KARA TREN: DICK DALE (1937-2019)

Erdir Zat
25 Mart 2019
SATIRBAŞLARI

Bir yıldız daha kaydı… “Sörf gitarın kralı” Dick Dale özgün üslubuyla Jimi Hendrix’ten Eddie Van Halen’a pek çok gitaristi etkilemiş, öncülük ettiği teknolojik yeniliklerle “heavy-metal’in babası” unvanını almış ve rock & roll literatürüne çiftetelliden mariachi’ye “tığ işi” kartelalar eklemişti. Başyapıtı “Misirlou” şarkısı, insanlığın ortak kültür mirasına bıraktığı armağandı. Talihsiz kariyeri ona bir emeklilik bile sağlayamadı. Hayatı boyunca kurtulamadığı hastalıkların tedavi masraflarını karşılayabilmek için 80. yaşının tamamını turnelerde geçirdi. Hatırası önünde saygıyla eğiliyoruz…

 

Dick Dale tekti. Benzeri yoktu. Onun kadar iddialısı gelmedi. Rock âleminde Jimi Hendrix gibi solak gitaristler daima özel bir dikkate mazhar olmuştur. Dick Dale sadece solak değildi, aynı zamanda gitarı “tepetaklak” çalıyordu. “Önce sağ elimle çalmayı denedim,” diyordu: “Olmadı. Sonra gitarı ters çevirdim ve öyle devam ettim.”

Dick Dale’in gitarında kalın teller aşağıda, ince teller ise yukarıda bulunuyordu. Bu da gitar çalmayı sıfırdan keşfetmek anlamına geliyordu. Çünkü bilinen teknikler işine yaramayacaktı. İstese Paul McCartney, Albert King, Otis Rush veya Kurt Cobain gibi solakların kullandığı sol-el gitar edinebilirdi. Hayır, o öyle devam etti. Bu sayede büyülü staccato tekniğinin başat unsuru olan darbukaya faaliyet alanı açmış, aynı anda hem ritm hem solo gitar çalabilmenin yolunu yarılamıştı.

Baba tarafından Lübnanlı olan Dick Dale, evde Arap müziğiyle büyüdü. Udî amcası ona darbuka çalmayı küçük yaşta öğretmişti. Bateri vuruşlarına mıknatıs gibi sadakatle kenetlenen inatçı, sert ve ritmik pena vuruşları, Dick Dale’in ufaklığında kesbeden melekesinin ürünüydü. Üstüne amcasının udundan işittiği melodileri ekledi, adeta tane tane göstererek bastı her bir notasını. Nihayet aynı anda hem darbuka hem ut çalmayı başarmıştı; gitarın üstünde!

“Misirlou”nun ardındaki sırları bilmek, büyüsünü bozmak şöyle dursun, işin içine daha fazla gizem katıyor galiba. Zira bir de manevi boyut var. Her çalınışında insanı yeniden içine çeken o duygusal girdap, artık hepimiz için hayatın gelip geçiciliğine, yaşanan ânın ve alınan nefesin biricikliğine dair romantik dışavurumun alabildiğine yoğun bir ifadesi haline gelmiş durumda. Tam da bu yüzden, sosyal medyada şarkının orijinalini sahiplenme yarışına giren Araplar, Yunanlılar ve Türkler fena halde komik görünüyor…

Darbuka, ukulele, gitar

50’lerin ortalarında Amerikan popüler müziğinin ana akımı haline gelen rock & roll’un içinde neredeyse birbirinden bağımsız olarak gelişmiş beş ayrı tarz vardı: Endüstriyel kuzeydoğu metropollerinin northern band tarzı (Bill Haley & His Comets), New Orleans’ın müzikal köklerinden evrilen dance blues (Fats Domino ve Little Richard), Memphis’in country geleneğini roketleyen rockabilly (Elvis Presley), özgünlüğünü vurgulamak için çıktığı kentle anılan Chicago rhythm & blues (Chuck Berry) ve modaya uyup ağır tempolu baladlardan hızlı rock & roll şarkılarına yönelen doo-wop toplulukların benimsediği vocal group tarzı (The Turbans)… Bunlar arasında Batı Yakası yoktu, Dick Dale ve akranları ortaya çıkana kadar da yer almadı.

60’ların başında Link Wray, The Ventures ve Duane Eddy gibi müzisyenler ilk enstrümantal rock & roll denemelerine başladı. Onlara katılan Dick Dale akıma karakteristik özelliklerini kazandırarak bu müziğin gelişimine öncülük etti. 1961 yazında Dick Dale’in stomp (tepinme) adı verilen şovları sörfçü gençler arasında yerel efsane oldu. 

