KÜRESEL MEDYA GEZİNTİSİ

Ragıp Duran
20 Eylül 2020
SATIRBAŞLARI

Batılı gazeteler belirsiz, hatta karanlık bir yarına karşı, geçmişe sığınıyor, ama çaktırmadan. “Bugün ve yarın için geçmişten ders çıkarmaya çalışıyoruz” der gibiler. Aslında, dünyanın dört bir yanında geçmiş giderek güncelleşiyor. Koşullar öyle ki, “yakalamış geçmiş bizi yakamızdan, bırakmıyor.” Buyurun küresel medya gezintisine…

Bu hafta özellikle Anglo-sakson gazetelerde iki kitap hakkında çok sayıda tanıtım ve eleştiri yazıları dikkat çekiyor. İlki Bob Woodward’ün Trump’ın son dönemini anlattığı Rage (Öfke), ikincisi Obama’nın anılarının birinci cildi: Vaadedilmiş Ülke.

Woodward bizim gözümüzde aslında hâlâ Washington Post’ın City News Desk’inde (Şehir Haberleri) çalışırken Watergate skandalını ortaya çıkaran acar muhabir.

İslâmcı kesimin deyişiyle Hüseyin Burak Obama’nın 768 sayfalık anıları kasım ayında, başkanlık seçimlerinden sonra piyasaya çıkacak. Kitapta hukuk profesörü olan Obama’nın siyasete girişi, 2008 başkanlık seçim kampanyası ve Usame Bin Ladin’in 2011’de öldürülmesine kadar geçen dönem anlatılıyor. Vaadedilmiş Ülke aynı gün 17 farklı dilde çıkacak. İlk baskı üç milyon olacak.

Obama’dan önce eşi Michelle de Becoming (Oluş) başlığı altında anılarını yayınlamıştı. Kitap ABD ve Kanada’da toplam 8.1 milyon adet sattı. Obama’lar Crown Yayınevi’yle yaptıkları telif anlaşması sayesinde iki kitabın karşılığında 65 milyon dolar kazandı. Michelle’in kitabının sesli versiyonu çıktı, Burak’ınkinin de çıkacak.

Putin+Trump+Xi Ping+Erdoğan+Orban+Duterte+Bolsonaro rejimlerini irdeleyen her araştırmacı, hatta her gazeteci kaçınılmaz olarak 1933-1945 Almanya’sına göndermede bulunuyor. Benzerlikler o kadar bariz ki…

Kitap bahsi açılmışken iki esaslı eseri de araya sıkıştıralım: Antonio Scurati M., Çağın Çocuğu adlı, biraz roman, biraz kurgu-belgesel denen türdeki çalışmasında Benito Mussolini’nin 1919-24 dönemini anlatıyor. Önümüzdeki yıllarda iki cilt daha çıkacak. Bir isim, bir tarih ve bir mekândan oluşan altbaşlıklarla 25 yıllık bu ilk dönem, tabii ki İtalyan faşist lidere bir övgü manzumesi değil. Tam aksine, aktardığı tüm ayrıntılar Mussolini’nin şanslı, ama oportünist ve vahşi bir lider olduğunu gösteriyor. Zaten, koca faşist liderle ilgili bir kitaba başlık olarak bir tek harf koymak yeteri kadar sembolik. Le Monde’a göre, Mussolini ve İtalyan faşizmini 864 sayfada bu kadar ayrıntılı, bu kadar derin teşhir eden ilk çalışma. İktidarı ele geçirme, kaosun ve kanın egemenliği, gangsterlik dönemi büyüklük perdesi arkasından fena sırıtıyor.

Martin Luther King’i dinlemek

Colson Whitehead’in romanı Nickel Boys hem Mussolini hem de az sonra bahsi açılacak olan Walt Whitman’la bağlantılı. Zira, romanın kahramanı Elwood 1960’lı yıllarda, yani ırk ayrımcılığının hâlâ güçlü olduğu bir dönemde, Florida’da yaşayan bir genç. Elwood’un evinde bir tek plak var, Martin Luther King’in konuşmaları. Sabah akşam onu dinliyorlar. Ve çocuk bir an önce liseyi bitirip iyi bir üniversiteye girmek için can atıyor. ABD’de bugün hâlâ milyonlarca gencin ideali, rüyası.

