VAROUFAKİS’İN ALTI AYI: SYRIZA’NIN YENİLGİSİ KAÇINILMAZ MIYDI?

Özgür Orhangazi
27 Haziran 2018
SATIRBAŞLARI

24 Haziran süreci ve sonuçları itibariyle hayal etmek belki zor, ama Türkiye’nin devasa dış borcu üstüne iktidara bir sol-sosyalist parti/koalisyon gelseydi acaba ne olurdu, neyi ne kadar, nasıl yapabilirdi, özellikle ekonomik vaatlerini ne ölçüde yerine getirebilirdi? Dünya düzeni kapalı kapılar ardında nasıl işliyor, kitlelerin arzusu hilafına sınırlar nasıl çiziliyor, “yapısal reformlar” nasıl dayatılıyor? Liberal demokrasinin kadife eldiveni – neoliberal ekonominin demir yumruğu ikilisine, Yunanistan’daki Syriza deneyimi ve referandumda reddedilmesine rağmen uluslararası para politikalarının kabulü mükemmel bir örnek. Syriza’nın ilk Maliye Bakanı Yanis Varoufakis’in Adults in the Room: My Battle with the European and American Deep Establishement (Odadaki Yetişkinler: Avrupalı ve Amerikalı Derin Egemen Çevrelerle Muharebem) adıyla yayınlanan anıları, Costa Gavras’ın deyişiyle bu “trajedi”nin nasıl mümkün olduğunu, makinenin nasıl çalıştığını detaylarıyla ortaya seriyor.

 

2015 senesi, tüm dünya solunu heyecanlandıran bir gelişmeyle başlamıştı. 25 Ocak’ta yapılan genel seçimleri Alexis Çipras’ın liderliğindeki Syriza (Radikal Sol Koalisyon) kazanmış ve tüm gözler yıllardır Avrupa’nın çeperinde derin bir ekonomik krizle boğuşan Yunanistan’a çevrilmişti. Önceki hükümetlerin uygulamaya soktuğu “yapısal reformlar”ı geri çevirip iktisat politikalarının önceliklerini değiştirerek geniş kitleleri içerisinde bulundukları durumdan çıkarmayı vaat eden Syriza, ilk iş olarak da Yunanistan’ın alacaklıları olan Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF) oluşan troika ile borçların yeniden yapılandırılması ve bu sayede kaynakların bir kısmının krizle boğuşan kitlelerin durumunu düzeltmek için kullanılabilmesi için görüşmelere başlamıştı.

Ne var ki, şubattan temmuza kadar süren bu görüşmelerde troika geri adım atmamış ve hatta hazirana gelindiğinde Avrupa Merkez Bankası, Yunan bankacılık sisteminin likidite musluklarını kapatarak tüm ekonomiyi büyük bir çöküşün eşiğine itelemekten kaçınmamıştı. Buna karşılık Syriza ise radikal bir kararla troika’nın dayattığı şartları ve borçların ödenmesi mevzuunu halk oylamasına götürmüş ve oylamaya katılanların yüzde 61’inin desteğini almıştı. Fakat, bu yüksek destek oranına rağmen, referandumdan bir hafta sonra Çipras, troika’nın taleplerini bütünüyle kabul eden anlaşmayı imzalayarak Syriza’nın bu cephedeki yenilgisini resmileştirmişti.

Peki neden? Syriza’nın bu yenilgisi kaçınılmaz mıydı? Syriza hükümeti ile troika arasında ne gibi pazarlıklar yapılmıştı? Başka bir yol mümkün müydü? Bunlar ve akılları kurcalayan daha birçok sorunun yanıtı, Syriza adına maliye bakanı olarak görüşmeleri sürdüren Yanis Varoufakis’in altı aya yakın sürdürdüğü bu görevinde başından geçenleri anlattığı Adults in the Room: My Battle with the European and American Deep Establishement (Odadaki Yetişkinler: Avrupalı ve Amerikalı Derin Egemen Çevrelerle Muharebem) birkaç ay önce piyasaya çıktı ve büyük ilgi gördü.

Görüşmeler esnasında traşlı kafası, deri ceketi ve motosikletiyle alışılmışın dışında bir profil çizerek tüm dünya medyasının ilgisini üzerine çeken Varoufakis, bu süreçte yaşananları gün be gün ve ayrıntılarıyla bize aktararak Syriza’nın nasıl ve neden kaybettiğini anlamaya çalışanlara muazzam bir kaynak sunuyor. O altı ayda neler olduğu, “Avrupa demokrasisi”nin nasıl işlediği, Syriza içerisindeki güç dengeleri, “tek ülkede sol hükümet”in sorunları ve arka plandaki büyük Avrupa serbest piyasa projesini bir polisiye roman akıcılığında anlatıyor. Öyle ki 550 sayfalık bu kitapta anlatılanları büyük bir üzüntü ve öfkeyle okuduğunu söyleyen ünlü yönetmen Costa Gavras, bu trajediyi filme alacağını açıkladı.

