İlk durak Szerb Antal Utca. Budapeşte’deki ikametgâhımız orada, Macar edebiyatının önde gelen isimlerinden Antal Szerb’in adını taşıyan sokakta. Macarlar önce soyadını söylüyor, o yüzden Szerb Antal ya da Türkçesiyle Sırp Antal.
“Macar edebiyatı” dedik, doğrusu dünya edebiyatı. Pendragon Söylencesi (1934) ve Yolcu ve Ay Işığı (1937), birçok dile, bu arada Türkçeye de çevrilen (Elips Kitapları, 2012; Aylak Adam, 2016) dünyaca ünlü eserleri. Günümüzde yeniden keşfedilen o büyüleyici romanların yazarı. Aynı zamanda edebiyat tarihçisi, 1933’te Macar Edebiyat Akademisi başkanı.
Birçok Macar Yahudisi gibi Katolikliğe geçmiş ve yüz binlerce Macar Yahudisi gibi II. Dünya Savaşı’nda katledilmiş. Antal’ın payına düşen Balf Toplama Kampı. Şöhreti, saygınlığı nedeniyle Nazi işbirlikçisi Macar ordusunun yüksek rütbelileri serbest bırakılması için girişimde bulunuyor, ama olmuyor. Oldurmayan kendisi. Edebiyat tarihçisi Gábor Halász ve yazar György Sárközi’nin de bırakılmasını istiyor, onları arkada bırakarak kamptan ayrılmayı reddediyor. 30 Ocak 1945’te infaz ediliyor.
Ortak tarih Marquez seyahatnamesi Doğu Avrupa’ya Yolculuk’un Budapeşte bahsinde şöyle beliriyor: “Balıkçılar Kulesi’nden şehrin o harikulâde panoramasını seyretmeye gittik. Oranın yakınlarında, Türk istilacılar tarafından camiye çevrilmiş, hâlâ da arabesk süslemeleri duran eski bir kilise var…”
“Yüz binlerce Macar Yahudisi gibi” dedik. Kaynaklarda verilen sayı 450-600 bin. Bu sayı bugünkü Budapeşte nüfusunun aşağı yukarı üçte birine tekabül ediyor –Macaristan’ın nüfusu ise 10 milyonun az üstünde. 1900’lerin başında Budapeşte’nin nüfusu 750 bin, Yahudilerin oranı yüzde 25 civarı –Yudapeşte lâkabı oradan. Masum bir lâkap değil elbette. Antisemitizm modern zamanların Macaristan’ında hep güçlü olmuş –komünist dönem haricinde. Ama o dönemde bile etkisini hissettirmiş. Şimdi yeniden, neredeyse resmi politika.
Siyaset konuştuğumuz herkesin “Macaristan’ın Erdoğan’ı” dediği Orbán’ın partisi Fidesz – Macar Yurttaş Birliği’nin ve onun da sağındaki Jobbik’in (Macar MHP’si) Katoliklik vurgusunun dinî ideolojinin yükselişine delalet edip etmediğini sorduğumuzda cevap şu: “Oradaki mesele Katoliklik değil, Katoliklik vurgusu ‘Yahudi değiliz’ mesajı.” Türkçesiyle, “afedersiniz Yahudi” durumu.
