Başlangıç noktasında dört adım, dört talep… Bu iç içe geçmiş dörtlüyle birlikte, örgütlenme ekolojisinin dört unsuru, dört işlevi… Ve dört örnek vaka, dört model: Şili’de Cybersyn Projesi, İngiltere’de Lucas Planı, ABD’de Kara Panterler’in stratejileri ve uluslar-üstü, kıtalararası Sınırları Kaldır hareketleri… Bütün bunlar bir araya geldiğinde, ortaya nasıl bir resim çıkıyor? Evet, “büyük resim”e bakalım: Söylem Penceresi’nden ve “hemen şimdi”cilik ile “yerel”ciliğin ötesine geçen uzun vadeli stratejiler perspektifiyle. Hızlandırma Manifestosu’nun ve Geleceği İcat Etmek adlı kitapların eşyazarı Nick Srnicek’e bağlanıyoruz. Express 154’ten naklen.
Alex Williams’la yazdığınız Geleceği İcat Etmek’te, post-kapitalist topluma geçiş için dört talep öneriyorsunuz: Tam otomasyon, evrensel temel gelir, haftalık çalışma saatinin azaltılması ve çalışmaya bakışımızı değiştirecek kültürel bir devrim. Bu dört ayaklı strateji nasıl bir bütün oluşturuyor?
Nick Srnicek: Öncelikle bu dört temel talebin tek başına bizi post-kapitalist topluma götürmek için yeterli olduğunu düşünmüyorum. Bunlar sadece temel başlangıç noktaları. Kapitalizm bazı alanlarda otomasyon konusunda sınırlı bir yönelime sahip. Zira kapitalist mantık ucuz emeği pahalı makinalara yeğleyebiliyor. Yine de çeşitli araştırmalar önümüzdeki yirmi yılda işlerin yüzde 47 ila yüzde 80’inin otomasyonla gerçekleştirileceğini gösteriyor.[1] Burada kısmen klasik Marksist bir ilkeden, kapitalistlerin üretici güçleri komünizmi mümkün kılacak seviyeye kadar geliştirmesi eğiliminden yola çıkıyoruz. Bu eğilimi kapitalizmi aşmak ve emekçileri bir sürü berbat, angarya işten kurtarmak için bir fırsat olarak kullanabiliriz. Yani “elimizden geldiğince otomasyona gitmeliyiz” önerisini bir kenara yazalım. İkinci talep evrensel temel gelir (ETG), devletlerin insanlara hayatta kalabilecekleri miktarda bir parayı, herhangi bir koşula bağlı olmaksızın her ay ödemesi. Zira kapitalizmin güncel eğilimleri ve bugünkü otomasyon ivmesi devam ederse, gelecekte insanların çalışabilecekleri kadar istihdam yaratmak imkânsızlaşacak ve yüksek işsizlik kronikleşecek. Kapitalizmin altın çağında hükümetler tam istihdam politikalarını bir sorumluluk olarak kabul ediyor, aile babalarının iş bulmasını garanti altına alıyordu. Şimdi ise ekonomiyi bu klasik Keynesçi yöntemle teşvik etmek yerine, devlet borçlarının kontrolüne dayalı bir siyaset güdülüyor. ETG insanlara, iş bulamasalar da hayatlarını idame etme olanağı sağlayacak. Elbette ETG sadece hayatta kalmakla ilgili değil. Yoksulluğu azaltırken toplumsal geliri yeniden düzenliyor. İşçilerin mecbur bırakıldığı işleri reddedip gerçekten ilgilendikleri, potansiyellerini sergileyebilecekleri işleri seçmelerine imkân sağlıyor. Öte yandan işçiler kolektif düzeyde de güçleniyor. ETG ile çok daha uzun süre greve çıkılabilir, örgütlenmeler dallanıp budaklanıp işverenler açısından korkutucu hale gelebilir. Üçüncü talep haftalık çalışma süresinin azaltılması…
“Elimizden geldiğince otomasyona gitmeliyiz” önerisini benimseyelim. İkinci talep evrensel temel gelir. Üçüncüsü, haftalık çalışma süresinin azaltılması. Dördüncüsü, çalışmayı yüceltmekten vazgeçelim. Bu dört talep birlikte karşılık bulursa hemen post-kapitalist bir topluma geçilmese de ücretli emek zorbalığından kurtulabiliriz.
Önerim ilk aşamada cumanın da haftasonu tatiline dahil edilmesi. Sonuçta haftasonu tatilinin 1970’lere kadar süren uzun mücadelelerle kazanılmış bir hak olduğunu unutmamalı. Şu anda haftada 50-60 saat çalışmak zorunda kalan büyük bir kitlenin yanında haftada 10-15 saatlik iş bulabilen, ancak daha fazla çalışmak isteyen bir kitle de mevcut. Çalışma saatlerinin azaltılmasıyla bu durum dengelenebilir, işler emekçiler arasında daha adil pay edilebilir. 1930’larda Büyük Buhran sırasında haftalık çalışma saati sadece beş yıl içinde 18 saat azalmış, 35’e inmişti.[2] Küresel ısınmanın etkilerini azaltmak için de çalışmayı nasıl azaltacağımızı ciddiyetle ele almak zorundayız. Haftalık işgününün dörde indirilmesi, ulaşımın, fabrika ve işyerlerindeki enerji tüketiminin büyük oranda azalması demek. İnsanlara bu üç talebi anlattığınızda çok hoşlarına gitse de yadırgıyorlar. Çünkü çalışma etiği kimliğimize fazlaca içkin halde. İnsanlar yeni biriyle tanıştıklarında karşısındakine önce işini soruyor. Kimse diğerinin gerçekte neden hoşlandığıyla, ne yapmak istediğiyle ilgilenmiyor. Bu kısıtlı değer sisteminin yarattığı kimliği aşmamız gerekiyor. Bu da dördüncü talebimiz: çalışmayı yüceltmekten vazgeçelim. Bu dört talep birlikte karşılık bulursa hemen post-kapitalist bir topluma geçilmese de, en azından ücretli emek zorbalığından kurtulabiliriz. İnsanların emek piyasasına mecbur bırakılmadığı bir durum yaratırsak kapitalizmin sona ereceğini söyleyemeyiz. Kâr amacı güden şirketler, aralarındaki rekabet ve zorbalık mertebesinde olmasa da ücretli emek var olacak. Ancak mücadelede elimizin çok güçleneceği de aşikâr. Böylece “bundan sonra nereye gideceğiz” sorusuna daha rahat cevap arayabiliriz.
