EXPRESS DERGİSİ 25 YAŞINDA

Söyleşi: Filiz Gazi
15 Mart 2021
SATIRBAŞLARI
Günlerden 29 Ocak, Express dergisi 25 yaşında! Dile kolay, çeyrek yüzyıl ve 321 sayı… Nereden başlasak, nasıl anlatsak derken güzel bir tesadüf oldu, NewsLab kapımızı çaldı. Piyango demirbaşlardan Yücel Göktürk’e çıktı, Filiz Gazi sual etti, o anlattı. Ve bir güzel tesadüf daha: Öyle denk geldi ki, “25 sualde 25 sene” oldu. Çeyrek asrın hikâyesi o 25 cevapta, elbette özetin özeti olarak. Gene de uzun tabii, sonuçta 25 sene. NewsLab’de mecburen biraz kısaltılarak yayınlandı, tamamı huzurlarınızda: 25 soruda Express’in 25 yıllık tarihinde şarkılı bir gezinti…

Ekip kaç kişilik?

Yücel Göktürk: Son sayının künyesine bakıp sayalım… (dergiyi açıp sayıyor) Kırk. Bir kişi daha olsaydı maşallah derdik! Kırk da iyi… Bazı sayılarda daha çok kişiyiz, bazı sayılarda daha az. Çünkü sabit bir künye yok. Bazı isimler bu sayıya katkı yaptığı için var, gelecek sayıda olmayabilir. Bazıları ise çok uzun zaman, çok önemli katkılar yaptıkları ve her an formayı giymeye hazır oldukları için var. Bir de demirbaşlar var, “daimi mürettebat” diyelim. Onu da sayalım… (sayıyor) Yirmi beş kişi. Haziran 2017 sayımızın meclisleri konu alan kapağı, “Halka halka halkalanan halka”ydı. Express ekibi de öyle, halkalanan halkalar…

Dergi çıkarmaya niyetli olanlar ya da dijitalde bir şeyler deneyecekler için ilk tüyo şu mu: “Ekip sağlam olmalı!”

Ekibin sağlamlığı “oyuncular” arasındaki bağ ile ilişkili. Bizimkisi profesyonel bir bağ değil. Turgut Uyar’ın ünlü sözünü ve Mano Solo’nun –resmi şarkımız “Enternasyonal Şalala”nın müellifi– “her şeyin amatörüyüm” deyişini tokuşturarak şöyle diyebiliriz: Efendimiz amatörlük. O nedenle ekip sağlam. Yirmi beş yıldır bu faaliyeti sürdürebilmemizin hikmeti de bu herhalde. Lou Reed’in güzel lafıyla, “birbirimize göz kırparak anlaşıyoruz”.
Bu vesileyle Lou Reed’i de anmış olduk, iyi oldu. Aramızdaki bağlardan biri de o. “Take A Walk On The Wild Side” mesela, çekirdek halkada olup da oralarda dolaşmamış olanımız yok. Yalnız oralarda değil tabii, başka “Transformer”larda da. “Transformer” demişken, o albümün yapımcısı David Bowie’yi de analım. O da aramızdaki bağlardan biri. Haftalık Express’in son sayısının kapağındaydı, aylık Express’in Şubat 2016 sayısında vedalaştık. O yazı şimdi 1+1 Forum’da online, meraklısına duyurmuş olayım.
Soruya dönersek, evet, ekip sağlam olmalı: Bowie sağlamlığında ve frekansında. Bowie’nin dostlukları da şarkıları gibi sağlamdı. Frekansı malûm… Geçenlerde, ölüm yıldönümünde, BBC’de yayınlanan bir söyleşisi sosyal medyada dolaşımdaydı. Sene 1994, konu internet. Seyredin n’olur…

En başa dönersek, “sözün başladığı yer” neresi?

Sözün başladığı yer çok eskiye gidiyor, ta 1980’lerin sonuna, Nokta dergisine. Son sayının künyesindeki beş isim Nokta’da da bir aradaydı. Alfabetik sırayla: Erdir Zat, Ragıp Duran, Siren İdemen, Sungu Çapan ve ben.
Express’in imgelemimize düşmesi ise 1993’e rast geldi, o dönem Milliyet’in bünyesinde çıkan haftalık EP (Ekonomi ve Politika) dergisinin “Uzan ailesi nereden koşuyor” başlıklı dosya-haberin kopardığı fırtınaya. Kapağa çıkardığımız o dosya ödüllük bir çalışmaydı, klişeyi doğrulayan bir örnek oldu, cezasız bırakılmadı.
O vakaya bir parantez açmak şart, çünkü çok “damar”dan bir örnek, dünya basın literatürüne üst sıralardan girebilecek cinsten. Derginin o sayısı bizzat Milliyet Grubu–Doğan Holding tarafından toplatıldı. Evet, kendi dergilerini piyasadan çektiler! Çünkü, o dönemde kanlı bıçaklı oldukları Uzan grubunun tepkisinden, daha doğrusu misillemesinden çekindiler. Bizim için ise o haber objektif gazetecilikten ibaretti.
Ceza dergiyi toplamayla kalmadı tabii, yayın yönetmeni Aydın Demirer ve onlarca kişiyle görüşerek o dosyayı hazırlayan arkadaşlarımız Fehmi Köfteoğlu ve Hakan Güldağ işten çıkarıldı. Bunun üzerine bütün ekip istifa ettik. Ve sonrasında, o ekibin içinden bir grup, bağımsız dergi kurma arayışına girdi. 1993 sonbaharıydı… Bu anlamda, sözün başladığı yer için bir adres vermek gerekirse, Çınaraltı çay bahçesi, Emirgân diyebiliriz. İlk hayalleri orada kurduk.

Hangi aşamalardan geçildi bugünlere gelinirken?

Express’i iki döneme ayırmak gerekiyor, haftalık ve aylık Express olarak. Haftalık Express’i de kuruluş dönemi –ilk 12 sayı– ve kurucular arasındaki çeşitli anlaşmazlıklar üzerine bir grubun ayrılmasından sonraki dönem –142 sayı– olarak ayırmak gerekiyor. Haftalık Express Ocak 1994’ten Ocak 1997’ye, üç yıl aralıksız çıktı. Fena yorulduk ve borçlandık. Mecburen frene bastık. 2001’de yeniden, bu defa aylık olarak çıkmaya başladık. 2014’te ikinci molayı verdik, 2016’da yeniden yola koyulduk.
Bunları alt alta yazdığımızda bilanço şöyle: Haftalık 154, aylık ise –an itibarıyla– 167 sayı çıktı. Yani 25 yıla yayılan bir sürede, 321 sayı. Bu 25 yıl içinde Express dışında da yayınlarımız oldu: 1996’dan 2009’a aylık müzik-kültür dergisi Roll, 2010’dan 2014’e kültür-sanat dergisi Bir+Bir ve 1996’da sadece altı sayı çıkabilen haftalık futbol dergisi Meşin Yuvarlak
Ayrıca, kitaplar yayınladık. İlk göz ağrımız Oscar Wilde’ın Sosyalizm ve İnsan Ruhu’ydu. Arkasından Easy Rider – Senaryo ve Tanıklıklar, Lewis Carroll’un Köpan Avı, Pınar Öğünç’ün Jet Rejisör’ü, haftalık ve aylık Express’te yayınlanan yazı ve söyleşilerin bir derlemesi olan 1915 – Büyük Felâket ve Pelin Özer’in haikuları Cam Kulübeler geldi. Sonra tıkandık.
Şimdi bu vesileyle bir müjde vereyim, kitap yayınlamaya bu bahar yeniden başlıyoruz. Biri nefis bir roman, öbürü Şükrü Argın’ın denemeleri. Bizim macera, ya da –şimdiki popüler kelimeyle– serencam, bir dur-kalk süreci. O yüzden tren metaforu cuk oturuyor. Express lokomotifimiz. Burada, araya bir parça koyabiliriz. Mesela Jethro Tull’dan “Locomotive Breath” iyi gider…

Bu 25 yılda ekipte ne gibi değişiklikler oldu?