Varoufakis’in Dünya Bankası baş ekonomistliği, ABD Hazine Bakanlığı gibi üst düzey görevlerde bulunmuş Lawrence Summers, Varoufakis’e “iki tip politikacı vardır” diyor: “İçeriden olanlar ve dışarıdan olanlar.” Summers’a göre eğer Varoufakis “içeriden” bir politikacı olmayı kabul ederse içeride neler döndüğünü kimseye anlatmama sözü vermeli. Bunun karşılığında, alınan kararları bir nebze de olsa etkileme şansına kavuşabilir. Yok eğer bu sözü veremiyorsa, “dışarıdan” bir politikacı olarak kalmaya mahkûm ve bu yüzden de önemli kararları verenler, yani “içeriden” olan politikacılar, onu hiçbir zaman dinlemeyecekler!

İktidar ve güç ilişkileriyle iktisat politikalarının perde arkasının böyle doğrudan, birinci elden anlatılması oldukça ender karşılaştığımız bir şey. Zaten kitap da Varoufakis’in Dünya Bankası baş ekonomistliği, ABD Hazine Bakanlığı gibi üst düzey görevlerde bulunmuş Lawrence Summers ile bir geceyarısı Washington’da yaptığı görüşmenin anısı ile başlıyor. Bu görüşmede Summers, Varoufakis’e “iki tip politikacı vardır” diyor: “İçeriden olanlar ve dışarıdan olanlar.” Summers’a göre eğer Varoufakis “içeriden” bir politikacı olmayı kabul ederse içeride neler döndüğünü kimseye anlatmama sözü vermeli. Bunun karşılığında, alınan kararları bir nebze de olsa etkileme şansına kavuşabilir. Yok eğer bu sözü veremiyorsa, “dışarıdan” bir politikacı olarak kalmaya mahkûm ve bu yüzden de önemli kararları verenler, yani “içeriden” olan politikacılar, onu hiçbir zaman dinlemeyecekler!

Her ne kadar Varoufakis, Yunanistan’ın çıkarları için “içeriden” olmayı kabul eder gibi görünse de bu süreçte başından geçenler onu “dışarıdan” bir politikacı olarak kalmaya zorluyor ve bu sayede de içeride neler döndüğünün bir hikâyesini kendisinden dinleyebiliyoruz. Peki Varoufakis’in anlattıklarından neler öğreniyoruz? Bu soruyu cevaplayabilmek için birazcık geriye gitmemiz ve Yunanistan’ın borç krizinin nasıl başladığını, Syriza’yı hükümete getiren gelişmeleri hatırlamamız gerekiyor.

Alexis Çipras ve Yanis Varoufakis

 

Yunanistan’ın krizi ve kurtarma paketleri

2007’de ABD’de konut kredileri piyasasında başlayan finansal kriz, 2008’de büyük bankaların ve finansal piyasaların çöküşün eşiğine gelmesiyle hızla küresel bir hal aldı. 2009’da Avrupa’yı da etkisi altına alan krizin Yunanistan’daki başlangıç noktası ise Yunan hükümetinin bütçe açığı tahminlerini yüzde 3.7’den yüzde 15.6’ya çıkarması oldu. Böylelikle, Yunanistan’ın kamu borçlarının ödeyebileceği seviyenin çok üstüne çıktığının fark edilmesiyle birlikte sermaye girişleri durma noktasına geldi ve bir anda ülke kendisini yakıcı bir ekonomik krizin ortasında buldu.

Euro bölgesine katıldığından beri borca dayalı bir büyüme modeli takip eden Yunanistan, 2000’li yıllarda ciddi yapısal sorunlar yaşamaktaydı. Düşük vergi gelirleri, yüksek cari açık, üretken yatırımların düşük seviyelerde seyrettiği tüketime dayalı büyüme modeliyle Avrupa’nın çevre ülkeleri olarak tabir edilen İspanya, Portekiz ve İtalya gibi ülkelerle benzer bir süreçten geçmekteydi. Avrupa’nın merkezinde yer alan Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika gibi ülkelerin bankalarının çevredeki ülkelere açtığı krediler, bu ülkelerde bir yandan hızlı bir kredi genişlemesine ve bunun sonucunda oluşan finansal ve gayrimenkul balonlarına, bir yandan da bu çarpık büyüme modelinin ortaya çıkmasına yol açmıştı.