Çalışma saatlerinin azaltılması, ETG ya da otomasyon tek tek ele alındığında bazı liberaller arasında da taraftar buluyor. Sizin savunduğunuz çerçevenin farkını açar mısınız?
Yeteri seviyede bir politika öneriniz ya da talebiniz varsa, bunu hayata geçirmek için birçok yöntem olabilir. Sol siyaset açısından ETG’nin nasıl hayata geçeceğinin çerçevesini çizmemiz lâzım. İlki, adı üstünde, evrensel olmalı. İkincisi, koşulsuz ödenmeli. Lüks bir hayat sağlamasa da, insanların emek piyasasının basıncına maruz kalmadan hayatlarını idame ettirebilecekleri bir seviyede olmalı. Ve işin püf noktası, ETG sosyal hakları piyasa namına ikâme etmek için kullanılmamalı. Sağlık, eğitim, barınma gibi temel haklar muhafaza edilirken hayata geçirilmeli. Yoksa devasa bir kamu bütçesi özel şirketlere aktarılmış olur. ETG’nin en zor kısmı, tam da onun evrenselliğini, yani tüm gezegendeki eşitliğini savunmak. Şu anda evrensel emeklilik ya da sağlık hakkına daha az kuşkuyla yaklaşılıyor. Sınırları Kaldır (Open Borders) [3] hareketleri ile ETG arasında bir tür gerilim konusu. Örneğin, ikisinin sadece belli bir coğrafyada gerçekleştiğini ve buna ulaşmak isteyen yığınların göç ettiğini düşünün. Bununla nasıl başa çıkabiliriz? Yapabileceğimiz, sınırların kaldırılması için mücadeleye devam ederken, ETG’nin sadece zengin ülkelerde değil, gelir düzeyi düşük ülkelerde de hayata geçirilmesi için çabalamak.
Derin krize rağmen sol neden kurucu bir hamle yapamıyor? Cevap folk siyaseti, ya da başka bir deyişle “hemen şimdi”cilik. İnsanları bedenen bir araya getirince taleplerimize ve politikalarımıza şekil verebileceğimize dair naif inanç.
Hindistan ve Kenya’nın belli bölgelerinde temel gelir fikri belli ölçüde başarıyla uygulanıyor. Nüfusun belli bir yerde öbeklenmesinin önüne geçmenin yolu diğer coğrafyalarda da kalkınmanın desteklenmesi, savaşların sona erdirilmesi, mülteciler için yaşam alanları yaratılması ve yüksek gelir düzeyine sahip olmayan ülkelerde de yaşam niteliğinin iyileştirilmesinden geçiyor. Bu yüzden cevabı hiç de kolay olmayan “Sınırları Kaldır ve ETG’nin nasıl beraberce savunulabileceği” sorusu üzerine kafa yormalıyız. Refah ve gelir düzeyi coğrafyadan coğrafyaya değişkenlik gösterdiği için ETG’nin başlangıçtaki uygulamasında belli bir ölçüde yerelleşme öngörülebilir. İngiltere’de örneğin. Londra Avrupa’nın en zengin bölgelerinden biriyken, ülkenin başka kısımları listenin sonlarında yer alıyor. Yani, aynı ülke bağlamında bile belli bir yerelleşmeyi göz önünde bulundurmak zorundayız.
Son dönem sol kalkışmaları folk siyaseti diye adlandırıyor ve sınırlarına dikkat çekiyorsunuz. Özellikle devlet mekanizmalarını ya da başat kurumları ele geçirmek yerine, otonom topluluklar kurmaya yönelen eğilimi yataycılık diye adlandırıp dört özelliğini sıralıyorsunuz: Her türlü tahakkümün reddi, doğrudan demokrasi ve fikir birliğine sadakat, geleceğe örnek olan siyaset biçimlerine bağlılık ve doğrudan eylemi şiar edinmek. Bu türden bir siyasetin sınırları, açmazları neler?