Dile kolay, 25 yıl… 20’li yaşların başlarında Express okumaya başlayanlar, şimdi 40’larının sonlarında, yakında torun sahibi olmaya namzetler. Muhtemelen arada boşanmalar, yeni evlilikler veya beraberlikler olmuştur. Çeyrek yüzyıl neticede… Express mürettebatında da değişiklikler oldu elbette, ama çekirdek ve ilk halka pek değişmedi.
Haftalık Express’ten beri künyede olan 14 kişi var. Alfabetik sırayla: Derya Bengi, Erdir Zat, Ertan Keskinsoy, Ender Ergün, Hakan Karataş, Hakan Lokanoğlu, İlker Aksoy, Merve Erol, Serkan Seymen, Siren İdemen, Sungu Çapan, Tora Pekin, Ulaş Özdemir ve ben. Bu 14 kişinin 10’u aynı zamanda Roll’un çekirdek ekibiydi, 8’i halen Express’te aktif sorumluluk alıyor, 6’sı yedek kulübesinde, her an sahaya çıkabilir.
Aylık döneminde Express’e katılan ve halen düzenli katkı yapan 15 kişi daha var: Alican Tayla, Arslan Eroğlu, Ayşegül Oğuz, Çiğdem Öztürk, Demet Dinler, Göksun Yazıcı, İrfan Aktan, Kerem Eksen, Ragıp Duran, Şahan Nuhoğlu, Tuba Çameli, Özay Selmo, Ulus Atayurt, Utku Toy, Yiğit Atılgan.
Demek ki, 29 kişilik bir “çekirdek” söz konusu. Bu 29 kişinin 25’i fiili kadro. “Mutfak”ta, daha doğrusu “kazan dairesi”nde ise yedi kişi var: Erdir, Ender, İrfan, Merve, Siren, Ulus ve ben. Derginin gelirini bu yedi kişi eşit dilimler halinde paylaşıyor. Saydığım isimler aynı zamanda sekiz ay önce yayına başlayan 1+1 Forum sitesinin de kazan dairesi.

Başta anlattığınız EP dergisi vakası, Kadri Gürsel’in geçenlerde gündeme getirdiği ve çokyönlü tartışmalara konu olan meseleye götürüyor bizi: Gürsel’in dediği gibi, objektif gazetecilik sadece ana-akım medyada mı mümkün? Ya da karşı tezin ileri sürdüğü üzere, ana-akım medyada objektif gazetecilik yapılamaz mı?

Birçok meselede olduğu gibi, bunda da belirleyici olan mülkiyet yapısı. EP örneği bir holding medyasının sınırlarını gösteriyor. Ama sene 1993. “Yeni Türkiye”ye daha 10-15 sene var. “Asrı saadet” bile diyebiliriz, özellikle “kalfalık” döneminden bugünlere yayılan son on yıla kıyasla.
Sınırlar çok daha genişti –Kürt meselesini ayrı tutarak söylüyorum. Gene de o günlerde, o konudaki dar sınırlarda gedikler açabiliyorduk. Kendi payımıza, mesela Ekonomik Panorama dergisinde “Kürden raus mu?” kapağını yapmıştık. O soru “mu”sunu “tedbiren” koymuştuk, şirket yönetimiyle papaz olmayalım diye. Aylık Express’te, aşağı yukarı aynı içeriği bu defa “mu”suz kapak yaptık. İkisi de objektif gazetecilikti. Biri ana-akımda, öbürü, nasıl diyelim, “ana-akım olmayan”da. Bu 25 yıl boyunca, Express’in toplatıldığı, yargılandığı, hüküm giydiği oldu birkaç defa, ama yayınını sürdürebildi. O davalar bugünün yargısının önüne gelse bizi de, dergiyi de kilit altına alırlar herhalde.

O “mu”lu ve “mu”suz “Kürden Raus” kapaklarının içeriği neydi?

Ekonomik Panorama’daki kapağı yaptığımız günlerde, iki koldan –Ertuğrul Özkök ve Ahmet Altan öncülüğünde– “Kürtler ayrılırsa Türkiye zenginleşir” diye özetlenebilecek ve kısmen Kuzey İtalya’daki Lombardiya hareketinden esinlenen bir söylem devredeydi. O sayı için görüş aldığımız Murat Belge “ekonomik milliyetçilik” diye tanımlamıştı. Özü itibarıyla neoliberal zihniyetin sopa-havuç söylemiydi. Express’in kapağının içeriği ise gemi azıya alan milliyetçilik ve Kürt düşmanlığıydı. Tekrarlayayım, ikisi de objektif gazetecilikti.

Soruya dönersek…

Soruya dönersek, bizim deneyimimiz üzerinden bir odak ayarı yapabiliriz. Nokta, Ekonomik Panorama ve EP gibi ana-akım yayınlarda bile –“bile” diyorum, çünkü dergi olmaktan kaynaklanan bir “göreli özerklikleri” vardı– objektif gazetecilik yapılamayacağı gerçeği adım adım Express’e giden yolu döşedi bize.
Nokta’nın ve Ekonomik Panorama’nın sahibi yayıncılıktan başka iş yapmayan, ansiklopedi yayıncılığından gelen Ercan Arıklı’nın patronajındaki Gelişim Yayınları’ydı. Onun da sınırları vardı tabii. Örneğin, 1990’ların başındaki yargısız infazları haber yapamamıştık. O şirket Özal’ın prenslerinden –o günlerde öyle anılan bir “şebeke” vardı, bugünkünün sinekkaydı traşlı versiyonu– Bülent Şemiler’in başta bankacılık, birçok alanda faaliyet gösteren holdingine satılınca, sınırlar o mülkiyet yapısına göre belirlendi.
Örneğin, mülkiyet ile verimlilik arasında hiçbir ilişki olmadığını ortaya koyan Dünya Bankası uzmanlarının raporunu haberleştirince, derhal telefon geldi “yukarıdan”. Çünkü onlara da Sabancı Holding’den gelmişti. O günlerde, özelleştirme politikası kamu mülkiyetinin, eşyanın tabiatı gereği, verimsiz olduğu iddiası üzerine bina ediliyordu, Dünya Bankası uzmanlarının bu iddiayı çürüten raporu işlerine gelmemişti tabii.

Objektif gazeteciliğin anahtar kavramı bağımsızlık. Öncelikle sermayeden bağımsızlık. Ve her türlü siyasal kurumdan. Express’in ilk afişi şöyleydi: “Sahibinin sesi değil, kendi sesi. Patronu yok, şirketi yok, partisi yok, örgütü yok, sırtında yumurta küfesi yok.”

Daha eğlenceli bir anekdot var: 1991’de, Los Angeles’ta, Rodney King adlı bir siyahın polis tarafından öldüresiye dövülmesi üzerine patlayan büyük isyan dünya medyasının manşetlerindeydi, biz de doğrudan ABD’nin önde gelen siyah örgütleriyle telefon söyleşileri yaparak, konuyu enine boyuna işleyerek derginin kapağına taşımıştık.
Şirketin o dönemki CEO’su, şimdilerin keskin muhalif yazarı Metin Münir tarafından fena azarlandık. “Bir ekonomi dergisi olarak Los Angeles isyanı sizi niye ilgilendiriyor?” Şöyle desek iyi olurdu: “Kara Panterler’le iltisaklıyız da ondan.” Onun yerine “Los Angeles isyanının arkasındaki ekonomi-politik boyut…” filan dedik.

