapılacak? “Perspektif” metninde “Ulus devlet karakteristik olarak iktidarcıdır” diyen Öcalan, mevcut ulus devlet yapısı (Türkiye Cumhuriyeti) içinde Kürtler için nasıl bir sıçrama yapabilecek? Sadece Kürtler açısından değil, sosyalistler açısından da önemli bir soru yaratıyor Öcalan.
Zira, Öcalan’ın şu değerlendirmesi, sınıf mücadelesini belirleyici gören ve “Emek ve Demokrasi Bloku”nda DEM Parti ile yol alan sosyalistler ve DEM’in sol-sosyalist bileşenleriyle bir ayrışmanın yahut “başka türden bir birlikteliğin” zeminini yaratabilir:
“İktidarın proletarya veya burjuvazinin elinde olması politik açıdan fark yaratabilir, fakat ürettiği egemenlik kültürü açısından değil. Ayrıca, sınıfa karşı sınıf mücadelesi de yanlıştır. Sadece sınıfa dayalı [mücadele] toplumsal bölünmeyi derinleştirir. Sınıfa karşı sınıf savaşımı yerine, devlete karşı komün ikilemini ikame ettik.”
Öcalan’ın “bir sıçrama yapmak gerekiyor” diyerek vardığı bu sonucu, pratikte hem hareketi hem de sosyalist mücadele için nasıl hayata geçirebileceğine dair sorular şimdilik orta yerde duruyor, ama İmralı’dan gelen haberlere göre, kendisi bu konuyu “dostlarıyla” tartışmayı, onların eleştirilerini almayı arzuluyor.
Her şeye rağmen, mevcut aşamada “barışın inşası” öncelikli mesele olarak masaya konduğu için, “sınıfa karşı sınıf savaşımı yerine, devlete karşı komün ikilemi” üzerine yapılacak kapsamlı tartışmalar ötelenmiş görünüyor. Ayrıca, Öcalan’ın “sınıf mücadelesi yerine komün”, “ulus devlet yerine demokratik ulus” ve “devletsiz toplum” teorilerine dair olanlar dahil, havada duran pek çok soruya cevap vermesi beklenen 400 sayfaya yakın metninin önümüzdeki günlerde yayınlanacağı söyleniyor.
Tarihi sorumluluk
Nihayetinde, yarım asırdır devam eden ve sürekli kendini tekrar eden bir savaşa karşı Öcalan, 1993’ten, 1998’den, 2009’dan, 2013’ten sonra, bu sefer çok daha radikal bir adım atıyor, 27 Şubat açıklamasında “Silah bırakma çağrısında bulunuyor ve bu çağrının tarihi sorumluluğunu üstleniyorum” diyordu. Bu tarihsel sorumluluğun yükünü almanın Öcalan’ın pozisyonundaki biri açısından ne kadar ağır olduğunu ancak tahmin edebiliriz.
Öcalan silahları bırakma zamanının geldiğini 27 Şubat’ta ilan etmişti ama, bunun hangi yöntemle gerçekleşeceği, birbirine bilenmiş taraflar üzerinde dramatik ve negatif tesir bırakmadan nasıl formüle edileceği bir muamma olarak kalmıştı.
Bununla birlikte, Öcalan’ın çağrısına PKK neredeyse hiç tereddüt etmeden olumlu yanıt verdi. 1 Mart 2025’te tek taraflı ateşkes ilan eden PKK, fesih kongresini ise şartların uygun olduğu anda toplayacağını duyurmuştu. Zira “güvenlik”, yani TSK’nin devam eden operasyonları nedeniyle, PKK delegeleri ancak mayıs ayında toplanabilmiş ve örgüt 5-7 Mayıs’ta yaptığı kongrede kendini feshettiğini 12 Mayıs’ta duyurmuştu.
Silahların bırakılma yöntemi ise ancak temmuz ayında netleşebildi. Silahları teslim etmek yerine yakma fikri Öcalan’ın mı, PKK’lilerin mi, henüz bilemiyoruz. Fakat Öcalan 26 yıllık ağır tecrit koşullarından sonra, 9 Temmuz’da ilk defa görüntülü bir konuşmayla kamuoyunun karşısına geçtiğinde, törenin organizasyonu çoktan yapılmıştı.
Casene Mağarası: 1923 ve 2025
Bu tarihi törenin Casene Mağarası’nda düzenlenmesi fikrinin sahibini de bilmiyoruz. Fakat otuz kişilik PKK’li grup Casene’nin merdivenlerinden inmeden hemen önce, 50’li yaşlarda, genç bakışlı bir adam fısıldarcasına, “Size mağaranın kısa tarihini anlatayım” diyerek yanımızdaki sandalyeye ilişiyor.
