EDİP AKBAYRAM
Gidecek bu baştaki itoğlu itler
1972 yılında Altın Mikrofon Yarışması’nda birincilik kazanmıştım. Birincilik kazandığım parça, kendi bestem olan “Kükredi Çimenler”di. Yarışma dolayısıyla bir 45’liğim yayınlanacaktı. Plağın arka yüzüne parça aramaya başladım. Bu arada Mahzuni Şerif’in “Boşu Boşuna” 45’liği elime geçti. Türküyü dinleyince, tamamen Edip Akbayram üstüne oturmuş bir elbise gibi geldi bana. Anlatılan Türkiye coğrafyasıydı. Plak yayınlanınca benim birincilik kazanan bestem yerine “Boşu Boşuna” kitleler tarafından çok beğenildi. “Âşık Mahzuni Şerif kimdir?” arayışına girdim. Berçenekli olduğunu öğrendim. Diğer 45’liklerini araştırınca korkunç bir arşiv çıktı karşıma. Benim toplumcu müzik akımı içinde yer almamın en önemli nedenleri arasında Mahzuni Şerif’in türküleri gelir. Daha sonra Mahzuni Baba’yla tanışma fırsatını buldum. Birbirimizi gerçekten çok sevdik. 1972’de “Boşu Boşuna”, ‘74’te “Garip” patladı. Daha sonra diğer parçalar ardı ardına geldi.
1972-1980 arasında Türkiye’de pop müzik dinleyen gençlik, Cem Karaca, Selda ve benim gibi pek çok arkadaşımızın söylediği parçalarla tanımaya başladı Mahzuni Şerif’i. Bu ülkede yaşayan kültürlerin müziklerinin modası hiçbir zaman geçmiyor. 70’li yıllarda Türkiye’de aranjman modası vardı. Avrupa’da hit olmuş şarkılara Türkçe sözler yazılırdı. Bunları Ajda Pekkan gibi pek çok sanatçı okuyordu. Ama o sanatçının Avrupa’daki işlevi ve önemi kaybolduğu zaman, onun şarkılarını Türkiye’de okuyan insanların da işlevi kayboluyordu. Ama ben her okuduğum Mahzuni Şerif türküsünde bir adım daha ileri gidiyordum. O zamanlar teknik olanaklar neyse, biz de bunları kullanmaya, Batı’daki standardı yakalamaya çalışıyorduk.
Sazlarımız onlarınkinden farksızdı, ama sözlerimiz ve müziklerimiz oldukça güçlüydü. Batı’da pek çok toplumun müzik dehası, Mozart’ı, Bach’ı vardır. Benim toplumumun da Mozart’ı, Neşet Ertaş ve Mahzuni Şerif’tir.
Konserlere de beraber çıkardık. 1977-78 yılında, İzmir Fuarı’nda, karşımızda 15 kafa sanatçı vardı. İbrahim Tatlıses’inden Muazzez Abacı’sına, Bülent Ersoy’una herkes orada… O kadronun karşısında Edip Akbayram ve Mahzuni Şerif olarak her gün Ekici Över Gazinosu’nda binlerce kişiye konser verirdik, insanlar kucaklarında çocuklarıyla geceyarısına kadar bizi izliyordu. Önce ben çıkıp Mahzuni türkülerini söylüyordum, sonra Mahzuni’nin anonsunu yapıyordum: “Şimdi dostlar, bu türkülerin yaratıcısı sazıyla bu türküleri söyleyecek…”
Kavganın yanında sevdayı da yaşadık. Sanatçı budur. Aşık İhsani baba sahnede sazını kalaşnikof gibi kaldırır, türkü söylerdi. Mahzuni baba böyle olmadı.