Alex (Williams) folk siyasetini güzel tanımlıyor: Son otuz senede bazı sol aktivistler ve kuramcılar arasında hüküm süren, aklıselimin ne olduğuna dair müşterek varsayımlar. “Sol niye yenildi?” sorusuna verilen klasik cevap, sağcıların devlet şiddetiyle ve saldırılarla sol örgütlere galip gelmesi. Bu, elbette bir ölçüde doğru. Ancak, kapitalizmin tarihindeki en büyük krize rağmen, solun stratejik örgütlenmesi, daha doğrusu stratejik düşünce yoksunluğu da mühim bir sorun. Bu derin krize rağmen sol neden kurucu bir hamle yapamıyor? Bizce cevap folk siyaseti, ya da başka bir deyişle “hemen şimdi”cilik. Bu siyaset karşımızdaki devasa sorunlara hemen şimdi, doğrudan bir seviyede cevap vermemiz, her türlü dolayımlamadan sakınmamız gerektiğini öne sürüyor. Bundan kasıt mesela Occupy Wall Street hareketindeki meclislerde karar verme mekanizmaları. İnsanları bedenen bir araya getirince dolayımsız bir şekilde taleplerimize ve politikalarımıza şekil verebileceğimize dair naif inanç.
Aynı durum yerelcilik için de geçerli. Kapitalist yayılmaya, küresel ticarete karşı yerel para birimleri, yerel yiyecek üretimi ve topyekûn yerelleşmeyle verilecek bir cevabın sistemi yıkacağına duyulan inanç. Jodi Dean durumu iyi özetliyor: “Senin tavuk beslemen Goldman Sachs’ın umurunda değil.” Elbette yerelleşmekte sakınca yok. Bir yere kadar faydalı da. Ancak yerelleşmenin faydasıyla bunun küresel kapitalizmi yıkacağını söylemek arasında dağlar kadar fark var. Siyaset tamamıyla ölçekle ilgili. Ölçeğin meclisleri yaygınlaştırmak açısından mekânsal bir veçhesi var. Öte yandan zamansal bir veçhe de mevcut. Tüm bu “kendiliğindenlik, doğrudanlık, gönüllülük” söylemlerine odaklanmanın ötesinde, uzun vadede nasıl bir strateji tahayyül etmeliyiz? Sadece birkaç yıl değil, onlarca yıl için nasıl bir öngörümüz olmalı? Kitapta öne sürdüğümüz talepler buna yönelik seçeneklerden bazıları.
Yerelliğe vurgu yapan çeşitli ayaklanmalar arasında sizin taleplerinize olan mesafeleri açısından farklar yok mu? Occupy Wall Street halkla ilişkiler çabası gibiydi. Ama İspanya’da milyonları sokağa döken Öfkeliler evrensel barınma hakkını savunan PAH (İpotekli Aileler Platformu) gibi örgütleri büyüttü. EN Comu Barcelona (Müşterek Barcelona) platformu belediye yönetimini kazandı. Şimdi yatay ve dikey örgütlenmeyi harmanladıkları kooperatif merkezleri kuruyorlar.
Eleştirilerimizin tüm hareket ve coğrafyalara eş düzeyde uygulanamayacağı konusunda hemfikirim. Katalunya gibi örnekler Occupy Wall Street’e kıyasla çok büyük bir derinliğe sahip. Bizim eleştirimizin ana hedefi krizden sonraki ilk büyük eylemlilik olması açısından Occupy hareketinin temsil ettiği noktalardı. Occupy meclisinin bildirisi Barcelona’daki gibi çok katmanlı bir yapılanmayı umursamadıklarını teyit etti. Ancak, tüm yataycı fikirlerin daha geniş bir örgütlenme eko-sisteminde nasıl bir araya getirileceği, uzun vadeli bir strateji içinde nasıl yer alacağı sorusu baki. Barcelona’da her seviyede harika gelişmelerin olması sahip oldukları yataycılık geleneğini bir başka gelenekle, sosyalist belediyecilikle harmanlamakta gösterdikleri başarıdan kaynaklanıyor. Bu, tam da folk siyasetinden uzaklaşmak anlamına geliyor.
“Senin tavuk beslemen Goldman Sachs’ın umurunda değil.” Elbette yerelleşmek faydalı. Ancak yerelleşmenin faydasıyla bunun küresel kapitalizmi yıkacağını söylemek arasında dağlar kadar fark var. Uzun vadede nasıl bir strateji tahayyül etmeliyiz? Nasıl bir öngörümüz olmalı?
Batıda genel eğilim olan seçim siyasetini reddetmektense, dallanıp budaklanması gereken çok katmanlı bir stratejinin parçası olarak düşünmek önemli. Yine de, doğru istikamette yol alsalar da, bu olumlu örneklerin sınırlarıyla yüzleşmeleri gerekecek. Örgütlenme ekolojisi için dört farklı işlevi göz önünde bulundurmalıyız. İlki, sekteye uğratmak: protestolar, gösteriler ve grevlerle. İkincisi idame: Gündelik hayatta kendimizi kısmen kapitalist sitemin dışında konumlayabileceğimiz yapıları kurmak. Bu da kitapta folk siyaseti çerçevesinde sıraladığımız hareketleri içeriyor. Ancak bunları daha geniş bir stratejiye yerleştirdiğimizde folk siyaseti olmaktan çıkıyorlar. Bu da üçüncü işlevi, yani yer değiştirmeleri oluşturmayı öngörüyor. Bunun en nadide örneklerinden biri devrimi öngören hayatta kalma stratejileri kullanan Kara Panterler’di. Kahvaltı kulüpleri, halk dispanserleri, ücretsiz ulaşım servislerinin hepsi yerel, gündelik hayata dair ihtiyaçlarla ilgiliydi. Çok daha büyük bir toplumsal dönüşüm çerçevesinde gerçekleştiriliyordu. Occupy Wall Street’teki hakim eğilimde ise eylemin hikmeti kendinden menkuldü. Örgütlenmenin dördüncü işlevi hafifletme: Hukuki kanalları, seçim sistemini bize reva görülen eziyetleri bir nebze hafifletmek için kullanmak. Bu dört işlevi beraber yerine getirebilirsek folk siyasetinden çıkış yollarını bulabiliriz.
