HAYAT ARKADAŞININ GÖZÜYLE CIORAN

Söyleşi: Norbert Dodille
9 Şubat 2020
SATIRBAŞLARI
Cioran’ın 53 yıllık hayat yoldaşı Simone Boué ile yapılan ve o vatansız mendeburun nasıl biri olduğunu merak edenlerin zevkle okuyacaklarını düşündüğümüz upuzun bir söyleşi.
Simone Boué hayat arkadaşı Emil Michel Cioran ile birlikte 


“Marie-France Ionesco’nun sevecen ısrarı olmasa, son derece gönülsüz görünen Simone Boué’den bu söyleşiyi koparmam imkânsız olurdu. Nitekim yapmaya razı olduğu tek söyleşi bu.”

Simone Boué, siz kimsiniz? Cioran’la karşılaşmadan önce kimdiniz?

Simone Boué: Biliyor musunuz, beni Cioran ilgilendiriyor, ben değil.

Yine de kendinize dair birkaç söz söyleyebilirsiniz. Vendée’de mi doğdunuz?

Evet.

İngilizce öğrenimi mi gördünüz?

Evet.

Vendée’de mi?

Yok hayır, Vendée’de İngilizce öğrenimi yapılamıyordu! Vendée Poitiers Üniversitesi’ne bağlıydı; öğrenimime de orada başladım.

Ya sonra?

Sonra, Paris’e gidip doçentlik sınavına hazırlanmak için bir burs aldım. 1940’ta geldim Paris’e. O sırada her şey karman çormandı. Büyük filolog Huchon Almanlar Fransa’ya girince intihar etmişti. Filoloji hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Oysa, doçentlik sınavından önce sözlü bir sınavı olan filoloji diplomasını almak gerekiyordu. Huchon orada olsaydı, asla kabul edilmezdim. Onun yerine, benden fazlasını bilmeyen biri geçmişti. O sayede diplomaya hak kazandım ve doçentlik sınavına hazırlanmaya başladım; kaldı ki çok ciddiye de almıyordum, çünkü derslere pek uğramıyordum.
Cioran’la tanışmam da o arada oldu; doçentlik dersinde değil ama, Saint Michel Bulvarı’ndaki bir öğrenci yurdu olan Foyer International’e yerleşmiştim. Yurdun müdiresi Miss Watson Amerikalı’ydı. Paris’e geldiğimde, öğrenci yurdunda kalmayı canım istemiyordu pek. Oraya bilgi almak için girmiştim ve Amerikalı aksanıyla temizlikçi kadını çağıran bir ses duydum: “Adeyèle!” (temizlikçi kadının adı Adèle idi). Tam Nazi işgali zamanı bu Amerikan aksanını işitmek bana öyle bir etki yaptı ki, derhal oraya yerleşmeye karar verdim.

Bisiklete çok düşkündü. Paskalya geldiğinde, Cioran “Bisikletimle geliyorum, bisikletle Alsace’ı gezeceğiz” dedi. Ve Alsace’ı bisikletle gezdik. Bitap düşmüştüm. Cioran yorulmak nedir bilmiyordu.

Bir yemek salonu vardı ve bütün öğrencilere açıktı. Cioran’la orada karşılaştım. Çok iyi hatırlıyorum, 18 Kasım 1942 idi. Onu önceden de fark etmiştim, zira başkalarından çok farklıydı; hem sonra, öğrencilerin yaş ortalamasının üstündeydi, 31 yaşındaydı. Yemek almak için sıraya girmiştim. Bir kupon doldurmak gerekiyordu, tarihi ve adınızı yazıyordunuz, kasaya geldiğinizde de bu kuponu göstermeniz gerekiyordu. Kuyrukta yanıma geldi ve tarihi sordu bana. Çok iyi hatırlıyorum, çünkü doğumgünümdü. Annem bana pasta yollamış olmalıydı. Ona tarihi söyledim, sonra da…

Yanınıza gelmesi sırada öne geçmek için mi, yoksa size yanaşmak için miydi?

Her ikisi de, sanırım.

Ve o andan itibaren beraber yaşamaya mı başladınız?

Yok canım, hemen değil! O sırada Racine Sokağı’nda oturuyordu. Buraya çok yakın bir oteldeydi, çok güzel bir odası vardı. Bense Foyer International’den, Matmazel Klein adında, sanırım Litvanyalı olan ve Cujas Sokağı’nda bir odada yaşayan bir arkadaş sayesinde ayrıldım. Bir gün gelip Cioran’a “Bir kerhânede oturuyorum!” demişti. Gerçekten de bu otel bir gece kulübüyle bağlantılıydı, olağanüstü bir trafik vardı ve en üst kat aslında müşteri getirdikleri yerdi. Matmazel Klein’ın odası çok iyiydi, çünkü çatı katındaydı, bol güneş alıyordu ve bir okulun ağaçlı avlusuna bakıyordu. Bu odadan ayrılacağını söyleyince, ben oraya geçmeye karar verdim ve bir süre orada oturdum.
Savaş sona erdiğinde, 1945’te doçentliğe kabul edildim ve Mulhouse’a tayinim çıktı. Alsace yeniden Fransa’ya katılmıştı ve oraya öğretmen gönderiliyordu. Ama benim kafamda tek bir fikir vardı, o da Paris’te kalmaktı. Aynı yıl Paris’teki büyük okullar sınavına da girdiğim için, çok iyi bir adam olan müdürü görmeye gittim ve ondan iş istedim. Benimle nasıl konuşacağını bilmiş ve bir süre için Mulhouse’daki işi kabul edip doçentlik avantajını yitirmemeye ikna etmişti sonunda.
Orada benzersiz bir ortam vardı. Öğrenciler iki çeşitti: bütün öğrenimlerini Almanca görmüş olan Alsace’lı kız öğrenciler ile “içeriden gelenler” diye adlandırılan diğerleri — ki çoğunluğu küçük Yahudi kızlardı. Daha sonra bir daha hiç böyle sınıflar görmedim, asla. Ders, vaktinden önce başlıyordu. Kızlar beni koridorda beklerdi; genellikle öğrencileri güç bela derse sokarsınız, burada ise tam tersiydi, onlar beni sürüklüyordu. Bana Virginia Woolf’u hatırlatan bir müdiresi vardı okulun. Alsace’lıydı, İşgal’i Paris’te yaşamıştı ve lisesini tekrar ayakları üzerinde yükseltmek istiyordu.

Cioran sizi görmeye Mulhouse’a hiç gelmedi mi?

Ah, elbette geldi! Bisiklete çok düşkündü. Noel’deki ilk tatilimi Paris’te Cioran’la geçirdim. Ama Paskalya geldiğinde, Cioran “Bisikletimle geliyorum, bisikletle Alsace’ı gezeceğiz” dedi. Ve Alsace’ı bisikletle gezdik. Bitap düşmüştüm. Cioran yorulmak nedir bilmiyordu. Haut-Rhin bölgesi çok yokuşludur, artık dayanamıyordum.

Mulhouse’da sadece bir yıl mı kaldınız?

Evet. Cioran beni Paris’e yaklaştırmaya uğraşıyordu. Lupasco aracılığıyla becerdi bunu. Lupasco liselerden sorumlu müdürü tanıyordu. Gidip onu gördü. Lupasco olağanüstü bir adamdı, harikuladeydi. Onu çok severdik. Her şeyi abartırdı. Lupasco’nun abartıları Cioran’a bile fazla gelirdi. Onun araya girmesiyle, Paris’e bir saat yirmi dakika uzaklıktaki Orléans’a atandım.

Çürümenin Kitabı’nın ilk versiyonunu yazıp Gallimard’a vermişti, metni gösterdiği bir Fransız dostu ona, “Bunu yeniden yazmalısın, melez kokuyor” demiş ve Cioran’ın içine dert olmuştu bu.

Paris’te Cioran’la birlikte mi oturmaya başladınız?

Orléans’da ufak bir odam vardı, ama haftada iki kere Paris’e geliyordum. Orléans’da sadece bir sene kaldım, 1947’ye kadar. O dönemde, okul müdürlerinin hoşuna gitmiyordu bu durum; bir lisede en az iki sene kalınmasını bekliyorlardı. Ama Lupasco yine devreye girdi; üstelik öyle bir becerdi ki Versailles’a atandım.

Artık Paris’te mi oturuyordunuz?

Hem evet hem hayır. Zaten geceleri iyi uyuyamazdım; öğretmenlikle birlikte, dersleri hazırlamam ve belirli bir saatte lisede olmam gerektiğini bildiğimden, iyice uyumamaya başladım. Versailles’da haftada iki gün geçirdiğim ufak bir oda tutmuştum. Okul, yani Hoche Lisesi erkek okuluydu ve o dönemde okuldaki tek kadındım. Hoşuma gitmiyor değildi bu durum, özel bir statü sahibiymişim gibi hissediyordum. Ama liseye gitmek bir saatten fazla zamanımı alıyordu.