23 Nisan 2010’da kameraların karşısına geçen o zamanın başbakanı George Papandreou, krizin sonuna gelindiğini müjdeleyerek, Avrupa Birliği ve IMF’nin Yunanistan için büyük bir kurtarma paketi hazırladıklarını bildirdi. Mayıs 2010’da devreye giren bu kurtarma paketi için bir araya gelen AB üyesi ülkeler, Avrupa Merkez Bankası ve IMF, Yunan hükümetine 110 milyar euro borç vermeyi taahhüt ettiler. Alınacak bu borç, Yunan hükümetinin çoğunluğu Alman, Fransız, Hollandalı ve Belçikalı bankalara olan borçlarını ödemesi için kullanılacaktı. Başka bir deyişle piyasalara Yunanistan’ı kurtarma paketi olarak sunulan bu paket, dolaylı olarak bu bankaları kurtarma amacı gütmekteydi.

Ne var ki, bu kurtarma operasyonu karşılığında Yunanistan’dan bir dizi “yapısal reform” bekleniyordu: Borçların ödenebilmesi için kemer sıkma politikalarının devreye sokulması, katma değer vergisi oranlarının artırılması, kamu harcamalarının azaltılması, kamu hizmetlerinin bir kısmının durdurulması, emekli aylığı ödemelerinin kısılması ve Yunanistan’ın rekabet gücünü artırabilmesi için ücretleri düşürecek birtakım emek piyasası reformları (örneğin toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin yasaklanması) gibi… Ekim 2011’de devreye sokulan 130 milyar euro’luk ikinci kurtarma paketi ise bu şartları daha da detaylandırıyordu.

Ancak bu kurtarma paketleri, bankaların alacaklarını tahsil etmelerini sağlayarak onları kurtarmış olsa da Yunanistan’ın krizi daha da derinleşirken, devreye sokulan “yapısal uyum” politikaları geniş kitleleri işsizlik ve yoksulluğa sürüklemekteydi. Syriza seçimleri kazandığında ekonomi yüzde 25 küçülmüş, işsizlik oranı yüzde 20’yi aşmış ve çalışabilir nüfusun yüzde 10’u ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Yunanistan, yıllık milli gelirinin yüzde 3.5’ini borç ödemelerine ayırmaktaydı. IMF’nin hesaplamalarına göre, 2030’dan önce ekonominin toparlanması, 2040’tan önce ise işsizliğin tek haneli sayılara inmesi beklenmiyordu.

İşte bu ortamda Yunanistan ile Yunanistan’ın toplam borcunun yüzde 85’ini elinde tutan troika arasında üçüncü borç görüşmeleri başlamak üzereydi. Syriza, hükümeti devraldığında yapısal reformların birçoğu zaten önceki hükümetler tarafından kabul edilmiş ve bir kısmı uygulamaya sokulmuş durumdaydı. Dolayısıyla ana mevzu Syriza’nın bu reform ve anlaşmaları tanıyarak devam mı ettireceği, yoksa seçim vaatlerini yerine getirmeye çalışarak borç ödemelerini askıya alıp Yunanistan’ın Euro bölgesinden çıkmasıyla sonuçlanabilecek bir süreci mi başlatacağıydı.

 

Syriza’nın oyun planı

Troika’nın Syriza’dan istediği, daha önceki hükümetlerin halihazırda onaylamış olduğu yapısal reform programlarını sürdürmesiydi. Bunun karşılığında kendilerine olan borcu ödeyebilmesi için Yunanistan’a yeni bir borç paketi sunulacaktı. Yani troika, kendi kendisine yapacağı ödeme karşılığında Syriza’dan özelleştirmeleri hızlandırmasını, sendikaların gücünün azaltılmasını, işten çıkarmaların kolaylaştırılmasını ve emekli aylıklarının daha da düşürülmesini istiyordu.

Syriza ise, Yunanistan ekonomisinin birtakım yapısal sorunları olduğunu kabul etmekle birlikte, bu sorunların çözümünün troika’nın sunduğu yapısal reformlar olmadığını, Yunanistan’ın toplam borcunun milli gelirin yüzde 170’ini bulduğu bir ortamda borçların ödenmesinin teknik olarak mümkün olmadığını, dolayısıyla borçların bir kısmının silinerek kalanının daha uzun bir zamana yayılacak şekilde yeniden yapılandırılması gerektiğini ve bu sırada da yıllardır süregiden krizin zarar verdiği geniş halk kitlelerinin durumunu düzeltecek politikaların devreye sokulmasını savunuyordu. Dahası, 2011 ve 2012’de yapılan borç görüşmelerinde üzerinde uzlaşılan şartların iktisadi mantığa dahi uygun olmadığına, bu şartların ne Yunanistan’ın ne de genel olarak Euro bölgesinin çıkarlarına hizmet ettiğine inanıyorlardı.