Ödüllük bir objektif gazetecilikti, hak ettiği muameleyi gördü. Çok geçmeden kapı dışarı… Ardından Milliyet Yayıncılık, bir Doğan Holding grubu olarak, gayet geniş sınırlar vaadiyle bizi bir ekonomi-politik dergisi çıkarmak üzere davet etti. Ve 17 sayı sonra, dergiyi kendi elleriyle piyasadan topladılar.
Ana-akım medyanın objektif gazetecilikle ilişkisi böyle bir şey, “asrı saadet” döneminde bile. Bir sermaye grubuna ait bir yayın, “o sermaye grubunun çıkarları ve devletle ilişkisi” dairesinde serbest. Objektif gazetecilik o “daire”nin sınırları içinde yapılabilir. Kimi gazeteciler o sınırlar içinde kalarak mesleklerini sürdürmeyi tercih edebilir ya da maişet motoru nedeniyle buna mecbur kalabilir, ama ana-akım medyayı objektif gazeteciliğin adresi olarak göstermek abes.
Karşımızdaki asıl soru şu: Bir sermaye grubuna, bir holdinge ait olmayan bir yayın ana-akım olabilir mi? Zor, ama özgül koşullarda mümkün, sayıları az da olsa, örnekler var. Objektif gazeteciliğin anahtar kavramı bağımsızlık. Öncelikle sermayeden bağımsızlık. Ve her türlü siyasal kurumdan. O nedenle Express’in çıkış manifestosu ve ilk afişi şöyleydi: “Sahibinin sesi değil, kendi sesi. Patronu yok, şirketi yok, partisi yok, örgütü yok, sırtında yumurta küfesi yok.”
Express’in asıl ayırt edici mahiyeti, hem bağımsız hem “bağlı” olması. Express ve yayınladığımız diğer dergiler aynı zamanda “angaje”dir. Bu kavramı Sartre’a borçluyuz, “Aydın Nedir?” makalesine – Türkçeye öyle çevrildi, aslı “Entelektüel Nedir?”. Orada hem bağımsız hem angaje olmayı gayet güzel kavramsallaştırıyor. Kendi hayatından da bunu biliyoruz tabii. Ona borçlu olduğumuz bir şey daha var: Özgürlük ile sorumluluğun iç içeliği –biri olmadan öbürü olmuyor. Zaten demin andığım cümle, “sırtında yumurta küfesi yok, sorumluluğu var” diye devam ediyor.
Express hem bağımsız hem bağlı-angaje bir yayın. Neye angaje olduğumuzun en kestirme özeti, derginin üstbaşlığı: “Enternasyonal Şalala”. O şaheser şarkı vesilesiyle Mano Solo’ya bir saygı duruşu daha yapalım…

Dışarıya kapalı bir dergi olduğunuz söyleniyor. Bu dedikodunun aslı astarı var mı?

Madem dedikodu konuşacağız, lafı uzatmakta mahzur yok. Boşuna “ayinesi iştir kişinin” dememişler, konuya “iş aynası”ndan bakalım. Hiç tanımadığımız ya da yüz yüze gelmediğimiz insanlar e-posta ve sosyal medya üzerinden –bazen “DM’den yürüyerek”– yazılarını, söyleşilerini, çevirilerini iletiyor. Örneğin son sayıda, Alâra Kuset adlı bir okurumuz, 1968’de Sartre’ın Daniel Cohn-Bendit’le yaptığı, bugüne dek Türkçede yayınlanmayan söyleşisini çevirmek istediğini yazdı, orijinalini gönderdi, “uyar mı” diye sordu. Uyar dedik, çevirip gönderdi –bkz. Express sayı: 167, sayfa 43.
Urfa’daki Suriyelileri –sayfa 10– yazan Tuba Çameli iki sene önce bir mail’le aramıza katıldı, dergiye müthiş bir katkısı var, ama Ankara’da olduğu için –İrfan Aktan dışında– tanışanımız olmadı henüz. Grevdeki Gripin işçileriyle söyleşen –sayfa 8– Halil Burak Öz de öyle, şimdiye kadar aramızdan sadece bir kişi –Ulus Atayurt– yüz yüze görüştü. David Grossman’ın “Bir At Bara Girmiş”ini –sayfa 32– yazan Banu Yıldıran Genç de, Express ve 1+1 Forum’a aralıklı, fakat düzenli yazıyor, ama kendisiyle tanışmış birkaç kişi var sadece.
Neneh Cherry’nin “Broken Politics” albümünü –sayfa 56– yazan Utku Toy, iki sene önce, müzik sayfalarımızdaki bir yazıya yaptığı muhabbetli bir eleştiri neticesinde katıldı aramıza. Her sayıya yazıyor, ama henüz tanışmış değiliz. Kapağa çıkardığımız “Küresel Bir Gölge Oyunu: Karagöz ile Hacivat Karşı Karşıya” yazısının –sayfa 48– yazarı Şükrü Argın’la da yüz yüze gelmişliğimiz yok henüz.
Dergiyi okurlar çıkarıyor bile diyebiliriz. Dahası, bu yeni bir şey değil. 2001’den beri aylık Express’in yazıişleri müdürlüğünü yapan Merve Erol, haftalık Express’in “Posta” sayfasına –öyle bir okur köşesi vardı– gönderdiği bir okur mektubu sonrasında dahil olmuştu ekibe. Ulaş Özdemir de Maraş’tan mektupla gönderirdi yazılarını, tayini oraya çıkmış bir kamu çalışanı zannediyorduk. Bir gün kapı çalındı, gencecik bir çocuk: “Ben Ulaş Özdemir.” Liseyi yeni bitirmiş, İstanbul’a üniversite okumaya gelmiş…
Ender Ergün ve Hakan Lokanoğlu, haftalık Express’e, dönemin öğrenci hareketi Koordinasyon’un üyeleri olarak çat kapı geldiler. Hızır gibi yetiştiler, en zor günlerde en kritik sorumlulukları omuzladılar. Zaman içinde, sadece Express’in değil, çıkardığımız bütün dergilerin –ve kitapların– sayfa ve kapak tasarımını yapar oldular. Özay Selmo, İrfan Aktan, Göksun Yazıcı ve Yiğit Atılgan da aylık Express’e, farklı zamanlarda benzer şekillerde katıldılar, demirbaş oldular.
Dışarıya kapalı olsa, Express olmazdı. Ta haftalıktan beri sloganımızdır: “Ne kadar nefes, o kadar Express.” Ya da Sinatra’nın dediği gibi, “Strangers In The Night”… Demin bahsi geçti, belirtmeyi ıskaladım: Express’te yazıişleri müdürü yasal mecburiyet icabı “göstermelik” bir unvan değildir. En kritik mevkidir, kalecilik gibidir. Hataları bertaraf etmekle sorumludur. Bütün yazıların, söyleşilerin son okuyucusudur, dergiye son noktayı koyup baskıya hazır edendir. O ifadenin gerçek mânâsıyla, “sorumlu yazıişleri müdürü”dür.

Peki bu “açıklık” nasıl oluyor da bir karmaşaya yol açmıyor? Ortak dil ve tutum nasıl sağlanıyor?