Ya Paris’te, Cioran’la birlikte mi yaşıyordunuz? Ve nerede?

Majory Oteli’nde. Her zaman olduğu gibi, fazla uzaklaşmadan, Racine Sokağı’ndaki Racine Oteli’nden Monsieur le Prince Sokağı ile Racine Sokağı’nın köşesindeki Majory Oteli’ne taşındı.

O dönemde oteller pahalı değildi herhalde.

Değildi, aylık öderdik. Orada iki küçük oda bulmuştu, sonra hemen yandaki bir başka odayı kiraladı, çünkü benim de annemle babama söyleyecek bir adresim olmalıydı. Bilirsiniz, o dönemde bu tür durumlar katiyetle hoş görülmezdi.

Ya Versailles’dan sonra?

Versailles’dan sonra Michelet Lisesi’ne gittim; orada çok rahattım, çünkü Yüksek Ticaret Okulu (HEC) sınavına hazırlık sınıflarım ve on üç buçuk saat dersim vardı. Ama yine de uzaktı; sabah yedide otobüse binmem gerekiyordu — gecenin ortasında yani!

Ve Michelet size uzak geldiği için Paris’e daha mı yakın olmak istediniz?

Tam bir trajedi oldu bu. Fénelon Lisesi’ndeki büyük okullara hazırlık sınıfına atandım. Bütün işim hazırlık sınıfıyla da bitmiyordu, mesaimi tamamlamak için sınıf öğretmenliği de yapıyordum; öğrenciler teknik bir okula hazırlanan kızlardı ve onlara telefonu falan anlatmam gerekiyordu. Sonra fark ettim ki, yüksek okullara hazırlık sınıflarında ders vermek hiç kolay değilmiş. Üstelik önceden hazırlanmış hiçbir dersim yoktu. O zaman uykuyu tamamen yitirdim, üç ay sürdü bu. Gece boyunca on beş dakikada bir çalan Sorbonne’un saatinin sesini işitiyordum, hiç uyumuyordum. Bir pencere gördüğümde oradan atlamayı düşünmediğim olmuyordu. Başmüfettişi görmeye gittim; ne halde olduğumu gördü ve Noel’e kadar izne çıktım. Ondan sonra da Montaigne Lisesi’ne atandım. Orası çok iyiydi, okula yürüyerek gidiyordum, Lüksemburg Bahçesi’nden geçiyordum.

Yazmayı o kadar da sevmediğini zannediyorum. Çürümenin Kitabı’ndan sonra, tam bir fiyasko olan Burukluk yayımlanmıştı. Şimdi bu kitap en çok satanı. Ama ilk yayımlandığında, Gallimard onu kâğıt fabrikasında hamur yapılmaya göndermişti. Bundan sonra, Cioran yazmaktan vazgeçmiş gibiydi.

Cioran’ın edebi yaşamı 1947’de hangi aşamasındaydı? Çürümenin Kitabı’nın (Précis de décomposition) Gallimard’daki azabı sürmekte miydi?

Ben Cioran’ı tanıdığımda Rumence yazıyordu. 1947’de Fransızca yazma kararını aldı. İki yıl sonra, Çürümenin Kitabı çıktı. Onu en az iki ya da üç sefer yazdı.

Evet, anlattığına göre Dieppe’e gitmiş ve orada Mallarmé’yi Rumence’ye çevirirken, sonunda bunun bir anlamı olmadığına karar vermiş. Doğru mu?

Evet. Size Dieppe’in hayatımıza nasıl girdiğini anlatayım. Savaş zamanı olduğu ve bombardımanlar sürdüğü için kimse Dieppe’e gitmek istemiyordu. Poitiers’de tanıştığım en eski kız arkadaşım o sayede Dieppe’te iş bulmuştu. Bense o sırada Foyer International’deydim. Bir gün beni oraya davet etti. Bu vesileyle Dieppe’te bir hafta geçirdim. Alman işgali bittikten sonra da Cioran’la oraya sık sık gittik. Gidip gelmesi kolaydı, trenle gidiyor, günü orada geçiriyorduk. Cioran Dieppe’e bayılıyordu.
O yaz Dieppe’e gitmiştik, sonra annemle babamı görmek için Cioran’ı orada bırakmak zorunda kalmıştım. O zaman Dieppe yakınındaki Offranville’de bir aile pansiyonuna yerleşmişti. Anlattığına göre orada, Mallarmé’yi çevirirken, devamını biliyorsunuz…

Fransızca yazmaya başladığında ona yardım ettiniz mi?

Hayır, o sırada Orléans’daydım. Çürümenin Kitabı’nı yazdığını biliyordum, ama o işe karıştığımı hiç hatırlamıyorum. Bütün bildiğim, ilk bir versiyon yazıp Gallimard’a vermişti, metni gösterdiği bir Fransız dostu ona, “Bunu yeniden yazmalısın, melez kokuyor” demiş ve Cioran’ın içine dert olmuştu bu. Ama sonunda arkadaşının haklı olduğuna kani olmuş ve metni yeniden yazmaya girişmişti. Bir kadınla görüştüğünü biliyorum, tam olarak kimdi pek hatırlamıyorum, onunla hiç tanışmadım, adını hiç bilmedim. Ondan “Gramerci Kadın” diye bahsediyordu. Cioran’da memleketi Raşinari ahalisine özgü olduğu söylenen bir merak vardı: Lakap takmak. Anlaşılan, o kadın yardım etmiş ona. Benim tek müdahalem metinlerini daktiloyla yazmak oldu. Cioran’ın bütün metinlerini ben daktiloya geçiyordum. Burada, tebriki hak ettim. Vuruş hataları gördüğünde çılgına dönerdi.
Çürümenin Kitabı’nın ilk versiyonunu daktiloya ben geçmedim. Daktilocu bir kızla anlaşmıştı, ama bu ona çok pahalıya mal oluyordu. Kız bir sürü hata yapıyordu. Bunun üzerine, makinaya ben geçtim, hatta on parmak yazmayı bile öğrendim.


Elyazmalarını size veriyordu. Peki siz hiç ona, mesela, “Şurası düzgün değil” ya da “Burada düşüncemi bu şekilde dile getirmezdim” diyor muydunuz?

Hiçbir zaman bir oturuşta bir sayfadan fazla yazmazdı, az yazardı. O kadar da çok yazmadı zaten, kitapları kısadır. İşten döndüğümde, çoğu zaman bana o gün yazdığı sayfayı gösterirdi. Yazdığından hiçbir zaman memnun kalmazdı ve sesli okumamı isterdi benden. Ben okuyunca metnini iyi bulurdu. Okumam gerekiyordu. O zaman oluyordu. Okurken adeta bir denizkızı sesi takındığımı da belirtmem gerek. Sık sık Fransızca’yı bana Cioran’ın öğrettiğini düşünürüm. Her halükârda, beni kendi dilimin ne olduğunun bilincine o vardırdı.
Bazen itirazda bulunurdum, ama fikrinden kolay kolay vazgeçmezdi. Ceronetti üzerine yazdığı metni hatırlıyorum, Bedenin Sessizliği’nin (Silence du corps) çevirisi yayımlanacağı ve Ceronetti Cioran’dan bir önsöz yazmasını istediği için yazdı bu metni. Cioran başından savmayı denedi, her zaman öyle yapardı, kaytarmayı denerdi. “Önsöz yazmayacağım, mektup yazacağım, yayıncıya bir mektup.” Öyle de yaptı, söz konusu mektubu bana gösterdi. Metni okudum ve alt üst oldum. Cioran’ın bu mevzuyu açmamasına alışkındım, ama burada, Cioran’ın Lüksemburg Bahçesi’nde bir ağacın arkasına saklanarak, kız evlatlığının peşinden giden Ceronetti’yi seyredişini anlatmasıyla başlıyordu. O zaman Cioran’a, “Böyle şeyler yayımlamanın ne anlamı var?” dedim. Bana cevap olarak, “Ateşim vardı” dedi. Israr ettim. Bunun üzerine Cioran kestirip atar bir tonda cevap verdi: “Tek bir virgülünü değiştirmeyeceğim!” Nitekim virgülünü bile değiştirmedi. Dikkatini çekmeye çalıştığım şeylere pek açık değildi.

Cioran’ın sık sık arkadaşlarına geçmişinden hikâyeler anlattığını hatırlıyorum; okuldan, askerlikten… Harikulade hikâyelerdi, gülmekten yerlere yatardık, ona hatıralarını yazması söylendiğinde şöyle karşılık verirdi: “Ama ben öykü yazamam ki. Bunun için lâzım gelen şey yok bende.”

Her zaman mı?

Zaman zaman bana hak verdiği de oluyordu!

Size okumanız için verdiği o metinler, dosya kȃğıtlarında mıydı?