Ortak tarih
Türkçe demişken… Ortak ve yakın sözcük hiç az değil. Kapı-kapu, sakal-szakal, beter-beter, damga-tamga, cep-szeb, yurt-jurta, arpa-arpa, kazan-kazan, erdem-erdem, bıçak-bicska, fincan-findzsa, ibrik-ibrik, pabuç-papucs, çizme-csizma…
Şaşırtıcı değil. Hem dilsel (Ural-Altay) bir akrabalık var hem ortak bir tarih. O ortak tarih Marquez seyahatnamesi Doğu Avrupa’ya Yolculuk’un Budapeşte bahsinde şöyle beliriyor: “Balıkçılar Kulesi’nden şehrin o harikulâde panoramasını seyretmeye gittik. Oranın yakınlarında, Türk istilacılar tarafından camiye çevrilmiş, hâlâ da arabesk süslemeleri duran eski bir kilise var…”
Osmanlı istilası Macar hafızasında hâlâ taze. Ulusal Sanat Müzesi’nin –Marquez’in sözünü ettiği Balıkçılar Kulesi’ne ve Matthias kilisesine (1015) iki adım, beş katlı, parmak ısırtıcı zenginlikte bir koleksiyonu haiz bir müze– giriş katında ziyaretçileri karşılayan tablolardan biri Peter Krafft’ın (1780-1856) 1845 tarihli Szigetvár Kuşatması. Kanuni’nin 1566’da çıktığı, ders kitaplarında yere göğe konamayan Avusturya seferi, Zigetvar kalesinin kuşatılması. Macaristan’ın güneyinde Baranya bölgesindeki kent –tarihsel olarak hatırı sayılır bir Sırp nüfusa sahip– 1984’te, nasıl olmuşsa olmuş, Trabzon’la kardeş şehir olmuş. Krafft’ın Szigetvár’ı şöyle betimleniyor: “Hırvatistan valisi-kral naibi Kont Nikola Šubić Zrinski ve adamları, Szigetvár kalesinin kahraman savunucuları.”
Maradona’nın selefi
İkinci durağımız Horvath Etterem, Hırvat lokantası. Sırp Antal’in köşesinden 56 numaralı tramvaya biniyoruz, soluğu Krisztina Meydanı’nda alıyoruz. Krisztina kilisesinin tam karşısındaki Horvath’a giriyoruz. Davetlisi olduğumuz Macar dostların masasına yönelirken efsane 10 numara Puskás’ın (Türkçeye yerleşmiş şekliyle, Puşkaş) kocaman fotoğrafıyla karşılaşıyoruz. Ferenc Puskás bir efsane. 1950’lerin, ‘60’ların “Karpatların Maradona’sı” desek az gelir, Hagi’den daha Maradona, hatta Diego kadar Maradona.
O dönemin Macaristan milli takımı da ayrı bir efsane, 1970’lerin Hollanda’sı misali. ‘74 Dünya Kupası finalinde Hollanda’nın başına gelen 20 yıl öncesinde Macaristan’ın başına geliyor. ‘54 Dünya Kupası’nda, önceki kupanın finalistleri Brezilya ve Uruguay’ı çeyrek final ve yarı finalde 4-2’lik skorlarla geçip finale çıkmışlar, ama favori olmanın uğursuzluğuna onlar da uğramış, eleme grubunda 8-3 galip geldikleri Federal Almanya karşısında 2-0 öne geçtikleri maçı 3-2 verip kupayı kaybetmişlerdi.
Oynadıkları beş maçta 27 gol atmışlardı, maç başına beşten fazla. Ağları 11 kez havalandıran “altın kafa” Kocsis gol kralı olmuş, Hidegkuti ve Puskás ise dörder tane yazmıştı. O efsane takımı ‘56 Şubat’ında Mithatpaşa’da seyredenler duble talihliydi. Yıllarca “Macar zaferi” diye anlatıla anlatıla bitirilemeyen maça, 3-1 galibiyeti getiren Lefter’in (2) ve Metin Oktay’ın gollerine tanık olmuşlardı.
O maçtan sekiz ay sonra Macar ayaklanması patlak verecek, Macar ordusunda albay rütbesi taşıyan Puskás İspanya’ya iltica edecek ve Real Madrid’in 1956-1960 arasında beş yıl üst üste Avrupa şampiyonu olan kadrosunda 10 numaralı formayı giyecekti. 1971’de ise bu kez hocalığını konuşturacak, Yunanistan’ın Panathinaikos takımını Şampiyonlar Ligi’nde finale kadar götürecekti.
“Yıllarca burada karşılıklı masalarda oturduk, hep eşiyle birlikte gelirdi” diyor András Biró, “Nedense onca yıl selamlaşmanın ötesine gitmedik. Benim ünlü isimlerle çekingenliğimle ilgili herhalde”.