Mahzuni babanın doğaçlamasını ve aniden parça yazma yeteneğini bildiğim için beraberken yanımda hep bir teyp taşırdım. Konser öncesinde sohbet ederken birden “Edip dur, bir parça yapıyorum” dedi. Hemen teybin düğmesine bastım. O an “Zalim Zalim” türküsünü yazdı doğaçlama olarak. Canlı şahidi benim. “Dünya zalımlar dünyası / Gelen zalim giden zalim / İnsanlığın yüzkarası / Hayvan gibi ölen zalim // Almış ele arsızlığı / Baştan başa yersizliği / Bilmem neden hırsızlığı / Yapan değil bilen zalim // Zalim zalim zalim zalim / Ne olacak benim halım…” Söyledi ve “Edip dost, bunu yeni albümüne koy” dedi. Bir milyonun üstünde sattı plak…
Yine İzmir Fuarı’nda olduğumuz günlerde sağ basın hakkımızda yazılar yazıyordu. “Edip Akbayram, Âşık Mahzuni Şerif, Cem Karaca, Melike Demirağ fuarda komünizm propagandası yapıyor!” diyorlardı. İzmir Fuarı’ndaki son günümüzde dediler ki, “Aman bugün son gününüz. Ağzınızdan çıkacak kelimelere dikkat edin. Sizi şubeye alacaklar”… Tabii bu duyumları Mahzuni babaya söyledim. Baba sahneye çıkınca Allah ne verdiyse konuşuyor… “Tamam dost, dikkat ederim” dedi. Sahneye çıktı, “Dumanlı dumanlı oy bizim eller”in ilk dörtlüğünü söyledikten sonra, “gidecek bu baştaki itoğlu itler!” diye bağırdı. Ortalık karıştı tabii. Gözümü bir açtım ki, Bornova dağlarında bir arabayla üniversiteli gençler bizi götürüyorlar…
İyi bir dost, iyi bir ağabeydi benim için. Müzik otoritelerinin dediği gibi, son yüzyılın Pir Sultan’ıdır Mahzuni Şerif. Söz ve müzik birlikteliğinin bu kadar güçlü olduğu bir ozan tasavvur edemiyorum. Tabii ki Neşet Ertaş var, ama o politik olarak farklı bir yerlerde. İkisi de ürettikleriyle yeri doldurulmayacak ozanlardır. Mahzuni Şerif’in politik yapısı olduğu için, Türk siyasi yaşamında müzikal anlamda da çok büyük faydaları olmuştur. Grevlerde, işçilerin yanındaydı. ‘80 darbesi öncesinde topluma vermiş olduğu enerji, direnç gözden kaçırılmayacak öğelerdir. Aşağı yukarı 32 yıldır politik müziğin içinde ben de varım. Tabii ki Mahzuni baba yaşça bizden daha büyük, daha deneyimli ve olgun. O, slogancı bir müzik ya da arkasını bir partiye, örgüte dayayan bir müzik yapmamıştır. Böyle bir müzik hiçbir zaman ileriye gidemez, çünkü örgütler değişir, partiler biter, yenisi kurulur. Bunlara bağlı olan sanatçı da bunlarla batar gider. Biz Mahzuni babayla böyle bir ortamda yer almadık. En büyük avantajımız buydu. Kavganın yanında sevdayı da yaşadık. Sanatçı budur. O zamanlar Âşık İhsani baba gibi ozanlarımız sahneye çıkar, sazını kalaşnikof gibi kaldırır, türkülerini söylerdi. Mahzuni baba böyle olmadı. İhsani babanın misyonu farklıydı, onu da öyle kabul etmek lâzım. Benim için en büyük onur, Mahzuni Şerif’i tanımak ve onunla aynı çağı yaşamaktır.
CEMALİ
Transparan bir gönül
Ağırlıklı olarak Amerika’da geçirdiğimiz çocukluk dönemimizde, müzik denince Türkiye’den ilk aklımıza gelen isimler Âşık Mahzuni, Feyzullah Çınar, Neşet Ertaş ve Zeki Müren oldu. Bu sanatçıların plakları evde sıkça çalardı. Babamız bağlamayı eline alınca, ilk parça genelde Âşık Mahzuni Şerif’in “Çeşm-i siyahım” türküsü olurdu.
Mahzuni’nin yeri bizim için her zaman farklı oldu. Çünkü o derinliği, acıyı, mutluluğu, haksızlığı, ezikliği ve aşkı çok özden, yalın bir şekilde, ona duygu yükleyerek yediden yetmişe herkese dinletebiliyordu. Sözüne ve sazına incelikli bir biçimde, aşkla yaklaşıyordu. Evrenseldi, faşist değildi; bağlaması hiçbir zaman silah, sözleri hiçbir zaman
kurşun olmadı, insanları çok iyi tanıdığı gibi, ayrım yapmadan çok da iyi tanımlıyordu. Transparan bir gönlü vardı ve onu dinleyen o olabiliyordu.