Onun kadar iddialısı gelmedi. Dick Dale sadece solak değildi, aynı zamanda gitarı “tepetaklak” çalıyordu. Gitarında kalın teller aşağıda, ince teller ise yukarıda bulunuyordu. Bu da gitar çalmayı sıfırdan keşfetmek anlamına geliyordu. Çünkü bilinen teknikler işine yaramayacaktı.

Güney Kaliforniya’nın önemli sörf merkezlerinden Balboa yarımadasındaki Randevouz Ballroom adlı müzikhol daha önce benzeri görülmemiş bir çılgınlığın odak noktası haline gelmişti. Her haftasonu 3 binden fazla dinleyicinin katıldığı Dick Dale konserleri rock & roll’un nihayet Batı Yakası’na da ulaştığını müjdeliyordu. Aynı yıl çıkan “Let’s Go Trippin’” 45’liği rock tarihine surf-rock türünün ilk plağı olarak geçti.

“Dick Dale” sahne adıyla tanınan Richard Anthony Monsour, 4 Mayıs 1937’de, Lübnanlı Hıristiyan Arap bir baba ve Polonyalı bir annenin oğlu olarak Boston’da doğdu. Amcasının hediye ettiği darbukada bütün Arap ritmlerini söküp ut tıngırdatmaya başlayan küçük Richard, formel müzik eğitimine dokuz yaşında piyanoyla başladı. Yedinci sınıfı bitirince ailesi ona bir trompet hediye etti. Sonra da eline plastik bir ukulele geçti. Ukulele ona gitara başlama zamanının geldiğini hissettirmişti. Bir arkadaşından taksitle 8 dolara satın aldığı gitarı, hem solo hem de ritm gitar metotlarını hatmederek kendi kendine öğrendi. Country standartlarından “Tennessee Waltz” çalmayı başardığı ilk şarkıydı. Hank Williams’a hayrandı ve büyüyünce ne olmak istediğini soranlara “kovboy” diyordu.

1954’te makine teknisyeni olan babası hava taşıtları üreten bir şirketten teklif alınca ailecek Güney Kaliforniya’ya göçtüler. Profesyonel müziğe yerel country barlarında çalarak başladı. Bu barlardan birinde, gelmiş geçmiş en büyük kovboy olarak bilinen 290 kiloluk Guy Norris, nam-ı diğer “Texas Tiny”, ona sahne adını verdi. “Dick Dale” adının country müziğe iyi gideceğini düşünüyordu. Adı tutturmuştu, ama hedefi ıskaladı. 1958-1960 arasında çıkardığı dört 45’lik country döneminin belgeleri olarak bir kenara kondu, Dick Dale’in asıl miladı, ülke çapında hit olarak surf-rock türünün büyük açılışını gerçekleştiren beşinci 45’lik “Let’s Go Trippin’” olacaktı.

“Surfin’ USA” vs. Dick-Link

Tüy gibi hafif, beyaz, orta sınıf Güney Kaliforniya gençliğinin hedonist kültürünü yansıtan surf-rock, bu çerçeveden çok daha karmaşık sosyolojik sonuçlar doğurmasıyla dikkat çeken bir pop kültür akımı yarattı. Zaman içinde çiçek çocuklarıyla bütünleşen ve Vietnam Savaşı’na karşı barış hareketine katılan bu kuşak, Batı Yakası’nın sonraki genç kuşaklarına özgürlükçü bir politik miras bıraktı.

Öte yandan, surf-rock’un vokal kanadına öncülük eden Beach Boys’un “Surfin’ USA” şarkısında simgeleşmiş bu “beyaz pop” hafifliğin kontrastları olduğu da muhakkak. Enstrümantal kanadın iki vahşi adamının özgür yaratıcılığı, her döneme esin veren rock klasikleri bıraktı. Çiftetelliden mariachi ve klezmer’e uzanan “tığ işi” kartelalar yaratan Arap kökenli Dick Dale ve öte âlemlerde gezinen kozmik stiliyle punk-rock’a öncülük eden kızılderili Link Wray, surf-rock’un tekdüzeliğini kırmıştı.

“Misirlou”nun ardındaki sırları bilmek, işin içine daha fazla gizem katıyor galiba. Her çalınışında insanı yeniden içine çeken o duygusal girdap, artık hepimiz için hayatın gelip geçiciliğine, yaşanan ânın ve alınan nefesin biricikliğine dair romantik dışavurumun alabildiğine yoğun bir ifadesi haline gelmiş durumda.

