GEORGI GOSPODINOV İLE DOĞAL ROMAN VE HÜZNÜN FİZİĞİ

Söyleşi: Merve Erol
19 Nisan 2020
SATIRBAŞLARI
Soğuk savaş sonrası modern Bulgar edebiyatının önde gelen, romanları dünya dillerine en çok çevrilen isimlerinden Georgi Gospodinov. Oyunlarının, kısa hikâyelerinin yanında, bugün asıl şöhretini borçlu olduğu iki romanı, “Doğal Roman” (1999) ve “Hüznün Fiziği” (2015) yakın zamanlarda Hasine Şen Karadeniz’in çevirileriyle Metis tarafından Türkçeye de kazandırıldı. 2019 İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali’nin konuğu olan Gospodinov’la kitapları ve temaları arasında gezindik. Express’in 2019 yaz sayısından naklen…
Georgi Gospodinov, İstanbul ziyareti sırasında (Fotoğraf: Seçil Epik)


Hüznün Fiziği
’nde Adorno ve Horkheimer’in bahsi geçiyor, ama kahramanın koleksiyonculuğu, liste yapma tutkusu, küçük objeler biriktirip geleceğe bırakma çabası Walter Benjamin’i hatırlatıyor…

Georgi Gospodinov: Evet, doğru, nesnelere yönelik bu ilgi Benjamin’le yakından ilişkili. Kitapta onu anımsatan bir başka şey de flaneur’lük, şehirde aylak dolaşma hali. Detaylara takıntılı olmak ve objeleri yakından gözlemek aynı zamanda çocuklar için de tipik bir durum. Kitaplarımda her zaman bir çocuğun bakış açısını gözetmişimdir. İki romanımda da bu önemli bir yer kaplıyor. Çocukluk en temel ilham kaynaklarımdan biri. Daha çocukken yazmaya başladım, büyülü bir zamandı. Bunun için birine teşekkür borçlu olsam, bu büyükannem olurdu. Bir de Borges. (gülüyor) Belki bir de Marquez. Sonraları Foucault, Benjamin, Eliot, Salinger gibi pek çok yazarı okudum tabii, ama başlangıçta büyükannemin ve büyükbabamın anlattığı hikâyeler vardı. Bence Bulgaristan’da ve genel olarak Balkanlar’da çok güçlü bir sözlü hikâye aktarma geleneği var. İki romanım da yapıları itibariyle bu gelenekle ilişkili.

Yolculuk yaparken dünyaya hep başkalarının, bu imkânı bulamamış akrabalarımın, tanıdıklarımın gözüyle bakmaya çalışırım. Dünyayı görme ve başka pek çok şeye ulaşma imkânına kavuşamayan benden önceki kuşakla büyük bir özdeşlik kuruyorum. Herkes büyük hikâyeler anlatmayı sever, ama küçük hikâyeler benim için daha ilgi çekici.

Büyükannenizin küçükken size okuduğu İncil’den de etkilenmişsiniz, o da bir hikâye derlemesi sayılabilir.

Evet, tabii. Beni küçükken çok etkileyen bir başka hikâye derlemesi de Şehrazad’ın Binbir Gece Masalları. Özellikle Hüznün Fiziği’nin iskeleti bu hikâyeleme biçimi üzerine çatılı denebilir. Birbirinden farklı hikâyelerden oluşan farklı bölümler var kitapta, ama başıyla sonunu bağlayan bir tema da var. Terkedilmiş bir çocuk, terkedilmiş küçük Minotor kitap boyunca varlığını sürdürüyor. Yarı boğa yarı insan Minotor mitolojide hep bir canavar olarak düşünülür ve bir canavar olduğu için öldürülür, halbuki küçük yaşında bir labirente kapatılan, dünyayı hiç bilmeyen bir çocuktur. Kitaplarımdaki bir başka asli tema da hüznü ve empatiyi anlama çabası.

Game of Thrones’u izlediniz mi?

Hayır, takılamadım ben ona.

Orada da geçmişte yaşananları gören bir çocuk var.

Öyle mi, o da empati kuruyor yani? Blind Vaysha diye bir kısa hikâye yazmıştım, animasyonu da çekildi (Thodore Ushev, 2016) ve Oscar’a aday oldu. Süper gücü olan bir kadının hikâyesi, ama bu gücü taşıması kolay olmuyor, ona hep yük oluyor. Sol gözüyle baktığında geçmişi, sağ gözüyle baktığında geleceği görüyor. Şimdiyi yaşaması için ancak kör olması lâzım.