Demin, şakayla karışık, “dergiyi okurlar çıkarıyor bile denebilir” dedim, ama “Express farkı” diye bir şeyden bahsedilebilirse, en başa editoryal süreci yazmak lâzım. “Dışarıdan” gelen her iş, tıpkı “içeride” yapılan her iş gibi, etraflı bir editoryal işlemden geçer. Duruma göre, yeniden yapılması ya da yazılması istenir, söküğü dikilir, iliği açılır, paçaları oturtulur, ütüsü yapılır. Bu süreçte ölçü, objektif gazeteciliktir, The Guardian’ın fikriyat sayfasındaki mottoyla söylersek, “yorum özgür, olgu kutsal”.
Britanya’ya uzanmışken, Oscar Wilde’ın şu ünlü sözünün de işaret levhamız olduğunu belirtelim: “En önemli şey üslûptur.” Yorum özgür, ama iç tutarlılığın yanısıra seçtiği anlatım tekniğinin gereklerini yerine getirmekle mükellef. Burada, Sartre’ı bir daha analım: “Özgürlük aynı zamanda sorumluluktur.”
Bu bağlamda, sorumluluğun bir boyutu şu: Anlatanın değil, anlatılanın öne çıkması, anlatılanın anlatanın gölgesinde kalmaması. O nedenle, birinci tekil şahıs anlatım, istisnai durumlar haricinde, uzak durduğumuz bir biçim. Bütün bunları “esere müdahale”, “ifade özgürlüğüne ket” olarak görenlerle, “kelimesine dokundurtmam”cılarla sorunlar oldu tabii. Özellikle haftalık Express’in ilk dönemlerinde. Fakat zaman içinde bu tür baş ağrıları giderek azaldı, hatta kalmadı bile denebilir. Az önce konuştuğumuz “dışarıya kapalılık” dedikodusu, andığım türden sorunlar yaşadığımız kişilerden kaynaklanmış olabilir.

Oscar Wilde’ın şu ünlü sözünün de işaret levhamız olduğunu belirtelim: “En önemli şey üslûptur.” Yorum özgür, ama iç tutarlılığın yanı sıra seçtiği anlatım tekniğinin gereklerini yerine getirmekle mükellef. Sartre’ı bir daha analım: “Özgürlük aynı zamanda sorumluluktur.”

Bir de şu ihtimal var tabii: Yakın dostlarımız ve dergiyle gönül bağı olanlar dışında, bize yazı yazması veya söyleşi yapması için kimsenin kapısını çalmıyoruz. Çünkü telif ödeyecek durumumuz yok, çünkü, Erkin Koray’ın şarkısıyla, Wully Bully, “halimiz şöyle böyle”. Yoksa, kapalı değiliz.
Ama öte yandan, son dönemdeki popüler dergiler gibi veya yakın geçmişin Radikal İki’si veya ’90 sonrasının Birikim’i kadar “açık” da değiliz. Çünkü, o anlamda bir fikir platformu olma iddiamız yok, “ne olursan ol gel” meşrebimiz değil. Fikirlerini merak ettiklerimizle, tartışmaya değer gördüklerimizle söyleşi yapmayı yeğliyoruz. Böylece hem konuyu, meseleyi dergiye taşımış oluyoruz hem de şerhlerimizi düşme imkânı buluyoruz.
Çok uzattım, fakat işte dedikodunun faydaları. Birçok konuya açıklık getirmiş olduk. “Fesupanallah” deyip de geçebilirdik tabii. Ama madem 25. yılı kutluyoruz, şarkı uzun olsun: “In the year 2525”.

Peki, “cool dergi” olma nasıl başarıldı?

Zor soru. Kavramın kendisinden ötürü. Cool netameli kavram… Vaktiyle Bülent Erkmen’e –Radikal İki’ydi galiba– “cool nedir?” diye soruyorlar, o da şöyle diyor: “Fatih Özgüven’in yazıları cool’dur, kendisi değildir. Yıldırım Türker ise cool’dur, yazıları değildir.”
Bu arada, anmadan geçmeyelim, bahsi geçen üç ismin de Express’e çok önemli katkıları olmuştur –Yıldırım Türker’in Express’teki “gözaltında kayıp edilenler” dizisi sonradan kitaplaştırıldı (Metis, 1998)… Roll ve Express’in birlikte çıktığı dönemde, “Roll cool, Express değil” deniyordu. Halbuki, malûm, iki dergiyi de aynı ekip çıkarıyordu.
Bu bahiste Marshall McLuhan’ı atlamayalım. Hem yaptığı “sıcak medya – soğuk medya” ayrımıyla hem de ünlü “mecra mesajdır” sözüyle. Express ve Roll farklı mecralardı. Siyasal bir mecranın cool olması, hele Türkiye gibi yerde, pek mümkün değil. Yıldırım Türker’in yazılarının cool olmaması da o yüzden. Ama bir sinema yazarı cool olabilir, olsun da. Fatih Özgüven’in yazıları öyle. Keza Sungu Çapan’ınkiler… Film yazılarından bahsediyorum tabii, yoksa Türkiye sinemasının siyasal, ekonomik meseleleri konu alındığında cool olmak eşyanın tabiatına aykırı. Genç kuşak yazarlardan Fırat Yücel’in “sıcaklığı” güzel o bakımdan.

Epikür’e soruyorlar, “dostluk nedir” diye. Cevap: “Geçenlerde bir arkadaşım elinde bir güğüm yoğurtla geldi. Oturduk, birlikte yedik afiyetle.” Bir sırrı varsa Express’in, en kestirme özeti bu: “Epiküryen dergi” olması.

Öte yandan, fazla hararet de iyi değil. Zaten McLuhan’ın yaptığı ayrımda, “sıcak medya” köşeli anlatıma, fazla tanımlı ve izleyiciye “onaylamak / reddetmek” dışında düşünce alanı bırakmayan, pasif konuma yerleştiren duruma denk düşüyor. Brecht’yen “yabancılaştırma” yöntemi tam tersini hedefliyor, ama ona “soğuk” denemez pek. Hedefi ne kadar tutturuyor, ayrı tartışma.
İdeali Epiküryen durum. İfrat ve tefritten kaçınan ince ayar. Uzatmayayım, cool netameli kavram. “Kıyak” diye çevirebileceğimiz bir anlamı da var tabii, o anlamda söyleniyorsa, “Express kıyak dergidir” mânâsında deniyorsa, itirazımız olmaz tabii.
Bu arada, madem konu cool, bir kitap önermek isterim: Soğuk Temas (Metis, 2018). Özgün adı nefis, Cool Conduct. 1920-1930 döneminin Almanya’sı anlatılıyor, ama sanki bugünün küresel hikâyesi…

Radikal İki’den sonra elde imaj olarak taşınma özelliği olan ikinci mecrasınız. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Radikal İki ile bir yakınlığımız, benzerliğimiz yok, Tuğrul Eryılmaz’ı severiz, sayarız, ayrı. Express’in “gösterge” değerinden ziyade kullanım değeri nedeniyle taşındığını düşünüyorum. Ayniyle vaki bir olay anlatayım. Bizim Ender (Ergün), metroda Express’in eski sayılarından birini okuyan genç bir çift görüyor, dayanamayıp soruyor: “Hayrola, yeni sayı kitabevlerinde, niye onu değil de bu eski sayıyı…” Cevap: “Onu aldık tabii, ama eski sayıları da zaman zaman tekrar okuyoruz.”
Bu herhalde bir derginin alabileceği en büyük ödüllerden biri. Yakın çevreden de böyle yapanları biliyorduk, ama hiç tanımadığımız insanların, üstelik genç kuşaktan birilerinin bunu yapmasına tanık olmak göğüs kabartıcı.
İki yıllık molanın ardından 2016’da yeniden yola çıktığımızda, Amerikan cilt denen formatı ve biraz daha büyücek bir ebadı tercih etmiştik. “Çantaya sığmıyor”, “kolay kıvrılmıyor, toplu taşımada rahat okunmuyor” şikâyetleri geldi, eski formata ve ebada döndük.
Bu iki örnekten şöyle bir çıkarsama yapabiliriz herhalde: Express okumak için taşınan bir dergi. Bir de galiba kem gözlerden uzak okunması gerekiyor, hele şu son zamanlarda. Yani imaj yapmaktan ziyade imaj bozacak bir dergi. GBT kontrolüne bile sebep olabilir…

Express’in selefi olan yayınlar neler?