Arjantin’deki fabrika işgal hareketinin yataycı niteliğinin sınırlarına işaret ederken iki eleştiride bulunuyorsunuz: Hareketin sınırlı niceliği; milyonlarca işçi içinde birkaç on bin emekçiye istihdam sağlaması ve kapitalizme içgüveysi haline gelme ihtimali. Öte yandan, hareket niceliğini artırmaya, fabrikalar arası ağlarla alternatif pazarlar kurmaya başladı, Mondragon gibi yerleşik kooperatif örgütleriyle uluslararası ilişkiler geliştiriyor. Sizce Arjantin örneği yataycılığı niye aşamıyor?
Arjantin işgal fabrikalarına eleştirimiz, daha çok yataycı diye adlandırdığımız sol örgütlerin onları baştacı etmesinden ve model olarak tasvir etmesinden kaynaklanıyor. Bu örneklerle ilgili sorunları dile getirerek, işçi özyönetimindeki işletmelerin de kimi zaman baskıcı, aşırı kâr odaklı, çevreye zararlı olabileceğini tespit etmek gerekiyor. Arjantin örneğine biraz fazla yüklenmiş olabiliriz; öte yandan, son krizle beraber işgal fabrikalarının sayısı ve direnci artsa da ekonominin çok küçük bir parçasını oluşturuyorlar. İngiltere’de işçiler fabrika işgaline kalkışsa, elbette tam destek vermek gerekir. Ancak yirmi senelik işgal hareketinin hepi topu yirmi bin kişiye ulaştığını, bu tür mücadeleleri nihai hedef görüp göklere çıkarmanın fayda etmediğini teslim etmek lâzım. Hayata geçirdikleri kadar geçirmediklerinin de muhasebesini yapmak yükümlülüğündeyiz.
Örgütlenme ekolojisi için dört işlevi göz önünde bulundurmalıyız. İlki, sekteye uğratmak: Gösteriler ve grevler. İkincisi, idame: Kendimizi kapitalist sitemin dışında konumlayabileceğimiz yapılar. Üçüncüsü, yer değiştirmeleri oluşturmak. Dördüncüsü, hafifletme: Hukuku, seçim sistemini eziyetleri bir nebze hafifletmek için kullanmak.
Geleceği İcat Etmek’teki etik tüketim ve “yavaş gıda” (slow food) hareketine eleştirinizi açar mısınız?
Etik tüketim en fazla şirketlerin emek ve doğaya davranış tarzını cüzi oranda değiştirebilir, insan yüzlü bir sermaye yaratabilir. Bu da tamamıyla yanlış bir strateji. Öncelikle etkisi çok sınırlı. Sadece imtiyaz sahiplerinin seçme şansı olan bir pozisyona tekabül ediyor. Çok azımızın Slow food hareketini destekleyecek kadar para, zaman ve enerjisi var. Slow food para gerektirmediği durumlarda bile çok fazla vakit istiyor. Ailelerini geçindirmek için birkaç işte çalışan insanlardan slow food’cu olmalarını beklemek naiflik. Etik tüketim istisnasız daha pahalı. Herhangi bir temel dönüşümden ziyade vicdanları rahatlatmaya yarıyor. Çevresel açıdan olumlu etkileri de tartışmaya açık. Gıdamızı yerel ölçekte üretirsek çevreye olan külfetimizin, karbon salınımının azalacağına dair inanış genelgeçer bir olgu değil. Bazı durumlarda doğru olsa da, tüm yönlerini hesaba kattığınızda, yerel gıda üretiminin de epey karbon salınımı yaptığını görüyoruz. Küresel lojistik şebekesi sadece kapitalistlerin emek sömürüsüne hizmet etmek zorunda değil. Araştırmalar Yeni Zelanda’da üretilip İngiltere’ye getirilen birçok ürünün, İngiltere’de yetiştirilselerdi çok daha fazla karbon salınımı yapacaklarını gösteriyor. Elbette karbon salınımı sorununa çözüm aramalıyız, ancak salt sezgisel değil, küresel düzeyde, üretimin tüm veçhelerini ele alarak. Elektrik enerjisiyle çalışan arabaları ele alalım. Üretim aşamasında çok fazla karbon salınımına neden oluyorlar. Dolayısıyla hangi şartlarda ve ne kadar süre kullanıldıktan sonra ekolojik ayak izlerini makûl seviyelere indirdikleri bir hesap meselesi. Hepsi bir yana, ben bir çiftçi topluluğunda büyüdüm. Çalışma şartlarını kimseye tavsiye etmem. (gülüyor) Küresel ısınmayı bireysel tüketim alışkanlıklarını değiştirerek önleyebileceğimiz fikri ham hayal.
J.K. Gibson-Graham Ekonomiyi Geri Al kitabında [4] kapitalizmin gündelik hayatın tüm hücrelerine nüfuz edemediğini söylüyor. Örneğin, 1980’lerde çok zor durumdaki Filipin köylülerinden ürün almaya başlayan Japon tüketici kooperatifi Alter Trade Japan Endonezya’dan Ekvador’a, on ülkeden ve yüz binlerce çiftçiden milyonlarca üyesine ürün sağlıyor. Bu meseleyi sadece etik tüketim üstünden değil, çiftçi geliri, alternatif pazarlar ve hiyerarşisiz işletmeler bağlamında düşünemez miyiz?