Osmanlı istilası Macar hafızasında hâlâ taze. Ulusal Sanat Müzesi’nde ziyaretçileri karşılayan tablolardan biri Peter Krafft’ın Szigetvár Kuşatması. Tablo şöyle betimleniyor: “Kont Nikola Šubić Zrinski ve adamları, Szigetvár kalesinin kahraman savunucuları.”
Ayaklı tarih: András Biró
Puskás kadar değilse de ünlü bir isim András Biró: gazeteci, yazar, araştırmacı, ‘56 ayaklanmasının öncülerinden. ‘56 sonrası gurbet: Fransa, İtalya, Kongo, Şili, Meksika… 1986’da ülkesine dönüyor. Macaristan’daki Romanların hakkı hukuku için verdiği mücadele ona 1995 Alternatif Nobel’ini getiriyor –bölgesel veya evrensel barış için mücadele vermiş, sosyal hak ve adalet konularında uzun yıllar gönüllü olarak çalışmış kurum ya da kişilere Doğru Yaşam Vakfı tarafından verilen bir ödül bu.
Horvath’ın menüsüne bakarken “nihayet gulaş’la tanışacağız” diyoruz. András “Boşverin gulaş’ı o her yerde, her zaman. Buradaki balık çorbası çok lezzetlidir” diyor. Büyük sözü dinliyoruz. Sonra kendimizi tebrik ediyoruz –gulaş zaten her yerde, her zaman. Zaten András’ın herhangi bir sözünü boşa çıkarmak zor. Gramsci’den giriyor, Allende’den çıkıyor, Zapatistalar’dan giriyor, Romanların mücadelesinden çıkıyor. Bağlantılar, argümanlar zımba gibi. Kendisi de öyle. Doğumu 1925, yaş 91+. “Edgar’dan önce gitmem” diyor gülerek. “Edgar”dan kasıt Morin. O 95’inde, bu sene iki yeni kitabı çıktı: Pour une crisologie (Krizoloji İçin) ve Ecologiser l’Homme (İnsanı Ekolojikleştirmek) András’ın yakın dostu. 90’ı devirmesi şerefine geçen yıl Paris’te verilen partide Morin de varmış tabii ki. “Edgar ve Paris’teki sol çevreler nezdinde Macar isyanının sözcüsü addediliyordum, olup bitenler hakkında ellerindeki tek belge, tek realite bendim” diyor kahkahayla. “Edgar benden zinde” diye ekliyor, “evlilik sayısında da beni solluyor –benimki beşinci, onunki altıncı”.
Yemeğin sonunda soruyor: “Rakı?” Hemen ekliyor: “Sizinki gibi değil, anasonsuz: Pálinka. Sindirime birebir. Aperitif olarak da mükemmel”. Büyük sözü dinliyoruz. Ve daha ikinci yudumda kendimizi tebrik ediyoruz. Ertesi gün aperitif bahsinde de öyle oluyor. András yine yüzde 100 haklı.
Macaristan’da İşçi Olmak
Hırvat Etterem’den çıkıp Sırp Antal’e yollanıyoruz –tramvay 56. “O son pálinkayı içmeyecektik”. Gece mesaisi var çünkü. İkindi vakti Miklós Haraszti’yle randevuluyuz, Macaristan’da İşçi Olmak’tan not çıkarmak lâzım. Macaristan’da 1972’de, Türkiye’de 1984’te yayınlanan o kült kitabın önsözü Heinrich Böll’ün kaleminden.
Böll’ün önsözüne göz atıyoruz. Kitabın künhünü üç cümlede hülasa ediyor: “Miklós Haraszti Budapeşte’de bir traktör fabrikasında çalışarak ülkesindeki sistemi tüm önyargılardan ve tereddütlerden uzak bir biçimde ilk elden araştırdı. Bu sistemin özü neydi, demokrasi nerede düğümleniyordu, tüm bunların işçi sınıfı üzerindeki etkisi nasıldı? Sosyolojik çözümleme ve değerlendirme yeteneğine sahip birinin aşağıya inip frezelerin ve tornaların arasından çıkardığı bir kitap bu.”