Yok. Büyük boy bloknotlara yazıyordu. Başlangıçta, mürekkep ve çelik kalemle yazıyordu. Cioran’ı yazarken gördüğüm ilk anılar bunlar; o sırada Rumence yazıyordu. Daha sonra, kendine bir dolmakalem aldı; çok daha sonra da tükenmezle yazmaya başladı. Memleketim’in (Mon pays) elyazmasını bu şekilde tarihlendirebildim. Yazısı okunaksız değildi, tabii bazı harflerin elinden nasıl çıktığını biliyorsanız şayet: Özellikle de “n” gibi yaptığı “r” harfi. “Konuşurken r’leri telaffuz edemiyorum, yazarken de zorlanıyorum” diyordu. Benim r’leri bu kadar iyi telaffuz etmeme şaşardı. Ben konuşurken bana yaklaşır, nasıl yaptığımı anlayabilmek için aşağıdan ağzıma bakardı.

Yazmak için ritüelleri var mıydı?

Hayır. Aslında, yazmayı o kadar da sevmediğini zannediyorum. Çürümenin Kitabı’ndan sonra, tam bir fiyasko olan Burukluk (Syllogismes de l’amertume) yayımlanmıştı. Şimdi bu kitap en çok satanı ve en çok yeniden basılanı. Ama ilk yayımlandığında, hakkında sadece Elle dergisinde bir yazı çıkmıştı. Ve Gallimard onu kâğıt fabrikasında hamur yapılmaya göndermişti. Bundan sonra, Cioran yazmaktan vazgeçmiş gibiydi. Nouvelle Revue Française’in yöneticisi Paulhan ondan metinler istemese nihai olarak vazgeçmiş olurdu. Ve denemeler yazmak zorunda kaldı. Kitaplarının çoğu daha önce N.R.F.’de yayınlanmış denemelerinden oluşur. Paulhan’a söz vermiş olurdu, sonra da kendini köşeye sıkışmış hissederdi! O zaman, “Bunu yazmaya söz verdim, neden söz verdim ki? Şimdi de tarih yaklaşıyor” diye söylenirdi. Şekilden şekle girerdi ve “Bu yazıyı asla yazamayacağım” derdi. Sonra birden, odasına çekilir ve yazardı. Bu beni hep şaşırtıyordu. Bu kadar kolaylıkla yazılabilmesi bana olağanüstü geliyordu. Elyazmalarında çok da fazla çizilmiş yer olmadığı görülür.


Peki Cioran denemelerden başka şey yazma isteğine hiç kapılmadı mı? Hiç tiyatro ya da ne bileyim, kurmaca yazma isteği duymadı mı?

Bu dediğinize ne söyleyeceğimi bilemiyorum! Cioran’ın asla aklının ucundan geçmeyecek bir şey bu. Cioran aynı konu üzerine çeşitlemelerden başka hiçbir şey yazmamıştır ki.

Ama bu bütün yazarlar için söylenebilir. Aynı konu üzerine farklı biçimler altında çeşitlemeler de yazılamaz mı? Başka tarzda yazma fikrinin Cioran’ın kafasından geçmiş olması düşünülemez gibi mi geliyor size?

Cioran’ın sık sık arkadaşlarına geçmişinden hikâyeler anlattığını hatırlıyorum; okuldan, askerlikten… harikulâde hikâyelerdi, gülmekten yerlere yatardık, birçok arkadaşı da ona hatıralarını yazması gerektiğini söylerdi. Cioran ise şöyle karşılık verirdi: “Ama ben öykü yazamam ki. Bunun için lâzım gelen şey yok bende.”

Cioran’ın Rumence metinlerinin çevirisi nasıl oldu, çevirilere o da katkıda bulundu mu?

Rumence metinlerinin çevrilmesine uzun süre karşı çıkmıştı. Bundan ilk söz edenin Alain Paruit olduğunu hatırlıyorum. Cioran Paruit’yi çok severdi, onu çevirmenliğe o teşvik etmişti, yetenekli olduğunu düşünüyordu. Cioran’ın insanlara yardım etmek, onlara tavsiyelerde bulunmak gibi bir takıntısı vardı, hatta onları bazı şeyleri yapmaya zorlardı. Cioran tavsiyede bulunmayı çok severdi. Bense genel olarak tavsiyelere kulak asmamışımdır.
Bir gün, Paruit Cioran’ı görmeye geldi. Umutsuzluğun Doruklarında’yı (
Pe culmile disperării – Sur les cimes du désespoir) çevirmek istiyordu. Cioran ona “Bir deneme yapın” dedi. Paruit birkaç sayfayla geldi ve ikisinin de çıkardıkları sonuç, metnin Fransızca’ya geçmediğiydi.

Çoğu zaman müthiş hazindir yazdıkları. Ama Cioran hiç nemrut değildi, şendi, çok şendi. Aslında bunun çok iyi bir açıklaması var. Ancak hüzünlü olduğunda, ümitsizlik krizlerinde yazıyordu. Bunu kendisi de söylemişti: “Kitaplarımın ürkütücü olması, kendime bir kurşun sıkmak istediğim zaman yazmaya koyulmamdandır.”

Yıllar sonra, Sanda Stolojan Gözyaşları ve Azizler’i (Lacrimi si Sfinti – Des larmes et des saints) çevirmeye başladı ve sık sık elinde metniyle geliyordu. Cioran görüşürlerken benim de yanlarında olmamı dayatıyordu. Bense bu durumdan hiç hoşlanmıyordum, çünkü Cioran normal zamanda ne kadar nazik, hoşsohbet ve kibarsa, yazı söz konusu olduğunda, bir metin söz konusu olduğunda nezaket falan kalmıyordu. “Kesip atmak lâzım, kötü bu” diyordu. Sanda’nın gelişi ve “Yaptıklarımdan bugün yine neyi atacaksınız bakalım?” deyişi geliyor gözümün önüne. Gözyaşları ve Azizler’in Fransızca versiyonu Rumence metnin yaklaşık üçte birine tekabül ediyormuş. Sanda kendini korumaya almak için bir önsöz yazdı. Cioran ise birkaç sayfayı baştan yazmaya yeltendi. Öyle ki, Rumenceden çevrilmiş bir metin okuduğunuz izlenimi edinmezsiniz. Kısa süre önce, İngilizce çevirisini okudum ve allak bullak oldum. İngilizce Rumenceden çeviriye çok daha elverişli, daha az katı. Hem sonra, Cioran’ın Rumencedeki o zengin barok üslûbu Almanca ya da İngilizceye çok iyi uyar, ama Fransızcaya uymaz…

Okumanız ve daktiloya geçmeniz için verdiği bu metinler dışında, ölümünden sonra, günlük tuttuğunu da keşfettiniz.

Günlük değildi. Nasıl tasvir edeceğimi bilemiyorum, defterlerdi bunlar. Varlıklarından haberim yoktu. Ortalığı yerleştirirken, Cioran’ın elyazmalarını Doucet Kütüphanesi’ne verme kararı aldığım zaman keşfettim. Ve Cioran’ın muhafaza edip kenara ayırmış olduğu bu defterlere denk geldim. Kapakların çoğunda “İmha edilecek” yazıyordu. Doucet’ye vermek yerine okumaya başladım, Cioran’ı farklı bir ışık altında gösteren değerli bir keşif olduğunu düşündüm. Biraz da müsvedde defteri bunlar. İçlerinde kitaplarında ele aldığı çok şey var, bazıları kelimesi kelimesine. Bazı cümlelerin bu defterlerde üç veya dört versiyonu var. İfade etmede mükemmeliyet noktasına varmak istiyor. Ama başka birçok şey de var. Çoğu zaman tarih konulmamış. Tarih bulunduğunda da, genellikle bunun peşinden bir not geliyor. En sık rastlananlar ise: “korkunç gece”, “müthiş ağrılar”.
Aktarırken, çok ilginç bir şey olmasa bile, tarih atılmış her şeyi koruyorum. Yaptığım seçimlerden hem memnunum hem değilim. İyi yapıp yapmadığımı bilmiyorum. Cioran bana bu defterlerden hiç bahsetmemişti. Odasına gittiğimde bazen masasının üzerinde bir defter gözüme çarpardı. Bilir misiniz? Odasına girilmezdi. Temizlikçi kadın içeri alınmazdı. Çünkü eğer Cioran bir şeyi bulamazsa, ki sürekli olurdu bu, onun dağınıklığını bozduğumuzdan dolayı kaybettiğini düşünürdü. Bir süre sonra, hep aynı bir defteri gördüğümü farkettim, zira daima aynı cins defterlerden satın alırdı ve o sımsıkı kapalı defteri elbette hiç açmamıştım. Bu defterleri keşfettiğimde, Doucet Kütüphanesi’nin yöneticisine bunları ona hemen vermeyeceğimi söyledim.

Ve önceden yaptığınız gibi defterlerdekileri daktiloyla yazmaya başladınız.

Evet. Benim için hâlâ Cioran’la beraber olmanın bir şekli bu.

Size metinler gösteriyor, ama o defterlerden söz etmiyor muydu?