Benjamin’in tarih meleği gibi: Yüzü geçmişe dönük, ama fırtına onu ileriye itiyor.

Geçmiş de edebiyatımda başta gelen, zihnimi en çok oyalayan temalardan biri. Bence geçmiş, illâ masum bir şey değildir. Geçmiş, kırılgan bir canavar da olabilir.

Sözlü hikâye aktarımı tarih yazmanın önemli biçimlerinden bir tanesi. Resmi tarihin gözüyle yazılmış ilerlemeci mantığı kıran bir tarafı var.

Bir de, gazetelerin birinci sayfalarına hiç konu olmamış insanlar tarafından anlatılırlar. “Tarihi galipler yazar” derler, ama hikâyeleri zayıf ve yenik insanlar anlatırlar. Ben Bulgaristan taşrasında küçük bir kasabada büyüdüm. Merkezden çok uzakta olan o insanların öykülerini, büyükannemin, büyükbabamın, doğdukları yeri hiç terketmemiş insanların hikâyelerini anlatmayı hep önemsedim. Sosyalist rejimde etrafımızda zaten bir duvar örülüydü, Paris’e, Roma’ya veya Londra’ya küçük bir seyahat yapmak gibi bir imkânımız yoktu. Bu durum o küçük kasabada yaşayan insanlara dünyayı icat etme, dünyanın hayalini kurma fırsatını tanıyordu. Büyükannem yurtdışını ziyaret edebilmiş insanları sürekli eve davet ederdi ve onları ağzı açık dinlerdi. Çünkü, inanabiliyor musunuz, dışarıda başka bir dünya var ve acaba orada insanlar neler yapıyorlar? (gülüyor) Dokuz yaşımdayken bu konu hakkında küçük bir yazı yazmıştım. O yazıda, büyüdüğümde büyükannemi Paris’e, Notre Dame’a götüreceğime söz vermiştim. Doğal Roman yabancı dillerde ilk olarak Fransızca basıldı ve beni Paris’e davet ettiler. 33 yaşındaydım henüz, sene 2000. Bu yolculuktan üç ay önce kaybettik büyükannemi. Gidip Notre Dame’ın önünde öylece durdum, içimden “o da şimdi burada olabilirdi” diye geçirdim. Şimdi artık Notre Dame’ın o halini bulmak da pek mümkün değil galiba…

Benim kuşağım için herhalde en önemli onyıldı ‘90’lar. Bunda komünizmin çöküşünün de payı vardı galiba. Sansürlenen bütün filmleri izlemeye, yasaklanan bütün şarkıları dinleyebilmeye başladık. Bizim gecikmiş 68’imiz gibiydi bazı açılardan. Bulgaristan’da biz 68’i kaçırdık. Bulgaristan’ın 68’i nasıl yaşadığı da yazmak istediğim konular arasında. Hiç yaşanmamış şeylerin hayatta ne kadar önemli olduğu yani…

Yolculuk yaparken dünyaya hep başkalarının, bu imkânı bulamamış akrabalarımın, tanıdıklarımın gözüyle bakmaya çalışırım. Belki de bu yüzden yolculuk bende bir takıntı halini aldı. Beni bir yere davet ettikleri zaman “elbette!” diyorum hemen. (gülüyor) Dünyayı görme ve başka pek çok şeye ulaşma imkânına kavuşamayan benden önceki kuşakla büyük bir özdeşlik kuruyorum. Kısa hikâyelerime de taşıdığım bu yaşamlar bana çok ilginç geliyor. Herkes büyük hikâyeler anlatmayı sever, ama küçük hikâyeler benim için daha ilgi çekici.

Yambol’da büyümüşsünüz, öyle mi?

Evet, Bulgaristan’ın güneydoğusunda, Edirne’nin hemen sınırında.

Osmanlı zamanında Türkler oraya Yanbolu dermiş.

Öyle mi? Tevekkeli bizde “nerde Yanbul nerde İstanbul” diye bir deyiş vardır. (gülüyor)

Sınırda olması hasebiyle Yambol’da militer bir hassasiyet var mıydı özellikle Soğuk Savaş döneminde?