Haraszti’nin nasıl biri olduğunu kitabın çevirmeni İbrahim Altınsay “Yazar Üzerine” bölümünde enine boyuna anlatıyor. Haraszti o günleri bugün nasıl görüyor? 1965’te Vietnam’la Dayanışma Komitesi’nin kurucuları arasında yer alışını… 1967’de Ozanlar, Şiirler, Devrimciler adıyla yaptığı derlemeyi –Altınsay’ın deyişiyle, “Bir Shakespeare sonesinden Joe Hill baladına, Brecht-Weill şarkı sözünden Pete Seeger’ın ‘Guantanamera’ uyarlamasına” seçtiği şiirleri, şarkıları… 1968’de Maoist olduğu kuşkusuyla polis gözetimi altına alınışını… 1969’da Büyük gürültü koparan Che’nin Yanlışları adlı uzun şiirini, rejimi ters köşeye yatıran hiciv şaheserini… Lenin’in 100. doğum yıldönümü nedeniyle yapılan bir toplantıda, Sovyetler Birliği’nde Sovyet kalmadığını Lenin’in eserlerinden alıntılar yaparak öne sürmesini… 1972’de Macaristan’da İşçi Olmak’ın yarattığı şoku… Ve tabii Macarca adı Drabber (Parça Başına Ücret) olan kitabın içeriği.
Sabah Szerb Antal’in köşesinden yine 56’ya biniyoruz. İstikamet Szell Kálman Tér, şehrin merkez meydanı, “taksim”i kelimenin sözlük anlamıyla alıp ulaşıma uyarlarsak, Budapeşte’nin Taksim’i. 1929’da liberal devlet adamı Szell Kálman’a (1843-1915) atfen o adı alıyor, 1951’de komünist rejim Moskova Meydanı yapıyor, 2011’de tekrar Szell Kálman oluyor. Oradan 16A otobüsüyle turizmin kalbi Kale Bölgesi’ne gidiyoruz. Marquez’in anlattığı Balıkçılar Kulesi, Matthias kilisesi ve o “harikulade panorama”… Buda ve Peşte’yi bölen Tuna, başta ünlü Zincirli Köprü olmak üzere, kendilerine dakikalarca baktıran köprüler. Yeşil, yemyeşil bir şehir Budapeşte, feci imrendirici, İstanbul’u düşününce kahredici.
Macaristan’da İşçi Olmak’ın önsözü Böll’ün kaleminden. “Miklós Haraszti bir traktör fabrikasında çalışarak ülkesindeki sistemi araştırdı. Bu sistemin özü neydi, demokrasi nerede düğümleniyordu, tüm bunların işçi sınıfı üzerindeki etkisi nasıldı? Sosyolojik çözümleme yeteneğine sahip birinin frezelerin ve tornaların arasından çıkardığı bir kitap bu.”
Macaristan’ın Bedreddin’i: György Dózsa
Kalenin kurulduğu Gellért tepesinden aşağıya iniyoruz, merdiven sokaklardan. İstikamet András’ın evi, Haraszti’yle söyleşimiz orada. Birden karşımıza Kemal Atatürk levhası çıkıyor, patika misali bir sokak. Bir göz atıyoruz; heykel, büst, bir şey var mı? Yok. Attila Bulvarı’na varıyoruz. Attila Macar resmî tarih anlatısının gözdesi –haliyle Hun İmparatorluğu da. Bizdeki “milliyetçi-mukaddesatçılar” için Osmanlı neyse, Macar muadilleri için de Hunlar öyle.
Bir de “bizim Attila” var, İlhan değil, Jozef. John Berger’ın Yedinci Adam kitabına adını veren şiirin ve nicesinin ozanı. Onun adına da bir sokak var mı? András’a soralım diyoruz, sonra nisyan. Geçen seferki ziyarette önünde epey vakit geçirdiğimiz anıt bizi çağırıyor. Epik bir anıt. Tarihi önemdeki bir kahramanlığı temsil eden figürler kaidenin iki tarafına yerleştirilmiş, merkezde heybetli bir heykel. Kim bunlar? Hadise ne? Macaristan tarihinde nasıl bir yeri var? Anıtın üzerinde sadece 1514 yazıyor.