Mahzuni babanın bir türküsü kulüpte çalarken bir zencinin kafa sallayarak “groove”a girmesi, bir Çinlinin çılgınca dansedebilmesi, Malatyalı yaşlı bir teyzenin gözyaşı dökmesi, bu dünyadaki en güzel paylaşım.
Her şeyden önce Âşık Mahzuni’nin vizyonu geniştir. Bundan dolayı hayatı boyunca genç, taze kalabildi. 60’larda farklı bir jenerasyonun gönlünde taht kurmuş, 70’lerde ve 80’lerde yine genç kalmış, Türk rock ve pop grupları ondan feyz almış, onlarca parçası cover’lanmış. 90’lardan bugüne görüyoruz ki, Mahzuni parçaları, artık her tarzdan müzik içinde barınabiliyor ve yeni söylenmiş gibi yorumlanabiliyor.
Cemali grubu olarak, önünde saygıyla eğilerek, onun parçalarını farklı bir altyapıyla aranje edip yorumladık. Bunu hiçbir zaman “hadi albüme bir de türkü koyalım” düşüncesiyle yapmadık. Sadece Mahzuni’nin yaptığı işi benimsediğimiz ve parçalarını “fresh” bulduğumuz için yaptık. Ayrıca eskiyle yeniyi birleştirip ikisi arasında müzikal ve duygusal bir “loop” kurabilmek grubumuz için her zaman önemli olmuştur.
“Yuh Yuh” parçasını, endüstriyel altyapı üstüne bağlama koyarak distortion vokallerle yorumladığımızda tepkilerin nasıl olacağını çok merak ediyorduk. Bu türküyü tamamen postmodern bir boyuta taşımıştık. Sonuç çok iyiydi. Dinleyicilerimiz, yeni jenerasyon parçayı yine “fresh”miş gibi kanıksadı. Hatta Âşık Mahzuni, beraber katıldığımız bir televizyon programında şunları söyledi: “Şimdiye kadar birçok sanatçı parçalarımı yorumladı. Fakat hiçbiri Cemali’nin yerini tutamaz… Ellerine, ağızlarına sağlık.” Gerçekten çok önemsediğimiz bir üstadın bize böyle bir iltifat yapması, kendimize açmaya çalıştığımız yol açısından çok önemliydi ve Mahzuni baba bizim gözlerimizde bunu görebiliyordu. O da anlamıştı ki biz, “Yuh Yuh” parçasını, yıllardır değişmemiş, kokuşmaya başlamış politik ortamı eleştirmek ve bunu sorgulamaktan aciz yeni jenerasyonun anlayabileceği bir dille hafiften iğnelemek için yorumlamıştık. Parça yine “fresh”ti. RTÜK bunu çok iyi anladı, hemen kılıcını çekti. Mahzuni babayla gerçek dostluğumuz böyle başladı. Her fırsatta görüşmeye çalışıyorduk; onu tanıdıkça önemi daha da büyüyordu.
Hayat? isimli son albümümüzün çalışmalarına başladığımızda, California Berkeley Üniversitesi’nin müzik arşivlerindeki Âşık Mahzuni plaklarını incelemeye başladık. Bu albümler arasından iki parça bulduk: “Affetmem” ve “Şaka Maka”. Hemen üstadı aradık, bu iki parçayı albüme almayı düşündüğümüzü söyledik. Mahzuni baba şunu söyledi: “Yahu ben zaten size iki parça ayırmıştım. Hem nereden buldunuz siz o parçaları? Bende bile yok!” “Biz buluruz baba” dedik. Her iki parçayı da elektronika-rock formunda aranje ettik, ayrıca Kanadalı bir remiksçi kulüp remiksini yaptı. Amacımız, eskiyi yeniye taşıyan bu konsept aracılığıyla müzikal diskriminasyonu –en azından kendi çapımızda– aza indirgeyebilmekti. Mahzuni babanın herhangi bir türküsü bir chill-out veya dans kulübünde çalarken bir zencinin kafa sallayarak “groove”a girmesi, bir Çinlinin çılgınca dansedebilmesi veya Malatyalı yaşlı bir teyzenin bu parçayı dinlerken gözyaşı dökmesi, bizce bu dünyadaki en güzel paylaşım. Biz bu paylaşımı Mahzuni baba hayattayken yapabildiğimiz için ne kadar mutluyuz, bilemezsiniz. Onunla bir üstad ya da bir büyük gibi değil, bir dost gibi diyalog kurabiliyorduk. İnsan olarak alçakgönüllülüğü ve hoşgörüsü, onun yaşında tanıdığımız çok az insanda vardı. Hayatı boyunca onca acı çekmiş bir insan olmasına karşın, bu enginliğin altında çok güçlü ve erdemli bir kişilik yatıyordu. İşte Mahzuni babanın gönüllerde taht kurmasının sebebi bu. Onu sevgi ve saygıyla anıyoruz.