Demin Tuğrul Eryılmaz’ın kulağını çınlattık. Radikal İki ile anılır oldu, halbuki öncesinde Sokak diye bir dergi çıkardı, adının hakkını vermeye çalışan bir dergiydi. Asıl onunla anılmalı. Zaten kendisi de Asu Maro’nun nehir söyleşi kitabında (68’li ve Gazeteci, İletişim, 2018), gazetecilik hayatının en hayırlı işi olarak onu söylüyor. Sokak bağımsız dergi yayıncılığında önemli bir kilometre taşı. Yeni Gündem de öyle –15 günlük olduğu dönemi kastediyorum. Ve Defter dergisi. Üçü de Express’in selefi sayılır. Sokak’ın adının hakkını veren gazeteciliği, Defter’in teorik bakışı ve dili, Yeni Gündem’in söyleşileri Express’e giden yolun taşlarını döşedi denebilir. Ve tabii Nokta, Ekonomik Panorama ve EP tecrübelerimiz.

Express’in siyasi çizgisinin en güzel özeti önündeki 1+1 takısı. Godard’ın, “One Plus One” filmi üzerine sorulan “bir artı bir nedir” sorusuna verdiği cevaptan geliyor: “Komünist tahayyülün sağlamasını anarşist tahayyülle, anarşist tahayyülün sağlamasını komünist tahayyülle yapmak.”

İsmin hikâyesi ne? Express’ti, Post-Express oldu, sonra tekrar Express

Sıradan, iddiasız bir isim olsun, ama yapmak istediğimiz şeyin özgünlüğünü temsil eden bir sinyal, bir işaret barındırsın diye düşünüyorduk. Express o zamanlar, şimdiki gibi pizzayla, hamburgerle, kargoyla, kuryeyle eşleşen bir isim değildi ve şimdikinin aksine, “x”siz ve tek “s” ile yazılırdı. Trenle, postayla ve yerel basınla özdeşti daha çok. Ve “köhne” bir tınısı vardı. Tedavülden kalkmaya yüz tutmuştu.
Bütün bunlar bize çok uyuyordu, tren ve mektup seven bir kuşağız, yerel basın da yapmak istediğimiz işe iyi bir modeldi. Ve tabii o “köhne” tınıdan yeni bir ses yaratmanın cezbesi vardı. Bir de sözcüğün Latince kökenli dillerdeki anlamı: Söylemek, ifade etmek. Ve tabii ekspresyonizm.
İlaveten, o günlerde Erkin Koray’ın Hay-Yam Yam kasetini –evet, kaset– dinliyorduk bolca… “Hayat Katarı” dilimize dolanmıştı, özellikle şu kısmı: “Biliyorum / ilerisi uçurum / fakat sen yürü yavrum / gerisi beter / gerisi malûm…” “Hayat Katarı” derginin bölümlerinden biri oldu sonra.
Neyse, bütün bunlar bir araya geldi, derken “uzayda bir elektrik hasıl oldu”, “ks” yerine “x”le yazalım, “x”i de kırmızı ve grafiti gibi yapalım dedik. İlk logoyu Sungu (Çapan) ile çalıştık, sonra Gürcan Özkan son şeklini verdi. Ardından, derginin birinci yılı dolmak üzereydi galiba, Bülent Erkmen logoyu elden geçirdi, x’i büyüttü ve Anadolu’da satışlar yere çakıldı! Bayisinden potansiyel okuruna, o koskoca kırmızı x’i gören uzak duruyordu. Sonra küçülttük tabii.

2001’de, aylık olarak çıkmaya karar verdiğimizde, yeni bir isim bulalım dedik, bulamadık. O günlerde, denk geldiğimiz bir yazısında ya da söyleşisinde, Subcommandante Marcos şöyle diyordu: “Gerekirse kendimizi lağvederiz ve post-Zapatista olarak yeniden kurarız”. “Hah” dedik, “ismi Marcos koydu”: Post-Express. Hem Express sonrası hem PTT. Fakat tabii “post” eki –teoride ve pratikte– sorun oldu. Malûm, sol camia o eki sevmez. Hele o günlerde “post-modern” dendi mi solcuların tüyleri diken diken oluyordu. Parantez: Haftalık döneminde de post-modern olmakla eleştirildiğimiz vakiydi. Neyse…

Şimdi de logonun üzerinde “1+1” var, 1+1 Express’e nasıl gelindi?

2010’da çıkardığımız Bir+Bir’e, Express’le birlikte, 2014’te ara verdik. 2016 başında yeniden yola çıkarken Bir+Bir’i ayrı bir dergi olarak değil, Express’in lokomotifi olarak düşündük. 1+1 Express’e öyle gelindi. Keşke aylık Express’e “post” yerine “1+1” demeyi akıl etseydik. Ama edemezdik, çünkü Jean-Luc Godard’ın One Plus One’ını henüz seyretmemiştik… 1+1 Express’in şöyle bir boyutu da var: Bir dernek kurduk, Bir+Bir Kültür ve Sanat Derneği. Bu müjdeyi buradan da vermiş olalım. Yani, 1+1 takısı dergiyle dernek arasındaki bağı imliyor bir yandan.

Express’in sahibi Bir+Bir Kültür ve Sanat Derneği mi?

Değil. Aslında bir sahiplikten söz etmek mümkün değil. Künyedeki isimlerin birçoğundan oluşan bir kolektifin yürüttüğü bir faaliyet Express. Yakın zamanlara kadar adı olmayan bir kolektifti, artık 1+1 kolektifi denebilir. Bir ara “Kırmızı Başlıklı Kızlar Şendikası” demeye niyetlenmiştik, fazla sulu bulanlar oldu, bir ara Kojin Karatani’den esinle “X Kooperatifi” desek mi dedik, fazla kuru ve kitabi, dolayısıyla saçma geldi. Kısmet 1+1’e imiş. Dernek, bu kolektifin şemsiyesi, dergi yayıncılığı dışındaki faaliyetlere açılan kapısı.
Aslında, yolun en başında dernek veya kooperatif olmak istemiştik. Kooperatif kurmanın bürokrasisi çoktu, dernek içinse, bu işleri bilenler, “sakın ha, devlet derneği kapatır, dergiyi çıkaramazsınız” dedi, “anonim şirket kurun, devlet şirket kapatamaz, en fazla dergiyi toplar, haftasında yeniden çıkarırsınız.” Onun üzerine Nefes A.Ş.’yi kurmuştuk. Dilimiz fena yandı, vergi borcu anamızı ağlattı. Fakat Naim Dilmener duruma el koydu, bilabedel mali müşavirliği üstlendi ve bizi düze çıkardı. Obsesyon’a şapka! Naim olmasa batmıştık. A.Ş.’yi kapattırdı, en pratik çözüm olarak şahıs şirketi açtırdı. Aramızda maliye nezdindeki en temiz isim olan Özay Selmo’yu kurban seçtik, onun adına bir şirket kurduk, Varto Yayıncılık. Express’in “resmi sahibi” o “şirket”.

Varto ismi nereden çıktı?