Ben de sınırda askerlik yaptım. Sınır bölgelerinde de pek çok hikâye birikir. Tanım gereği merkezden daima uzaktırlar, ama merkezde göremeyeceğiniz insanları orada bulursunuz. Bu insanlar bazen yeri gelir, canavar gibi görülür, aynı Minotor gibi. Ama onları az da olsa tanıdığınız zaman anlarsınız ki, onlar da sizin gibi birileri. Bulgarlarla Türkler arasındaki ilişkide de bu dinamik geçerli. Türk denince gözümüzde çok güçlü stereotipler canlanır, mesela agresiftirler, istilâcıdırlar, bizi beş yüzyıl esaret altında tutmuşlardır… Ama sonra biri Türkiye’ye seyahate gider ve döner, zeytinyağı, helva getirir ve kendinizi şöyle derken bulursunuz: Aa, aynı bizim gibi zevkleri var! Onlar da bizim sevdiğimiz şeyleri seviyorlar! Onlar da işkembe çorbasına bayılıyorlar! Sonra yavaş yavaş farkedersiniz ki, düşünebileceğinizden daha fazla özdeşlik kurmaya başlamışsınız onlarla, özellikle de televizyon dizilerinin etkisiyle. İlk başlarda diyorduk ki, neden bu aptalca şeyleri izleyelim? Sonra annemde değişimi görmeye başladım: “Türklere bayılıyorum, aile içinde ne güzel herkes birbirlerine saygı duyuyor, evleri de aynı bizimkilere benziyor!” Bizim geleneksel evlerimize benziyor gerçekten de Türkiye’deki eski evler. Ve böylece yavaş yavaş, edebiyat, sinema, hikâyeler, başka insanlarla tanışmak zihnimizdeki önyargıları yıkmaya başlıyor. Edebiyatın bilinçli bir şekilde olmasa da buna hizmet ettiğine her zaman inandım. İyi bir hikâye dinlediğiniz zaman o aslında Bulgarlara veya Türklere ait değil, insanlığa aittir. Öte yandan, geleneksel Bulgar edebiyatında çok iyi Türk karakterler de vardır, ki ötekini böyle görmek bizim edebiyatımız için tipik sayılmaz. Örneğin, Yordan Yorkov’un Tekerleklerin Türküsü’ndeki Salih Yaşar karakteri geliyor aklıma, hep sevap işlemek isteyen bir tiptir. Sevap, doğru söylüyorum, değil mi?.. Ayrıca, sınır demişken, edebiyattaki sınırları aşmak da güzel bir duygu. İki romanım da biraz tuhaftır bence ve janrın sınırlarını genellikle ihlal ederler. Doğal Roman dünyaya sineğin gözünden bakmayı düşünür, Hüznün Fiziği Şehrazat anlatısının izini takip eder.

Pablo Picasso, Minotorların Kralı, 1958


Türkiye’de cumhuriyet öncesi tarih anlatısında Bulgar çeteleri ünlüdür, bildiğiniz gibi. Ama Soğuk Savaş’ın ardından Bulgar halkıyla yeniden tanışmak mümkün olunca ve Bulgaristan’daki Türkler gelince, ülkeye de pek çok yeni şey girmiş oldu. Mesela pek çok genç telleri hayli sert, ucuz Bulgar gitarları sayesinde tanıştı müzikle.

Evet, hatırlıyorum onları, çok serttiler gerçekten. (gülüyor)

Bulgaristan’dan plaklar da gelmeye başlamıştı o dönem. Bulgar baskısı Vladimir Visotsky plakları mesela…

Harika! Ben de çocukluğumdan beri çok severim kendisini. Bizim için çok önemli biriydi, çünkü kanundışı sayılabilecek sözleri de vardı. Eş dost içinde ikiye bölünmüştük: Visotsky’ci misin, yoksa Bulat Okujava’cı mı? Ben Visotsky tarafındaydım. (gülüyor) Bir keresinde Sofya’ya da gelmişti…
Türkiye’yle gündelik hayat kültürümüz de benzeşiyor aslında. Orhan Pamuk Sofya’ya gelmişti bir kere, buluşma fırsatımız olmuştu. Sosyalist geçmişimizle ilgilenmeyi seviyorum, yanımda iki kitap götürdüm, biri halktan insanların anılarının toplandığı bir derleme, diğeri de ‘50’lerden ‘70’lere küçük gündelik nesneleri derleyen resimli bir kitap. Kitabı karıştırırken çok heyecanlandı: siyah beyaz televizyonlar, eski radyolar, sigara paketleri, kibrit kutuları… Bir şey görüyor, “aa, ben çocukken de vardı bu” diyordu. Gündelik hayatımızın görsel kültürünün ne kadar benzeştiğini farkettik, aslında yoksulluk ve yoksunluk çeken memleketlerin ortaklaştığı bir durumdu bu.