FİKRET OTYAM
Kalbimin bir yarısı
Yıl 1961’di, tahmin ediyorum. Ankara’daki evime Osman Dağlı’yla geldi Mahzuni. Hasan Hüseyin Korkmazgil göndermiş onları. Evde büyük bantlı bir makara teybim vardı. Onunla kayıtlar yaptım. Mahzuni’nin üzerinde bir askeri kaput vardı. Postalları vardı. Mahzuni’ye göre iri yarı olan yanındaki adam sevimliydi. Evde çalıp söylediler. Sesine, deyişlerine hayran kaldım. O zamanlar, “Alevilik yanlış anlaşılıyor. Biz bunları değiştirmek istiyoruz. Ben Aleviyim. Osman, adından da belli, Sünni. Biz bunları ortaya koymak için yola çıktık. Yani bu ikiliği önlemeye çalışıyoruz elimizden geldiğince” diyordu Mahzuni. Tabii ben her ozanı bağrıma bastığım gibi, bu biri Sünni, diğeri Alevi ozanı da bağrıma bastım.
Gençlik yılları dışında bütün hayatı adım adım ellerimde geçti Mahzuni’nin. Askerliğini bizim evde yaptı. Bandodaydı. Bana telefon ederdi, evci çıkmasını sağlardım. Evde bir oda onundu. Pijaması her zaman odasında dururdu. Bir sazı vardı, onunla çalıp söylerdi. Ben de mütemadiyen kayıt yapardım. Bana baba demeye başladı. Onun manevi babası oldum. Birkaç yıl önce 3. Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü’nü canlar bana uygun gördüler, sağolsunlar, hiç unutmam. Ertesi yıl ödülü Mahzuni’ye verdiler. Töreye göre ödülü bir yıl önce kazanan veriyor. Biz çıktık Mahzuni’yle ödül töreninde sahneye. Mahzuni’nin ödülü aldıktan sonra bir şeyler demesi gerekiyor. Ağzından “manevi babam” yerine “öz babam” gibi bir laf çıktı. Onun gerçekten babasıydım. “Baba aşağı, baba yukarı…” Filiz de annesi oldu. Ona da “anne sultan” diyordu.
Antep’te yıllar sonra karşılaşmamız ilginçti. Bir arkadaşım bir gece dedi ki, “Mahzuni de Antep’te. Hele bir arayalım”. Telefonu aldı, “Mahzuni, sana acı bir haber vereceğim. Baba Otyam öldü” dedi. Ben de öbür telefondan dinliyorum. “Ya ölecek o kadar çok adam var ki… Ona sıra gelmez” dedi Mahzuni. “Gel ulan, şu adresteyiz” dedim. Çıktı, hemen geldi.
Bir zamanlar “Dom Dom Kurşunu” çok meşhurdu. Hürriyet’in Sedat Simavi Ödülü’nü de almıştı o türküyle. Bir gün Mahzuni’ye, “Ulan nedir bu türküdeki keramet?” dedim, “millet dansediyor, horon tepiyor, göbek atıyor, halay çekiyor bu türküyle… Ulan nasıl bir parça bu? Nereden aklına geldi bunu yazmak?” Doldurduğum bir bantta bunları uzun uzun anlatıyor. Ama ne oldu? O anda birçok deyiş, şarkı, türkü, beste gibi –hangi türden olursa olsun– geldi gitti bu türkü de. Ama Mahzuni’nin o kadar güzel yapıtları var ki… Bunlar gelip geçici değil. Bunlar kalıcı eserler.
Biliyor musunuz, ben Mahzuni öldüğünde ağlamadım. Ama kadere bak, elime o CD geçti, kulaklığı taktım, düğmeye basar basmaz vasiyeti gibi başlayan deyişini dinleyince nasıl ağladım…
12 Eylül’den sonra postayla paket göndermek zorlaşmıştı. Bir gün Antep’teki dostlardan iki kutu baklava gelmiş Gazipaşa postanesine. Hemen gittim, oradaki görevliden paketleri aldım. Birinin içinden bir kaset çıktı. Diğeriyse gerçekten baklavaydı.