Yapbozun parçalarını yerleştirmeye belki de en önemli eksiği gidererek devam edelim: Dick, Batı Yakası’na gelir gelmez ilk iş olarak sörf yapmayı öğrendi. Okyanus dalgalarıyla boğuşurken yaşadığı heyecan, onu bu fiziksel deneyimin müzikal karşılığını aramaya teşvik edecekti. Elektrikli gitara başlaması ve hızını alamayıp baterinin başına oturması gene bu döneme tekabül ediyordu. Zaten kahramanlarından biri de efsanevi davulcu Gene Krupa’ydı.

Dick Dale kendini obsesif biçimde gitara kilitlemiş de olsa doğuştan multienstrümantalistti. İngiliz müzik yazarı Peter Jones, 1963’te, Record Mirror dergisinde onun bu yanını şöyle tanımladı: “Dick uzman bir sörf sürücüsü. Aynı zamanda başarılı bir okçu ve zeki bir süvari. Üstüne üstlük, gitar, trompet, trombon, piyano, org, bateri, kısaca üfleyebileceğin, tıngırdatabileceğin veya güm güm vurabileceğin her şeyi çalıyor.”

Dick Dale’in müzik teorisi: Nabız

Bütün bunları bir arada tutan bir düğüm noktası var. Dick Dale bir gitaristten ziyade bir orkestra şefi gibi hareket ediyordu. En başından itibaren kafasında yer etmiş bir sound vardı, bunu yaratma arzusuyla ekipmanın limitlerini zorladı. Tatminkâr sonuçlar alana kadar üstüne gitti. Geliştirdiği gitar tekniği, darbukadan itibaren çaldığı bütün enstrümanlardan izler taşıyordu. Bunu orkestraya da yansıtarak enstrümanlar arasında hipnotik bir senkronizasyon yakalamaya çalıştı. Sonraları bunu “nabız” olarak adlandırdı.

Grubu Del-Tones hiçbir zaman istikrarlı bir kadro oluşturamadı. Bunun en önemli sebebi Dick Dale’in mükemmeliyetçiliğiydi. Metronoma sıkı sıkıya kitlenmiş, atak ve enerjik bir orkestra istiyordu. Ancak kadro değişse de orkestranın terkibi değişmedi. Ritm-solo özelliklerini bir arada götüren bir gitarist olduğu halde, bateri ve bas gitarla kurduğu omurganın alev saçan bir ejderhaya dönüşmesi için orkestraya bir değil iki ritm gitar eklemişti. Elektrikli piyano ve ikinci solist görevi üstlenen alto veya tenor saksofon diğer takıntılarıydı.

Dick Dale kendini obsesif biçimde gitara kilitlemiş de olsa doğuştan multienstrümantalistti. Peter Jones onu şöyle tanımladı: “Dick uzman bir sörf sürücüsü. Aynı zamanda başarılı bir okçu ve zeki bir süvari. Üstüne üstlük, gitar, trompet, trombon, piyano, org, bateri, kısaca üfleyebileceğin, tıngırdatabileceğin veya güm güm vurabileceğin her şeyi çalıyor.”

Dick Dale’in Randevouz Ballroom’daki konserleri ünlü gitar imalatçısı Leo Fender’in de ilgisini çekti, zira Dale sürekli ampli patlamaktan çok şikayetçiydi. Bu müziğe imkânlı hale getirecek yeni ve kuvvetli bir ekipmana ihtiyaç vardı. Dale ve Fender prestijli hoparlör imalatçısı James B. Lansing’i (JBL) de yanlarına alıp daha önce erişilmemiş volüm düzeyine çıkabilen 100 watt’lık amplifikatörü yaratmaya giriştiler.

Dick Dale’in maharetli ellerine teslim edilen özel yapım Fender Stratocaster elektrikli gitar, özel olarak onun için üretilen Fender Showman ampli ve JBL’in 15-inç hoparlörleri hard rock tapınağının temelini attı. Mümkün olan en ağır telleri, en sert penaları kullanan ve gitarı yay gibi geren Dick Dale’in en önemli özelliklerinden biri de reverb (yankı) efektini adeta imza gibi kullanmasıydı. Bütün bu özellikler ona “heavy metal’in babası” unvanını getirdi.