Türk hüznü çok yakındır Bulgar taga’sına. İngilizceye “sorrow” diye çevirmek iyi olmuyor, sadece üzüntüyle ilgili bir şey değil çünkü. Bir zamanlar sahip olduğunuz, ama artık kaybettiğiniz şeylere duyduğunuz özlem de var içinde. Bulgaristan’da hatta daha da karmaşıktır, hiç sahip olmadığın, ama kaybettiğin şeylere özlem duyarsın.

Masumiyet Müzesi’ni gezebildiniz mi?

Evet, dün gittik. Harika bir fikir doğrusu. Çok beğendim. Benim romanlarım da bir çeşit müze gibidir. Her roman bence öyledir ya, ben bir de romanlarda koleksiyon listeleri hazırlıyorum. Biriktirdiğimiz rastgele şeylerin, boş şişelerin, kullanılmış sigara paketlerinin listeleri… Nedense boş şeyleri biriktirmeyi çok severiz. Bir yerlerden viski şişesi bulmuşsak eskiden, ev yapımı rakıyı onun içine doldurur da içerdik. Ve hep evin en güzel yerinde dururdu, prestij kazandırırdı. (gülüyor) Bu tür küçük nesnelere zaman da mührünü vuruyor ve bir zamanlar yaşanan hayata dair kuvvetli bir intiba bırakıyor.

Lou Reed “Small Town” şarkısında şöyle diyor: “Küçük şehrin tek güzel tarafı vardır, oradan kaçıp gitmen gerektiğini sana öğretir.” Siz de böyle düşünür müydünüz?

Aslında evet. (gülüyor) Büyük edebiyat yapıtlarında da pek çok küçük şehir hikâyesi vardır böyle. Faulkner, Steinbeck… İtalya’da Hüznün Fiziği’nin tanıtımı için toplanmıştık bir keresinde, Sora diye küçük bir kasabada. Vittorio de Sica da orada doğmuş meğer, Roma’ya 350 kilometre uzaklıkta bir yer. Ama en güzel tanıtım buluşmasını da orada yaşadım. Hüznün Fiziği’ndeki bazı cümleleri kalben duyuyordu oradaki insanlar. Sandalyelerini de alıp gelmişlerdi buluştuğumuz geniş alana. Bir hikâye var Hüznün Fiziği’nde, onu daha detaylı anlatmamı istiyorlardı. Kasabanın delisi gibi bir kadın, Juliet, her sinema çıkışında Alain Delon’u bekliyor ve bir gün gelip onu oradan götüreceğinin hayaliyle yaşıyor, ona mektuplar yazıyor. Benim için çok tipik, küçük bir Bulgar kasabasına has bir hikâye. Alain Delon’un hayatında hiç ayak basmayacağı bir yer olduğu aşikâr. (gülüyor) “Bu hikâye niye ilginizi çekiyor” diye sordum oradakilere, “tipik bir Bulgar hikâyesi nihayetinde”. “Hayır” dediler, “tam da Sora’yı anlatıyor bu hikâye. Küçük bir taşra sinemamız var, uzaklarda bir yerdeyiz, bu duygularla yaşandı senelerce”. Doğru galiba, küçük şehirden gelenlerde bir duygu ve zihin ortaklığı olabiliyor. Başka bir hayat temposu, başka türlü bir hayal gücü, çünkü büyük şehri sizin hayal kurarak icat etmeniz gerekiyor.