Baklavayı oradakilere bırakıp kaseti aldım. Arabada kaseti dinlemeye başladım. Mahzuni’nin benim için doldurduğu bir kayıttı. Evin iki dakikalık yolunu altmış dakikada gittim. Özlemiştim Mahzuni’nin sesini, türkülerini. Kaseti yarıda kesmeye kıyamamıştım. Bilemiyorum ama, aramızdaki gerçek bir baba-oğul ilişkisi olsaydı, bu kadar dürüst, dostça ve duygulu olur muydu?
Bende öyle kayıtları var ki, şöyle başlıyor: “N’olur baba erenler, bu kaseti başka kimseye dinletme. Yalnız sen dinle.” Ben barak havalarını, hoyratları, uzunhavaları çok severim. Bunları sevdiğim için bana özel bir kayıt yapmış mesela. Kendi türküleri yerine usta malı söylemiş. Nasıl içinden geldiyse, öyle okumuş…
23 Nisan 2002’de Ankara’da Pir Sultan Abdal Derneği’nin Çankaya şubesinde iki ozan için bir anma gecesi düzenlendi. Bu ozanlar, Çamşıhı’dan Mehmet Ali Kara Baba ve Feyzullah Çınar’dı. Dernek başkanı Kamber Çakır beni de davet etti. Sergi için çalışıyordum, Mahzuni’nin de katılacağını duyunca daveti kabul ettim. O gece Mahzuni’yle yan yana oturduk, can cana konuştuk. Sanki son konuşmamızı yapıyorduk. Ona karşı tüm dostluğumu, sevgimi anlattım. Arşivimde en uzun kayıtlar iki büyük ozanındır: Kalbimin yarısı Feyzullah Çınar, yarısı Mahzuni Şerif’tir. O gece Kamber güzel bir konuşma yaptı. Konuşmadan sonra Mahzuni’ye dedim ki, “ya Mahzuni, kafayı çekiyor musun?”. “Vallahi baba erenler, çekiyordum ama, doktorlar içki içmeme izin vermiyorlar” dedi. Ben de şeker hastası olduğum için içki içemiyorum. Mahzuni’ye dedim ki, “gel ulan, çıkalım seninle, birer kadeh rakı içelim bu gece…”. Ne yazık ki çıkamadık. Acayip bir geceydi. Bilemiyorum, anladık mı acaba onun gidip benim kalacağımı… Gecenin en ilginç sözü Kamber’den gelmişti: “Gelecek yıl yine burada, aramızdan ayrılan birisi için toplantı yapacağız.” Allahım, korkunç bir şey bu! Üzgünüm ama, bu piyango bana baba diyen Mahzuni’ye çıktı. Geçenlerde Mahzuni öldükten sonra, benim eski arşivimden kaydedilmiş bir CD elime geçti. “Yaşım kırk Otyam baba” diyor Mahzuni ve bana bir yığın vasiyette bulunuyor. Biliyor musunuz, ben Mahzuni öldüğünde ağlamadım. Daha öncesine gideyim, Feyzullah Çınar öldükten sonra hiç, ama hiç ağlamadım. Ahmed Arif bir şiirinde “ağlamak yiğit başınadır” der. Ben içimden ağlıyorum giden dostlarım için. Neredeyse bir yıl önce, Almanya’da bir dostum, “baba illa bana bir Feyzullah Çınar çalsana” dedi. Diyemedim ki “ya Feyzullah öldü, sana başka bir şey çalayım”. Gazipaşa’daki evimdeydik. Yukarı çıktım. Makara bantı çıkardım. Çalmaya başlayınca hüngür hüngür ağladım. Ama kadere bak, Mahzuni öldükten bir ay geçmeden elime o CD geçti, bir dinleyeyim dedim. Kulaklığı taktım, düğmeye basar basmaz vasiyeti gibi başlayan deyişini dinleyince nasıl ağladım… Filiz yanıma geldi, “ne oluyor?” diye, “Mahzuni öldü!” dedim.
Mahzuni gerçekten çok erken öldü diyebilirim. Ama yukarıdaki koca adam öyle uygun görüyor. Yapacak bir şey yok. Tesadüfe bakınız ki, evde yeni bir film makarası buldum, içinden, Ankara’da Tolga Çandar’ın evinde Mahzuni’yle buluştuğumuzda çektirdiğimiz fotoğraflar çıktı. Biliyorsunuz, teybim her zaman açıktır, sürekli kaydeder. Mahzuni’yle buluştuğumuzda söylediği şuydu: “Baba Otyam olmasa, acaba biz olur muyduk?” Haşa! Elbette olacaklardı. Ama ben onlara sevgi kanatlarımı açtım.