Gıda üretimi stratejileri ucu epey açık bir soru. Doğru yapılırsa endüstriyel tarıma, tam otomasyona dayalı üretime karşı değilim. Son dönemde çok gündeme gelen dikey tarlalar fikri de cazip. Alter Trade Japan’in uygulamaları takdire şayan. Öte yandan, teknolojinin imkânları gerçekten uygulanabilecekse neden insanlar tarım işçisi olarak kalsın ki? ABD’de nüfusun sadece yüzde 1.6’sı tarımda istihdam ediliyor –yakında sıfıra yaklaşacağı düşünülüyor. Aslında tüm tarım üretimi mebzul miktarda insansız araç (drone) sahibi bir avuç kişinin elinde. Elbette çevresel etkiler dikkatle hesaba katılmalı. Yediğimiz şeyler nasıl yetişiyor, görmek isteyenler küçük bir bostanda çalışabilir. Ancak kimseyi tarla emeğine mecbur etmeye gerek yok.
Kitaplarınızda teknolojinin insan özgürleşmesindeki yerine güçlü bir vurgu var. Temel teziniz post-kapitalist bir toplum için teknolojiyi yeniden tanımlamanın gerekliliği. Bunun için tarihten iki örnek veriyorsunuz: İlki Allende döneminde Şili’deki Cybersyn projesi, ikincisi 1976’da İngiltere’de aerospace endüstrisine üretim yapan Lucas fabrikasının kapanmasına karşı işçilerin geliştirdiği muazzam alternatif. Tezinizi bu örnekler ışığında açar mısınız?
Komünizm denince akla yukarıdan aşağıya örgütlenen, hantal bir bürokrasiyle kötürüm edilmiş bir ekonomi geliyor. Büyük ölçüde kağıt üzerinde kalsa da, Şili’de öngörülen sistem ileri teknolojinin epey esnek bir şekilde kullanıldığı zekâ dolu bir demokratik ekonomi planlama örneğiydi.[5] Tıpkı Şili’nin sibernetik bilimini sosyalizme kazandırması gibi, bugün de teknolojiyi nasıl dönüştürebileceğimize kafa yormamız çok önemli. Cybersyn’de yaptıkları tüm ülkedeki üretim girdilerini demokratik bir şekilde toplayan tek bir bilgisayar ağı kurmaktı. Hem komünist, hem merkezileşmemiş, hem de işçilerin söz sahibi olduğu bir ekonomik planlamanın mümkün olduğunu gösterdiler. İşçiler üretim sürecini tasarlıyor, işin süresine ve girdilerine karar veriyor, dahası ülkenin makro ekonomik görünümü hakkında bilgi sahibi oluyordu. Teknoloji işçinin gücünü artırmak için bir vasıtaya dönüştürülmüştü. Muhtemelen fabrikaları birbirine bağlayan bilgisayarın ihtiyaç duyduğu enerji herhangi bir akıllı telefonun sarf ettiğinin onda biri kadardı.
Çok azımızın Slow food hareketini destekleyecek kadar para, zaman ve enerjisi var. Slow food para gerektirmediği durumlarda bile çok fazla vakit istiyor. Etik tüketim istisnasız daha pahalı. Herhangi bir temel dönüşümden ziyade vicdanları rahatlatmaya yarıyor. Çevresel açıdan olumlu etkileri de tartışmaya açık.
Soru açık: Bugünün çok daha ileri imkânlarını katılımcı, demokratik ve komünist bir ekonomi planlaması için nasıl kullanabiliriz? Komünizmin yakın zamanda hayata geçirilmesi pek mümkün gözükmediği için bu soru bilimkurgu gibi geliyor. Günümüz solunda teknolojiye ve yeni buluşlara karşı oldukça olumsuz bir bakış hâkim.[6] Komünizm ile beraber bambaşka bir teknoloji icat edileceğine dair bir kanı mevcut. Oysa mesele çoklu kullanıma uygun teknolojiyi farklı bir toplumsal ilişkiler ağı içinde yeniden işlevselleştirmek. Lucas Planı da iyi bir örnek. İleri teknoloji ürünleri imal eden ve büyük ölçüde savunma sanayiine üretim yapan, kamu destekli özel Lucas Aerospace fabrikasında 70’lerin ilk yarısında bütçe kesintileri ve işten çıkarmalar başladığında, işçiler kafa kafaya verip fabrikayı ayakta tutmak, dahası eldeki teknolojiyi başka amaçlarla kullanmak için detaylı bir plan hazırladılar. Kendilerine şu soruyu yönelttiler: Eldeki imkânlarla askeri teçhizat dışında, toplumsal açıdan faydalı ne gibi ürünler üretebiliriz? Kamunun fabrikaya aktardığı fonları kamuya nasıl geri döndürebiliriz? Yaklaşık 1200 sayfalık planda yenilenebilir enerjiden sosyal konut çözümlerine, tıbbi teknolojilerden ucuz taşıma araçlarına, 150 kadar ürün tasarlandı. Çeşitli nedenlerle planın ömrü uzun sürmedi, ancak mevcut en ileri teknolojiyi kullanarak pekala komünist bir toplum yaratılabileceğinin ipuçlarını verdiler.[7]
Platform Kapitalizm kitabınızda [8] Facebook, AirBnB, Uber gibi platformların özünün veri toplama ve analiz etme kapasitelerinde yattığını söylüyorsunuz. Bu platformlara ilginiz nasıl başladı?