Theodore Ushev’in Gospodinov’un öyküsünden uyarladığı Blind Vaysha’dan (2016)


Doğal Roman
’da “sadece başlangıçlardan oluşan bir roman” yazma tasarınızdan, başlangıçların ilginçliğinden bahsediyorsunuz. Filmler için de geçerli mi bu? Çünkü en kötüsü de olsa her film ilk on-yirmi dakikada bize bir ortam, birtakım insanlar tanıtır, gerisi filmin kendi meşrebince olay örgüsü…

Ben de romanların ilk 17 sayfasını severim. (gülüyor) Hayat oradadır, o 17 sayfadan sonra büyük travmalar, dramatik dönüşümler icat etmek zorunda kalırsınız. Daha sonra bozmak için önce o sessiz hayata ihtiyacınız vardır. Gerçek hayatta da öyle. Doğal Roman’da en trajik durumun kıyametin gelmesi değil, kıyametin hiç gelmemesi olduğunu yazmıştım. Gündelik hayata sinmiş dramatik durumlar da, arkada bir soundtrack bile çalmadan yavaş yavaş yaşanıp giderler. Boşanırsınız mesela, dünyanın sonunun geleceğini düşünürsünüz, ama o kendi halinde dönüp durmaya devam eder. İnsanlar yiyip içmeyi sürdürür, yaşadığınız travma kimsenin ilgisini çekmez. Doğal Roman’daki boşanan ve hayatında başarısızlığa uğrayan karakter şeylerin başlangıcına ilgi duyuyor. Halbuki Doğal Roman aslında sonların romanıdır. Biz bir şeylerin sonundayken o başlangıca gitmeye ve işlerin nerede bozulduğunu anlamaya çalışır. Benim karakterlerim genellikle böyledir, dönüp geriye bakarlar, belki çocukluklarına, yitip giden o cennete, hayatın bütün romanların başlangıcındaki gibi olduğu, hayatın normal aktığı o yere… Evet, başlangıçları severim. Herkes sever, bir ilişkinin başlangıç safhası herkes için güzeldir.

Yine Lou Reed’den gidelim. Üniversitede hocası da olan 50’ler Amerikan edebiyatının büyük ismi Delmore Schwartz’ın “Sorumluluk Düşlerde Başlar” hikâyesini hep anar. Hikâyede çocuk sinemada film izlemektedir, perdede anne ve babasının gençlikleri vardır, tanışırlar, ilişki gelişir, öpüşeceklerken çocuk “durun, yapmayın” diye bağırarak ayağa fırlar.

(gülüyor) Şahane, bir kenara not alayım… İtiraf edeyim ki Doğal Roman’ı yazarken ben de bir filmden, Tarantino’nun Reservoir Dogs’undan, suçun öncesi ve sonrasının sahnelenişinden ilham aldım. Tim Roth’tu köstebek olan, değil mi? Hazırlıkları yaparken onları çalıştıran adam “hikâyenin her detayını bilmelisiniz” der, “tuvaletin her şeyini aklınıza yazmalısınız mesela, sabun nerde duruyordu, havlu nerde katlıydı, duvarların rengi, koku, her şey…” Çok severim o filmi.

İnsan-merkezcilik için üretilmiş en iyi fikir denemez herhalde. “Hüznün Fiziği”nde insanlar bir dakikalığına sussa diyorum, susup sadece diğer canlıların seslerini dinlese… İnsan aslında dünyanın geç bir evresinde ortaya çıktı. Sinekler, köpekler, dinozorlar, kuşlar ve balıklar bizden önce buradaydılar. Belki de asıl ev sahibi onlardır, biz sadece onların misafirleriyizdir.

Doğal Roman’daki 90’lar bahsi Aki Kaurismäki’nin bir sözünü hatırlatıyor: “90’larda bir süre serserilik yapıp sonra iyi bir işe girebilirdiniz, bu artık mümkün değil.”

Ben ‘90’lar adamıyım galiba. Kitapta “90’lar nasıl biter” diye soruluyor, korku filmi mi, yoksa bir pembe dizi gibi mi? Benim kuşağım için herhalde en önemli onyıldı ‘90’lar. Bunda komünizmin çöküşünün de payı vardı galiba. Konuştuğumuz bu yazarları doğru dürüst o dönemde okuyabilmeye başladık. Sansürlenen bütün filmleri izlemeye, yasaklanan bütün şarkıları dinleyebilmeye başladık. Bizim gecikmiş 68’imiz gibiydi bazı açılardan. 1968’in benim için ayrı bir önemi var, o yıl doğdum. İnanıyorum ki, yazmıştım da bunu, insan doğduğu yıla çakılı kalır. Yani 1968’de doğmuşsan, bu tarih bir şekilde senin geleceğini belirleyecektir. (gülüyor) Bulgaristan’da biz 68’i kaçırdık. Ebeveynlerimin kuşağında bu durumun, 68’i suskun geçirmiş olmanın gizli kalmış bir travma olarak yaşandığını sanıyorum.