Etmiyordu.

Peki o defterler bir günlükten ne bakımdan farklıydı?

“Bugün filancayı gördüm, şunu bunu yaptım” diye yazan biri değil hiç. Karşılaştığı ya da etrafındaki insanlardan pek söz etmez. Kendinden, neredeyse sadece kendinden bahseder. Olaylar ise ancak onun nazarında takdim edilir. Çoğu zaman müthiş hazindir yazdıkları. “Ne yani! Bu olaylarda ben de vardım, böyle değildi” diyerek kendimi teselli ediyorum, çünkü Cioran hiç nemrut değildi, şendi, çok şendi. Aslında bunun çok iyi bir açıklaması var. Ancak hüzünlü olduğunda, ümitsizlik krizlerinde yazıyordu. O zaman odasına çekiliyor ve yazmaya koyuluyordu. Bunu kendisi de söyledi zaten: “Kitaplarımın ürkütücü olması, kendime bir kurşun sıkmak istediğim zaman yazmaya koyulmamdandır.”

Defterler geceleri yazılmış, uyuyamadığı zaman ya da eve geç döndükten sonra, yatmadan önce. Ve hep dönüp gelen, sürekli bir başarısızlık duygusu var. Bu şeyleri okumak beni o kadar fena ediyor ki… Başarısızlık duygusunun ona bu kadar musallat olduğunu, mutsuz olduğunu düşünmek.

Bu defterler geceleri yazılmış, uyuyamadığı zaman ya da eve geç döndükten sonra, yatmadan önce. Ve hep dönüp gelen, sürekli bir başarısızlık duygusu var. Bu şeyleri okumak beni o kadar fena ediyor ki… Başarısızlık duygusunun ona bu kadar musallat olduğunu, mutsuz olduğunu düşünmek.

Başarısızlık duygusu, yazar olarak tanınmışlığının yetersiz olduğuna hükmettiğinden miydi?

Hayır, benim hissettiğime göre, bu başarısızlık duygusu kendisine karşıydı.

Bu defterleri yayınlamak mı istiyorsunuz?

Evet, defterler Doucet Vakfı’na gidecekti; araştırmacılar için ilginç olacağı kesindi ve bunu yayımlayacak biri illâ ki çıkardı, önceden davranmamın daha iyi olduğunu düşündüm. Bununla birlikte, editörlük vasfımın yeterli olduğuna hiç emin değilim. Metinlerini daktiloda yazıyordum, ama şimdi bu çok daha fazla bir şey. O sağken metinlerini temize çekiyordum, ama yayımlanıp yayımlanmayacaklarına karar vermiyordum, benim hiçbir söz hakkım yoktu.

Dolayısıyla, bu yayında bir sorumluluk hissediyorsunuz. Yaşamından bazı unsurlar var, notlar, “Marie-France [Ionesco] ile olağanüstü bir akşam geçirdim” gibi… Ayrıca, başka yerlerde yayımlanmış metinlerin müsveddeleri ve nihayet, o kadar buruk olduğunu söylediğiniz düşünceleri… Toplamda otuz beş defter mi var?

Tam bir sayı söylemek zor, çünkü tatillerde yazdığı ufak defterler de var. Sonra başka boyda defterlere geçti, onlar çok daha büyük; yalnız, onlar düpedüz müsvedde defterlerine dönüştü. Bazı şeyler çok çalışılmış, düşünülüp taşınılmış, bazıları da aksine çok kendiliğinden. Hiçbir birlik yok. Bu metinlerin yayımlanmasını dileyip dilemediğini de bilmiyorum. Hem sonra, bazen insanlardan bahsediyor. Neredeyse hiçbir zaman ad vermediğini söylemek lâzım, baş harflerini koyuyor. Ama en nihayetinde kimin söz konusu olduğu açıkça görülüyor. Cioran’ın nasıl olduğunu bilirsiniz, çok … şey olabiliyordu…


Hınzır mı?

Evet. Yani aklına gülünç bir söz, bir abartı geldiğinde asla karşı koyamamıştır dile getirmeye. Arkadaşlarıyla bozuşup sonra barışırdı.

Sizden bahsediyor mu defterlerde? Sizin hakkınızda düşündükleri üzerine bir şeyler öğrendiniz mi?

Hayır, neredeyse hiç, benden neredeyse hiç bahsetmiyor. Çok tuhaf. Bir dönem her pazar Paris civarlarında gezmeye gidiyorduk ve bütün gün yürüyorduk, yirmi beş-otuz kilometre yapıyorduk, ben hep yanındaydım. Her seferinde, defterine not düşüyor: “Kırlarda olağanüstü bir gün, o kadar çok kilometre yaptım ki…” Halbuki ben de oradaydım, dün gibi hatırlıyorum. Bazen de bir karşılaşmayı anlatıyor ve not düşüyor: “O hanım bize dedi ki…” ve parantez içinde “(Simone ve ben)” diye belirtmeyi uygun görüyor. Tamamen olağanüstü bir şey bu. Bu günlüğü hakikaten kendisi için tutuyordu. Aynı zamanda da, bazı bölümler denize atılan bir şişe gibi.

Söyleşilerinde de Cioran özel yaşamı, siz ve sizinle bağları hakkında hep ağzısıkı davrandı.

Benden hiç bahsetmedi. Zaten tamamen ayrı hayatlarımız vardı, hatta tamamen farklı… Ben öğretmendim, işten döndüğümde ona işimden hiç bahsetmezdim. Her halükȃrda lisede yaptıklarım ilgisini de çekmezdi zaten.

Oysa onun için çok elzemdiniz.

Elzem miydim bilmiyorum. Ben olmasam da başının çaresine çok iyi bakardı.

Sizden hiç bahsetmediğini görmek sizi biraz kızdırmıyor mu?

Hayır, şaşırtıyor sadece. Kaldı ki, katiyetle dul olmak istemezdim; dul derken, istismarcı dul yani. Bu söyleşiyi yapmak için fazla hevesli olmamam da bundan.

On beş günlüğüne bir kedim olmuştu, bir arkadaşım emanet etmişti. O zaman anladım! Cioran’ın kediyle ilişkisi olağanüstüydü. O da kediye benziyordu. Üstelik, ikisini de benim beslemem gerekiyordu! İkisi de en az diğeri kadar hayatı zehir edebilir ve öngörülemezdi.

Ama yine de, arkadaşlarını ağırladığında siz de orada değil miydiniz?

Evet, tabiatiyle, bütün arkadaşları, özellikle çevirmenleri… Cioran’ın çevirmenleri hakkında bir kitap yazılır! 1950’ye doğru, Madam Tézenas’ın salonuna gitmeye başladı ve orada ilginç insanlarla tanıştı. Benimse bütün derdim geç yatmamaktı; çünkü ertesi gün dersim oluyordu. Üstelik çok yabani ve utangaçtım. Dolayısıyla, hep benden bağımsız olarak çıkıyordu. Bu şekilde Jeannine Worms yıllar boyunca Cioran’ı evinde kabul etti ve benim varlığımdan hiç haberdar olmadı. Cioran benden hiç bahsetmezdi. Ben de katiyen aileme ondan söz etmek istemezdim.

Aileniz Cioran hakkında hiçbir şey bilmiyor muydu?

Hayır. Onlara, “Biriyle tanıştım, vatansız, mesleği yok, parası yok” diyemezdim herhalde. Ne kadar açık görüşlü de olsalar, onu kabul etmezlerdi.

Annenizle babanızla hiç tanışmadı mı?

Tanışmadı. Asıl zor olan, Cioran sayesinde Odéon Sokağı’ndaki o daireye taşındığımız zamandı. Onu da Tarih ve Ütopya’nın (Histoire et utopie) yayımlanmasının akabinde bulmuştuk. Bilirsiniz, Söyleşiler’inde de (Entretiens – Ezeli Mağlup) anlatıyor zaten; hayranı bir kadına kitabını göndermişti, o evi onun sayesinde bulduk. En büyük edebi başarısının bu olduğunu söylemiştir hep. Dolayısıyla annemlere o adresi vermek zorunda kalmış ve anneme (o sırada babam ölmüştü) benimle kirayı paylaşan bir ev arkadaşı bulduğumu söylemiştim. Annem evi ziyarete geldi. Ayrı bölümlerde olduğumuzu düşünmesi için şu mobilyayı o kapının önüne taşıdık.

Hem bağımsız olmanın hem de üzerine titrenmesinin Cioran’ın işine geldiğine inanmıyor musunuz? Aslında her erkeğin düşüdür bu: İstikrarlı bir ilişkisi olması, sonra da tüm özgürlüğünü koruması, biriyle birlikte yaşarken bekâr olmak. Sizinle şansı muazzam yaver gitmiş.