Bizim orta sahanın –kâğıt, matbaa, dağıtım, abonelik, muhasebe, ilan trafikleri– yükü Özay Selmo’nun sırtında. Lâkabı Zidane’dır, sadece derginin değil, vaktiyle Gazoz Ligi’nin “tozunu atan” Dinamo Express’in de 10 numarası. Vartolu. Hemşehri muhabbetinden hazzetmez bu arada, ama Özay’ın Vartoluluğu bana Ankara’daki ilk ve ortaokul günlerimdeki Vartolu arkadaşlarımı hatırlatır hep. Biraz da onların anısına, Varto Yayıncılık ismini önerdim. İtiraz eden olmadı. Şirketin ismi kimsenin umurunda değil zaten. “Mühim olan unvan.” Derneği kurduktan sonra, şirketin adını da 1+1 yapalım dedik, ama hem bir sürü bürokrasi hem para. Şimdilik böyle kaldı. Tabii Varto adı bazı ortamlarda kaş kalkmasına sebep oluyor. Olsun, n’apalım.
Demin “Naim olmasa batmıştık” dedim, iki kurtarıcı meleğimiz daha var, onları anmazsak olmaz. Haftalık döneminde, davalarımıza bakan avukatlara daracık bütçemizden hatırı sayılır meblağlar ödemiştik, Tora Pekin davalarımızı bilabedel üstlendi, ayrıca dört dörtlük savundu. Dinamo Express’in de acar defansıdır ayrıca. O da haftalık Express’e çat kapı gelmişti vaktiyle. O gündür bugündür, eli kaşındığında yazıyor dergiye. Ve Sungu Çapan: İlk bilgisayarımızı o almıştı. Sonra o kâbus vergi borcu döneminde, taksitlerin neredeyse yarısını üstlendi.

Türkiye’de en uzun süre yoluna devam edebilen dergilerden birisiniz sanırım. Sizce sırrı ne?

Evet, galiba öyleyiz. Özellikle arkamızda bir sermaye grubu, bir vakıf, bir yayınevi, bir siyasal parti veya örgüt olmadığını hesaba katarsak, en uzun süreli dergi olduğumuzu söyleyebiliriz herhalde. “Sırrı”na gelince… Şahsen en başa Mark Twain’in de sevip kullandığı –Tagore’dan öğrenmiş– sözü, “kısmet”i yazarım. Sözün en başında, aramızdaki ilişkinin profesyonel olmadığından dem vurmuştum. Yollarımız öyle kesişti, aramızda öyle bağlar oluştu ki, herkese kısmet olmaz.
Woody Allen’ın Maç Sayısı filmindeki kritik sahnede olduğu gibi, top –fileden sekerek– bizim sahaya düştü. Ve hep orada kaldı. Eski bir arkadaşımız, telefon açtığında “alo” yerine “hu dost” derdi. Bizim bağımız o hesap. Dolayısıyla, kısmetin yanına dostluğu yazabiliriz.
Vaktiyle Boston Globe’un bir muhabiri, hazırladığı dosya kapsamında bizi de ziyaret etmişti. Memleket meselelerinin yanı sıra, neyin nesiyiz diye sordu, anlattık. Biraz hayretle “Peki, bu çarkı nasıl döndürüyorsunuz” dedi. Uzun hikâyeyi kısa kesmek için Beatles’ın “With A Little Help From My Friends” şarkısının sözlerini az buçuk tahrif ederek cevaplamıştım: “We get by with a lot of help from our friends”.

Demin “kurtarıcı meleklerimizi” andım. Bir de emek kahramanımız var: Engin Ağır, soyadının zıddı. Daha hızlı bir sayfacı görülmemiştir herhalde. Her türden soruna –yazı işleri dahil– çözüm üretmekte mahirdi. Sayfa sekreterliği yaptığı Sabah gazetesinden ayrılıp gelmişti, haftalık Express’in tökezlediği ve kapanma eşiğinde olduğu dönemde. Dergiyi öyle bir sırtladı ki, 7/24 neredeyse… Ve neredeyse bilabedel. Büyük ölçüde Sabah’tan aldığı tazminatla idare etti iki küsur yıl. Hakkı ödenmez valla. Haftalık sonrasında, Forza Beşiktaş’ı çıkaran ekipte yer aldı. Epeydir bir dergâhın dedesi aynı zamanda. “Hiçbir şey tesadüf değildir” diye bir laf var ya, o hesap.
Yola çıkarken, latife olsun diye, “bir derviş tekkesi her zaman bir kapitalist işletmeden daha verimlidir” diyorduk. Latife olmasına latifeydi, ama az önce bahsettiğim Dünya Bankası raporundan teyitliydi. “Verimlilikle mülkiyet arasında hiçbir ilişki olmadığını” söyleyen o rapor, belirleyici etmenin “kurum kültürü” olduğunu vurguluyordu. Bir “kurum” olduğumuz söylenemez ama, bunca senedir ayakta olmamızı Engin Ağır’ın bayraktarı olduğu imece kültürüne borçluyuz. 4 x100 yarışı misali, aylıkta da o bayrak elden ele dolaştı.
İmece kültürü bir yana, Express neticede bir dost meclisi. Aramızda anlaşmazlıklar olmuyor değil, meclis böyle bir şey zaten. Sonuçta, bir karar alınıyor, revize edilene kadar geçerli kalıyor. Sonra bir aşamada, biri “böyle değil, şöyle yapalım” diyor, genel kabul görürse veya teklifi yapan ısrar ederse –vardır bir hikmeti denerek– öyle yapılıyor. Sonra bazen en başa dönülüyor, sil baştan oluyor.
Bütün bunlar “tren” hareket halindeyken yapılıyor, kervan yolda düzülüyor. Özetin özeti şu olabilir: Epikür’e soruyorlar, “dostluk nedir” diye. Cevap: “Geçenlerde bir arkadaşım elinde bir güğüm yoğurtla geldi. Oturduk, birlikte yedik afiyetle.” Bir sırrı varsa Express’in, en kestirme özeti bu: “Epiküryen dergi” olması. Marx’ın doktora tezinin Epikür –ve Demokritos– üzerine olduğunu hatırlatmadan geçmeyelim…

Konular nasıl seçiliyor? Yazı, söyleşi, haber… Önceliğiniz ne?

Yazı az, Express söyleşi ağırlıklı. Seçilen konunun en iyi ne şekilde işlenebileceğine bakıyoruz, tercihimiz genellikle konunun özneleriyle söyleşi yapmak oluyor. O konu “üzerine” yazmak yerine, onu bizzat yaşayanlara ya da üzerinde çalışanlara anlattırmayı yeğliyoruz. Ve söyleşilerin düz soru-cevap formunun ötesine geçmesine, diyalojik ya da Sokratik olmasına gayret ediyoruz. Sonra da yaptığımız kaydı titizlikle elden geçirerek, kısa metrajlı –bazen uzun da oluyor– bir belgesel gibi kurgulayarak metinleştiriyoruz. Bu aşamada, kılavuzumuz Godard’ın ünlü sözü: “Kurgu, etik bir meseledir.” Çok emek-zaman gerektiren bir süreç. Yani, kayıt cihazını açıp “bize kendinizi anlatır mısınız?” deyip sonra da tape etmek türünden değil.
Yazılmasını tercih ettiğimiz konularda ya kendimiz oturup yazıyoruz ya da “tam onun kalemi” diyebileceğimiz arkadaşlara havale ediyoruz. Onlar da zaten Express’in kriterlerini biliyor, öyle yazıyor. Yazı aramızda gelip gidiyor, demin bahsettiğim editoryal süzgeçten geçiyor.

İster yazı olsun ister söyleşi, ister dışarıdan gelsin ister çekirdek ekipten çıksın, Express’te yayınlanan her metin en az üç elden geçiyor.

O kriterler ne?  