Çekoslovakyalılar 68’i suskun geçirmedi, ama Prag Baharı’nın sonu da iyi olmadı.

Ama direndiler! Onlar bizim için efsaneydiler. Bulgaristan’ın 68’i nasıl yaşadığı da yazmak istediğim konular arasında. Hiç yaşanmamış şeylerin hayatta ne kadar önemli olduğu yani…

‘90’lar aynı zamanda neoliberalizmin hegemonyasını geliştirdiği yıllar. Bugünden bakınca Bulgaristan’da sosyalizme bir özlem var mı?

Daha ziyade nostalji hissi var. Bir açıdan daha güvenli bir hayat sürüyordu insanlar, ama madalyonun başka bir yüzü daha var. Diğer yüzünde çalışma kampları ve hapishaneler yatıyor. O zaman da oligarklar vardı, ama onları görmezdik bile. Parti bürokratları, politbüro üyeleri bambaşka bir hayat sürüyordu. Öte yandan, güvenceli iş, iyi bir eğitim, bugüne göre çok daha iyi işleyen eşit sağlık hizmeti de söz konusuydu. Bu farklı yüzlerin bir aradalığıyla rejimin uzun sürmesi de beklenemezdi. Ödediğimiz bir bedeli de oldu tabii bu değişimin. ‘80’lerin Bulgaristan’ı ekonomik olarak yozlaşmış bir yerdi. Ama bence ‘90’lar da şimdikinden çok daha iyiydi. Umutlar bugüne göre daha diriydi.


Express’in bu sayısında (sayı 169) 
söyleştiğimiz Yugoslav futbolcu Cevad Prekazi Tito’ya hâlâ büyük bir özlem duyuyor. Eğitim, iş ve sağlık güvencesinin, herkesin spor yapabilmesinin yanında Tito deyince bir “halkların kardeşliği” özlemi de oluşuyor tabii…

Evet, Yugo-nostalji’nin spesifik bir biçimi olarak. Sporda başarılı olmak başka ülkelere gidebilmenin de başlıca yollarından biriydi elbette. Ama Bulgaristan’la, Romanya’yla kıyaslayınca Yugo-komünizm çok farklıydı zaten. Onlar dünyaya açıktı, yurtdışına gidebiliyorlardı, dışarıdan plak ve kitap getirebiliyorlardı, konser izleyebiliyorlardı. Macaristan’ın rock grupları çok iyiydi bu arada. Bald Dog (Kopaszkutya, György Szomjas, 1981) diye bir film vardı, underground bir Macar rock grubu otobüsle turnede, saçlar uzun, aynı ‘70’ler Amerika’sı gibi, ama ‘80’ler Macaristan’ı. Bizim de vardı iyi gruplarımız, Shturcite ve Signal mesela. Tam bir özgürlük içinde değillerdi tabii, ama kendi yollarını çizmeye çalışıyorlardı. Kimi gruplar Beatles’ı taklit ederdi. ‘80’lerin sonunda punk, new age, heavy metal gibi türlerle tanışabildik.

Alan Weisman Bizsiz Dünya adlı çok satan kitabında insanlar yeryüzünden bir anda yok olsa dünyanın ne tür bir yere dönüşebileceğini sorguluyor. Pek aklımıza gelmiyor, ama dünya ve doğa insan olmadan da varlığını pekâlâ sürdürebilir…