“Burası” diyor, “İngilizlerin Süleymaniye işgaline karşı direnen Kürt komutan Şêx Mahmud Berzenci’nin karargâhıydı. O zaman Berzenci matbaasını da buraya taşımış ve 1923’te Bangî Heq (Haklının Çağrısı) dergisini burada basmıştı. Ama burası tarihsel anlamından dolayı değil, güvenlik nedeniyle seçildi.”
Aslında Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin yoğun önlemlerine rağmen güvenlik riski son âna kadar ciddi boyutlardaydı. Zira, törenden bir gün öncesine kadar “menşei belirsiz” keşif araçlarının bölgede dolaştığı, hatta törenden bir gün önce Süleymaniye’deki 70. Kuvvetler Komutanlığı’na yakın bir bölgede insansız hava aracı düşürüldüğü açıklanmıştı. 1 Temmuz gecesi de yine Süleymaniye’de iki ayrı drone saldırısı yapılmış, ancak saldırının hangi ülke veya örgüt tarafından yapıldığı ya tespit edilememiş veya açıklanmamıştı.
Dolayısıyla, doğal korunak olan Casene Mağarası’nın tören için seçilmiş olması son derece isabetli göründüğü halde, güvenlik ekibi temkini elden bırakmıyor, sandalyesinden kalkar gibi yapanların bile yanına süzülüp “oturun” işareti veriyor.
Besê Hozat: “İyi niyet ve kararlılık adımı olarak ve bundan sonra özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelemizi, demokratik siyaset ve hukuk yöntemiyle yürütmek amacıyla ve demokratik entegrasyon yasalarının çıkarılması temelinde, sizlerin huzurunda silahlarımızı özgür irademizle imha ediyoruz.”
Yanımıza ilişip mağaranın kısa tarihini anlatan adam kalkıp gidecekken kim olduğunu soruyorum. Gülümseyerek “Birazdan inecek olanların yoldaşıyım” diyor. Herkesin dirseğinin birbirine çarptığı küçük alanda Irak, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Türkiye istihbarat elemanları kadar PKK’nin de sivil giyimli üyeleri olduğunu böylece tahmin ediyoruz.
Uzun, ince adam son olarak “Biz aslında daha 2000’li yılların başında bu noktaya gelmek, silahları ateşe vermek, demokratik siyasete girmek istiyorduk, ama savaş koşulları izin vermedi” diyor ve ekliyor: “Biz şimdi o dönemden daha kararlıyız. Önderliğin ne demek istediğini çok iyi anlıyoruz. Yakacağımız silahtan daha güçlüyüz.”
Kameraların görmedikleri
Güneşin tepeye tırmandığı, sıcaklığın dayanılmaz hale geldiği 11:30 sularında, izleyicilerden biri olan tiyatro sanatçısı Rugeş Kırcı’nın tabiriyle, “ana rahmini andıran” kanyonun içinden merdivenlere doğru, önde KCK Eş Başkanı Besê Hozat olmak üzere, otuz kişilik Barış ve Demokratik Toplum Grubu kendinden emin, kararlı ve hızlı adımlarla aşağıya süzülürken, o âna kadar sahneyi net görüp görmeyeceklerini kontrol etmek için kıpırdanmakta olanlar sandalyelerine mıhlanıyor.
Sonrası videolarda gördüğünüz gibi gerçekleşmiyor aslında. Çünkü o an, aşağıya inen otuz PKK’liyle, donmuş vaziyetteki tanıklarla birlikte bambaşka bir anlam kazanırken, kameralar bunu geniş açıdan görmüyor.
Otuz kişilik grubun aşağıya inip sahnede yerlerini alana kadarki düzenlerini disiplin olarak tarif etmek doğru olmaz. Disiplinde bir ezber, bir mecburiyet varken, otuz kişilik grupta aynı histen, aynı düşünceden, zorlu yıllardan ve uzun yollardaki birlikteliğinden kaynaklı bir uyum, kibirle mukayese edilmeyecek bir vakar hâkim.
Hava korkunç sıcak, tanıklar gölgede bile soluk almakta güçlük çekiyor. Ama aşağıya doğru süzülüp gölgelik yapılmamış sahnede yerlerini alan, üstelik kamuflajlı otuz kişinin, yüzlerine vuran güneşten, kavurucu sıcaktan etkilendiklerine dair en ufak bir işaret yok. Hatta bizimle aynı mekânda, aynı atmosferde, aynı zamanda olduklarını bile hissettirmiyorlar.