Ben böyle görmüyorum. “Bağımsız olmak”, “istikrarlı bir ilişkisi olmak”… Böyle dile getirmezdim ben. Cioran’ın da böyle ifade edeceğini sanmam. Size bunu söylemem imkânsız.
Noica’nın buraya ilk gelişini hatırlıyorum. Ondan bahsedildiğini daha önce işitmiştim. Cioran ona çok uzun mektuplar yazıyordu. Noica çok incelikli, belki fazla incelikli bir kafaydı. Bir gün Noica’yla baş başa kaldığımızda bana pattadanak, “Cioran’a nasıl tahammül edebiliyorsunuz?” diye sordu. Ben de ona, “Ama o da bana tahammül ediyor!” demiştim.
Cioran katiyetle öngörülemez biriydi, daima. Bunun olumlu bir tarafı da vardı, onunlayken hiç sıkılmazdınız. Ama mahzurları da vardı. Onunla bir plan program yapmak katiyetle olanak dışıydı. Bu benim açımdan bazen sorun çıkarabiliyordu; çünkü her şeye rağmen öngörmem gerekiyordu. Bir perhizi vardı ve her şey perhizin etrafında dönüyordu. Zaten çoğu zaman pazara kendi giderdi. Dieppe’e gittiğimizde, yola çıkarken evde her şey söndürüldü mü, buzdolabı boşaltıldı mı diye öyle bir kaygılanırdı ki… Dieppe’e varınca, ben alışverişe çıkıyordum ve daha yerleşir yerleşmez, “Hadi, gidiyoruz!” deyiveriyordu. O zaman tekrar yollara düşüyorduk, buraya dönünce de buzdolabını tekrar doldurmak gerekiyordu.

Bu kaprislere tahammül ve riayet ediyordunuz. Kızıp da “Madem böyle, ben de Vendée’ye dönüyorum o zaman!” dediğiniz olmuyor muydu?

Yok hayır! Vendée’ye dönmeyi istemiyordu ki canım! Sanırım başlarda isyankȃr hareketlerim oldu, ama beraber yaşamak gerekiyorsa daima bir tür modus vivendi/geçici uzlaşma sağlanabilir. Kuşkusuz o da bazı şeylere tahammül etmek zorunda kalmıştır; elbette kendimin ondan daha kolay birlikte yaşanabilir biri olduğumu düşünsem de!

Dieppe’te ufak bir daire almışsınız…

Oh, tam bir sandık odasıydı! Uçurumun yamacında inşa edilmiş şatoya bakıyordu. Ufacıktı, ama o şato manzarası vardı. Orada beraber birkaç gün geçirmeyi denemeye başladık, ama o kadar ufaktı ki, sonunda birbirimizi öldüreceğimizi düşündük! Sabah erken kalkma ve gece gündüz fark etmeksizin herhangi bir saatte yatma alışkanlığı olan Cioran da anladı ki, buraya sığışamazdık. O sandık odasının üstünde, doğrudan çatının altında bir alan vardı, bir nevi çatı katı yani, ısıtıcının su kazanı da oradaydı. Kiremitlerin arasından günışığı görülüyordu. Cioran oraya bir şey yapmaya karar verdi. Önce izolasyonla başladı işe. Alelacele kontrplak tabakalar vidaladı, son sürat. Büyük bir çatı penceresi açtırdı ve harika oldu, çünkü o pencereden sadece şato görülüyordu, tam çerçeveye oturtulmuş gibi. Cioran kendine ufak bir platform yaptı, üzerine destekler ve bir iskemle koydu.
Sonra, Vendée’ye gitmiştim, dönüşümde Cioran’da bir tuhaflık sezdim. Kasım ayında beş gün tatilim vardı, Cioran’a Dieppe’e gitmeyi teklif ettim. Cioran, “Gitmem oraya” diye cevap verdi. Bunun üzerine kafam kızdı ve yalnız gittim. Ertesi gün Cioran geldi. Yazın evde çalışırken göğsünde yuvarlak bir kütle olduğunu fark ettiğini söyledi. Dieppe’de tahliller yaptırmış, kanser olduğu anlamına gelecek şeyler söylemişler. Paris’e döndüğünde yeni tahliller yaptırmış, sonuçları da tam Dieppe’e gitmek üzere yola çıkacağımız gün verilecekmiş. Bu yüzden gelmek istememiş.

Hiç çocuk sahibi olmayı arzu etmediniz mi? Onu ikna etmeyi?..

Aklınız alıyor mu? Cioran’la bir çocuk! On beş günlüğüne bir kedim olmuştu, İtalyan bir kız arkadaşım emanet etmişti. O zaman anladım! Cioran’ın kediyle ilişkisi olağanüstüydü. O da kediye benziyordu. Üstelik, ikisini de benim beslemem gerekiyordu! İkisi de en az diğeri kadar hayatı zehir edebilir ve öngörülemezdi.

Cioran’ın günlük programı nasıldı?

Söz konusu olan Cioran ise, program sözcüğü hiçbir şeye tekabül etmez! Ben sabah erken çıkıyordum. Evde çok bulunmuyordum, özellikle başlarda. Sonra, Montaigne’deyken, saat sekize doğru işe gidiyordum, öğlen işten çıkıyordum, alelacele pazara gidiyordum, eve dönüp yemek hazırlıyordum, çünkü Cioran’ın korkunç bir perhizi vardı. Acı çekiyordu, her halükârda, her yerde acı çekerdi. Sonra gastrit oldu, buharda pişmiş sebzeler, tam tahıllar yemesi gerekiyordu. La Vie Claire dergisinin büyük bir taraftarıydı. Öğleden sonra, pazar alışverişine çıkıyordum, o ise genellikle, siesta yapardı. Büyük teorisi, siesta yapmanın elzem olduğuydu. Beni de siesta yapmaya ikna etmek istiyordu; bense asla istemezdim. Zaten sabahleyin kalkmak yeterince dertti, günün içinde ikinci bir defa kalkamazdım. Hȃsılı, herhangi bir saatte siesta yapabiliyordu, ama geceleyin uyumazdı. O zaman da, gecenin ikisinde, dördünde sokağa çıkardı.

Büyük teorisi, siesta yapmanın elzem olduğuydu. Herhangi bir saatte siesta yapabiliyordu, ama geceleyin uyumazdı. O zaman da, gecenin ikisinde, dördünde sokağa çıkardı.

Ya yolculuklar?

Tutkuyla sevdiği İspanya’ya gitmiştik. 1936’da İspanya için bir burs aIdığı sırada İç Savaş patlamış. Hatta İspanya’nın bir kısmını bisikletle dolaşmıştık. Köy sokaklarından geçiyorduk, o dönemde turistler yoktu henüz, çocuklar peşimizden “Son ingles!” [İngilizler!] diye bağırarak koşuştururdu. İtalya’ya da gittik, İngiltere’ye de, bazen bisikletle.

Bütün tatillere beraber mi çıkıyordunuz?

Evet, tatillerin ailemle geçirdiğim kısmı haricinde.

Ve hep bisikletle mi?

Evet, en azından ilk başlarda. Daha sonra bunun zorlaştığını fark ettik, çünkü git gide trafik artıyordu. O zaman da yayan gitmeye başladık. Bir dalga bulmuştuk, teknelerin kıyıya çekildiği yollar boyunca, kanalları takip ediyorduk, çok zevkliydi. Bu şekilde kaç kilometre yaptık bilmem. Cioran dolaşmaya doyamazdı. Onun için el meşgalesi gibiydi bu; yürümek, bisiklete binmek bilinci boşaltmaktı, artık sadece manzaranın içinde olmaktı, ilerleyiş hareketi içinde.
Yayan veya bisikletli gezintiler yaparken bir günde kilometreler katediyorduk. Sırt çantasıyla kamp bile yaptık. O dönemde her yerde çadır kurulabilirdi. Özellikle Gironde Irmağı’nın ağzında, denize yukarıdan bakan Talmont’un harikulâde Roman kilisesinin meydanında kamp kurduğumuzu hatırlıyorum. Sonra devam edip Landes yakınlarına vardık, ama orada bedava kamping yapmak katiyetle yasaktı. Bir kampinge gitmek zorunda kaldık. Rezalet bir şeydi. Ondan sonra da bir daha hiç kamp yapmadık.

Avrupa dışına hiç yolculuğa gitmediniz mi?

Hayır. Cioran’a Amerika’dan çok sayıda davet geldi, ama oraya hiç gitmek istemedi. Üstelik, uçağa binmek de istemedi, hayatında hiç uçağa binmedi. Hatırlıyorum ‘51’de bir Fullbright bursu almıştım ve benim gitmemi istemiyordu, uçağa binmemi istemiyordu. ‘51’de Amerika’ya pek giden yoktu, benim için olağanüstü bir şeyi temsil ediyordu. Ben de boyun eğmedim. Yola çıkışımı hatırlıyorum, benimle Orly’ye geldi. O dönemde normaldi, yolcuya uçağa binene kadar eşlik edilirdi. Bir kız arkadaşımın bana bahçesinden kirazlar ve bir gül getirdiğini hatırlıyorum, ama geç kalmıştı ve uçağın hostesi kapıyı açıp tekrar merdiveni indirmişti. Bugün böyle bir şeyi kimsenin aklı almaz! Merdivenin başında Cioran’ı görüyorum tekrar, yüzü öyle bir solmuştu ki… Ve bana öyle sitemli gözlerle bakıyordu ki, çok ağır bir suçluluk duygusuyla çıkmıştım yola.

