Kadim dostumuzu ve meslektaşımızı, Cüneyt Cebenoyan’ı kahredici bir trafik kazasında yitirdik. Onun ölümle, sevdiklerinin ölümüyle ilişkisini düşününce, böyle erkenden, böyle bir kazayla gidişi daha da kahredici. Oğlunu, annesini ve babasını kaybettiği ’99 depreminden altı yıl sonra kaleme aldığı, 1994’te The Marmara’da bombalı pusuda yitirdiği ablası Yasemin’i de andığı, sosyal medyada çokça dolaşıma giren yazısında hikâyesini açık yüreklilikle anlatıyordu. 12 Eylül hapishanelerini de görmüştü, ama siyasal mücadeleye, kültüre, kültürel üretime umut bağlamaktan vazgeçmemişti. Hayata tutunuşu, neşesini yitirmeyişi esin verici, cesaretlendiriciydi. Haftalık Express’teki yazılarının ardından Roll’un da en mahir kalemlerinden biri oldu. Sinema eleştirmenliğinin yanında, yazılarıyla ve yıllarca süren Açık Radyo programlarıyla, müzikten de elini hiç çekmedi. Erken vedası sevenleri için yıkıcı oldu. Hayri Kozanoğlu’nun dediğine bağlı kalalım: “Cüneyt’i bir ‘kadersizlik abidesi’ değil, tüm bu kahredici koşullara karşın yazılarını aksatmayan çok değerli bir sinema eleştirmeni, bir ‘direniş, sabır, kararlılık numunesi’ olarak hatırlayalım.” Dostumuzu Roll’dan beş albüm yazısıyla, beş şarkıyla uğurluyoruz.
BONNIE ‘PRINCE’ BILLY Lie Down In The Light (2008)
Will Oldham, yani Bonnie ‘Prince’ Billy (BPB), daha öncesi de var gerçi ama, profesyonel olarak yaklaşık 15 senedir müzik yapıyor. Herhangi bir albüm, bir EP, bir single çıkarmadığı sene yok. Çoğunlukla birden fazla ürün veriyor bir yıl içinde. Buna aktör olarak yaptıklarını eklemiyoruz. Ve bu eserlerin içinde kötü denilebilecek bir şey yok. Daha iyileri var, daha az iyileri var, ama hepsi bir standardın üzerinde. Bu yüksek kaliteye ve niceliğe ulaşabilen ikinci bir isim gelmiyor aklıma. Sırf 2008’de yaptıklarına bir bakalım isterseniz: Wilding In The West (“live” album), Baby Dee’nin Safe Inside The Day’i (prodüktör ve vokalist), Louisville Is For Lovers 8 (bir şarkıyla katıldı), Sun Kil Moon’un April’i, Dosh’un Wolves and Wishes’ı, The California Guitar Trio’nun Echoes albümleri ve Numero 6’in Quando Arriva La Gente SiSente Meglio EP’sinde vokalist. Ve tabii ki bu yazının konusu olan Lie Down In The Light var bir de. Şu sıralar turnede, ama biter bitmez bir süredir üzerinde uğraştığı yeni şarkıları için stüdyoya girecek.