AŞIK İHSANİ
Elmas parçaları
Mahzuni iyi bir arkadaşımdı. Çok sevdim onu. Ölümüne çok üzüldüm. Onu ilk tanıdığımda 1960-61 yılıydı sanırım. Ankara’da tanıştık. O zamanlar türkülerine de konu olan Suna adlı hanımla evliydi. Sonra Suna’yı bıraktı, Fatma isimli bir hanımla evlendi. Çok seveni oldu Mahzuni’nin. Biz bütün halk ozanları, onu çok sevdik. Ama Alevi kesimi bizden daha çok sevdi Mahzuni’yi. Alevi kesimi tarafından öyle şımartıldı ki, gökyüzüne çıkartıldı. Çünkü Alevi kesimi Mahzuni’yi kendine yakın buldu, sarıldı ona.
Mahzuni ilk zamanlarında bir-iki plak yaptı, ama tutmadı. Bir dönem usta malı türküler söylüyordu. Sonra kendi türkülerini yazdı. “Param yok ceketimi al / Aman doktor bak bebeğe” türküsüyle çok sevildi. Böyle Âşık Mahzuni Şerif oldu. Esas ismi Şerif Cırık’tır.
Mahzuni’nin lirik sesine bir Pir Sultan gibi sarıldı Alevi kesimi. Ne söylediyse aldılar. Biliyorsunuz, Alevi toplumu bayağı kalabalıktır. Mahzuni çok şımartıldı, şımartıldı, şımartıldı. Benim gibi değildi. Ben iğneliyordum. Toplam 17 kez parça
parça içeri alındım türkülerim yüzünden. Bir zamanlar çağdaş bir türkü söyleyeni götürüyorlardı. Mahzuni’yi de götürdüler. Nihat Erim’in iktidara çıktığı yıllarda “Erim erim eriyesin” diye bir türküsü vardı, işte bu türküden dolayı bir-iki ay içeri attılar. Bu sözleri benim annem de bana diyordu, “erim erim eriyesin” diye.
Bir gün Tepebaşı’nda Büyük Londra Oteli’nde akşam birlikteydik. Bana dedi ki, “Halk ozanlarını halka şikâyet edeceğim. Gel beraber edelim”. “Ne yapmak istiyorsun Mahzuni?” dedim, “kaç çocuğun var senin?”. “Sekiz çocuğum var” dedi. “Peki sen bu kadar türkü söyledin, plak yaptın, çok para kazandın. O çocuklara ne bıraktın?” dedim. “Maraş’ın Pazarcık toprağını alacağım, büyük bir toprak ağası olacağım” dedi. Yahu bu nasıl olacak? Hani ağalığa karşıydık? Bir türküsünde diyor ki, “etme ağam, ben de senin kardeşinim”.
Türkiye’de Zeki Müren bile bu kadar tutulmadı. Aleviler Mahzuni’yi, burjuvaların Zeki Müren’i tuttuğundan daha çok tuttu. Popçular, türkücüler çok beslendi ondan.
Ben öyle demedim, ben ağayı vurdum. Ağalar, şeyhler kene gibi sömürücülerdir. Ağalar yalnızca köylerde değildir. Şehirlerde de vardır. Halkı durmadan sömüren herkes ağadır.
1960’ta Mehmet Ali Aybar benim başkanımdı. Ben İstanbul’dan TİP’in birinci sırada milletvekili adayıydım. Mahzuni’nin de TİP’le ilişkisi söylendi, ama ben hiç görmedim onu TİP çevresinde. Belki ben yokken bir ara uğramıştır. Dediğim gibi Mahzuni’nin dizelerinde kimi zaman elmas parçaları bulunabilir. Ancak basit bir halk ozanının yapacağı türküler yazdı Mahzuni. Alevilerin, yeryüzünde görülmemiş ilgisiyle çok ünlendi. Türkiye’de Zeki Müren bile bu kadar tutulmadı. Aleviler Mahzuni’yi, burjuvaların Zeki Müren’i tuttuğundan daha çok tuttu. Bütün plakçılar peşindeydi Mahzuni’nin. Halk ozanıydı, ama tam bir halk ozanı değildi. Piyasayı doyuran bir halk ozanıydı. Popçular, türkücüler çok beslendi ondan. Bundan sonra da çok beslenecekler. Çünkü biliyorsunuz, Âşık Veysel ölmeden önce kimse Âşık Veysel’i tanımıyordu. Âşık Veysel öldükten sonra ondan beslenmeye başladı piyasa. Şimdi Mahzuni’den de çıkar sağlamak isteyenler olacak. Çünkü Mahzuni’nin türkülerinde piyasayı besleyecek her şey var. Türküleri hazır.