Trene biniyor muydu bari?

Evet, elbette, ama trene bir bindikten sonra da inanılmaz sahneler sergilerdi, çünkü kulaklarına hep bir şey olurdu, en ufak hava cereyanından çekinirdi. Bu yüzden, bir yere yerleştikten üç dakika sonra, yer değiştirip dururdu, sürekli.

E.M. Forster üzerine çalışan bir kız arkadaşım vardı. Cioran, bu iki baş harften büyülenerek onları sahiplendi. Cioran İngilizlerden daima büyülenmiştir, Shakespeare ya da Shelley okuyarak öğreniyordu İngilizceyi.

Nadeau’nun o meşhur makalesinden bahsedebilir misiniz? Cioran üzerine Fransa’da yazılan ilk makale. Cioran nasıl keşfetti onu?

1949’da oldu bu. O gün Foyer International’de yemek yiyorduk. Cioran’ı Saint-Michel Bulvarı’ndaki bayiden Combat gazetesi alırken görür gibiyim hȃlȃ.

Tesadüfen, biri ona “Seninle ilgili bir makale var” dediği ya da tavsiye ettiği için değil yani…

Yok, Combat’yı her gün okurdu. Gazeteyi açıyor ve hemen yazıya denk geliyor. Kaldı ki görmemesi imkânsızdı, çok uzun bir makaleydi ve hemen okumaya başladı. Çok şaşırmıştık, çünkü Cioran Fransa’da hiç tanınmayan biriydi. Halbuki, defterlerini okurken bunun daha iyi bilincine vardım, Romanya’da çok ünlüydü. Henüz Fransızca yazmaya başlamadan önce bana söylediği bir şeyi hatırlıyorum. Collège de France’ta bir matematikçinin dersini dinlemeye gitmiştik. Matematikçi Çek’ti, ya da o civarlardan biri. Fransızca konuşmuyordu, ama buna ihtiyacı yoktu, tahtaya formüllerini yazıyor, insanlar da onu izliyordu. Cioran, “Matematikçi olmak ne büyük avantaj!” demişti. Bir gün bana, “Hiç kimsenin bilmediği bir dilde yazacağına operet yazmak evlâdır!” demişti.
Oysa Romanya’da kendi kuşağının yaramaz çocuğu olmuştu, kitapları skandallara yol açıyordu, Fransa’da ise hiç kimseydi. Bu yüzden, Nadeau’nun böyle bir makale yazması şaşırtmıştı onu.

Ya şöhret geldiği zaman? O makaleden sonra, dediğiniz gibi şöhreti tekrar silikleşti, peki ne zaman geri geldi?

Cioran’ın şöhreti çok sonra geldi. Defterlerinde Gallimard’a ziyaretlerini anlatıyor. Görevlilere ismini tekrarlamak zorunda kalıyormuş, kimse bilmiyormuş adını, en sonunda Claude Gallimard’ın bürosuna varıyormuş. Kendini hiç kimsenin odaya beraber çıkmak istemediği ve kerhânenin mamasıyla göz göze gelemeyen orospu gibi hissettiğini anlatıyor.
Yürüyen ilk işi, tanınmaya başlamasını sağlayan ilk kitap, cep dizisi Arcades’da yayımlanan Hayranlık Alıştırmaları (Exercices d’admiration) olmuştu.
Cioran cep kitaplarında yayımlanırsa onu gençlerin okuyacağına kafayı takmıştı. Bütün istediği buydu, böylece tek kitaplık yazar olmaktan kurtulacaktı. Çünkü Çürümenin Kitabı’ndan sonra Var Olma Eğilimi’ni (La Tentation d’exister) ve Zamana Düşüş’ü (La Chute dans le temps) yazmış olsa da, hâlâ Çürüme’nin yazarıydı. Bir gün bana, “Claude Gallimard’ı görmeye gideceğim ve ona cep kitaplarında yayımlanmak istediğimi söyleyeceğim” dedi. Bense kitaplarının satmadığını biliyordum ve ona böyle bir talepte bulunmayı tavsiye etmediğimi söyledim. Ama yine de gitti.

Size her zaman kulak asmıyordu, öyle mi?

Hiçbir zaman. Dolayısıyla, Gallimard’a gidiyor. Claude hiçbir şey söylemiyor, yerinden kalkıyor ve Cioran’ın kitaplarının satış rakamlarının bulunduğu dosyayı alıyor; kesinlikle gülünç rakamlar. Cioran’a gösteriyor ve “Bu şartlarda sizi cep kitaplarında yayımlayamayız” diyor. Cioran’ın eve ne halde döndüğünü hatırlıyorum, yüzü ölü gibi solmuştu. Bana “Haklıymışsın!” dedi. Bunu onun ağzından işitmek nadir görülen bir şeydi. Ömrü hakir görülmekle geçmişti. Dolayısıyla şöhret “Hayranlık Alıştırmaları”yla, çok çok geç [1986] başladı ve o zaman Cioran oldu. Önceden E.M. Cioran’dı.

E.M. Cioran, Fransa’da onun pek hoşuna gitmeyen ismini gizlemenin bir şekliydi…

Evet. Emile adının Fransızcada berber adı olduğunu düşünüyordu. O dönemde, benimle aynı anda diplomaya hazırlanan ve E.M. Forster üzerine çalışan bir kız arkadaşım vardı. Cioran, bu iki baş harften büyülenerek onları sahiplendi. Cioran İngilizlerden daima büyülenmiştir, Shakespeare ya da Shelley okuyarak öğreniyordu İngilizceyi.

Ve Gallimard onu sadece Cioran diye adlandırma kararı aldı.

Evet, Hayranlık Alıştırmaları’nı yayımlarken fikrini bile sormadılar. Öyle çıktı, kapakta sadece Cioran yazıyordu. Bunun çıldırttığı kimseler de oldu. Nitekim Alain Bosquet Le Quotidien’de E.M. Cioran’ın Cioran’a dönüşmesini skandal olarak nitelediği bir yazı yazdı.
Ben o kitabı çok seviyorum, yani nihayet kendisinden başka şeylerden bahsettiği bir kitap bu. Aslında bu yanlış, çünkü hep kendinden bahseder.

Şöhrete karşı tavrı muğlaktı. Elbette çelişkiler var, çünkü okunmak ve cep dizisinde yayımlanmak istiyordu. Michaux’yla tartışırlardı. Michaux cep dizilerine karşıydı. Ama Cioran bunu önemli buluyordu, çünkü gençler tarafından okunmak istiyordu.

Cioran’ın ünlenmesinin yaşamınızdaki tezahürü nasıl oldu? Sizi görmeye gelen gidenler, söyleşi talepleri arttı mı?

Yabancı yayıncılar da vardı, git gide daha çok tercüme edilmek isteniyordu.

Ya Cioran, son zamanlarında yazar olarak tanındığı duygusunda mıydı?

Çok da değil. Bu öğleden sonra Sanda Stolojan’a tam da bundan bahsediyordum. Bilir misiniz, bazı anlarda biraz lirik bir konuşma şekli vardır, bana, “Aslında Fransızlar burada ellerinde olanın farkında değiller” dedi.
Bazen Cioran hakkında inanılmaz şeyler işitiyorum. Mesela, geçenlerde Michalon’un yayımladığı Liiceanu’nun kitabındaki o Cioran söyleşisi, Rumence yapılmış ve çevrilmişti. Camus’nün ona, artık fikirler âlemine girmesi gerektiğini söylediğini anlatır Cioran, bilirsiniz. Cioran konuşurken, ağzından dakika başı bir küfür çıkardı. Rumence bir sürü küfür bildiğimi tahmin edersiniz, böyle öğrendim, doğrudan işite işite. Camus’nün ona dediklerini Liiceanu’ya anlatırken bir küfür etti, çevirmen de “Hass.ktir git!” diye çevirmişti.
Bu ifade muazzam beğenilmişti. Cioran’a ilgi duyan bir hekim arkadaşım vardı, o lafı okumuş ve Cioran’ın bu karşılığını olağanüstü bulmuştu. Böyle şöhret olunuyor işte!
Akabinde, yine Camus mevzuunda, France Culture radyosunda Liiceanu’nun kitabının bir tanıtımı yapılmıştı. Sonuç da şuydu: Cioran’ın Camus hakkında söyledikleri ona karşı da kullanılabilir ve Cioran’ın da lise son sınıf öğrencilerine göre bir filozof olduğu söylenebilirdi. Bu lafı bir başka yerde, Philippe Tesson’un bir programında da işittim. Cioran kendisini hiçbir zaman filozof olarak görmedi. Maître et complices (Üstad ve Suç Ortakları) adlı kitabında Cioran hakkında bir bölüm yazan Matzneff’e de söylendi bu. Matzneff şöyle demişti: “Evet, gerçekten de Cioran’ı lise son sınıftayken keşfetmiştim, ama bu demek değildir ki…” vs..