Oldham müzik dünyasına adımını attığında neredeyse amatör gibiydi. Lo-fi diye tanımlanabilecek bir sound’u vardı, sesine de, müziğine de bir kırık döküklük hâkimdi. Ama karanlık şarkılarına bu tarz çok da iyi uyuyordu. Biz hayranları, bunu bilinçli bir seçim sanıyorduk o zamanlar. Ama zaman içinde öyle olmadığını anladık. Oldham işi yaparken öğreniyordu. Palace adını bir kenara bırakıp Bonnie ‘Prince’ Billy (BPB) adını kullanmaya başlaması, niteliksel bir sıçramaya da işaret ediyordu. Artık sesi eskisi gibi çatlamıyor, müziği daha az gevşek tınlıyordu. Bu yıl Baby Dee’nin Safe Inside The Day’inde adını ilk kez prodüktör olarak da gördük. Palace döneminde “prodüktör ne işe yarıyor, bilmiyorum” diyen adamdan bugüne çok şey değişmişti. Lie Down In The Light’ın (LDITL) ilk başta dikkatimizi çeken yanı da prodüksiyonun yüksek kalitesi oldu. Master and Everyone’da da birlikte çalıştığı Mark Nevers üstlenmişti prodüksiyonu, ama bu albüm o albümün basitliğinden uzaktaydı. Bir önceki albümü The Letting Go’da da Björk’ün prodüktörüyle çalışmıştı ve o albümde de gayet iyi işlenmiş şarkılar bulunuyordu, fakat orada prodüktörün katkısında sanki dışsal bir şey vardı. Yani mesela o albümün ilk single’ı olan “Cursed Sleep” yaylılarıyla falan gelmiş geçmiş en az BPB kokan şarkı gibi duruyordu. Oldham başkasının şarkısına vokal yapmış gibiydi. Ama tabii bunları söylerken, LDITL’nin de eski BPB’den farklı olduğunu söyleyerek kendimle çelişeceğim. Prodüksiyonun yüksekliği, bateri olmaması, en çok yaşama sevinci kokan ve en aydınlık BPB albümü olmasının yanısıra en “country” albümü de bu BPB’nin. The Letting Go en Avrupaî albümüydü, LDTITL en Amerikaî albümü Prens’in. The Letting Go aralık ayı İzlanda’sının soğuğunda kaydedilmişti, LDITL eylül ayı Nashville’inin (Nevers’in ve country müziğin memleketi) sıcağında; ısı farkı bariz.
BPB’de de biraz Ry Cooder yaklaşımı var; Buena Vista Social Club’ın yaptığı gibi, geleneksel, yaşlı müzisyenlerle çalışmayı, onlardan öğrenmeyi seviyor. Bunu daha önce BPB Sings Greatest Palace Music albümünde de yapmıştı. Bu kez yeni şarkılarda aynı işi yapmış ve ortaya çok daha bütünlüklü bir müzik çıkmış. Çekirdek kadroda ise Marc Ribot’nun Ceramic Dog’uyla İstanbul’da çalan Shahzad Ismaily ve BPB’yle birlikte CRR’de izlediğimiz Emmett Kelly gibi isimler var. Master and Everyone’dan beri BPB kadın vokalistlerle düet yapmayı seviyor. Bu kez en başarılı seçimini yapmış: Ashley Webber’in sesi ve BPB’yle uyumu muhteşem. Bu Kanadalı kadın vokalistin sesi, Amerikan kadınları hakkında imgelemimde sevdiğim her şeye denk geliyor. Albümün temaları aile, sevgi, kayıp, seks ve tanrı inancı (galiba)… Galiba dememin nedeni, BPB’nin söylediklerini birebir yorumlamaya kalkmanın risklerinin farkında olmam. Albümün kapağında kanatlı bir melekle güreşen bir adam resmi var (annesi yapmış, I See A Darkness’ın kapağı da onundu). Bu, Eski Ahit’teki Yakup’la Tanrı’nın güreşini temsil ediyor (Yakup, Tanrı’yı yener). Albümün kapanışındaki parçalar “Willow Trees Bend” ve özellikle de bir cover olan “I’ll Be Glad”e bakarsanız, Hıristiyan bir şarkıcıyla karşı karşıya olduğunuza inanırsınız. Ama durumun öyle olmadığını röportajlardan biliyoruz. BPB dinlere inanmıyor, onları kusurlu insanların açıklanamaz olanı açıklamaya çalışan kusurlu ürünleri olarak görüyor. Üç gün sonra geri gelmek üzere insanların günahları için ölen İsa’ya inanmıyor. Ama insanlığın inanma arzusunu hissediyor ve şarkısını söylüyor. Master and Everyone’da yer alan “Three Questions”da da “elhamdülillah” dediğini hatırlayalım. Albümün en güzel ve BPB’esk şarkısı “So Everyone” ise garip ama yine de inanılmaz romantik bir şarkı. Anladığım kadarıyla, yaşlıca bir kadınla bir oğlan çocuğu arasındaki oral seksten söz ediyor. Üstelik bu ilişkinin teşhirci bir yanı da var. Ve bütün bunlarda ironi falan yok; bu bir aşk şarkısı. Ve yüceltici bir yanı var. Böyle bir şarkıyı dünyada bir tek kişi yazabilirdi.