Bu konuda Syriza içerisinde iki ana yaklaşım vardı. Parti içindeki radikal grup, tek çözümün borçların ödenmeyeceğini ilan ederek Euro sisteminden çıkıp alternatif bir programla Yunan ekonomisinin canlandırılması olduğunu savunuyorlardı. Grexit olarak adlandırılan bu senaryoyu oldukça riskli ve yüksek maliyetli bulan Çipras ve yakınındakiler ise, her ne kadar en son çare olarak bunu düşünebileceklerini kapalı kapılar arkasındaki toplantılarda dile getirseler de, önceliği troika ile görüşerek bir orta yol bulunmasına karar verdiler.

Bir gece yarısı AB hukukçularına ulaşıldığında ortaya çıkan gerçek Varoufakis için tüyler ürpertici: Aylardır içinde tartışmalara katıldığı, herkesin sorunların çözüm adresi olarak gösterdiği Eurogroup, AB hukukuna göre aslında yok! Dolayısıyla da hiçbir yasal kural veya denetime tabi değil. Avrupa demokrasisinin ne olduğu açısından oldukça öğretici bir durum.

Bu görüşmelerde izlenecek yol ise, Çipras ve Varoufakis tarafından, Syriza’nın önde gelen birkaç üyesiyle birlikte, henüz Syriza seçimleri kazanmadan önce yapılan toplantılarda belirlendi. Buna göre Varoufakis, troika’ya iktisadi olarak mantıklı alternatif ödeme planları ve politika önerileri hazırlayarak onları ikna etme görevini üstleniyordu. İktisattaki uzmanlığı oyun teorisi alanında olan Varoufakis, troika ile yapacağı pazarlıklarda önerilerinin kabul edilmemesi durumunda Syriza’nın elinde güçlü bir tehdit olması gerektiğini düşünüyordu. Bu güçlü tehdit ise, eğer istekleri kabul edilmezse Yunanistan’ın moratoryum ilan etmesi olacaktı. Eğer Yunanistan moratoryum ilan ederse bunun Euro bölgesini büyük bir finansal istikrarsızlığa sürükleyebileceğini ve ne AB’nin ne de IMF’nin böyle bir risk almak isteyeceğini düşünen Varoufakis, böylelikle orta yolda uzlaşma sağlanabileceğini ümit ediyordu.

Bu tehditlerinin inandırıcı olması için de ekibini ikiye ayırdı. Bir grup troika’ya sunulacak alternatif programlar üzerinde çalışırken, diğer grup, borç ödemeleri askıya alınıp Euro sisteminden çıkılırsa devreye sokulacak vergi planları ve ödemeler sistemi üzerinde çalışmaya başladı. Dolayısıyla Syriza, ilk tercihini Euro sistemi içerisinde kalarak troika’dan koparacağı tavizlerle krizin etkilerini hafifletmeye çalışma yolunda kullanıyordu.

Avrupa demokrasisiyle tanışma

Çipras tarafından maliye bakanı olarak görevlendirilen Varoufakis, ilk iş olarak Londra’ya gidip uluslararası finans kapitalin temsilcilerine planını sundu. Yunanistan’ın toplam borcunun yüzde 15’ini elinde tutan bu yatırımcıları, onlara olan borcun ödeneceğine ve bunun için bir planları olduğuna ikna ederek hem Yunanistan’dan halihazırda devam etmekte olan sermaye kaçışını yavaşlatmayı hem de kendi deyişiyle piyasaların desteğini alarak cepheyi sadece troika ile mücadele etmek için daraltmayı hedefliyordu.

İşin ilginç tarafı, çeşitli yatırım fonlarının temsilcileriyle yaptığı görüşmeler oldukça olumlu geçince uluslararası finans kapitali kolaylıkla ikna ettiğini düşünen Varoufakis, belki de işinin tahmin ettiği kadar da zor olmadığını düşünerek troika ile olan görüşmelere başladı. Ne var ki, burada öncelikle öğrendiği şey, gerçek güç ve iktidarın nerede olduğunu anlamanın o kadar da kolay olmadığıydı.