Kuyruklu yıldız misali

1962’de çıkan “Misirlou” 45’liği döneminin en üstün ekipmanına sahip olan bir virtüoz için pastanın çileği gibiydi. Dick Dale’in Amerika’nın en çok izlenen yetenek programı Ed Sullivan Show’a çıkıp marifetini sergilemesi ve Hollywood’da trend haline gelen sörf filmlerinde “Misirlou” ve diğer şarkılarıyla boy göstermesi, ülke çapında şöhret ve ticari başarı getirdi. Aynı yıl Surfers’ Choice adlı ilk albümünü de çıkardı.

1963’te popüler kültüre yerleşen lakabıyla çıkan King of the Surf Guitar ve Checkered Flag, 1964’te ise Mr. Eliminator ve Summer Surf albümleri peş peşe geldi. Ne var ki, o yıl Beatles’ın öncülüğünde başlayan British Invasion Amerikan pop listelerini ele geçirince surf-rock ateşi sönüşe geçti. İşgale direnebilen tek surf-rock grubu Beach Boys oldu. Dick Dale, 1967’ye kadar her yıl bir 45’lik yaparak yoluna devam etti.

Plaklarından kazandığı parayla bir zamanlar stomp partilerine sahne olan Balboa yarımadasında ailesi ve evcil kaplanlarıyla birlikte yaşamak üzere bir malikane inşa etti. Artık eskisi kadar ünlü değildi, yerel sahnelerde sadık dinleyicisine yaptığı ateşli gig’ler ona yetiyordu. Sonunda rahat bir nefes alacağını düşünüyordu. Kaderin oyununu hayatını altüst eden kötü haber geldiğinde anladı. 1967’de kolon kanseri teşhisi kondu. Doktorlar “fazla ömrün yok” demişti.

Dick Dale’e ölümcül hastalıkla boğuşmak üzere kendini emekliye ayırdı. En büyük takipçisi Jimi Hendrix üzücü haberi aldıktan sonra ustasını ziyaret etti. Dick Dale aralarında geçen duygusal ânı daima unutulmaz bir hatıra olarak anlattı. O gün Jimi ona “Demek artık asla surf müzik duyamayacağız” demişti. Heyhat, üzen taraf Jimi’nin kendisi oldu, bu görüşmeden bir yıl sonra uzak diyarlara göçtü. Dick Dale ise vefa borcunu yıllar sonra ayaklanıp kendine geldiğinde Jimi’nin “Third Stone From the Sun” şarkısını yorumlayarak ödedi.

Dick Dale hayatı boyunca hastalıklarla boğuştu. Kalıtımsal olarak şeker hastasıydı. Bu yüzden alkollü içkiler ve keyif verici maddelerden uzak durdu. Buna ek olarak böbrek yetmezliği vardı ve sahne performanslarını işkenceye çeviren bir omurga hasarıyla yaşamak zorundaydı. 1972’de kırmızı ete veda etti ve kanser tedavisine destek olmak için otuz yıl boyunca praktis edeceği Kenpo karateye başladı. 1979’da yüzerken aldığı yara deniz kirlenmesinden dolayı enfeksiyon kapınca az daha kangren olup bir bacağını kaybedecekti. Bu olaydan sonra çevre aktivisti oldu.

Tarantino, Pulp Fiction ve ikinci bahar

Kanserin tekinsiz mıntıkasına giren Dick Dale tam 16 yıl boyunca ortadan kayboldu, ondan hiçbir şey işitilmedi… Seksenlerde, sürpriz biçimde, New Wave grupları onu önemli esin kaynakları arasında saymaya başladı. Yeraltı âleminde ve rock laboratuvarlarında asla unutulmamıştı. 1983’te iyi haber geldi, kanserle mücadelesinde ilk raundu kazanmış ve tekrar sahnelere dönmüştü. Aynı yıl taze canlı performanslarının kayıtlarından oluşan The Tiger’s Loose albümünü çıkardı.

Ama belalar peşini bırakmadı. Gene nazar değdi. Yemek pişirirken başına gelen mutfak kazasında fena halde yandı. Birçok defa yardım konseri verdiği Kaliforniya Üniversitesi’nin yanık tedavi merkezine yatırıldı. Geri dönüş tatsız başlamıştı.

1987’de, bir başka takipçisiyle, Teksaslı blues rock cambazı Stevie Ray Vaughan’la birlikte stüdyoya girdi. Surf-rock klasiklerinden “Pipeline”ı beraber çaldılar. Hollywood’un 60’ların ilk yarısında onlarcasını yaptığı sörf filmlerini yeniden canlandırma girişimi olarak çekilen Back to the Beach filminin müziği olarak kullanıldı. Film yaprak kıpırdatmadı, ama rock âlemi iki büyük ustanın ateşli performansıyla ihya oldu. 1993’te ise tam 29 yıl aradan sonra doldurduğu ilk stüdyo albümün olan Tribal Thunder çıktı.