İnişleri sırasında atılan slogandan, izleyenlerden, kameralardan etkilendiklerine dair hiçbir işaret de vermiyorlar. “Sanki uzaydan inmişler gibi” diye fısıldıyor, sandalyesinde kıpırtısız duran bir izleyici.
Besê Hozat ve HPG yöneticilerinden Nedim Seven’in konuştuğu dakikalarda kulaklar metindeyken, otuz kişiden herhangi birinde ufak bir mimik, bir kıpırdanma, bir işaret arıyor gözler. Ama yok.

“Demokratik entegrasyon yasalarının çıkarılması temelinde…”
Besê Hozat, “Burada bulunan ve tarihi demokratik eylemimize tanıklık eden herkesi saygıyla selamlıyoruz” diyerek başladığı konuşmasını şöyle sürdürüyor:
“Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın 19 Haziran 2025 günü açıklamasında dile getirdiği çağrıya cevap olarak buraya geldik. Gelişimiz aynı zamanda önder Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025 günü açıkladığı Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı, 5-7 Mayıs günlerinde yapılan PKK 12. Kongre kararları temelindedir… İyi niyet ve kararlılık adımı olarak ve bundan sonra özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelemizi, demokratik siyaset ve hukuk yöntemiyle yürütmek amacıyla ve demokratik entegrasyon yasalarının çıkarılması temelinde sizlerin huzurunda silahlarımızı özgür irademizle imha ediyoruz.”
Hozat’ın “Zulüm ve sömürü son bulacak, özgürlük ve dayanışma kazanacaktır. Barış ve Demokratik Toplum süreci mutlaka başarıya ulaşacaktır” diyerek tamamladığı konuşmanın Kürtçesini HPG yöneticisi Nedim Seven etkili bir hitabetle tekrarlıyor.
Konuşma bittikten sonra, yine Besê Hozat önde, Nedim Seven ve diğerleri arkada, devasa kazana yönelene kadar, ellerindeki silahlar pek dikkat çekmiyor. Bunun otuz kişinin tanıklar üzerinde yarattığı etkinin derinliğinden, bu nedenle ellerindeki silahların önemsiz birer demir çubuğa dönüşmesinden kaynaklandığı düşünülebilir.
Anlaşılan, ellerindeki silahları özenle kazana yerleştiren PKK’liler artık “çözümü” silahta, “zorun gücü”nde değil, Öcalan’ın 2004 tarihli Bir Halkı Savunmak ve 2012 tarihli Demokratik Uygarlık Manifestosu kitaplarından itibaren ördüğü ve PKK’nin nihai kongresine gönderdiği “Perspektif” metninde özetlediği teorik-felsefi hatta görüyordu. Fakat paradigma değişliği bundan ibaret kalmıyor, PKK çok daha radikal bir kopuş yaşayarak silahı artık bir özsavunma aracı olarak da görmekten vazgeçmiş görünüyordu.
Oysa Öcalan 2012’de Kürtler açısından silahlı mücadeleyi bir kazanım yöntemi olarak görmekten uzaklaşmış olsa da, silahı hâlâ bir özsavunma aracı olarak kullanmanın zaruri olduğunu yazıyordu. Demokratik Uygarlık Manifestosu’nda Öcalan “Tek silahlı güç tekeli olan ulus devletlerin fırsat buldukça kaçınmayacağı yeni inkâr, imha ve asimilasyon politikaları KCK’nin özsavunma sistemini kalıcı olmaya zorlamıştır” diyor ve şöyle devam ediyordu:
“Dışa karşı ortak ulusal savunma dışında, güvenlik işlerinin Kürt toplumunun kendisi tarafından karşılanması gerekir. Çünkü bir toplum iç güvenliğini en iyi ve ihtiyaçlarına en uygun biçimde ancak kendisi sağlayabilir. Dolayısıyla ilgili ulus devletlerin (Türkiye, İran, Irak ve Suriye merkezli ulus devletleri) iç güvenlik politikalarında önemli reformları gerçekleştirmeleri gerekir.
KCK’nin de barış ve demokratik çözüm sağlanması halinde, özsavunma güçlerini, yani HPG’yi (Halk Savunma Güçleri) yeniden düzenlemesi gerekir. Şüphesiz yeniden düzenleme yeni yasalar gerektirir… Kürdistan’ın ve Kürtlerin varlığı ve özgürlüğü özsavunmasız olamaz.”
Öcalan’ın PKK’yi silahları bırakmaya çağırdığı “Perspektif” metninde “özsavunmaya” dair özel bir vurgusu yoktu. Silahını yakmaya hazırlanan Besê Hozat ise bu durumda “demokratik entegrasyon yasalarının çıkarılması” gerektiğini hatırlatıyor, fakat bunun silahları bırakmanın şartı olmadığını da gösteriyordu.