Bu bağlamda kitabın en çarpıcı iki karakteriyle tanışıyoruz: Almanya maliye bakanı Wolfgang Schäuble ve borç görüşmelerinin sürdürüldüğü Eurogroup toplantılarının başkanı, İşçi Partili Hollanda maliye bakanı Jeroen Dijsselbloem. Schäuble ve Dijsselbloem toplantılara katılan diğer 15 maliye bakanından resmi olarak daha fazla yetkiye sahip olmasalar da, tüm toplantıları esasen onların idare etmesini ve bu ikilinin onayı olmadan hiçbir karar alınamamasını ne kimse sorguluyor ne de kimse buna itiraz ediyor.

Jeroen Dijsselbloem (solda), Wolfgang Schäuble (sağda) ve Varoufakis

Öyle ki, toplantılarda siyasi olarak en üst yetkili olan Avrupa Komisyonu temsilcisi Pierre Moscovici dahi bu ikiliye karşı en ufak bir itirazda bulunamıyor. Örneğin, bir sahnede Varoufakis Moscovici’ye sunduğu planı kabul ettirse de, plan Dijsselbloem ve Schäuble tarafından veto edildiğinde Moscovici başını öne eğip “Eurogroup başkanı nasıl isterse” diyerek durumu hemen kabulleniyor. Schäuble’ın bu toplantılardaki gücü, Avrupa Birliği içerisindeki Alman hegemonyasını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Zaten ilerleyen sayfalarda gördüğümüz gibi, işlerin en sarpa sardığı durumlarda ortaya çıkıp nihai kararı veren de hep Almanya başbakanı Angela Merkel oluyor.

Bu güç ve iktidar ilişkilerinin AB’nin Kafkaesk bürokrasisi üzerinden nasıl işlediğinin ilginç örnekleri de var elimizde. Örneğin, Varoufakis gücün esasen Alman maliye bakanı Schäuble’da olduğunu anladığında, doğrudan onunla anlaşmanın bir yolunu arıyor. Schäuble ise ona resmi olarak kendisinin bir şey yapamayacağını, Avrupa Merkez Bankası’nın onayını alması gerektiğini söylüyor. Avrupa Merkez Bankası başkanı ise bu onayı veremeyeceğini, Avrupa Komisyonu ile görüşmesi gerektiğini bildiriyor. Avrupa Komisyonu yetkilileri ise anlaşmanın sadece ve sadece Eurogroup toplantısı içerisinde yapılabileceğini…

Böylece kapı kapı dolaştırılan Syriza temsilcisi, arada IMF’nin de kapısını aşındırdıktan sonra, kendisini en sonunda yine başladığı odanın içerisinde, Alman maliye bakanının “kural olarak bu toplantılarda yeni bir öneri sunulamayacağı” yolundaki söylevini ve bir an evvel troika’nın taleplerini kabul etmesi nasihatini dinlerken buluyor!

Syriza temsilcisine hükümet olabilecekleri, ama bunun onlara iktisat politikalarını değiştirme hakkı vermediği, eğer her yeni hükümet kafasına göre iktisat politikalarını değiştirirse işlerinin çok zor olacağı bildiriliyor. Buradaki esas korku, eğer Yunanistan’a taviz verilirse bunun İspanya’da giderek güç kazanan sol cephe Podemos’un ve hatta belki de bazı başka ülkelerdeki radikal muhalif grupların önünü açacak olması ise, çok fazla söze dökülmese de ortaya çıkıyor.

Bir noktada anlaşmanın mümkün olmadığını anlayan Varoufakis ipleri koparmak istiyor ve Eurogroup sonuç bildirgesini Yunanistan olarak imzalamayacaklarını, Eurogroup’un tüm kararlarını oybirliğiyle alması gerektiğini, dolayısıyla da üye ülkelerden birisinin imzalamadığı bir belgenin resmiyet kazanamayacağını öne sürüyor. Kurallara ve bürokrasiye sonuna kadar bağlı görünen bu gruptakileri paniğe sevk eden bu yaklaşım üzerine bir gece yarısı AB hukukçularına ulaşıldığında ortaya çıkan gerçek Varoufakis için tüyler ürpertici: Aylardır içinde tartışmalara katıldığı, herkesin sorunların çözüm adresi olarak gösterdiği Eurogroup, AB hukukuna göre aslında yok! Dolayısıyla da hiçbir yasal kural veya denetime tabi değil. Avrupa demokrasisinin ne olduğu açısından oldukça öğretici bir durum.