András’a sormuştuk, niye 1514’ten başka bir bilgi yok? Cevap kısaydı: “Herkes bilir, ondan”. Biz bilmiyoruz. András anlatıyor. “1514 yoksul köylülerin toprak sahiplerine ayaklandığı tarih. Büyük bir isyan. Bir katliamla bastırılıyor. Almanya’daki Luther-Müntzer ayaklanmalarının, Alman Köylü Savaşı olarak bilinen isyanın on sene önceki selefi. O anıt komünist dönemde yapıldı.”
Friedrich Engels’in Köylüler Savaşı adlı eserinden okuyoruz: “1514’te Macaristan’da bir köylüler savaşı patlak verdi. Türklere karşı bir haçlı seferi vaaz edildi ve alışıldığı üzere, haçlılara katılmayı kabul edecek serflere özgürlük vaat edildi. 60 bin kadar köylü toplandı ve Türklere karşı seferlerde sivrilip soyluluk sanı alan György Dózsa ’nın komutasına verildi. Ama Macar şövalyeleri ile devlet adamları kendilerini, mülklerini, serflerini ellerinden almakla tehdit eden bu haçlı seferine kötü gözle bakıyorlardı. Serflerini zorla ve kan dökerek topraklarına [geri] getirdiler. Bu haber haçlılar ordusuna ulaştığında ezilmiş köylüler küplere bindi. Dózsa da, birliklerinin soyluluğun ihaneti karşısındaki öfkesini paylaşıyordu. Haçlılar ordusu, devrimci bir ordu durumuna dönüştü, Dózsa da bu yeni hareketin başına geçti. (…) Cumhuriyeti, soyluluğun kalktığını, herkesin eşitliğini, halk egemenliğini ilân etti ve Temeşvar üzerine yürüdü. (…) Ama [ordusu] yenildi, Dózsa tutsak edildi, kızgın bir taht üzerinde kızartıldı, [kızartılmış eti], hayatlarını ancak bu koşulla kurtaran kendi adamları tarafından yendi. Dağılan köylüler yeniden bir araya [geldiler], yeniden ezildiler ve düşman eline düşenlerin hepsi ya kazığa oturtuldu ya da asıldı. 60 bin kadar öldürülmüştü.”
Engels’in Köylüler Savaşı adlı eserinden okuyoruz: “1514’te Macaristan’da bir köylüler savaşı patlak verdi. György Dózsa cumhuriyeti, soyluluğun kalktığını, herkesin eşitliğini, halk egemenliğini ilân etti ve Temeşvar üzerine yürüdü. Ama ordusu yenildi, Dózsa tutsak edildi, kızgın bir taht üzerinde kızartıldı.”
“Kismet”
1514 anıtının önündeki saygı duruşundan sonra Attila Bulvarı’na paralel uzanan parkın içinden yürüyüş… Sırasıyla Haydn, Lizst, Chopin büstlerinde mola verip Krisztina kilisesine ulaşıyoruz. Karşıya geçip Hırvat Lokantası’nın önünden hafif eğimli yokuşu tırmanmaya başlıyoruz, merdiven sokaktan geçip András’ın evinde soluğu alıyoruz. Haraszti arayıp biraz gecikeceğini söylemiş. Pálinka eşliğinde beklemeye koyuluyoruz.
Ve Haraszti çıkageliyor. Hoşbeşten sonra notlarımızı çıkarıp kayıt düğmesine basıyoruz. Araya pálinka ve Türk kahvesi ikramı giriyor, kaçınılmaz Türk kahvesi-Yunan kahvesi mevzusu açılıyor, birkaç sefer kaydı durdur-başlat yapıyoruz, o arada ne oluyorsa oluyor, söyleşi bittikten sonra fark ediyoruz ki, ilk yarım saat uzayın derinliklerine uçmuş. Soğuk duş.