Bir grafik roman yazmıştık 2010’da, dünyayı bir sineğin gözünden anlatıyordu. İnsanlığın kültür tarihi, empresyonizm, eski abideler, 20. yüzyılın ideolojileri, böyle bir sürü şey acaba nasıl olurdu, dünyanın merkezinde insan değil de eğer sinek olsaydı? Bir de, yazdıklarımdan hareketle kolektif bir film çekildi geçen sene, adı 8 Dakika ve 19 Saniye. 8 dakika ve 19 saniyede ne olduğunu biliyor musunuz? Işık güneşten dünyaya bu sürede düşer. Bir gün güneş ışık vermeyi bir anda kesiverir, elinizde ancak 8 dakika ve 19 saniyelik bir zaman kalmıştır, bir tür bonus track gibi. (gülüyor) Hep yapmayı istediğimiz, ama hiç yapamadığımız şeyleri yapmak için kalan süredir bu, tabii iyimser bir bakış açısıyla. Kıyamete yönelik distopyalar kısa hikâyelerimde önemli yer kaplar. Fakat kıyametin kişisel bir mesele olduğunu düşünmeyi sürdürüyorum hâlâ. Yazdığım bir oyunun adı Kıyamet Akşam 6’da Gelir. Yani her akşam gelir. (gülüyor) Öyle ki, onsuz yaşayamayız, herkes ancak kendi kıyametlerinden kurtularak hayatını sürdürebilir. Aslında bu, toplum olma duygusunu yitirmeye başladığımızı söylemenin bir başka biçimi. Çünkü İncil’deki Apocalypse veya Kuran’daki Kıyamet herkes için, bütün insanlar içindir. Böylesi basittir aslında, hiç kimse veya hiçbir şey bundan münezzeh değildir. Bir nevi komünizm gibidir. (gülüyor) Ama eğer kıyamet gayet şahsi bir mesele olursa olaylar daha zorlaşabilir. Kendi kıyametinizde yapayalnız kaldığınızı düşünsenize. O esnada fonda bir soundtrack çalmayacaktır üstelik. (gülüyor)

Bugün birçok biliminsanı Antroposen Çağ diye yepyeni bir evreye girdiğimizi, insanın artık yerkürenin kaderini doğrudan etkileyebilecek jeolojik bir güç haline geldiğini, bugüne kadar yapılageldiği gibi beşeri tarihle doğa bilimlerini ayrı düşünmenin anlamsızlığını savunuyor.

Bunlar benim de yazdıklarımda üzerine düşündüğüm şeyler. İnsan-merkezcilik için üretilmiş en iyi fikir denemez herhalde. Hüznün Fiziği’nde insanlar bir dakikalığına sussa diyorum ben de, susup sadece diğer canlıların seslerini dinlese… İnsan aslında dünyanın geç bir evresinde ortaya çıktı. Sinekler, köpekler, dinozorlar, kuşlar ve balıklar bizden önce buradaydılar. Belki de asıl ev sahibi onlardır, biz sadece onların misafirleriyizdir. (gülüyor) Darwin’in şu sözünü çok severim: “Hayvanlar bizim dert ortaklarımızdır.” Dert ve acı herkesi eşitler.

Milan Kundera Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nda başka dillere çevrilemeyeceğini söylediği bir duygu durumundan, litost’tan bahsediyor. Siz de Hüznün Fiziği’nde bu duygunun benzer hallerini anlatıyorsunuz: Bulgar taga’sı, Türk hüznü…

Evet, hüznü Türkçedeki gibi kullandım, çünkü çok yakındır taga’ya. Ya da Portekizlilerin saudade’sine. İngilizceye “sorrow” diye çevirmek iyi olmuyor, sadece üzüntüyle ilgili bir şey değil çünkü. Bir zamanlar sahip olduğunuz, ama artık kaybettiğiniz şeylere duyduğunuz özlem de var mesela içinde. Bulgaristan’da hatta daha da karmaşıktır, hiç sahip olmadığın, ama yine de kaybettiğin şeylere özlem duyarsın. (gülüyor) Bulgaristan’da taga aslında sevilesi bir duygudur, hafifletici olabilir, özlem kadar hayal kurmakla da ilişkilidir. Sadece depresyona sokan, gamlı kasavetli bir şey değildir. Çehov’un Üç Kızkardeş’indeki gibi. Hani hep Moskova’nın hayalini kurarlar, dillerinden düşmez Moskova, ama bir türlü gidemezler…

Express, sayı 169, Haziran-Ağustos 2019

OKUMA PARÇALARI

SARI DENİZALTI

1968’de kaydedilen “Yellow Submarine” şarkısını birçok kez dikkatlice dinlediğinizde, şifreli bir devrim çağrısını, Beatles’ın Bulgar gençliğine kriptolu bir mesajını keşfedebilirsiniz. Parçanın ortasında (başladıktan tam 1 dakika 35 saniye sonra) fon gürültüsünde net bir şekilde “pusni mi verigata”, yani “zincirlerimi bırak” ifadesinin, vurgu “u”ya düşecek şekilde, çok hızlı ve temiz bir Bulgarcayla telaffuz edildiği duyuluyor. İşte böyle: pusnimiverigata. Bunu maalesef çok geç, 80’lerin ortalarına doğru, her şey artık kaybedildiğinde deşifre ettik.
We all live in a… tam-ta-dam-ta daam… tam-ta-dam-ta daam… tam-ta-dam-ta daam…
We all live in a… tam-ta-dam-ta daam… tam-ta-dam-ta daam… tam-ta-dam-ta daam…
Oysa Sarı Ev’in yanından Sarı Denizaltı’nın filan geçtiği yoktu. (Hüznün Fiziği’nden)


BABA, MİNOTOR NEDİR?