İşte hukuken var olmayan bu grubun esas işlevinin troika tarafından tek taraflı olarak alınan kararların onaylanması ve meşrulaştırılması olduğu ortaya çıkıyor. Ve tabii, yine Schäuble’ın sözleriyle “seçimlerin iktisat politikalarını değiştirmesine izin verilemeyeceği!” Syriza temsilcisine hükümet olabilecekleri, ama bunun onlara iktisat politikalarını değiştirme hakkı vermediği bildiriliyor. Eğer her yeni hükümet kafasına göre iktisat politikalarını değiştirirse işlerinin çok zor olacağı! Buradaki esas korku, eğer Yunanistan’a taviz verilirse bunun İspanya’da giderek güç kazanan sol cephe Podemos’un ve hatta belki de bazı başka ülkelerdeki radikal muhalif grupların önünü açacak olması ise, çok fazla söze dökülmese de ortaya çıkıyor.

İyi polis Alman sosyal demokratları

Kitaptaki birçok karakter, kapalı kapılar ardında yapılan görüşmelerde Varoufakis’in önerilerini destekliyor. Bunlar arasında Avrupa Komisyonu temsilcisinden Fransız maliye bakanına kadar geniş bir grup var. Ne var ki, bu destekler her seferinde sözde kalıyor ve Varoufakis sözünün arkasında duracak birisini bulmakta oldukça zorlanıyor. Gerilim giderek artarken devreye Alman Sosyal Demokrat Partisi’nden bir grup giriyor. Varoufakis’i Berlin’de bir akşam yemeğine davet eden bu grup, Syriza’nın kabul edebileceği şartlarda bir anlaşma yapılabilmesi için yardımcı olabileceklerini ve Syriza’ya sempati duyduklarını söylerken tek koşulları bu görüşmenin tamamen gizli bir biçimde yapılması.

Bu şartı kabul eden Varoufakis, nerede olduğunun tespit edilememesi için cep telefonunu dahi yanına almadan yemeğe gidiyor. Ancak yemeğin daha başlarında Alman SDP üyelerinden birisinin cep telefonu çalıyor ve arayan Varoufakis’e bir tehdit mesajı iletmek isteyen Avrupa Merkez Bankası başkanı M. Draghi: Eğer troika’nın şartlarını bir an evvel kabul etmezse Yunan bankalarının likiditesi her an kesilebilir! Varoufakis bir anda kendisini tam bir iyi polis – kötü polis oyununun ortasında bulduğunu fark ediyor.

Uluslararası baskı

Öte yandan uluslararası güç dengeleri açısından da ilginç verilerle karşılaşıyoruz Varoufakis’in anılarında. İçinde bulundukları mali güçlükten çıkmak için önce Rusya’nın, ardından da Çin’in desteğini arayan Syriza’ya verilen yanıt net: Önce Berlin’le anlaşın. Daha sonrasında Obama’nın Yunanistan ve Syriza hakkındaki olumlu sözlerinden güç bularak ABD’de destek arayan Varoufakis’e Washington’dan bir yetkili, ABD’nin bu işe karışmayacağını, Yunanistan’ın Almanya’nın “etki alanı” içerisinde kabul edildiğini bildirirken, bir gün kapısını çalan ABD büyükelçisi Varoufakis’e bir an evvel IMF’nin istediklerini yapmasını salık veriyor.

İş bununla da sınırlı kalmıyor. Kısa bir süre sonra ABD Ulusal Güvenlik kurumunun, çok da gizlemeye gerek duymadan, Varoufakis’in telefonlarını dinlediği ortaya çıkıyor. Hatta bir noktada, görüşmeler iyice çıkmaza girdiğinde George Soros, doğrudan Çipras’a ulaşmaya çalışarak Varoufakis’in görevden alınmasını talep ediyor. Bu küçük Avrupa ülkesinin radikal solcu hükümetinin en ufak bir taviz dahi koparmasının önüne geçmek için sanki tüm dünya bir araya geliyor. Baskı o kadar yoğun ki, bir noktada Varoufakis kendisinden önceki Yunan maliye bakanlarının durumunu anlayışla karşılıyor. Arkalarında Syriza’nınki kadar büyük bir halk desteği olmayan bu bakanların, bu kadar baskı karşısında o yapısal reform anlaşmalarını imzalamış olmalarının aslında hiç de şaşırtıcı olmadığını düşünerek…

Aklın yolu bir (mi?)