Özetle şöyle: Derdini, muradını olgulara, tanıklıklara, gözlemlere dayanarak, birinci tekil şahıstan mümkün olduğunca kaçınarak, sarih ve mümkün olduğunca da edebi tat veren bir şekilde anlatması, öykülemesi. Yazarın yazı konusunun önüne geçmemesi ve okuyanın metni bitirdiğinde kendisine bir şey katmış olmasını amaçlaması.
İster yazı olsun ister söyleşi, ister dışarıdan gelsin ister çekirdek ekipten çıksın, Express’te yayınlanan her metin en az üç elden geçiyor. Gene de ıskalanan yazım hataları olabiliyor, “sakınılan göze çöp batar” misali. Hata seviyesini –kendimize biraz torpil geçelim– minimumda tuttuğumuz söylenebilir.

Kapak tasarımları kimden çıkıyor?

“Kazan dairesi”nden çıkıyor. Son aşamada top Ender (Ergün) ve Erdir’de (Zat) oluyor. Öncesinde, kapak konusu pişiriliyor, o arada bir kapak cümlesi-başlığı zuhur ediyor, sonra o başlığa eşlik edecek görsel düşünmeye başlıyoruz. Ama hep aynı sırada olmuyor, bazen derginin içeriğine denk düşen bir resim, çizim, fotoğraf çıkageliyor, başlığı o söylüyor. Ortada ne başlığın ne de görselin olduğu kriz anları yok değil, neyse ki seyrek.
Bu bahiste en güzel örnek “AKP’nin resmi” başlıklı kapak. Elimizde bizi eğlendiren bir fotoğraf vardı, Erdoğan’ın sofrası ve yancıları. Ama bir bağlamı yoktu, kenarda duruyordu. Matbaanın tazyik telefonları başlayınca, “hadi şunu koyalım” dedik, o kareyi kapak yaptık. Peki, başlık ne olacak? Yok. Vakit de yok. “AKP’nin resmi” dedik. Hakikaten bizce öyleydi, fotonun aramızdaki kodu da oydu. Ayrıca, sayının içeriğiyle de çelişmiyordu. Öylece, “kurul kararıyla” sınıf geçirdik.
Gene de pek içimize sinmemişti. “Tarihimizin en çirkin kapaklarından birini yaptık” diye hayıflanmıştık. Fakat gel zaman git zaman, en güzel kapaklardan biri oldu, görseldeki çirkinliğe rağmen. Ve giderek güncelleşti, yapıldığı günlere kıyasla çok daha güncel artık.

Dijitale geçseniz dahi hız derdinde değilsiniz. 1+1 Forum’da (birartibir.org) nitelik olarak Express’i yakalayabildiniz mi?

1+1 Forum, hep söylediğimiz üzere, “elektronik Express”. Haliyle Express’ten daha hızlı. Express’in her sayısında ortalama 17-18 yazı ve söyleşi oluyor, 1+1 Forum’un aylık ortalaması 25 civarı. Hız derdimiz var aslında, ama o da Epiküryen ölçüde. 2001’de Express’in yeniden yola çıkışını Bob Dylan’ın Slow Train albümünün kapağıyla duyurmuştuk. “Yavaş şehir”, “yavaş gıda” misali, “yavaş tren” yapıyoruz. Yavaş, ama kalıcı bir gazetecilik. Bir nevi tarihçilik. Bir ara “hem gazete hem kitap” diyorduk… Roll için kullandığımız slogan Express için de geçerli: “Sarardıkça güzelleşen dergi”. 1+1 Forum için henüz o doğrultuda bir slogan bulamadık. O halde “bahisler açılmıştır” diyelim…

Siyaseten en güzel yer kapılmış gibi. Liberal değil, ulusalcı değil, yetmez ama evet’çi değil, “klasik” sol değil… Kimi anarşist tandanslı diyor, kimi de Biko’nun “beyazlık hali” kavramını ortadan kaldıracak içerikle Kürt meselesine temas eden bir dergi diyor. Bu ele avuca gelmeyen profil tercihen mi yakalandı?

Liberal-sol cenah ulusalcı, ulusalcı cenah liberal-sol olarak algılayageldi dergiyi. Ortodoks sol ise sınıf mücadelesini boşlamış bir tür “post-marksizm” olarak gördü. Güzel bir anı: TKP’nin yayın organı Sol, bizim “İşte tarih, işte Salih” başlıklı Marx kapağına, nasıl derler, “eleştiri okları” gönderdi. “Marx üzerine konuşmak Express’e mi kaldı” mealinden. Oklar “zehirli”ydi ayrıca. Soros’tan fon aldığımızı söylüyorlar, “Soros çocuğu” olduğumuzu ima ediyorlardı. Biz de kısa bir cevap yazdık, “Bize istediğiniz gibi küfredin, ama okuyucunuza saygılı olun, onlara yalan söylemeyin” mealinde. Bunun üzerine şu “düzeltme”yi yayınladılar –hikâyenin güzel tarafı bu: “Henüz Soros’tan fon almıyorlar.”
Dönemin ruhunun öbür boyutunu, Orhan Koçak’ın bir özel sohbette yaptığı şu yorum özetliyor: “Derginin sert bir anti-AKP çizgisi var ya, o ‘ulusalcı’ izlenimini doğuruyor.” Fakat asıl –göğsümüzü kabartan bir övgü olduğu için– şu anekdotu nakledeyim. Nurdan Gürbilek’le söyleşi yapmak üzere, kalabalık bir kadro olarak buluştuk, tanıştık. İlk hoşbeşten sonra, şöyle dedi: “Dergiyi yakından izliyorum, örgüt kurun katılayım.” Ve bir kahkaha attı. Seleflerimiz bahsinde Defter’i anmıştık, Defter’in önde gelen isimlerinden birinin, kitaplarını hayranlıkla okuduğumuz bir yazarın, latife olsa da, böyle demesi büyük ödül.
Express’in siyasi çizgisinin en güzel özeti önündeki 1+1 takısı. Roll sonrası çıkardığımız derginin adının Bir+Bir, derneğimizin Bir+Bir Kültür ve Sanat Derneği, sitemizin 1+1 Forum olması boşuna değil. Godard’ın One Plus One (Sympathy for the Devil) filmi üzerine kendisine sorulan “bir artı bir nedir, iki eder mi?” sorusuna verdiği cevaptan geliyor: “Hayır, bir artı bir, bir artı birdir: Komünist tahayyülün sağlamasını anarşist tahayyülle, anarşist tahayyülün sağlamasını komünist tahayyülle yapmaktır.” Bu formülasyonu okuduğumuzda, Molière’in “meğer zaten nesir konuşuyormuşum” diyen kahramanı –Mösyö Jourdain– gibi olduk.

Bizde pratik hep teorinin önünde gidiyor galiba. “Beyazlık hali” meselesine gelince, Biko’dan çok önce, Frantz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri”ne yazdığı önsözde, Sartre o “hal” ile sadece Fransa’yı değil, tüm “beyaz” dünyayı yüzleştirmişti. Express’in en başından beri o “beyazlık hali”nin, nasıl diyelim –“yapı sökümü” en münasibi galiba–, sökümüyle iştigal ettik. “Yapı sökümü” dedim ama, o da Mösyö Jourdain misali. Punk’la ilişkimiz de öyle, Roll’da punk literatürüne daldığımızda, “meğer” dedik, “punk’mışız”. Kılık kıyafet hariç tabii…
Demin Nurdan Gürbilek’i andım, ama asıl kendisiyle ilk Express söyleşisini yapan Nuh Köklü’yü analım. Ekipten değildi ama, hep yakın temastaydık. Birçok güzel hatıramız var. O lanet nefret cinayetiyle bu kadar erken yaşta aramızdan ayrılması kahredici.