Mahzuni, Veysel gibi iyi bir ozandı. Hatta Veysel’den daha iyi konuştu Mahzuni. Mahzuni’deki elmas parçalarının hiçbirini Veysel’de bulamazsınız. Veysel konuşmasın diye meclisten maaş bile bağladılar. Düzen, konuşmayan bir insanı, yani oyalayan bir insanı ister. Veysel dedi ki, “zengin de bir, fakir de bir benim için”. Hayır, zenginle fakir bir değil benim için! Zengin çaldığı için zengin olmuştur. Çalmadan kimse zengin olamaz arkadaş bu düzende. Daha önce kitaplarımda da yazdığım gibi, Veysel bizim doğmuştu, ama onların öldü. Mahzuni de bizim doğdu, ama Alevilerin öldü.
“Mahzuni’nin arkasından bunlar söylenir mi?” diyebilirler. Onu kıskandığımı da söyleyebilirler. Ama ben kimseyi kıskanmam arkadaş. Mahzuni genç ölmüş bir âşıktır. Onu çok severim. Arkasından yeni Mahzuni’lerin gelmesini de dilerim, ki Mahzuni daha çok yaşasın. Ancak ben istiyorum ki, bu düzen değişsin. Ben bu düzeni beslemeyelim istiyorum arkadaş, anlatabiliyor muyum? Bu düzeni vuralım. Hiç değilse halkını aç bırakmayan bir düzen kuralım. Ne yazık ki Türkiye, halkını aç bırakıyor. Ben insanların bir evi, işi olsun istiyorum. Bu yüzden bunları söylemek zorundayım.
OSMAN DAĞLI (ÂŞIK MAKSUDİ)
550 sene sonra Pir Sultan
Mahzuni’yle ikimiz Afşinliyiz. İkimizin köyü arasında kısa bir yaya yolu vardır. Afşin’de bir arkadaşım Mahzuni’nin köyüne gidip gelirdi. İlk kez o bahsetti bana Mahzuni’den. Saz çalıp türkü söylediğini anlatınca merak ettim onu. Yıl 1956 ya da 57’ydi. Berçenek’te tanıştık, ikimiz de ozan olarak çabuk kaynaştık. Büyük bir arkadaşlık başladı, sonra dostluğa dönüştü. Tabii Mahzuni Aleviydi, bense Sünniydim. Mezhepleri ortadan kaldırarak dostluğumuzu daha da güçlendirdik. Sonra bu düşüncemizi geliştirdik. Yolumuz Ankara’ya düştü. 1961’de Devrimci Halk Ozanları Derneği’ni kurduk. Ben başkandım, Mahzuni de ikinci başkandı.
Fikret Otyam, Sefer Aytekin, Halil Öztoprak, Hasan Altun, Çetin Altan, İlhan Selçuk gibi o dönemin aydınlarıyla aramızda bir bağ kurduk. O dönemde TİP’ten arkadaşlar bize sahip çıktı. 1961’de dernek olarak Ankara’da 36 ozanla Pir Sultan Abdal gecesi yaptık. Bu gece 550 sene sonra Pir Sultan için düzenlenen ilk anma törenidir. Böylece Anadolu’ya açıldık. Anadolu’da gezmediğimiz, konser vermediğimiz yer kalmadı diyebilirim. Mesela Isparta’da konser yasaklanıyordu, ama biz yine de meydanda çalıyorduk. Antep’te, Alevilerin gizli yaptığı ve herkesin iftira ettiği 12 Hizmet’i, yani cem törenini açıktan yaptık. Ondan sonra, İstiklal Savaşı’ndan kalma bayraklarla bizi sahneden indirmeye çalıştılar. Söylenmedik şeyleri söylüyorduk. Aynı zamanda “kimi dede, kimi hoca” da dedik. Hocasını da, dedesini de eleştirdik. Ne paraya ne de bir başkasına boyun eğdik. Anadolu’da Pir Sultan Abdal’ı yayıyorduk.