Bu süreç içerisinde Varoufakis, yavaş yavaş da olsa, iktisadın oyun teorisi kuramlarında anlatılan rasyonel aktörlerin gerçek hayatta yaşamadıklarını da öğreniyor. Eğer iktisadi olarak mantıklı öneriler ve modeller sunarsa tartışmaları kazanabileceğini ve karşısındakileri ikna edebileceğini düşünerek son âna kadar tekrar tekrar mantıklı çözüm önerileri sunmaya çalışıyor. “Doğru fikirler”in kazanacağına olan inancı, onu dünyanın önde gelen iktisatçılarını bir araya getirip sağlam iktisadi analizler üzerine kurulu öneriler ortaya koymaya sevk ediyor. Kararların tartışma yoluyla en mantıklı yolu bularak alındığına olan inancıyla en ikna edici fikirleri ortaya koymaya çalışsa da, karşısında her seferinde buz gibi bir sessizlik buluyor.

En sonunda fark ediyor ki, ne söylerse söylesin, karşısındakileri ikna etmesi mümkün değil. Zaten bir noktada Schäuble da açık açık Varoufakis’e onu dinlemeyeceklerini ve ne gibi önerilerle gelirse gelsin onunla pazarlık etmeyeceklerini söylemekten kaçınmıyor. Bu noktada da esas meselenin Yunanistan’ın borçlarının nasıl ödeneceği olmadığı ortaya çıkıyor.

Serbest piyasa projesi

Varoufakis’in anıları birçok detay, ilginç karakter ve sahneyle doluysa da alttan alta Avrupa’nın politik ekonomisini anlatıyor, belki de farkında olmadan. Onun için mesele Yunanistan’ın borçlarının nasıl ödeneceği ve bu konuda karar alırken gücün kimin elinde olduğuysa da, esas sorunun AB egemenlerinin nasıl bir Avrupa ekonomisi istedikleri olduğu ortaya çıkıyor. Varoufakis, troika’nın sunduğu politikaların yanlış politikalar olduğunu, çünkü bu politikalar takip edilirse Yunanistan ekonomisinin krizden kurtulmasının, büyümesinin ve borçlarını ödeyebilmesinin mümkün olmadığını sürekli vurguluyor.

Peki, bu kadar çok insan neden yanlış politikalarda ısrar ediyor? Troika’nın ve temsil ettiği Avrupa egemenlerinin Yunanistan’ın borçlarını nasıl ödeyeceği veyahut ödeyip ödeyemeyeceğiyle çok ilgilendikleri söylenemez. Dolayısıyla da Varoufakis’in rasyonel önerileriyle de pek ilgilenmiyorlar. Esas amaç, Avrupa’yı tam bir serbest piyasa ekonomisi olarak yeniden yapılandırmak, refah devletini mümkün mertebe ortadan kaldırmak ve emek piyasası reformlarıyla tüm Avrupa’da işgücü maliyetlerini düşürmek. Yunanistan krizi bunun için çok iyi bir imkân ve fırsat sunuyor ve bu büyük projenin sırf AB’nin ufak bir ülkesinde radikal sol bir hükümet göreve geldi diye sekteye uğramasına kimse izin vermek istemiyor. Dolayısıyla, belki de bu politikalar onlar açısından tam da doğru politikalar!

Özellikle de esas amaç Avrupa’yı Yunanistan’dan başlamak üzere idealize edilmiş tam bir serbest piyasa ekonomisine çevirmek. Daha sonra kitabın eleştirilerine karşı blog’unda yazdığı yanıt yazısında Varoufakis, Yunanistan üzerinde yapılan deneyin aslında daha sonra İtalya, İspanya ve hatta Fransa’da uygulanması planlanan geniş ölçekli kemer sıkma politikalarının ve AB içerisinde güçlü anti-demokratik mekanizmalar yaratılmasının bir provası olduğunu, ne yaparsa yapsın Schäuble’ı ya da Merkel’i ikna edemeyeceğini anladığını belirtiyor.

Troika’nın ve temsil ettiği Avrupa egemenlerinin Yunanistan’ın borçlarını nasıl ödeyeceği veyahut ödeyip ödeyemeyeceğiyle çok ilgilendikleri söylenemez. Dolayısıyla da Varoufakis’in rasyonel önerileriyle de çok ilgilenmiyorlar. Esas amaç, Avrupa’yı tam bir serbest piyasa ekonomisi olarak yeniden yapılandırmak, refah devletini mümkün mertebe ortadan kaldırmak ve emek piyasası reformlarıyla tüm Avrupa’da işgücü maliyetlerini düşürmek.