Sadece bu platformlar değil, üçboyutlu baskı makinaları, şoförsüz araçlar gibi birbirinden farklı bir dizi yeni teknolojinin komünist bir açıdan nasıl kullanılabileceği sorusu önemli. Facebook ya da Google’ın Marksizm açısından ne ifade ettiğine dair dişe dokunur bir fikir silsilesi bulmak zor. O yüzden kapitalizmin bu platformlardan nasıl faydalandığını analiz etmeye çalıştım. Bu kadar geniş bir ağda kendine yeterli küçük kooperatiflerin ya da kolektiflerin kapitalizmle baş edebileceğini düşünmüyorum. Kaynak dağılımı, toplumsal adalet, demokratik katılım ve yeni teknolojilerin gelişimi için bu platformları devletin kullanması daha fazla sonuç verecek bir strateji olabilir. Örneğin devletin sosyal platformlar üzerinden gerçekleştireceği büyük ölçekli projelerin kamu denetimi de platformlar üzerinden sağlanabilir.
Doğru yapılırsa endüstriyel tarıma, tam otomasyona dayalı üretime karşı değilim. Son dönemde çok gündeme gelen dikey tarlalar fikri de cazip. Elbette çevresel etkiler dikkatle hesaba katılmalı. Yediğimiz şeyler nasıl yetişiyor, görmek isteyenler küçük bir bostanda çalışabilir. Ancak kimseyi tarla emeğine mecbur etmeye gerek yok.
Yerel kooperatiflerden ziyade merkezi devletin bu platformları kullanmasını öneriyorsunuz, ancak devletin planlama için gerekli yerel bilgiye sahip olmasının mümkün olamayacağını ileri süren Hayekçi eleştirilere nasıl yanıt verilebilir?
Devletin insanlarla nasıl ilişkiye geçeceği önemli bir soru. Hayek ve takipçilerine göre piyasayla bir girişimci olarak ilişkiye girme zorunluluğu mevcut. Böylece orada, yüz yüze sinyaller ne yönde tepki göstermen gerektiği konusunda fikir veriyor. Platform kapitalizminde bu türden, neredeyse ete kemiğe bürünmüş bir ilişki mevcut. Ama konuyla ilgili sol düşünce yetersiz. Nick Dyer-Whiteford bilgisayar aracılığıyla insanlara belli kriterlere sahip öneriler sunabileceğimizi, sorular yöneltebileceğimizi söylüyor. Örneğin ekonominin küçük detaylarını sorgulamaktansa ulusal gelirin ne kadarının araştırma ve geliştirmeye, ne kadarının yeniden paylaşıma aktarılmasını uygun bulduklarını söyleyebilirler. Karbon emisyonlarının o sene için hangi seviyede tutulmasını makul buluyorlar? Bu türden parametrelere göre hesaplama yapan bir bilgisayar programı ekonomik planlamanın şekillenmesine yardım edebilir.
Kitabınızda sol projelerin günümüz gerçekliğine uygun şekilde soyut, ihtiraslı ve kapitalizmin karmaşıklığına yanıt verecek derecede kompleks olması gerektiğinin altını çiziyorsunuz.
Biz insanlar temelde hikâyeci varlıklarız. Hepimiz kim olduğumuza, nereden geldiğimize, nereye gittiğimize dair bir hikâye kurguluyoruz. Ancak bu şekilde yaşadığımız dünyayı anlamlandırıyoruz. Çağımızdaki müthiş karmaşıklık, özellikle bazı hakim anlatıların çöküşü bu yönümüzü paramparça ediyor. İçeriği ne olursa olsun tüm hegemonik anlatılar insanların içselleştirebileceği veçhelere sahiptir. Bu şekilde bazı ilkeler zamanın ruhuna, sağduyusuna dahil olur. Ancak Brexit’te ya da Trump’ın seçilmesinde gördüğümüz gibi, klasik hegemonik anlatılar hızla yıkılıyor, insanların makûl bulduğu, genelgeçer tüm anlatılar hızla zemin kaybediyor. Bunda sosyal medya vasıtasıyla üzerimize çullanan aşırı enformasyonun da payı var. Elbette insanlar bu durumla baş etmek için taktikler geliştiriyor.
Bugünün çok daha ileri imkânlarını katılımcı, demokratik ve komünist bir ekonomi planlaması için nasıl kullanabiliriz? Komünizmin yakın zamanda hayata geçirilmesi pek mümkün gözükmediği için bu soru bilimkurgu gibi geliyor. Günümüz solunda teknolojiye ve yeni buluşlara karşı oldukça olumsuz bir bakış hâkim.
Fredric Jameson’a göre, günümüzde komplo teorilerine itimadın artmasının arkasında tam da karmaşıklığa karşı, onu yok saymak adına verilen basit bir tepki yatıyor. Demokratların ABD tarihinin gelmiş geçmiş en berbat Cumhuriyetçi adayına karşı mağlubiyetlerini açıklamak adına Rusya bağlantısına bu kadar bel bağlamalarının ardında da böyle bir eğilim yatıyor. Karmaşıklıkla baş etmenin çok daha sonuç verici yöntemleri mevcut. Biri, klasik sol stratejinin ayrılmaz bir parçasını oluşturan işçi sınıfına kendi konumlarını çerçevelemelerine imkân verecek, tarihsel perspektife sahip bir eğitim sunmak. Ayrıca yeni denenen karmaşıklık ölçümleme ve modelleme yöntemleri de kayda değer. Ekonomiyi nasıl anlamlandırmalıyız? Marx, bunun için zamanına özgü modeller ve grafikler geliştirmişti. Onun yöntemini zamanımıza nasıl adapte edebiliriz? Sadece liberal iktisatçılara cevaben değil, kendi alet edevatımızla karmaşıklığa dört başı mamur bir cevap verme mesuliyetimiz var. Bunun için de yeni anlatılar kurmak, bunları ölçmek, modellemek ve eğitim yoluyla yaymak zorundayız.