İstiklal Savaşı’ndan kalma bayraklarla bizi sahneden İndirmeye çalıştılar. Söylenmedik şeyleri söylüyorduk. Aynı zamanda “kimi dede, kimi hoca” da dedik.
Benim geçmişimde şeriat düzeni içinde 17 sene hizmetim vardır. 17 yaşında Cami ve Minare Yaptırma Derneği’nde başkandım. 1961’deyse Devrimci Halk Ozanları Derneği’nde başkandım. Ben hayatım boyunca durmadan gelişen, bir araştırmacı gibi kendini eleştiren birisi oldum. İçinde yaşadığım toplumun sorunlarına yürekten sahip çıkan bir yapım vardır. Bu düşünceler Mahzuni’yle de birleşince, ikimiz Alevi ve Sünni ayrımını ortadan kaldıran bir misyon yüklendik. Dernek kurulduktan sonra, askerliğimiz sırasında, Âşık Hüseyin Çırakman dostumuz başkanlığı sürdürdü. Ondan sonra başkaları yönetti, Sivas’tan, Maraş’tan, Malatya’dan pek çok ozan arkadaşımız katıldı aramıza. Böyle sürüp gitti dernek. Hâlâ Ankara’da, o derneğin uzantısı sayılabilecek Halk Ozanları Derneği vardır. Ama tabii ki kişiler değişti. Toplumsal olaylar geldi, geçti.
Mahzuni’nin türküleri uzun yıllar çok tutuldu. Birçok şarkıcı onun türküleriyle meşhur oldu. Mahzuni’nin türküleri, gelenesel halk ozanlığını yırtan, onun yerine halkın sorunlarına cevap veren türkülerdi. Bu yüzden halk tarafından çok sevildi. Halkın söyleyemediklerini söylemeye çalıştı Mahzuni. Ben de aynı yolun yolcusuydum. Onun eserlerinin bir yönüyle yapıcısı bendim, benim eserleriminki de oydu. Halkın genellikle ezilen, horlanan kesimiyle, Alevi toplumunun söyleyemediği konlarla ilgilendi Mahzuni. Bu büyük bir adımdı. Halk bizi sevdi. Daha doğrusu “özgün” türkülerimizi çok sevdi. Hem sosyal içerikli ezgileri, hem de lirik türkülerimizi çok tuttu halk. Özellikle taşlama, ikimizin türkülerinde de görülür. Bir Kazak Abdal, Kaygusuz Abdal ya da Seyrani gibi her türlü taşlama şiiri, çocukluğumuzdan beri bizi besleyen kaynaktır.
1969’a kadar Mahzuni’yle birlikte çalıştık. Ankara’da bir evde 13 yıl birlikte yaşadık. Yani hiçkimsenin yaşamadığı bir dostluk, yoldaşlık yaşadık. Hatta Alevilikte musahiplik derler bu kardeşliğe. Biz de gerçekten musahip olamasak da, musahipmişiz gibi yaşadık. Hiçbir problemimiz olmadı. Müstesna bir hayat yaşadık. Ondan sonra Mahzuni TİP çevresindeki halk ozanlarından ayrılıp Birlik Partisi çevresine girince, aramızda düşünce ayrılıkları başladı.
O zamanlar o partinin Türkiye’deki Alevileri kurtaramayacağını düşünüyordum. O dönemden sonra ben çizgimi devam ettirdim, Mahzuni de kendi çizgisini devam ettirdi. 1971’de zorunlu olarak yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. O günlerde Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu gibi ozanlarla bir gece yapmıştık. ‘71 İhtilâli olunca ben sıkıyönetime düştüm. Arkadaşlarımızın birçoğu tutuklandı. Ben de o dönemde yurtdışına çıktım. Yıllar sonra sık sık Almanya’da bir araya geldik. Hep eski günleri konuştuk. Anılarımız tükenmez bizim. Ne olursa olsun, dostluğumuz bitmez… Ölene kadar o benim için sazıyla sözüyle bu toprakların en güçlü ozanlarından biri ve yıllar önce Berçenek’te tanıdığım, bizim yörenin türkülerini çok güzel söyleyen bir ozan olarak kaldı.
Roll, sayı 66, Temmuz 2002