Haraszti teselli ediyor. “Yazılı gönderin, cevaplayayım.” Aynı şey olmaz ki; öğrencilik günlerini, kitabının serüvenini heyecanla ve ilk aklına geldiği gibi anlatışı… András “kismet” diyor. İlkokul çağını babasının sürgün edildiği Bulgaristan’da geçirdiği için bildiği birçok Türkçe sözcük var. Kullanmayı en çok sevdiği deyiş “aşkolsun”. Vedalaşırken András’ın eşi Dalma ertesi günün parolasını tekrarlıyor: “Pál Sokağı”. Bizi ilk karşılığında, “özellikle görmek istediğiniz bir yer var mı?” sorusuna hiç duraksamadan Pál Sokağı demiştik çünkü.
Pál Sokağı’nın Çocukları
Öğle sularında Szerb Antal’ın köşesinden 56’ya biniyoruz yine. Ve yine soluğu Krisztina Meydanı’nda alıyoruz. Bu sefer Hırvat Lokantası’nın aksi istikametine yöneliyoruz, üç-beş dakika mesafedeki M10 Lokantası’nda András ve Dalma’yla buluşuyoruz. Sakin, sessiz bir mekân. Söyleşi için ideal. Yemek faslından sonra söyleşiye geçiyoruz, tahtaya vurarak kayda başlıyoruz. András anlatıyor, 1956’yı, öncesini, sonrasını…
Telefonun şarjı bittiğinde söyleşiyi bitiriyoruz. Dalma’nın rehberliğinde Pál Sokağı’na yollanıyoruz. “Şanslısınız” diyor Dalma, “Pál Sokağı ‘56 ayaklanmasının merkez üssü olan Corvin semtinde, en sert çatışmaların yaşandığı bölgeyi göreceksiniz.” Ve ekliyor: “Ama tatsız bir sürpriz var.”
Tatsız sürpriz sokağın levhası: Práter Utca –Práter Sokağı. Pál Sokağı’nın adını değiştirmişler, hem de yakın zamanlarda. Yuf olsun. Son dakikada gol yemiş bir takımın santraya gidişi gibi, o upuzun sokağa girip sağa sola bakınarak yürüyoruz. 200-300 metre ilerde, kırmızı duvar yazısı Pál Sokağı’nın hakkını veriyor: “Fight nationalism”, milliyetçilikle mücadele edin. Birkaç dakika sonra “Pál Sokağı’nın Çocukları” çıkıyor karşımıza. Szent Benedek adlı okulun önünde, bir grup bronz heykel. Bizimkiler misket oynuyor, belalıları Pásztor’lar biraz uzaktan onları izliyor. Duvardaki kitabede kitaptan bir bölüm var:
Bir reklam panosu “The World Is Shifting” diyor, “dünya ray değiştiriyor”. ‘56 Macar ayaklanması yenik düşmeseydi ya da ‘68 Prag baharı… Pink Floyd şarkısı yankılanıyor: “Your Possible Pasts”… Bütün o mümkün geçmişler…
“Pásztor’lar geldiler, geldiler ve bilyalara bakmaya başladılar. Dedim ki Kolnay’a, ‘Bunlar misketlerimize sulanacak!’ En akıllımız Weisz’di. Olacakları hemen tahmin etti. ‘Geliyorlar! Hır çıkacak, görürsünüz!’ Ama ben yine de ihtimal vermedim. İlk başta gerçekten bize bir şey yapmadılar. Orada durup oyunumuzu seyrettiler. Kolnay kulağıma fısıldadı: ‘Bana bak Nemecsek, oyunu bitirelim artık.’ Ben de dedim ki, ‘Yok ya, sen attın tutturamadın, tam da şimdi mi bitirelim! Sıra bende. Kazanırsam bitirebiliriz.’ O an sıra daha Richter’deydi. Ama elleri titremeye başlamıştı, misketini atarken göz ucuyla Pásztor’ları süzüyordu, tutturamadı tabii. Ama Pásztor’lar kımıldamıyorlardı bile. Elleri ceplerinde, orada öyle duruyorlardı.”