Solun hegemonik anlatılar kurması ve bunu senelerce oya gibi işleyerek hakim söylem haline getirmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Hakeza neoliberallerin 1947’de kurduğu Mont Pelerin Topluluğu’ndan beri tam da bu stratejiyi güttüğünü, onlarca yıl şanslarının olmadığını bilmelerine rağmen 1970’lerdeki krize kadar iğneyle kuyu kazdıklarını anlatıyorsunuz. Bu tarihten çıkarılacak ders nedir?
Neoliberalizm birdenbire ortaya çıkmadı, çok planlı bir örgütlenmeydi. 1945’ten önce, yaklaşık yirmi sene boyunca birden fazla eğilime sahipti. Alman ordoliberalleri, London School of Economics’te (LSE) bir araya gelen bir grup, Ludwig von Mises ve Freidrich Hayek gibi Avusturyalı iktisatçılar ve Chicago Üniversitesi’nde öbeklenmiş liberaller peyderpey, kimi zaman kısmen ödün vererek neoliberalizm stratejisini şekillendirdiler. Önceleri peşpeşe think-tank’ler kurdular, sonra planlarını uygulayabilecek güce sahip kapitalistlerle, politikacılarla iletişime geçtiler. Kendileri bizzat politika uygulayacak pozisyonlara geldiler. İktidar odaklarından oluşan büyük bir ağ kurdular. Çok küçük, marjinal düşünceye sahip bir ekibin geçirdiği bu evrim, hâkim söylem konumuna nasıl gelinebileceğine dair çok iyi bir örnek.
Brexit’te ya da Trump’ın seçilmesinde gördüğümüz gibi, klasik hegemonik anlatılar hızla yıkılıyor, insanların makûl bulduğu, genelgeçer tüm anlatılar hızla zemin kaybediyor. Günümüzde komplo teorilerine itimadın artmasının arkasında tam da karmaşıklığa karşı, onu yok saymak adına verilen basit bir tepki yatıyor.
Bir grup iktisatçı, siyasetçi, kapitalist ve düşünür bıkmadan usanmadan düzenli olarak bir araya geldi. Sadece somut fikirler değil, zamanları için ütopya sayılacak kuramlar da geliştirdiler. Medyada elde ettikleri konum sayesinde –elbette arkalarında ciddi para babaları vardı– önceleri ütopik sayılan fikirler özellikle de üst sınıflar arasında aklıselim sayılır oldu. Kapitalistleri neoliberalizmin onların menfaatine olduğuna ikna etmek hiç de kolay olmadı. Zira II. Dünya Savaşı sonrası Refah Devleti sayesinde görece toplumsal bir denge hüküm sürüyordu. Büyük bir krize kadar pusuda beklemeyi baştan planlamışlardı.[9] Kendimize sormamız gereken soru tam da bu: Sol bir Mont Pelerin Topluluğu (MPT) ve örgütlenmesi mümkün mü? Kes-yapıştır yöntemiyle bir benzerini yapabileceğimizi düşünmüyorum. MPT’nin destekçilerinden gelen muazzam kaynakları vardı. Yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş oldukça elitist bir örgüttü. Ve sadece en güçlü kapitalistlerin menfaatlerine oynadılar. Ancak solun MPT’den öğreneceği belli başlı noktalar da var. İlki, uzun vadeli bir strateji kurma mecburiyeti. İkincisi, insanların sağduyu diye adlandırdıkları fikirler kümesini, önkabullerini değiştirmek adına karşı hegemonik bir stratejinin gerekliliği. Elbette MPT gibi sadece küçük bir grubun fikirlerini değiştirmeye aday olmadığımız için farklı bir mekanizma kurmamız gerekli. Düzenli örgüt toplantılarıyla insanların temel düşüncelerini değiştirmek, solun farklı taleplerini işlevsel hale getirmek zorundayız. ETG talebini ele alalım. Şimdi ütopik görünen bu talebi nasıl makûl hale getirebiliriz? Vergi reformları ve refah harcamaları gibi insanların sıkıcı buldukları konularda gerekli modellemeler ve hesaplamaları yapıp yaygınlaştırmalıyız. Tıpkı Sınırları Kaldırın hareketi gibi.
Söylem Penceresi, toplum tarafından neyin gerçekçi, neyin hayalperest diye algılandığına dair bir eşik. O eşiği aşan fikirler öne sürerseniz ya kaçık ya da mankafa diye yaftalanırsınız. Söylem Penceresi makûl sayılan fikirlerin bant genişliğini belirleyen bir tür hegemonik şemsiye. Sol bir think-tank’in amacı bu bant aralığıyla oynamak olmalı.
Belli bir hedef var ve o istikamette ilerliyoruz. Beş yıl sonunda, on yıl sonunda hangi sınırlardan kurtulabiliriz? Hangi coğrafyalarda ilerleme sağlayabiliriz? Kısacası kendimize ait, uzun erimli, güçlü bir think-tank’e ihtiyacımız var. Söylem Penceresi [10] diye adlandırdığımız, toplum tarafından neyin gerçekçi, neyin hayalperest diye algılandığına dair bir eşik mevcut. Söylem Penceresi’nin eşiğini aşan fikirler öne sürerseniz genelde ya kaçık ya da mankafa diye yaftalanırsınız. Söylem Penceresi makûl sayılan fikirlerin bant genişliğini belirleyen bir tür hegemonik şemsiye görevi üstleniyor. Sol bir think-tank’in amacı bu bant aralığıyla oynamak olmalı. Sınırları Kaldır hareketleri tam da bunu yaptı, yapıyor.