En nihayetinde, Cioran’ın zaferinden tatmin olmamışsınız.

Cioran’ın tanındığını bilmeden öldüğüne inanıyorum.

Ama yine de, Bernard Pivot’nun onun üzerine bir program yapması bir göstergedir, öyle değil mi? Üstelik Cioran kendisiyle söyleşi yapılmasını reddetmişti. Bir yandan kendini çağdaşları tarafından azımsanır hissederken söyleşi vermeyi reddetmek paradoksal değil mi?

Biliyor musunuz? Günlüğünde –elbette her zaman samimi değil ama–, bin kere dönüp dönüp aynı şeyi söyler: Tanınmamış olmak tanınmış olmaktan evlâdır, anlaşılmamak gerekir, şöhret zelil bir şeydir. Bu konuda, daha açık yürekli olup her tür takdir emaresinden memnuniyet duyan Eugène (Ionesco) ile tartışırlardı. Aralarındaki en büyük tartışma Eugène Académie Française’e aday olduğu zaman çıktı. Cioran onu caydırmaya çalışıyordu. Bu ısrarının Ionesco’nun hiç hoşuna gitmediğini hissettiği âna kadar ısrar etti Cioran. Defterlerinde anlattığına göre, Ionesco ona bir gün, “Şimdi Académie üyesi olduğuma göre, artık bir Ölümsüz’üm, yaşam boyu bu, nihaî” demiş. Cioran ise: “İlle de öyle değil, ihraç edilen Pétain örneği var, Maurras var, Daudet var. Sen de bir ihanette bulunabilirsin” demiş. Ve Eugène şöyle cevap vermiş: “Demek ki umabilirim”. Bu hikâyeye bayılıyorum.

Cioran’da sürekli görülür bu: Ölümü kabul ediyorum, yaşamı kabul ediyorum, ama doğumu etmiyorum. Aynı şey, doğumun reddi, Beckett’te de vardır: Doğmasak daha iyi olurmuş.

Kuşkusuz şöhrete karşı tavrı muğlaktı. Elbette çelişkiler var, çünkü okunmak ve cep dizisinde yayımlanmak istiyordu. Michaux’yla tartışırlardı. Michaux cep dizilerine karşıydı. Ama Cioran bunu önemli buluyordu, çünkü gençler tarafından okunmak istiyordu.

Ama yine de resmî diye niteleyebileceğimiz bir takdir de gördü, Cumhurbaşkanı Mitterrand’dan mesela.

Evet, Mitterrand onu iki defa davet etti, ama gitmek istemedi.

Yani red mi etti? Pek sıradan bir durum değil bu…

Bir keresinde kabul etti, daveti yapan kişi Thierry de Beaucé idi ve Mitterrand da gelecekti. Davet uzakta, Paris dışındaki bir yerde olduğu için, Thierry de Beaucé Cioran’ı bizzat almaya geldi. Cioran Mitterrand’ın ona resmî ziyaret için gideceği Romanya’dan bahsedeceğini düşünüyordu. Mitterrand onunla pek az konuşmuş, Romanya’dan da söz etmemiş. O davette her çeşidinden yıldızlar vardı, özellikle de televizyon yıldızları. Cioran’la tanıştırıyorlar, ama hiç televizyon seyretmediği için hiçbirini tanımıyordu.
Son zamanlarında, Cioran hastanedeyken Mitterrand, ziyarette bulunmasını kabul edip etmeyeceğimi sordurdu. Ama istemedim. Bir anlamı yoktu o ziyaretin.

Cioran’ın sokakta tanınmaktan korktuğu için televizyona çıkmak istemediği doğru mu?

Evet. Lüksemburg Bahçesi’nde gezintiye çıkabilmek ve rahat bırakılmak istiyordu. Bir keresinde, Matzneff Figaro Magazine’e Cioran hakkında bir yazı yazdığında, dergi buraya bir fotoğrafçı göndermişti. Cioran birkaç gün sonra sokağa çıktığında, elbette o suratıyla biri onu tanımıştı. Bir hanım onu durdurmuş. O ise bir numara bulmuştu. Ona “Siz Cioran mısınız?” diye sorulduğunda, “Hayır” diye cevap veriyordu. Daha sonra ise –bunu düşününce fena oluyorum–, artık pek iyi değilken, hafızasında boşluklar olmaya başladığında, sokakta biri onu durdurup “Siz Cioran mısınız?” diye sormuş. O ise, “İdim” demiş.


Biraz da Cioran’ın dostlarından bahsedelim. Cioran’ın yakın dostu olduğunu söyleyen bir sürü insanla karşılaştım. Yakın dostları bu kadar çok muydu yani?

Elbette hayır.

Öyleyse ayıklamayı deneyelim.

Rumen dostlarından mı, Fransız dostlarından mı söz etmemizi istiyorsunuz? Cioran’ın çok sayıda Fransız dostu da vardı. Fransa’ya geldiğinde, La Maison des Lettres’e takılmış; orada tanıştığı ve sürekli görüştüğümüz bir oğlan vardı, Cioran’ın büyük dostuydu, 1993’te öldü. Müthiş bir fantezi ȃleminde yaşardı ve Çürümenin Kitabı için “Babalık, bu kitap melez kokuyor, bütün bunları yeniden yazmak lâzım” diyen oydu.
Bir de, Cioran’ın hâlâ gördüğüm bir başka dostu, Albert Lebacqz var; gençlik yurtlarında tanışmışlar. O sırada biraz zorluk içindeydi, kuzeyden geliyordu, büyük burjuvaziye mensuptu, ama babası çalışmasını istiyordu. Çok düşük bir maaşla bir bankada çalışıyordu ve mutsuzdu. Bu çocuğun biraz perişan hali Cioran’ı müteessir etmişti. Hassas ve bezgin bir çocuktu, ama çok da kolay gülerdi. Cioran çok komik biri olduğu için mükemmel anlaşırlardı.
’46’da ya da ’47’de, tatilden dönmüştüm ve Cioran bana, “Göreceksin, sana Albert’i getirdim, sürekli gülüp durur” demişti. Daha sonra Albert nefes kesen bir kariyer yaptı ve Dieppe’te muhteşem bir daire satın aldı. Bu daireyi yıllar boyunca, ‘76’da sözünü ettiğim o sandık odasını almamıza kadar, her ağustos ayında Cioran’ın kullanımına sundu.
Bir de, Maxime Nemo diye biri vardı, yazarlık ismiydi bu, çok çekiciydi, çenesi kuvvetliydi. Cioran onunla Café de Flore’da tanışmıştı. Bu adamın matematik öğretmeni hanım arkadaşının Nantes civarında, tamamen gözden uzak, yüksek duvarlarla çevrili, bağların ortasında olağanüstü bir köşkü vardı. Yazın oraya epey sık giderdik, bütün zamanını ağaçları budayıp duvarları onarmakla geçirirdi. Elleriyle çalışmaya bayılırdı. Onun için bahçe mutluluk demekti. Madalyonun tersi ise sohbetlerdi. O Nemo yetenekli biriydi, ama Cioran’a ters gelen hayranlıkları vardı.

Ya yazar dostları? Onların içinde ise, ilk başta Ionesco. Hakikaten en iyi dostu o muydu?

Evet. Çok sık görüşürlerdi. Özellikle de Ionesco çok telefon ederdi, çok fazla. Nasıl bir bunaltı içinde yaşadığını biliyorsunuz, bu da Cioran’ı çok müteessir ediyordu. Ionesco habire arıyordu. Konuşmaları hem sarsıcı hem matraktı.

Cioran bazen Beckett’e içini dökerdi; hiçbir şey olamama, kısırlık, yazamama duygusundan yakınırdı. Beckett ise onu dinler, omuzuna sevecenlikle vururdu, hastasına bakan bir hekim gibi, aynı zamanda da yüreklendirip teselli eden bir dost gibi…

Ya Michaux?

Michaux da epey sık telefon ederdi, akşam görüşürlerdi. Cioran defterlerinde Michaux’yla görüşmelerinden söz ediyor, özellikle de Michaux’nun New York’tan döndüğü günün akşamı bu şehirden dehşetle bahsetmesinden. Cioran Michaux’nun öfkeli tepkilerini sever ve bundan büyülenirdi. Çok çok iyi anlaşırlardı. Majory Oteli’nden ayrıldığımızda, Michaux Cioran’a borç vermeyi bile teklif etti. Ama Cioran reddetmişti.

Ya Beckett?