Dalma “56 ayaklanmasında bu okul da devrimcilerin karargâhların biriydi” diyor. Ve devam ediyor: “Üst paralelindeki sokak ve sinemanın olduğu alan ‘56’nın kalbiydi”. Işık yetersiz, doğru dürüst fotoğraf çekemediğimize hayıflanarak Corvin Meydanı’na yöneliyoruz. Ünlü sinema şimdi Corvin Plaza’nın içinde. Plazanın önünde bir ‘56 anıtı. İsyanı temsil eden bir heykel. Plazanın içinde su kovası ebadındaki külahlardan patlamış mısır atıştıran, bir yandan da cep telefonlarıyla oynayan genç kuşak. Biraz dolanıp çıkıyoruz.
Bir Pink Floyd şarkısı
Dalma “sizi Yahudi mahallesine götüreyim, Avrupa’nın en büyük, dünyanın ikinci büyük sinagogunu görmüş olursunuz” diyor ve ekliyor: “Oraya yakın çok sevdiğim bir bar var, bir de ona uğrarız.” Önce tramvay, sonra otobüs, Yahudi mahallesindeyiz. Dohány Sokağı Sinagogu ya da Nagy Zsinagóga hakikaten etkileyici. Geniş avlusunda yarı gerçek, yarı temsili bir kabristan var. Temsili kısmında Szerb Antal’la karşılaşıyoruz. Bir tanıdık isim daha: Joseph Pulitzer.
Dalma’nın favori barına dümen kırıyoruz. Ve Peşte’nin Buda’dan daha canlı, hareketli olduğunu görüyoruz. Sokaklar tıklım tıklım, mekânlardan taşan insanlarla dolu. “Geldik” diyor Dalma. Tabelaya bakıyoruz: Spinoza. İçerisi iğne atsan misali. Dalma’nın müdavimliği de kâr etmiyor; tornistan. Kazimír adlı bir yere gidiyoruz ve nihayet gulaş’la tanışıyoruz. Meğer bütün övgüleri hak ediyormuş; selam duruyoruz. “Kul aşı” diye bir yeniçeri çorbası varmış, gulaş oradan geliyormuş-muş.
Ertesi sabah abbas yolcuyuz. Bindiğimiz taksinin şoförüne rica ediyoruz, yolumuzun üstündeki Pál Sokağı’nda kısa bir fotoğraf molası veriyoruz. Heykelin önüne geldiğimizde göz yaşartıcı bir sahneyle karşılaşıyoruz. Üç-dört yaşındaki iki çocuk “Pál Sokağı Çocukları”yla sarmaş dolaş. Anne-babaları “hadi artık” yapıyor; çocuklar oralı değil. Genç baba heykeli işaret ederek bize soruyor, “nedir bu hikâye?” diyor, “biz Sırpız, Macarca bilmiyoruz.” Anlatıyoruz, Ferenc Molnár, çocuk klasiği filan. “Aa, biliyorum” diyor eşi neşeyle, “okulda bize de okutmuşlardı.”
Çocuklar nihayet oyunu bitiriyor, birkaç fotoğraf çekip Pál Sokağı’na son bir göz atıyoruz, sonra şoföre sunturlu bir “köszönöm” sarkıtıyoruz. Havalimanı yolunda kocaman bir reklam panosu “The World Is Shifting” diyor, “dünya ray değiştiriyor”. Dylan’ın “World Gone Wrong”u geliyor akla: “Dünya rayından çıktı.”
‘56 Macar ayaklanması yenik düşmeseydi ya da ‘68 Prag baharı… Budapeşte’ye yerleşen arkadaşımız, Roll yazarı Gökhan Pamuk’la kısa buluşmamızda dinlemeyi teklif ettiğimiz Pink Floyd şarkısı yankılanıyor kulağımızda: “Your Possible Pasts”… Bütün o mümkün geçmişler…
Express, sayı 146, Kasım 2016