Ütopya olarak başlayan neoliberal fikirlerin daha önceki liberal iktisatçılardan devletle ilişkileri açısından ayrıldığını söylüyorsunuz. Bu farklılığı açar mısınız?
Liberalizmin başındaki “neo” eki, bu ideolojinin piyasanın yayılmasında ve idamesinde devletin gücüne yaslanmasından kaynaklanıyor. 1930’larda bir araya gelmeye başladıklarında kanaat önderleri devletin rolü üzerine fazla kafa yormuyordu. Farklı liberal ekoller tekelcilik, rekabet, hatta sendikaların varlığı hakkında değişik düşüncelere sahipti. Daha çok sermaye namına ellerine fırsat geçtikçe kullanarak ilerlediler. İşin ilginç yanı, neoliberal politikaların uygulamadaki ilk nüvelerini II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da görüyoruz. Müteakip yıllarda (1963) başbakan da olacak neoliberal iktisatçı Ludwig Erhard hemen savaş sonrasında ücretler ve fiyatlar üzerindeki düzenlemeleri kaldırıp sermaye üzerindeki vergileri düşürmüştü. Buna Sovyetler Berlin Duvarı’yla karşılık verdi. Neoliberallerin devlet eliyle liberal ilkeleri uygulamasının ilk örneği böylece Almanya oldu. Fakat neoliberallerin devleti araçsallaştırdıkları en önemli iki hamle son yıllarda yapıldı: Eğitimin ve bizatihi doğanın piyasanın bir parçası haline getirilmesi. Mesela karbon piyasası hiç de “doğal” bir şey değil. Devasa teknik, hukuki ve bürokratik bir sürü mekanizmanın kurulmasını gerektirdi.
Marx’ın tarif ettiği klasik işçi sınıfı, üretim süreçleri üzerinde denetim sahibiydi. İşi bırakabilir, piyasayı sekteye uğratabilir, ulusal ekonomiyi durdurabilirdi. Günümüz artık nüfusunun böyle bir gücü yok. O yüzden ödevimiz eyleme geçmek için yeni kapasite ve beceriler inşa etmek. Klasik şablona geri dönmek gibi bir seçeneğimiz kalmadı.
Geleceği İcat Etmek’te çerçevesini çizdiğiniz ve post-kapitalist topluma gidecek yollardan biri olarak tarif ettiğiniz gerçekçi ütopyanın güncel ve muhtemel uygulayıcıları kimler? Siz de önerdiğiniz gibi bir think-tank kurmayı düşünüyor musunuz?
Karşı-hegemonyanın inşasına birçok farklı rotadan katkı sağlanabilir. Sadece istihdam ve ücretlerle ilgilenmeyen, çalışma sonrası bir toplum için taleplerde bulunan sendikalar da mevcut.[11] Solun bizim de önerdiğimiz türden talep ve ilkeleri tartışmasını sağlamamız lâzım. İngiltere’de kitapta anlattığımız saiklerle sol düşünce kuruluşları kurulmaya başlandı. Şu an önemli olan, insanları sadece eylemlere seferber etmek değil, aynı zamanda uzun erimli örgütlenme için gerekli kapasite ve becerileri artıran faaliyetlere yöneltmek. Medya altyapı ve kapasitemizi azimle büyütmemiz gerekiyor. Açıkçası, bugün hemen radikal değişiklikler gerçekleştirebileceğimiz bir coğrafya mevcut değil. Dolayısıyla gelmekte olan somut kapitalist kriz dalgası sırasında yapacaklarımıza şimdiden bünyemizi hazırlamalıyız.
Marx, Kapital’in birinci cildinin 25. bölümünde birikimin genel yasalarını anlatırken “artık nüfus” kavramına başvurur. Geçinmek için emeklerini satmaktan başka hiçbir imkâna sahip olmayan, ancak iş bulamayanlar artık nüfusu oluşturuyor. Şu anda yapabildikleri, yardım kuruluşlarına, refah devletinden arta kalanlara ya da kapitalizm öncesi üretim formlarına başvurmaktan ibaret. Kapitalizmin girdabına zorla çekilen büyük bir nüfus şimdi aforoz ediliyor. Birçok gelişmekte olan ülkede enformel sektör birinci konumda. Gelişmiş ülkelerde işsizliğin sınırında yaşayanların sayısı giderek artıyor. Sadece emek piyasasından dışlandıklarından değil, her türlü ayrımcılıktan dolayı büyüyen artık nüfus günümüzde düzenli işe sahip olanların sayısını aşıyor. Marx’ın tarif ettiği klasik işçi sınıfı, üretim süreçleri üzerinde denetim sahibiydi. İşi bırakabilir, piyasayı sekteye uğratabilir, ulusal ekonomiyi durdurabilirdi. Günümüz artık nüfusunun böyle bir gücü yok. Yani artık faillerin konumu sadece sınıf bilinciyle ya da çıkarları örtüşen insanların ortak tavrıyla açıklanamaz. O yüzden ödevimiz eyleme geçmek için yeni kapasite ve beceriler inşa etmek. Klasik şablona geri dönmek gibi bir seçeneğimiz kalmadı.
Express, sayı 154, Temmuz 2017