Albümde kötü bir şarkı yine yok. Ama bu kimilerinin kıyasladığı, LDITL’nin kötü kalpli ikizi olarak gördüğü I See A Darkness kadar muhteşem bir albüm de değil. BPB, bu albümün aydınlık tonunu, zorlu bir süreç olan albüm kaydetme işini ne kendisi ne de başkaları için işkenceye dönüştürme isteğine de bağlıyor biraz. Klarnetler, bar piyanoları, alışık olmadığımız hafif bir duygu katmış bu albüme. Tabii karanlık şarkılar da var, ayrılıktan, kayıptan söz eden. Nihayetinde BPB külliyatında gururla yerini alacak bir albüm LDITL. Zaten, denildiği gibi, kötü BPB albümü yoktur, yeterince dinlenmemiş BPB albümü vardır.
PJ HARVEY White Chalk (2007)
PJ Harvey hakkında bugüne kadar bildiklerimizin hiçbiri bizi bu albüme hazırlamamıştı. Harvey ne daha önce piyano çalmıştı ne de sesini bu tiz tonda kullanmıştı. Ama Blur’un Damon Albarn’ı gibi çizgisini radikal bir biçimde değiştirip yine mükemmel albümler yapabilen olağanüstü sanatçılardan biri PJ Harvey. Şunu söylemek de çok yanlış olmaz bir yandan: Harvey zaten her albümünde bir öncekinden farklı bir şeyler yapmıştı, dolayısıyla bu değişim o kadar da sürpriz değil. Evet ama, bu kez değişim gerçekten çok daha radikal. Bir defa Harvey’nin önceki albümleri her zaman moderndi, şimdi ve burada yaşayan bir kadına aitti. Oysa White Chalk Viktoryen dönemin gotik romantisizmine sahip. Sanki Uğultulu Tepeler’in kahramanlarının dünyasında geziniyoruz albümü dinlerken. Sözler itibariyle fazla bir bütünlük arzetmiyor albüm, ama bazı şarkılarda aynı temaları bulmak mümkün. Asıl müzikal açıdan bu albümü bir süit olarak tanımlamak doğru olur. Bir tür konsept albüm bu. Bazen melodi değişse de ton o kadar aynı kalıyor ki, aynı şarkı devam ediyor gibi hissedebiliyorsunuz. Albümün açıklaması zor yanları da var. Mesela çok Avrupalı, çok İngiliz bir albüm olmasına karşın, banço ve mızıka (ağız armonikası) gibi fazlasıyla Amerikan folkunu çağrıştıran enstrümanlar da sırıtmadan yer alabilmişler.