Beckett’le yakınlıkları çok şaşırtıcıydı. Beckett konuşmazdı, Balkanlı Cioran’ın mutlak zıddıydı! Ama anlaştıkları çok derin ortak zeminler vardı. Cioran ‘69’da, ‘70’de, daha sonra Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne’ye (De l‘inconvénient d’être né) dönüşecek olan bir deneme yazmak istiyordu. Cioran’da sürekli görülür bu: Ölümü kabul ediyorum, yaşamı kabul ediyorum, ama doğumu etmiyorum. Aynı şey, doğumun reddi, Beckett’te de vardır: Doğmasak daha iyi olurmuş, o kadar. Oysa hiçbir etkimizin olamayacağı bir olaya dönmenin saçma olduğu da bir gerçek. Cioran bazen Beckett’e içini dökerdi; hiçbir şey olamama, kısırlık, yazamama duygusundan yakınırdı. Beckett ise onu dinler, omuzuna sevecenlikle vururdu, hastasına bakan bir hekim gibi, aynı zamanda da yüreklendirip teselli eden bir dost gibi…
Cioran’ın Beckett’le son karşılaşmalarından biri Lüksemburg Bahçesi’ndeydi, bahçenin Guynemer Sokağı boyunca uzanan, çok daha az kişinin gittiği ve bizim Beckett’s way adını koyduğumuz kısmında. Beckett Cioran’a şöyle demiş: “Perde kapanmadan görüşmemiz lâzım”.

Cioran Beckett’in karısı Suzanne’la da tanışıyordu. Üçü sık sık yemeğe giderlerdi ve konuşan bilhassa Cioran olurdu. Cioran’ın büyük teorisi, Balkanlar’dan gelenlerin İngilizlerin zarafetine hiç boyun eğmediğiydi. Bir gün bunu Beckett’e söylemiş, Beckett ise aksine İngilizlerin çok bayağı olduklarını haykırmış. İçindeki İrlandalı uyanmış!

Dostlardan başka, bir de münasebetsizler var. Mektuplaşmalarında, yardım ya da tavsiye talebiyle evine sökün eden bir sürü Rumen’den çok şikȃyetçi Cioran.

Cioran’ın saplantısı ailesine yardım etmekti. Bu yüzden bütün o insanları idare ediyordu, çünkü onlara emanet edeceği parayı ailesine götürebilirlerdi. Hem sonra, söylediği gibi, onu bahtsız ülkesine bağlayan çok şey vardı. Bir keresinde, ailesiyle bir şekilde bağlantılı iki kişi gelmişti, tek kelime Fransızca bilmiyorlardı. Buraya geliyorlar, kapıcıya Almanca konuşuyorlar, anlaşamıyorlar. Macarcayı deniyorlar. O da işe yaramıyor tabii. O kadar çok gürültü yapmışlar ki, Cioran uyanmış. Kapıcının Alman düşmanı olduğu için onlarla Almanca konuşmadığından eminlermiş. Cioran böyle anlarda vatandaşlarından utanırdı.

Ya ailesi? Özellikle de Relu dedikleri erkek kardeşi Aurel?

Evet, kardeşi hayatı boyunca muazzam önemli oldu. Cioran ona karşı vicdan azabı duyuyordu.

Çünkü onu kiliseye girmekten caydırmış ve daha sonra Aurel’in Demir Muhafızlar’a katılıp bu nedenle uzun yıllar hapiste kalması yüzünden kendini suçluyormuş. Aurel Paris’e de gelmiş…

Evet, birçok kez. İlk seferi ‘81’deydi, Cioran onu garda karşılamaya gitti. Görüşmeyeli o kadar yıllar geçmişti ki, kardeşini tanıyamadı, o da ağabeyini tanımamıştı. Söylediğine göre, önce Cioran atılıp Aurel’e “Sen misin?” demiş. Relu o dönemde Fransızca konuşmakta çok zorlanıyordu, zaten pek konuşmayan biriydi. Cioran söylemişti; eskiden de öyleymiş. Bir hikâye anlatırdı, Bükreş’te öğrenciyken, ailelerinin Sibiu’daki hizmetçisi Cioran’ın geldiğini görünce sevinirmiş: “Siz konuşuyorsunuz bari” dermiş. Relu ile karısı Ica geldiklerinde, Relu katiyetle ağzını açmazdı. Ica’nın ikisi yerine konuştuğunu da belirtmek gerek. Beni şaşırtan, Relu’den yayılan tevekküldü. Buram buram yayılıyordu. Tek yaptığı hareket, kollarını şöyle iki yana doğru açmak, sonra da bırakmaktı. Eti nasıl pişmiş sevdiğini sorduğumda da bu hareketle cevap verirdi.
Çok daha sonra, Cioran Broca’daki hastanedeyken, Relu bana 12. yüzyıldan bir Arap emirinin bir şiirini göndermişti. Bu emir Suriye’den gelip İspanya’ya yerleşmiş. Şiiri Suriye’ye doğru yola çıkan bir seyyaha hitaben yazmış: “Vatanıma giden seyyah, bil ki ruhum orada, ama beden burada. Bir gün kavuşuruz inşallah!” Relu şiiri kopya etmiş ve bana göndermişti. Mektubun altındaki tarih 8 Nisan’dı. Yani Cioran’ın doğumgünü. O zaman düşünmeye başladım, ağabeyinden ayrı olan Relu’nün hissettiği bir metafordu belki de.
Cioran’a kardeşini görmek isteyip istemediğini sordum. O koca sesiyle cevap verdi bana: “Hayır!” Bir hafta sonra bir daha deniyorum: Bana, “Evet, ama diye cevap veriyor… Relu’ye yazdım ve ona bu cevabı aktardım. Gerçekten zalimceydi bu durum; ağabeyine bu kadar hayran olan Relu’nün onu bu halde görmesi. Cioran artık Cioran değildi. Pek konuşamıyordu, yürüyemiyordu da. Ne anlıyordu? Muhtemelen düşündüğümüzden fazlasını. Bir gün Relu bana Liiceanu’nun yanından telefon etti. Ona, “Mektubuma cevap vermedin, gelmeyi düşünüyor musun?” diye sordum. “Gelmeyeceğim, çünkü ama’nın evetten ağır bastığını düşünüyorum” dedi. Çok güzel cevap, değil mi?

Ama yine de tekrar gördü mü onu?

Bir Rumen genç kız Cioran üzerine bir teze başlamış ve Romanya’da Relu’yle tanışmıştı. Bir gün, ağabeyini görebilmesi için Relu’yü davet etmemi önerdi bana. Chevreuse Vadisi’nde bir evi vardı. Ve Relu geldi. Kızın evinde kalıyordu ve Cornelia hemen her gün Broca’ya gelirken ona eşlik ediyordu. Parka gidiyorduk, Cioran artık yürüyemediği için tekerlekli sandalyeyle götürüyorduk, çoğu zaman da onu iten Relu oluyordu. Onunla konuşuyordu, bazen Rumence, bazen Fransızca, doğal olarak çocukluklarından anılardı ve Cioran çok bizimleydi, gülüyordu, izlediğini hissediyorduk, anlıyordu.

Başka ziyaretçileri oluyor muydu?

Hepsi çok aranır cinsten değildi. Bir gün, Cioran’ı hastanede görmeye geldiğim sırada, kapısının önünde iki Rumen’le karşılaştım. Geldiğimi görünce gittiler, ama oradan ayrılırken yine gördüm onları, koridorun bir köşesine saklanmışlardı. Anlaşılan, odasına girmek için Cioran’ın yalnız kalmasını bekliyorlardı. Biri takım elbiseliydi, tam Doğu Avrupalı tipi, kafasını önüne eğmişti, ötekiyse iri ve çok saldırgandı. Onlara kim olduklarını sordum. Bana Cioran’ın eski dostları oldukları cevabını verdiler. İriyarı adam, inanılmaz bir küstahlıkla, bana kim olduğumu sordu. Ânında bütün ziyaretleri yasaklattım. Relu ise bu olayı yorumlarken Cioran’ı kaçırabileceklerini söyledi. Ona göre kafalarındaki fikir buymuş.

Relu sonuna kadar kaldı mı?

Hayır. Hastaneye son gelişindeki vedamızı hâlâ hatırlıyorum. Asansöre kadar onu geçirdim, orada vedalaştık. Bir daha görüşmeyeceğimizi düşünüyordum, ikimiz de çok yaşlıyız ve onu böyle giderken görmek dokunmuştu. Kendi kendime: “Bu Cioran’dan da koparılan bir şey” diyordum. Asansörün kapısı kapandı, orada kalakaldım ve ağlamaya başladım. Sonra, Cioran’ın odasına döndüm. Ne olup bittiğini anlatamam, hiçbir söz telaffuz edilmedi. Ona baktım, o da bana baktı, gözlerinde uzun zamandır okumadığım şeyler okuyordum.

Çeviri: Haldun Bayrı

Kaynak: “Interview de Simone Boué par Norbert Dodille”, Lectures de Cioran içinde, Paris, L’Harmattan, 1997, s. 11-41.
^