Yer yer diğer hikâyelerin arasında kaybolsa da bunu ortaya koyan birçok çarpıcı örnek yer alıyor kitapta. Örneğin, IMF ile yaptığı görüşmelerde Varoufakis’ten her şeyden önce istenen şey, Yunanistan’daki eczane sisteminin deregüle edilmesi. Bunun borç ödemeleriyle doğrudan hiçbir ilgisi olmasa da IMF, aile işletmeleri olarak faaliyet gösteren eczanelerin rekabetten çok fazla korunduklarından ve bu yüzden uluslararası eczane zincirlerinin Yunanistan’da faaliyet gösteremediklerinden şikâyet ediyor. Görüşmelerin ortalarında bir yerlerde Varoufakis Schäuble ile baş başa kaldığında, Schäuble ona bu projeyi detaylarıyla anlatıyor.

Schäuble’a göre, Avrupa’nın geniş bir refah devletine dayanan iktisadi ve sosyal modeli artık sürdürülebilir değil ve terk edilmesi gerekiyor. Avrupa’daki işgücü maliyetlerini Çin ve Hindistan’la kıyaslayan Schäuble, Avrupa’nın rekabette geri kaldığını, sosyal yardımların insanları tembelliğe sürüklediğini ve bunlar ortadan kaldırılmadan Avrupa ekonomisinin canlanmasının mümkün olmadığını detaylı bir biçimde anlatıyor. Dolayısıyla da esas mevzuun Yunanistan’ın borçları olmadığını…

2011’de İtalyan ekonomisi krize girdiğinde müdahale eden Avrupa Merkez Bankası’nın bu kurtarma operasyonu karşılığında İtalya’nın o zamanki başbakanı Silvio Berlusconi’den talep ettikleri de bu hikâyeyi doğrular nitelikte: Avrupa Merkez Bankası, Berlusconi’ye gönderdiği mektupta yerel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinden toplu iş sözleşmesi yasalarının revize edilmesine, işten çıkarmaların kolaylaştırılmasından emeklilik aylıklarının kısılmasına bir dizi talepte bulunuyordu.

 

Çipras’ın tercihi

Görüşmeler boyunca her ne kadar Varoufakis bir uzlaşma sağlanabilmesi için çeşitli tavizler vermeye hazır olsa da, troika şartlarını bir milim dahi esnetmeme yönünde kararlı bir duruş sergilediği için haziran ayına gelindiğinde görüşmeler artık tıkanıyor ve Syriza’nın Grexit tehdidini devreye sokmaktan başka bir şans kalmıyordu. Grexit’in kısa vadede getireceği yüksek maliyetin farkında olan Çipras ve ekibi, son kararı doğrudan halka bırakmaya karar verdiler. Bunun için 5 Temmuz’da düzenlenen halk oylamasında katılanların yüzde 61’i Syriza’yı destekler yönde oy kullansa da, 13 Temmuz’da Çipras dayatılan şartları kabul eden anlaşmaya imza attı.

Tüm bu süreç içerisinde Syriza içerisinde yoğun tartışmaların yaşandığını ve Syriza’nın lider kadrosu arasında giderek hâkim hale gelen eğilimin anlaşmayı kabul ederek sistem içerisinde kalmak ve bu şartlar altında ellerinden geleni yapmak olduğunu öğreniyoruz. Bunda Yunan devleti içerisindeki güçlü bürokrasinin ve Syriza içerisinde sistemle güçlü bağları olan bazılarının baskılarının da etkili olduğu göze çarparken, halk oylaması sonuçlarının belli olduğu gece Varoufakis’le Çipras’ın sabaha karşı yaptıkları toplantı ilginç. Her ne kadar Varoufakis detayları anlatmasa da devlet başkanının, gizli servisin ve hatta Syriza hükümetinin bazı üyelerinin bir darbe girişimine hazır olduklarını ima eden Çipras Varoufakis’in istifasını istiyor.

Varoufakis maliye bakanlığından istifa ederken, Syriza’nın içerisinden Grexit taraftarı olan radikal sol grup da ayrılarak Laiki Enotita’yı kuruyor. Syriza’yı bu teslimiyetine rağmen destekleyenler ise onun bir koalisyon olduğuna ve her ne kadar ekonomik cephede yenilmiş ve hatta ezilmiş görünse de, başka cephelerde, örneğin çevre sorunları, LGBT hakları, mülteci krizi gibi alanlarda alternatiflerinden iyi olduğunu öne sürüyorlar. 20 Eylül 2015’te yeniden seçime giden Çipras, ekonomi cephesinde tüm bu olup bitenlere rağmen seçimleri kazanıyor ve halen hükümetin başında. Varoufakis ise bugünlerde Avrupa çapında popüler bir muhalefet örgütlemek için yollara düşmüş durumda.

^