Sözlerin temasında “kürtaj” ön plana çıkıyor. Garip, bu yılın en iyi filmlerinden biri olan 4 Ay, 3 hafta, 2 Gün’ün de teması kürtaj. Kürtaj yılı yaşıyoruz. PJ’in başından bir kürtaj olayı geçti mi bilinmez. Kimi eleştirmenler, “şarkı sözlerini otobiyografik sanırsanız çok yanılırsınız” mealinde sözler söylemişler. Nasıl bu kadar kendilerinden emin olduklarını bilemiyorum. Her neyse, üst üste üç parçada kürtaja ve doğmamış bir çocuğa göndermeler var. Bu şarkıların en öne çıkanı “When Under Ether”. Şarkı belden aşağısı çıplak yatan bir kadının duygularından, düşüncelerinden söz ediyor: “İçimde, doğmamış ve kutsanmamış bir şey, etere (havaya) karışıyor / göçüyor bu dünyadan öbürüne.” Bir sonraki parça olan White Chalk’ta da “karnımda doğmamış çocuğumuzla” Dorset’in (PJ’in memleketi) falezlerinde dolaşan bir kadına rastlıyoruz. Akabinde “Broken Harp”ta da PJ “karnımı deşiyor metal bir şey” diyor. Sondan bir önceki şarkı olan “Before Departure” tam bir intihar notu havasındayken, finaldeki “The Mountain” bir kartalın gözünden savaşan bir askeri gözleyerek başlayıp, askerin vurulup yere düşmesinin ardından onun kendisini aldatan sevgilisine dair düşüncelerine geçiyor. Eh, daha karanlık temalardan söz etmek güç anlayacağınız gibi. PJ Sees A Darkness, desek uyar. Hatta bir eleştirmen Bonnie Princess Billy demiş PJ Harvey için. Bir diğeri de albüm için Emily Dickinsonvari demiş ki, bu da BPB’nin son albümünde etkisi görülen bir şair. Büyük dehalar benzer düşünür ve aynı bateristle, yani Jim White’la çalışır. Evet ya, White çalıyor White Chalk’ta. Bunun ne demek olduğunu Dirty Three, Smog, Bill Callahan ve BPB dinleyenleri bilir. Kendisini hiç ön plana çıkarmadan, bir caz bateristi gibi çalıp da rock dünyasının içinde yer alabilen ender bateristlerden biri White.
Lafı fazla uzatmadan son olarak şunu söyleyeyim. Şarkılar tek tek kusursuz White Chalk’ta, ama kısa bir albüm olmasına rağmen bazen aynı tonda söylenen şarkılar insanı yorabiliyor. Yine de… White Chalk bir başyapıt.
ANTONY AND THE JOHNSONS I Am A Bird Now (2005)
İdeal bir dünyada yaşıyor olsaydık, bugün müzikle ilgili herkes Antony and the Johnsons’ı en azından tanıyor olurdu. Çünkü Antony şu anda en muhteşem sese sahip şarkıcılardan biri ve en dokunaklı şarkılardan bazılarının yazarı. Antony yanlış bir bedene hapis olmuş bir oğlan çocuğu olarak İngiltere’de doğmuş. Kız olma isteği belli ki ailesinden çok tepki görmüş: Antony and the Johnsons adlı ilk albümünün kapağında ve üzerindeki yazılar bunu anlatıyor. Kargacık burgacık çocuk yazısıyla, anne ve babasına yazdığı ve kapakta yer alan notlarda, “bir oğlan çocuğu olmam gerek, bir oğlan çocuğu olmam gerek” demiş. CD’nin üzerinde ise “sevgili doktor, ben oğlan çocuğu olmak istemiyorum, ben kız olmak istiyorum, tıpkı kızkardeşim gibi” diyen bir çocuğun el yazısı var. (Antony’nin öyküsü için Roll’un 97. sayısına bakabilirsiniz.) Bu arzu şarkılarda da ifade ediliyor: “Bir gün büyüyeceğim ve güzel bir kadın olacağım / Bir gün büyüyeceğim ve güzel bir kız olacağım / Ama bugün için bir oğlan çocuğuyum” (“For Today I Am a Boy”). Antony’nin aykırı cinsel kimliği mazohistliği de içeriyor. İlk albümünde yer alan “Crippled and the Starfish” bunun en doğrudan ifade edildiği şarkı: “Aşkın her zaman can yakıcı olmasını istediğim doğru /…/ Çok mutluyum / Vur Bana.” Aynı tema, I Am a Bird Now albümündeki “Fistfull of Love” adlı şarkıda da var: “Yumruklarını hissediyorum / Ve aşkının ifadesi olduklarını biliyorum / Kırbacı hissediyorum / Ve aşkının ifadesi olduğunu biliyorum…” Bu kadar aykırı bir cinsel kimliği anlatan şarkılar pek az kişiyi ilgilendirir gibi gelebilir. Ama Antony, özgül deneyimini evrenselleştirebilen gerçek bir sanatçı. Sadece sesinin olağanüstülüğü değil, melodileri ve onları işleyişi de çok etkileyici. Sesi zaten telefon rehberini okusa kulağa müzik gibi gelmesini sağlayacak denli sıradışı. Sesini Nina Simone, Bryan Ferry, Jeff Buckley ve Scott Walker arasında bir yerlerde diye tarif etmeye çalışabiliriz.