Aydın Doğan’ın medya kuruluşlarıyla birlikte Doğan Dağıtım da el değiştirdi, ardından kapatıldı. Artık bütün basılı yayınların dağıtımını Albayrak grubunun Turkuvaz Dağıtım şirketi yapacak. Bu durum sizi nasıl etkileyecek?

Bu çok fena bir durum. Beterin beteri varmış dedirtiyor. Yaysat – Doğan Dağıtım’dan çok çektik. 2014’te, Express’e ara vermeden önce, 5 bin adet dergiye 3500 lira “etiket” parası ödüyorduk. Baskı 5 bini 1 adet geçse etiket parası ikiye katlanıyordu, dergi 10 bin basılmış muamelesi görüyordu. O yüzden 5 binden fazla basamıyorduk. Bu “etiket” parasına ilaveten yüzde 50 civarında komisyon ödüyorduk. 2016’da yeniden yola çıkmamızı Metis’e borçluyuz, onların sayesinde yayınevlerinin dağıtım ağı olan Punto’ya girebildik ve etiket parasından kurtulduk.
Fakat, dağıtımın Punto eliyle yapılmasının şöyle bir negatifi var: Bayilerden çekilmiş olduk, kitabevleriyle sınırlandık. Bu da tabii satışımızı kötü etkiledi, ama Doğan Dağıtım’ın koşullarıyla devam etmemiz mümkün değildi. O koşullar bir yana, beterin beteri varmış, şimdi Turkuvaz’a mahkûm olacaktık. Pekâlâ bizi dağıtmayı reddedebilirlerdi. Şimdi birçok yayın ağır mali şartların yanısıra siyasi baskıyla karşılaşacak. Express olarak Turkuvaz’dan sıyırtmış durumdayız, ama D&R’lardan yakamızı kurtarmış değiliz. El değiştirmeden önce de bizim dergiyi görünmez kılıyorlardı, artık paketini bile açmazlar herhalde.

Döviz krizinin yarattığı maliyet artışı aylık periyoddan mevsimlik periyoda geçmeye mecbur bıraktı. Rasyonel olan sahneden çekilmek aslında, ama ona da gönül razı değil. Ülkenin üstüne çöken bu kâbus sürdükçe sözümüzü söylemeyi sürdürmek zorundayız.

Dağıtım konusu ne zaman açılsa aklıma Memet Fuat’ın ta 1950’lerde ettiği söz geliyor: “Dağıtım sorunu halledilmedikçe bu memleketin kültür hayatının sorunlarının hiçbiri çözülmez.” İnternet bunu aşmada önemli bir imkân, ama maddi getiri sağlamak deveye hendek atlatmak misali. Maddi getiri olmayınca içerik nasıl üretilecek? Bu, küresel sorun. Okur destekli çözümler henüz emekleme safhasında. 1+1 Forum’un encamı biraz daha belli olsun, biz de okur destekli bir model yönünde bir hamle yapacağız. Mevcutta 6 bine yakın izleyici var Twitter’da. Ve tedrici artış trendinde. Belki bu izleyici-okur topluluğuyla, en azından bir kısmıyla, akçeli bir paslaşma yapabiliriz. Kriz şartlarında zor tabii, bakalım…
Express’e dönersek, dağıtım sorunundan faaliyetimizi sürdüremeyecek ölçüde etkilenmedik, ama döviz krizinin yarattığı maliyet artışı aylık periyoddan mevsimlik periyoda geçmeye mecbur bıraktı bizi. Senede dört sayı çıkabileceğiz artık. Rasyonel olan sahneden çekilmek aslında, ama ona da gönül razı değil. Ülkenin üstüne çöken bu kâbus sürdükçe sözümüzü söylemeyi sürdürmek zorundayız.
Bizim Erdir, 2016’da yeniden çıkmaya başladığımızda verdiği mülakatta, “Express zor zamanların dergisidir” demişti, Kültür Servisi o cümleyi başlık yapmıştı. Arthur Miller’ın son dem eserlerinden Mr. Peters’ın Bağlantıları’nda şöyle bir replik var: “Bir söz ağzınızdan çıkana kadar size aittir, ağzınızdan çıktıktan sonra siz ona aitsiniz.” Biz de o cümleye aitiz. Sadece ona değil, 25 yıl önce yola çıkarken ve 25 yıl boyunca söylediğimiz sözlere. Yeri geldi, araya bir Bulutsuzluk Özlemi koyalım: “Sözlerimi geri alamam”…

 

Ekim 2016 sayınızın kapağı “Bütün Mümkünlerin Kıyısında” diyordu. O kıyıdan uzaklaşıldı mı sizce?

Gelinen yer malûm. Ancak, gene de hâlâ bütün mümkünlerin kıyısındayız. Fakat unutmamak lâzım, saat 12:15. Yaz sayımızın (Temmuz-Ağustos 2018) kapağı da buydu: “Saat 12:15”. Yeşiller’in kurucularından Rudolph Bahro’nun şu sözlerinden hareketle: “İki siyaset tarzı vardır. Birincisi saatin 12’ye çeyrek kala olduğu üzerine kurulan siyasettir. Henüz vakit çok geç değildir, kurtarılacak ve korunacak şeyler vardır. İkincisinde, saat 12:15’tir, yani korktuğumuz şey çoktan olmuştur. Engellenmesi gereken bir felaket söz konusu değildir, felaketi yaşamaktasınız.” 24 Haziran’dan beri, 12:15’teyiz. Engelleyemediğimiz heyelanın altındayız. Şimdi kayayı delmek zorundayız. Güz sayımızın kapağı da buydu: “Mücadele Günlüğü: Kayayı Delen İncir”.  Turgut Uyar’ın dizelerinden yaptığımız “remiks”i buraya da koyalım:
“Farkediverdi birdenbire / bu çiçek yarın açacak / koskoca bir tarih olacak / adamlar –Hayri işçiler sözünü bilmiyor daha– / borular çıkardılar yukarı / Hayri ansızın bir yunusu hatırladı / kendi derisi içinde terleyen / kendi derisine dar gelen / gökyüzü dünya ve sokaklar / işte apaçıktı / hazırlandın diyelim bir yolculuğa / ‘bu, yalnızlığa da olabilir’ diyor birisi / dayanıklı mısın bakalım / ‘çocuklardan kalma şeyler bunlar’ / diyor matrağa düşkün biri / ‘nasıl olsa yenilir’ / matrağa alışkınım aslında ama / ille kayayı delen incir, / suları aşan gemi!”
Bütün mümkünlerin kıyısı, 12:15 itibarıyla böyle bir yer. Derimiz içinde iyice terlememiz, o deriyi kendimize iyice dar etmemiz, eskisinden daha zorlu bir yolculuğa hazırlanmamız gerekiyor. Birileri matrak geçse de öyle…

Son söz?

Öncelikle, “şürçü lisan ettiysek affola”… Ve en başından bugüne, Express’e emeği geçenlere ve sadık okurlara bin selam. Son söz şu olsun: 29 Ocak gecesi, Express’in 25. yılına kadeh kaldıralım. Bir kadeh de son birkaç senede çok vakitsiz yitirdiğimiz Express emektarı arkadaşlarımıza, Altay Martı’ya, Derya Sayın’a, Tarık Sipahi’ye…
Ve bir dilek tutalım. Express’in toplam sayısı 300’ü geçtiğinde, 333. sayı güzel final olur diyorduk. 333’e 12 sayı var. Mevsimlik düzende üç yıl demek. 2022’de –bu da güzel rakam– yaşadığımız şu kâbus bitmiş olsun, Express gönül rahatlığıyla, ilk sayısının kapağındaki “aa, uzaydan geldi” ibaresine nazireyle, 333. sayısının kapağına “aa, uzaya gitti” yazabilsin…

^