Giriş sınavlarında başarılı olmasına rağmen, Elwood adli/bürokratik bir hata sonucunda kâbus fabrikası gibi bir üniversiteye kaydolmak zorunda kalıyor: Nickel Academy. Burada en küçük bir hata yaptın mı, okul yönetimi hemen işkence odasına alıyor, dövüyor, kırbaçlıyor. İyimser Elwood’un okulda temkinli bir arkadaşı var, Turner. İkili eğitimleri boyunca Martin Luther King’in fikriyatının nasıl somutlaşabileceğini tartışıyor hep. Kölelik döneminden ‘60’lara kadar gelip yerleşmiş “vahşetin mirası”nın kurbanları olarak bu rejime karşı nasıl direnebileceklerini konuşuyorlar. “Siyah hayatlar önemlidir”in ilk taslakları belki de 60 yıl önce yazılmış. Tarih bugünün eski hali midir? 

Martin Luther King 1960’larda, Florida’da ayrımcılık karşıtı bir eylemde. Jeremy Dean’in “Yalnız Yürümeye Cesaret Etme” (2006) belgeselinden.

Tarih galiba özellikle bugünkü gibi sıkıntılı, sorunlu dönemlerde gazeteciler, yazarlar için zengin bir hazine. Aslında birçok düşünür, geniş yurttaş/okur kitlesinin de merak ettiği geleceği öngörmeye, betimlemeye çalışıyor. Ama bunun için de önce geçmişi iyi bilmek, iyi tahlil etmek gerekiyor. Putin+Trump+Xi Ping+Erdoğan+Orban+Duterte+Bolsonaro rejimlerini irdeleyen her araştırmacı, hatta her gazeteci bir yerde kaçınılmaz olarak 1933-1945 Almanya’sına göndermede bulunuyor. Benzerlikler o kadar bariz ki… Ya da Covid-19 pandemisi başladığından bu yana, sadece bilim dünyası değil, tarihçiler de, sosyologlar da, gazeteciler de 1918 İspanyol gribine referans vermeden edemiyor.

Whitman’dan Pasolini’ye

“Çelişkili Amerika’nın şairi Walt Whitman” başlıklı New York Times’taki uzun değerlendirmede Jesse Green Whitman’ın (1819-1892) şiirlerini bugünün gözlükleriyle okuma denemesi yapmış. Çünkü “İç Savaş (1861-1865) döneminde, yazarlar ve yazdıkları ülkenin çelişkilerinin sembolüdür” saptamasından yola çıkınca, Whitman’ın o bunalım döneminde kaleme aldığı satırlar, bazen çok taze, aktüel görünüyor. Mesela, “o kadar sakin ve hasta ki dünya, çok korkuyorum.” Green yazısını kurarken, İç Savaş döneminden bir günü alıp anlatıyor önce, sonra da peşine 2020’den bir günü aktarıyor aynadan. Bir tür Walt Whitman güncellemesi.

Walt Whitman’ın iç savaş döneminde kaleme aldığı satırlar, bazen çok taze, aktüel görünüyor. Mesela, “o kadar sakin ve hasta ki dünya, çok korkuyorum.”

Tarihe meraklı ya da tarihi bugüne taşımak isteyen bir başka sanatçı İtalyan şarkıcı Giovanni Truppi. Film müzikleri ve operalar da yazan Truppi çizgi roman meraklısı. En büyük esin kaynağı ise Pier Paola Pasolini. İtalya’nın, hatta Avrupa’nın bu sıkı marjinal kült insanı 1959’da İtalya’nın Fransa sınırından başlayıp Yugoslavya sınırına kadar olan sahilini gezmiş ve bu seyahatin günlüğünü Kumdan Uzun Yol adıyla kitaplaştırmış.

Walt Whitman

Giovanni de 61 yıl sonra aynı güzergâhı müzisyen arkadaşlarıyla kaydetmiş. Pasolini’nin günlüğü ile kendi günlüğünü üst üste koymuş. Yakında Linus çizgi roman dergisinde ayrıntılarını göreceğiz. Le Monde’daki “Giovanni Truppi, Pasolini’nin izinde” başlıklı söyleşide şarkıcı yol boyunca “fotoğrafladığı sesleri”, azınlıkları, göçmenleri, sahil şeridinin sefalet ve ihtişamını anlatıyor.

Hepimiz galiba sürekli olarak geçmişle gelecek arasında yaşıyoruz. Çünkü bugün diye bir şey yok, varsa da çok çabuk geçtiği için kimse doğru dürüst gününü gün edemiyor.