Müziği ise Antony and the Johnsons (2000) adlı ilk albümde daha kabareye yakınken, I Am a Bird Now’da (2005) daha soul ve şarkıcı/şarkı yazarı tarzında. Mükemmel bir albüm olan I Am a Bird Now daha sade ve piyano ağırlıklı, ama bazen yaylılar ve nefeslilerin katkısından da yararlanıyor. İlk albümde ise “Crippled and the Starfish” dışında olağanüstü şarkı yok, ama diğer şarkılar da vasatın üstünde.
Bugün artık New York’ta yaşayan Antony’nin grubunun adı, 1969’da eşcinsel ve travestilerin Stonewall Ayaklanması’ndaki önderlerinden biri olan ve daha sonra kimvurduya kurban giden (polise göre intihar) Marsha P. Johnson’dan geliyormuş. Ama argoda “johnson”ın “penis” anlamına geldiğini de bilmekte yarar var. I Am a Bird Now’ın kapağında ise Andy Warhol çevresinden Candy Darling’in ölüm döşeğinde çekilmiş bir fotoğrafı görülüyor. Bu albümde Antony’ye eşlik edenler arasında, Warhol çevresinin ünlü ismi Lou Reed de var zaten. (Karşılıklı bir hayranlık: Antony de son birkaç senedir Reed’e albümlerinde ve konserlerinde geri vokal yapıyor.) I Am a Bird Now’da Antony’ye eşlik eden diğer isimler ise Boy George, Devendra Banhart ve Rufus Wainwright. Albümün kapanış şarkısı “Bird Guhl”de Antony “Ben artık bir kız kuşum /…/ Ve kız kuşlar uçabilir” diyor. Bu iyimserliği paylaşmamak mümkün değil, çünkü Antony gerçekten de yükseklerde kanat çırpıyor.
RADIOHEAD OK Computer (1997)
İktidarsızlık (cinsel anlamda değil). Çaresizlik. Keder. Öfke. OK Computer’in son parçası “The Tourist” sona erince, önce bir süre boşluğa bakıyorsunuz. Yoğun ve yorucu bir deneyim bu albümü dinlemek. Katarsis filan ummayın boşuna. Aksine daha da yüklenmiş olarak kendinizle baş başa kalıyorsunuz. Costa Gavras’ın Kayıp’ını seyrettikten sonraki gibi. O tarz bir yoğunluk, o tarz bir çaresizlik hissi. Yüzünüzü yıkamak, bir süre aynada yüzünüze bakmak, sonra belki çıkıp temiz hava almak… Yapılabilecek başka ne var? Sonra… belki yeniden OK Computer’ı dinlemek.
Kategorize etmesi kolay değil bu albümü. Biraz progressive, biraz psikedelik, bir ara trip-hop. Radiohead’i artık topluluk ya da grup diye tanımlamak yanlış geliyor, onlar için orkestra sözcüğü daha uygun. Sözcüğün çağrıştırdığı ulaşılmazlık, soğukluk gibi şeyler değil söz konusu olan. Aksine dokunulabilir bir insanilik hep var Radiohead’de. Orkestra tanımlaması şarkıların yoğunluğundan; bas, bateri, üç gitar ve Thom Yorke’un vokalinin oluşturduğu ses denizinin derinliğinden.
“Airbag”le (havayastığı) başlıyor albüm. Bir odak noktası olmayan, basların öne çıktığı, diğer şarkılara göre daha sert bir sound’u olan bir şarkı bu. “Otomobilleri gerçekten kontrol etmiyoruz, yaptığımız, o nesnelerin içinde gitmek yalnızca” diyor Yorke şarkıyla ilgili olarak. OK Computer’ın karanlık dünyasına, en tanıdık nesnelerin, bırakın onları kontrol etmemizi, içinden sağ çıkmamıza izin verdikleri için şükran duymamız gereken varlıklara dönüştüğü o klostrofobik ve paranoid dünyaya girmiş bulunuyoruz.