Yakılan silahlar, birbirine karışan duygular
Tanık olduğumuz silah yakma merasimi doğal bir uyum ve kusursuzlukla başlıyor. Barış ve Demokratik Toplum Grubu tüfeklerini kazana yerleştirirken tarihi bir sorumluluğu yerine getiriyor olmanın ağırlığını taşıdıklarını, fakat silahları yakmakta mütereddit olmadıklarını hissettiriyorlar. Palaskalarını özenle sökerken teklemiyor, gölgedeki “protokol” sırasının hemen yanında, kavurucu güneşin altında yerlerini alırlarken yüzlerindeki kararlı ifade değişmiyor.
Nihayet Besê Hozat ve Nedim Seven, önceden yakılmış meşaleleri silahların altına yerleştiriyor, kızıl bir alev yükseliyorken bile otuz kişi mekânın ötesindeymiş gibi görünmeye devam ediyor. Üzerinde çalışılmış bir sahne olduğuna dair herhangi bir belirti göze çarpmıyor. Her şey o anda, ne yavaş, ne hızlı, gerçeküstü bir uyumla gelişiyor ve ilerliyor gibi.
Otuz silah ve palaskanın yerleştirildiği dev kazan alev alırken, yine önde Besê Hozat, otuz kişilik grup, slogan seslerini duymadan, tam o esnada tepemizden geçen ve hepimizde tedirginlik yaratan helikoptere, o andaki hiçbir fiziki koşula aldırış etmeden, usulca bir eda ve kararlı adımlarla merdivenden kanyonun içlerine doğru kayıyor. Öyle ki, bedenleri, yukarıya doğru tırmandıklarına dair hiçbir belirti vermiyor.
Otuz dakika önce indikleri merdivenlerden yukarıya doğru süzülen otuz militan gözden kaybolduğunda hemen arkamızda oturan, Mahmur Kampı’ndan gelmiş bir kadın, sızlanırcasına “Silahsız gittiler, şimdi kendilerini nasıl koruyacaklar?” deyince, “Onlar efsunlu” diye teselli ediyor yanındaki.
Alandaki bir başka kadının hıçkırıkları, “Neden bize hiç dönüp bakmadılar” serzenişi eşliğinde yükseliyor. Gelirken de, giderken de kimseyle göz teması kurmayan grubun en azından merdivenlerin tepesine ulaşırken dönüp herkesi selamlayacağı beklentisinin boşa çıkması gözyaşlarının sebebi olarak görülüyor.
“Aslında” diyor alandaki biri, “biz hâlâ aranızda değiliz, olamıyoruz diyerek bundan sonraki sorumluluğu bizim de sırtımıza yüklediler. Duruşlarıyla, kararlılıklarıyla düşmanlarında bile saygı uyandıracaklar.”
Duygular birbirine karışıyor bir anda. Kısa bir homurdanma yükseliyor tören alanından. “Onları geri getirmek bizim elimizde” diyen gözü yaşlı Gültan Kışanak’a sarılıyor barış anneleri. Mahmur Kampı’ndan gelmiş olan sürgünler Leyla Zana’da, Tuncer Bakırhan’da, Tülay Hatimoğulları’nda teselli arıyorlar.
Onca sağlık sorunlarına ve yaşına aldırış etmeden gelen, bütün hayatı mücadele ve eziyetle geçmiş yorgun bakışlı, gözü yaşlı Ahmet Türk’e uzanıyor mikrofonlar. Ali Önder, “keşke o da görebilseydi bu anları” diyerek ağabeyi Sırrı Süreyya Önder’i anıyor. Araçlardan telefonlarını alan bazı gazeteciler silahların yandığı kazana yönelirken, barış anneleri, Mahmur sürgünleri o yöne bakmaktan bile imtina ediyor. Güvenlik ekibinin alanın bir an önce alanın boşaltılması yönündeki direktifleri peşi sıra geliyor, gözlerdeki yaşlar kavurucu sıcakta buhar olup uçuyor, kazandaki alevler iyiden iyiye yükseliyor, yanan kalaşnikoflar basit birer nesneye dönüşüyor ve hepi topu otuz dakika önce açılmış perde, tanıklarda bir ömür uzunluğunda karmaşık hisler yaratmış olarak kapanıyor. Bizler ise kırk yıldır birbirini tekrar eden ateş-ateşkes ve ölüm girdabından nihai çıkışa mı, yoksa yeni bir tekrarın başlangıcına mı tanıklık ettiğimizi bilemeden bölgeden ayrılıyoruz.