Hakiki Rimbaud’cular

Fransa’da, Fransızca konuşulan ülkelerde ve şiir dünyasında bu aralar önemli bir tartışma var: İki büyük şair Arthur Rimbaud ve Paul Verlaine’in cenazeleri Pantheon’a taşınsın mı?

Pantheon Antik Yunan’da “bütün tanrıların tapınağı”ydı. Artık birçok ülkede Pantheon var. En meşhuru Roma’daki. Paris’teki ise 1758’de monarşinin sembolü bir kilise olarak inşa edilmiş. 1789 devriminden sonra, “yeni Fransa”da en önemli, en değerli şahsiyetlerin defnedildiği bir anıt haline getirilmiş. 1789’dan bu yana, beşi kadın, toplam 78 şahsiyet Pantheon’a gömülme onuruna ulaşmış. Bir kaç tanıdık isim: Voltaire, Rousseau, Jean Jaurès, Marie Curie, Zola, Malraux, Simone Veil… Siyasetçi, bilim insanı, yazar… Çok şahsiyet var, ama mevcutlar arasında şair sıfatını haiz olan bir tek Victor Hugo.

Fransa’da ve şiir dünyasında önemli bir tartışma var: İki büyük şair Rimbaud ve Verlaine’in cenazeleri Pantheon’a taşınsın mı? Proje gerçekleşirse o devasa anıta ilk kez iki LGBTİ+ şahsiyet kabul edilmiş olacak. Ayrıca, Victor Hugo’nun yanına iki şair daha eklenecek. “Hakiki Rimbaud’cular” bu girişime karşı.

Macron siyasette muhafazakâr liberal, kültürel alanlarda ise “özgürlükçü” bir portre çizdi şimdiye kadar. Bir grup Fransız aydın Le Monde’da yayınlanan bildiride, aslında gerici ve koyu dindar bir kadın olan Kültür Bakanı Roselyne Bachelot’nun da onayını alarak, Arthur’le Paul’ün de Pantheon’a girmesini öneriyor.

Siyasi ve edebi dünyada hemen tepkiler başladı. Çünkü proje gerçekleşirse Latin Mahallesi’nde, Sorbonne Üniversitesi’nin bitişiğindeki o devasa anıta ilk kez, bugünkü deyişle, iki LGBTİ+ şahsiyet kabul edilmiş olacak. Ayrıca, Victor Hugo’nun yanına iki şair daha eklenecek. Olur mu, olmaz mı münakaşası sürerken yine Le Monde’da, bence “hakiki Rimbaudcular” denmesi gereken bir grup aydın bu girişime radikal bir şekilde karşı çıktı.

Paul Verlaine ve Arthur Rimbaud

Gerekçeleri önemli: Paul Verlaine 1871’de sıkı bir komüncü. Ötekinde, yani Arthur abimizde, ne istesen var. Bugün kara bayraklı anarşistlerin sembolü olacak kadar. İkinci bildiride Rimbaud’dan kıyak alıntılar var: “Benim vatanım ayağa kalkmış. Oysa ben onu otururken görmek isterdim. Postalları yerinden oynatmayın, bu benim ilkem!”, “Ben bir alt ırktanım”, “Ben bu halktan biri değilim!”

Hakiki Rimbaudcular iki şairin küllerinin Pantheon’a taşınarak, devletin bu kural ve yasa tanımaz şahsiyetlere sahip çıkarmış gibi görünmek istediğini, onları adeta kanatları altına aldığını, evcilleştirdiğini hatta devletten/düzenden yanaymış gibi bir imaj vermeyi amaçladığını savunuyor. Nihai kararı Emmanuel Macron verecek.

2020’deyiz, nelerle uğraşıyoruz? Eski bir ABD başkanının anıları ile geleceğin eski başkanı hakkında yazılan bir kitap, 85 yıl önce ayaklarından asılan İtalyan faşist liderin cemâziyelevveli, 60 yıl önce Florida’daki ırkçıların rezil şiddeti, isyan timsali ve anıtı Pasolini’nin 61 yıl önce İtalya’nın sahil şeridinde yaptığı gezinin yenilenmiş hali, 129 yıl önce göçmüş delifişek şair Arthur ile 124 yıl önce aramızdan ayrılmış kankası ve aşığı Paul’ün küllerinin kaderi…

Yakalamış geçmiş bizi yakamızdan, bırakmıyor.

^