“Paranoid Android” ikinci şarkı ve de ilk single. Bir tür ‘90’ların “Bohemian Rhapsody’si. 6,5 dakika süren, üç bölümden oluşan, acaip bir koro bölümü içeren ve Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle ilgili bir single. Roma, ABD’nin metaforu. Yorke ABD’de çöküş öncesinin bütün semptomlarının görüldüğünü düşünüyor. Şarkı sözleri oldukça kapalı. İlişki ağlarını geliştiren yuppie’lerle kusmuk sözcüklerinin alt alta gelişi (the yuppies networking / the panic /the vomit) tesadüf değil. “Fitter Happier” yuppie ideallerine hüzünlü bir bakış. Alaycılık ya da öfkeden çok bir acıma duygusu var bu şarkıda. “Daha üretken olmak / çok fazla içmemek / haftada üç gün jimnastik salonuna gitmek / iş arkadaşlarıyla daha iyi geçinmek / yediklerine dikkat etmek” gibi yuppie yaşam tarzının ilkeleri kompüterize bir vokal ve Eteni Karaindrou tarzı klavyeler eşliğinde sıralanırken, yuppie’lerin de düzenin kurbanları mı, yoksa failleri mi olduğu konusunda bir kez daha düşünmek gereksinimi duyuyorsunuz. Siyasal katılım yerine sağlık ve güzelliği daha iyi bir yaşamın anahtarı olarak sunan, bireyi yüceltme iddiasını taşırken, daha iyi bir yaşama sahip olmanın bütün sorumluluğunu bireye yükleyerek aslında onu ezen / bizi ezen bir ideolojiyi anlatıyor Radiohead. Bir başka şarkıda, albümün en hızlı tempolu şarkısı “Electioneering’de “IMF ve sürü gütmek” deyip geçiyor: “IMF ve politikacılar hakkında ne söyleyebilirsin ki? Anlayan, anlıyor. Bundan daha açık ifade etmeyi beceremiyorum.”
“Subterranean Homesick Alien”da daha iyi bir dünya umudu, daha iyi bir gezegene havale ediliyor. “Exit Music (For A Film)” Romeo & Juliet filminin soundtrack’inde, “Lucky” ise HELP adlı derleme albümde yer almış. İki şarkı da melankolik, ikisi de son derece ağır, ikisi de mükemmel. Ama en ağır parça kapanıştaki “The Tourist”. Tüketilmedik/görülmedik bir şey kalmamalı emri uyarınca oradan oraya koşuşturan turiste sesleniyor Yorke: “Yavaşla be adam / Yavaşla budala.” Ya da belki de istemi dışında oradan oraya zıplayan, söz geçiremediği düşüncelerine. Her koşulda çok etkileyici bir parça. İkinci single “Karma Police” şizofrenik bir şarkı. Şarkı sözlerinin başı sonu birbirini tutmuyor. Son dize zaten “Bir an kendimi kaybettim” şeklinde. “No Surprises” hayattan beklentilerinizi sıfıra indirdiğinizde hissedeceklerinize dair. Albümün bence en iyi şarkısı Tricky’vari “Climbing Up the Walls”. Distorte edilmiş bir vokal ve trip-hop ritmiyle bir kabus kadar etkileyici: “Kafatasını açtığında beni içerde bulacaksın.” Ürpertici…
Büyük bir albüm OK Computer. Kalın, klasik bir roman gibi büyük. İlk single’ları “Creep’te bir yabancılık, ait olmama hali vardı. Radiohead bu konumunu korumaya kararlı görünüyor. Şarkıların çoğu son derece yavaş, kafiye ve nakarat genellikle hak getire, single’lık parça yok gibi. İlk dinleyişte akılda kalıcı bir parça yok, ama birkaç dinleyişten sonra unutulacak parça da yok. Albümün belki tek kusuru, hiçbir parçada bir gevşeme, bir boşalma yaşatmaması. Doluyor, doluyor ve doluyorsunuz.