Bu hareketlenmeler yetersizdi. Dick Dale, Tarantino’yla buluşana kadar rock eksperlerinin baştacı ettiği bir marjinal figür olarak kaldı.

1994’te Quentin Tarantino’nun kült filmi Pulp Fiction’ın jeneriğinde kullanılan ve filmin simgesi haline gelen “Misirlou”, Dick Dale’e sadece yepyeni bir dinleyici kitlesi değil aynı zamanda uluslararası şöhret de getirdi.

Surf-rock’un vokal kanadına öncülük eden Beach Boys’un “Surfin’ USA” şarkısında simgeleşmiş “beyaz pop” hafifliğin kontrastları olduğu da muhakkak. Enstrümantal kanadın iki vahşi adamı, Arap kökenli Dick Dale ve öte âlemlerde gezinen kozmik stiliyle punk-rock’a öncülük eden kızılderili Link Wray, surf-rock’un tekdüzeliğini kırmıştı.

1995’te hayatında ilk defa Britanya dinleyicisinin karşısına çıktı. Uzun yıllar sonra ilk defa bir yerde “kral” gibi karşılandı. Londra’nın Garage sahnesinde verdiği konserin dinleyicileri arasında eski hayranı John Peel de vardı. Ünlü diskjokey ona kol kanat gerdi ve birlikte dört ayrı Peel Sessions kaydettiler. John Peel daha sonra Dick Dale’in “Let’s Go Trippin” şarkısını BBC’deki Home Truths radyo programının jenerik müziği yaptı. Hemen ardından yeni şarkılarıyla tamamı İngiliz prodüksiyonu olan ilk albümü Calling Up Spirits (1996) çıktı.

Hem eski dinleyicisiyle hem de Pulp Fiction’a meftun olan genç kuşaklarla buluştuğu Britanya turnesinde Melody Maker’a şöyle demişti: “Her türden genç beni izlemeye geliyor, çılgınca bir şey. Dövmeli dazlaklar mı istersin, deri ceketli motorcular mı? Küçük çocuklarıyla konsere gelen üniversite hocalarına rastladım, çünkü onlar da çocukken beni izlemişler. Hepsi aynı çatının altında. Müzik barbarlığı yatıştırır, canavarın bedeninden vahşeti çekip alır.”

Pulp Fiction ile gelen ikinci bahar ve popüler kültürde tekrar hatırlanmasıyla kendini bir dolu yeni projenin içinde buldu. 60’lardaki şarkıları filmlerde, TV reklamlarında, bilgisayar oyunlarında ve sportif etkinliklerde sıklıkla kullanılmaya başlandı. Bu projelerden belki de ilginç olanı romantik Fransız besteci Camille Saint-Saens’in ünlü Hayvanlar Karnavalı suitinin “Akvaryum” bölümünü surf-rock formatına taşımasıydı. Disneyland’deki uzay temalı kapalı park alanı Space Mountain’de yıllarca tema müziği olarak kullanıldı.

Adaletin bu mu dünya?

Dick Dale, gençliğinde ortalığı kasıp kavurduğu hit şarkılarının hiçbirinin yayın hakkına sahip değildi. Vakti zamanında üç paraya attığı imzaların gelecekteki hayatını zorlaştıracağını hiç düşünmemişti. Pulp Fiction ile gelen ikinci baharın kaymağını başkaları yedi. O süreçte çıkardığı Unknown Territory (1994), Calling Up Spirits (1996) ve Spacial Disorientation (2001) albümlerinin ticari getirisi ona bir emeklilik hazırlamaktan alabildiğine uzaktı.

“Hayatımın sonuna kadar turneye çıkmaya mahkûmum” diyordu. Kanser nüksetmişti ve hastane faturalarıyla başa çıkmanın turneden başka yolu yoktu. 2008’de kolon kanseri ameliyatı geçirdi. Nekahat sürecinde kemoterapi ve radyasyon tedavileri gördü. Büsbütün yoruldu. Buna rağmen, 2009’da o zamanlar 17 yaşında olan baterist oğlu Jimmie Dale’i de grubuna alıp turneye çıktı.