Şu bodrumlarda Minotorlar gibi itişip kakışıyoruz, barınma fonlarının da, listelerinin de… içine edeyim. Babam, aynen sigaradan vazgeçme denemeleri gibi, benim ve annemin önünde küfretmemek için kahramanca çabalıyordu. Tüm kaçırılan sigaraları içerek ve edilmeyen küfürleri ederek gizlice telafi ettiğinden emindim. Babamın “Raketa” elektrik süpürgesinin hortumuna takılmasını takip eden repliği benim için önemli sonuçlar doğuracaktı. “İçine etmenin” ve “barınma fonunun” ne olduğunu biliyordum, aynı şekilde “fazlasıyla muhtaç”, “Pershing” vs. hakkında da bir şeyler biliyordum, ama Minotor’un ne olduğunu bilmiyordum. İyilerden (bizimkilerden) mi, yoksa kötülerden mi olduğunu da bilmiyordum. O zamanlar her şeyi bu iki kategoriye ayırıyordum. Şaşkınlık içinde yetişkinlerin de aynısını yaptığını öğrendim. Dünya ikiye bölünmüştü –iyiler ve kötüler, bizimkiler ve yabancılar. Biz, iyi bir rastlantı sonucu bizimkilerin, dolayısıyla iyilerin yanına düşmüştük. Aslında babamın akşamları haberlerden sonra, “Yeter ya, bodrumda yaşamamın ve kavanoz kapağı bulunmamasının suçlusu neden şu gerizekâlı Jimmy Carter olsun ki?” dediğini duyduğum zamanlar oldu. Daima daha mantıklo olan annem ona susması için fısıldıyordu. Bir ev ötede oturan mahalle sorumlusunun önünde bunu ağzımdan kaçıracağımdan mı korkuyorlardı acaba? Jimmy Carter’ı ise karikatürlerde kocaman dişler, başına geçirilen yıldızlı silindir ve ağzına puro yerine tıkıştırılan kanatlı roketle gerçekten gerizekâlı gibi çiziyorlardı.
Yine farklı koridorlara girdim, geriye döndüğümde kafam karışıyor. Geçmiş zamanı şimdiki zamandan ayıran temel bir unsur var –asla tek bir yönde akmıyor. Nereden hareket etmiştim? İyi ki not ediyorum, yoksa ipin ucunu asla bulamayacaktım…
Şu bodrumlarda Minotorlar gibi itişip kakışıyoruz… Replik buydu… ve o zamanlar daha oluşturmadığım, epifaniler ve kural olarak en bekklenmeyen, hatta uygunsuz anlarda gelen aydınlanmalar kataloğuma hemen girdi. Babam elektrik süpürgesinin hortumuna onu görmediği için takılmıştı, çünkü içerisi dardı, yerin altında yaşıyorduk, karanlık bir öğle sonrasıydı, pencere alçaktı ve güneş aşağı inmeyi başaramıyordu.
Baba, Minotor nedir, diye sordum. Babam duymazlıktan geldi. Baba, Minotor bizimkilerden mi? Bu soru onu ilaveten öfkelendirdi. Ertesi gün bir yerlerden bana eski Yunan mitlerinin eski bir tam basımını getirdi. Bu kitaptan bir daha asla ayrılmadım. Minotor’a o zaman girdim ve oradan çıktığımı hiç hatırlamıyorum. O bendim. Ebeveynleri soylu mevkilerde çalışırken veya boğalarla yatarken uzun gün ve geceleri sarayın zemin katında geçiren bir çocuk.
Kitaba göre o bir canavar, olsun. Ben onun içindeydim ve tüm öyküyü biliyorum. Orada büyük bir hata ve iftira, olağanüstü bir haksızlık var. Ben Minotor’um ve kana susamış biri değilim, yedişer delikanlı ve bakire yemek istemiyorum, neden kilitli olduğumu bilmiyorum, suçsuzum, Karanlıktan da it gibi korkuyorum.
(Hüznün Fiziği’nden)

^