İngiltere’de seçimleri İşçi Partisi kazandı. Radiohead gençliği seçimlere katılmaya çağıran Rock the Vote kampanyasına destek vermişti. Ama bugün “işlemeyen çağdışı bir sistemle diğeri arasında seçim yapmayı anlamsız buluyor” Yorke. Zaten Blair’in cisminde seçimin asıl galibi Thatcher’dı, onun fikirleriydi. Radiohead’in müziğinde işte böyle bir oyunda rol almanın verdiği çıkışsızlık duygusu egemen. Britanya’da önümüzdeki dönemin ruh halinin nasıl olacağına dair ilk sinyal OK Computer.
BLACK GRAPE Stupid Stupid Stupid (1998)
“Bu akşam Nancy de benimle birlikte, çünkü size iletmek istediğim mesaj yalnızca benim mesajım değil: Bizim mesajımız. Bütün çabalarımıza karşın marihuana kıtlığı çekildiği yönünde bilgiler almaktayız. Nancy, yönetimimizin ilk günlerinden beri düzenli olarak marihuana kullanmaktadır” sözleriyle başlıyor Stupid Stupid Stupid’in ilk şarkısı “Get Higher”. Bu sözleri söylediği varsayılan kişi ABD’nin 80’lerdeki muhafazakâr başkanı Ronald Reagan. Şarkı boyunca Ronnie başka açıklamalarda da bulunuyor: “Madde kullanımı artık yasal. Ayrıca şunu da söylemek isterim: Nancy ve ben eroin müptelası olduk.”
Verve “Drugs Don’t Work” demekte haklı olabilir ama, Shaun Ryder söz konusu olduğunda drug’ların gayet iyi iş yaptıklarını bir kez daha kanıtlayan bir albüm Stupid Stupid Stupid. Fokurdayan bir cadı kazanı gibi Black Grape’in müziği. İçinde her şey var: Punk, funk, hip hop, psikedelya, bolca şehvet ve her tür keyif verici madde.
Black Grape’le Shaun Ryder adlarını sinonim olarak kullanmakta bir sakınca yok. Ryder’ın müziğini büyük yapan, bu cadı kazanında kaynattığı iksire kattığı maddelerin tümüyle lezzetlerini bütüne vermeleri, bütün içinde eriyip gitmeleri. Müziğin hiçbir katkı maddesi yok duygusu vermesi. Sanki her şey zaten orada olmalı, sanki hiçbir şey entelektüel bir kafa patlatma süreci sonunda oluşturulmamış gibi (bunun tek istisnası “Money Back Guaranteed”in spagetti western introsu). Keyif vermek için, ama en önemlisi keyif alarak müzik yapıyor Ryder.
‘86’da Happy Mondays’le başlayan, It’s Great When You’re Straight.. Yeah albümüyle (1995) Black Grape adıyla süren müzik serüveninde Manchester’a ve kendi hedonist ilkelerine hiç ihanet etmedi. Gündemin birinci ve tek maddesi hep eğlenmek oldu. Ne siyaseten doğruluk ne de akıllı üniversite kökenli grupların doldurduğu indie müzik dünyası umurlarında oldu. Ryder bir sokak çocuğuydu ve bütün hafta boyunca boktan işlerde bunalan sokak çocuklarının kafasında hafta sonunda eğlenmekten başka bir şey yoktu. Bu albümde de büyük bir değişiklik yok. On adet şarkıdan oluşan ve sıkılmanıza fırsat vermeden 45 dakika içinde biten müthiş enerjik ve coşkulu bir parti albümü Stupid Stupid Stupid.
Müzik beni illa da acılara gark etmeli ya da düşündürtmeli demiyorsanız, Black Grape’den keyif almamanız zor. Yok, değilse, Örümcek Kadının Öpücüğü’ndeki eşcinsel mahkûmun, kendisini hayallerle avuttuğu için eleştiren devrimci koğuş arkadaşına söylediği şu sözler üzerine de bir düşünün: “Eğer bu hapishanenin anahtarlarına sahipsen seni takip ederim. Ama yoksa bırak ben bildiğim şekilde kaçayım.”