1967’de kolon kanseri teşhisi kondu. Doktorlar “fazla ömrün yok” demişti. Dick Dale hayatı boyunca hastalıklarla boğuştu. Kalıtımsal olarak şeker hastasıydı, böbrek yetmezliği vardı ve sahne performanslarını işkenceye çeviren bir omurga hasarıyla yaşamak zorundaydı.

Bir konserinde şöyle demişti: “İnsanlara ölümden korkmamalarını söyleyin. Ruhunun bedenini terketmesi güzel bir şey. Ölüm korkusunun yaşama biçimini etkilemesine izin verme. Ne kadar ıstırap çekersen çek, o korkuyu al ve yaşamını idame ettirmenin taşıyıcı gücü haline getir.”

Dick Dale son ânına kadar bunu uyguladı. Geçen yıl atlattığı kalp krizi, kronik böbrek yetmezliği ve kanserin üçüncü kez geri dönmesi yüzünden dünya turnesini yarım bırakmak zorunda kaldı. Buna karşılık tedavi masraflarını karşılayabilmek için Amerika turnesine çıktı. 80. yaşının tamamını yollarda geçirdi. 16 Mart 2019’da Loma Linda kasabasında son nefesini verdi. Ömrü vefa etseydi Kasım 2019’da yeni bir turneye çıkacaktı.

Seksen yılda devriâlem

Madem öyle başladık, Dick Dale’in yeniden hayat verdiği “Misirlou” ile bitirelim. Kökleri Osmanlı beşeri coğrafyasının derinliklerine giden bu güçlü şarkının bilinen en eski kaydı, “Tetos” lakabıyla tanınan İstanbullu Rum rebetiko sanatçısı Theodotos Demetriades tarafından, 1927’de, ABD’de yapıldı. “Misirlou” Türkçe kökenli Rumca bir sözcük; gene “Mısırlı” anlamına geliyor, ama sonundaki “-ou” takısı sözcüğü dişileştiriyor. Mısırlı bir genç kadın anlatılan.

Şarkının etnik çetelesi bizatihi üstünde; Arap, Rum ve Türk. Ama bununla sınırlı kalmamış Rumcasının ardından Arapça, Türkçe, Ermenice, İbranice, Farsça, Rusça, Sırpça vd. dillerde sayısız versiyonu ve adaptasyonu yapılmış. Bütün bu halkların manevi kültürüne yerleşmiş. Kimin bulduğunun ne önemi var? İlk plak kaydında bestecisi “anonim” olarak geçen şarkının orijinal bestecisini bulsak ne değişecek? Aynı zevkle dinlemeyecek miyiz?

Tetos’un verdiği dersi anmanın tam zamanıdır. 1921’de, henüz 23 yaşındayken Amerika’ya göçen Tetos, burada orkestrasını yeniden kurmuş, rebetiko yapmaya devam etmişti. Mukavele yaptığı yapımcı şirket Columbia Records, plağı basmadan önce Amerikan dinleyicisine zor geleceğini düşünerek şarkının adını değiştirmek istedi. “Egyptian”ın Yunanca karşılığı olan “Aigyptioi” adını önerdiler. Onlar açısından kolay bir tasavvurdu. Ama Tetos kabul edemezdi, öneriyi geri çevirip bellediği “Misirlou” adında ısrar etti.

Ad hafızadır. Şarkıyı Arapçasından öğrenen Dick Dale’in de Tetos’un ısrarını sürdürdüğü gün gibi ortada. Sörfçü gençlerin nabzına şerbet verecek bir başka ad koymadı. Tam tersine, onlara daha önce bilmedikleri bir hikâye hediye etti. Etki alanı bu yüzden çok geniş ve güçlü oldu…

Acaba Zeki Müren de bu etki alanına girdi mi? Yerinde bir soru, ama “Yaralı Gönül” (1971) adaptasyonu maalesef öyle gerçekleşmedi. Zeki Müren’in şarkıyı Lübnanlı bir sanatçıdan dinlediğini ve derhal Suat Sayın’dan güfte istediğini biliyoruz. Gene de hayatın beceremediğini yaratıcılık becerdi ve onları hınzırca buluşturdu. Zeki Müren ile Dick Dale’in bir araya gelmesinden çıkacak o muazzam enerjiyi suni yollarla da olsa tecrübe edebiliyoruz. “Yaralı Gönül” ile “Misirlou” mikslendi, şarkının İstanbul’a dönmesinin şerefine rock & roll resmi geçidi terkiplendi…

İşte bu, koca yürek Dick Dale’e vefa borcumuzdur. Devri daim olsun…

 

^