Bir sendika başkanı, bir işçi, sendika başkanının adamları, bir meydan dayağı, patlayan silah, bir ölüm, kararan bir hayat, yaslı aileler, cenaze töreninde duygulu söylevler, müteveffaya övgüler, taziye evinde devlet yetkilileri… 1920’lerin, ‘30’ların Amerika’sındaki sendika-mafya ilişkilerini konu alan filmlerden birinin kareleri değil, 2018 Türkiye’sinde sendikal hayatın resmi geçidi. 13 Kasım’da işlenen “Kırmızı Pazartesi” cinayetine yakın plan yapıyoruz.
DİSK Lastik-İş Başkanı Abdullah Karacan, 13 Kasım günü, Sakarya-Arifiye’deki Goodyear fabrikasının sendika temsilcilik binasında yaşanan arbedede kendi silahından çıkan bir kurşunla hayatını kaybetti. 1991 yılındaki büyük madenci yürüyüşünün önderi Genel Maden İşçileri Sendikası Başkanı Şemsi Denizer’in 1999’da koruması tarafından öldürülmesinden sonra ilk kez, ana akım medyanın dikkatleri kısa bir süreliğine de olsa sendikal hayata çevrilmiş oldu.
1990’larda, Şemsi Denizer’in mujik hayat tarzı, kullandığı Jaguar marka otomobil etrafında gazetelerde tefrika edilirken maksat hükümet değiştiren kudrete sahip, neoliberal özelleştirme politikalarına karşı tüm işçi sınıfının direncini temsil eden büyük madenci yürüyüşünün güncel hafızasını itibarsızlaştırmaktı. Denizer’in müsrifliği, hovardalığı, yaşadığı gece hayatının her karesi halkın gözüne sokuldu. Özetle, “sendikacıların derdi işçiler değil” dendi. Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun (TTK) özelleştirilmesini engelleyen başkanın (ve onun aracılığıyla sendikanın) itibarsızlaştırılmasının ardından maden işçisi sayısını 42 binlerden bugünkü 7 bin civarına geriletmek mümkün oldu.
Şemsi Denizer’in hayat tarzı tefrika edilirken tüm topluma özelleştirmelerin önündeki her türlü engelin öyle ya da böyle kaldırılacağı mesajı da veriliyordu. Sahiden de başardılar. Devletin ve işverenlerin planlı girişimleriyle işçilerin örgütleri hızla sendikal bürokrasiler tarafından ele geçirilirken, özelleştirme karşısındaki direnç de “bu iş yargıdan döner” tezgâhıyla muhayyel bir geleceğe havale edilerek soğuruldu. TÜPRAŞ, PETKİM, SEKA ve diğerleri bu yolla ele geçirildi. Bugün Zonguldak-Karabük-Bartın havzasında kimse özelleştirme karşıtı bir tutum almaktan bahsetmiyor bile. Yenilginin mirasının yanısıra devletin elinde satacak bir şey de kalmadı pek.
Şemsi Denizer’in ölümünü en ince ayrıntısına kadar kamuoyunda tartıştıran devlet, Abdullah Karacan’ın ölümünü acilen perdeledi. Soruşturmaya hızlıca yayın yasağı getirildi. Kriz ortamında, sarı sendikacılığın bütün kirliliğini açığa çıkaran bir cinayetin uluorta tartışılması hoş olmazdı!
Abdullah Karacan’ın ölümü sonrasındaki tartışmanın ise oldukça farklı anlamları var. Doğrudan devlet ya da faşistler tarafından katledilen Kemal Türkler, Kenan Budak, Necmettin Giritlioğlu gibi sendika başkanları ve işçi önderleri, Denizer ve Karacan gibi düzen sendikacılarının tam karşısında konumlanmışlardır. Onlar işçi sınıfının iktidarına hayatlarını adamış, mücadele etmiş insanlardı. Bu iki örnek ise, elbette birbirinden farklı tarzlarla, kendi ikbal ve konumlarını büyütme derdiyle yaşadılar.
Şemsi Denizer’in ölümünü en ince ayrıntısına kadar kamuoyunda tartıştıran devlet, Abdullah Karacan’ın ölümünü acilen perdeledi. Karacan’ın ölümüne yol açan kavgaya dair soruşturmaya hızlıca yayın yasağı getirildi. Kriz ortamında geniş işçi yığınlarının sosyal medya üzerinden takip ettiği, sarı sendikacılığın bütün kirliliğini açığa çıkaran bir cinayetin uluorta tartışılması pek hoş olmazdı!
Çünkü Abdullah Karacan’ın sendikal kariyerini konuşmak, aidatlar üzerinden astronomik maaşlar alan, kendilerinin ve yakınlarının her türlü harcamasını örgütlenme, konaklama, eğitim, ağırlama ve benzeri gider kalemleri üzerinden karşılayan, matbaa, kırtasiye, yakıt vb. giderleri “anlaşmalı” şirketlere ihale ederek servet biriktiren, dört yıllık görev süresi sonunda hizmet bedeli adı altında milyarlar alan ve bu türden ödemeleri tüzük maddeleri aracılığıyla yasal kılıfa sokan sendikacı tipinin işçiler tarafından sorgulanmasına neden olabilir.
Agresif, kabadayı özellikleri ve ülkücü kimliğiyle bilinen Karacan, Lastik-İş’in başkanlığını yaptığı yirmi yıl boyunca DİSK genel kurullarının tamamında belirleyici oldu. İstemediği hiç kimse DİSK yönetimine giremezdi.
Abdullah Karacan kimdi?
Abdullah Karacan, Borçka’dan göç etmiş Gürcü kökenli bir işçi ailesinin çocuğudur. DİSK Lastik-İş sendikasının örgütlü olduğu Pirelli işyerinde çalışmaktadır. Lastik-İş Goodyear, Brissa ve Pirelli gibi ağır sanayinin üç dev fabrikasının yanısıra ilaç ve kimya sanayiinde örgütlüdür.
Geçtiğimiz yıllarda, Kocaeli ve Sakarya dışında gelişen bazı önemli sendikalaşma mücadelelerinde (örneğin, doğrudan örgütlenme ve direniş sürecinde yer aldığım, 900 işçinin çalıştığı Çerkezköy’deki Hakan Plastik gibi) rol oynamış olsa da, Lastik-İş asıl olarak bu iki ildeki üç büyük fabrikanın işçilerinin sendikasıdır. Kocaeli ve Sakarya’nın lastik işçisi, bölgenin demografisi gereği, ağırlıklı olarak Manav, Kafkas ve Karadeniz kökenlidir. 1960’larda Rıza ve Niyazi Kuas kardeşler Lastik-İş sendikasını büyük oranda bu işçi dinamiğine yaslanarak, bu dinamiği örgütleyerek kurmuşlardır.
Agresif, kabadayı özellikleri ve ülkücü kimliğiyle bilinen Karacan, önce Pirelli fabrikasında sendikanın baş temsilcisi, ardından sırasıyla İzmit şube yöneticisi, genel sekreter ve genel başkan oldu. Karacan işyeri temsilcisi olduğu günlerden beri işverenlerle örtük bağı olan bir işçiydi. Şayet yaşasaydı, muhtemelen ömrünün sonuna kadar genel başkan olarak kalacaktı.
Lastik-İş’in “solcu” olarak bilinen yöneticilerinin sendikayı yağmalamalarını, kötürüm hale getirmelerini en sert eleştirenlerden biriydi. Bu tavır işçilerden destek gördü ve bu sayede hızla yükseldi. Başkan olduktan sonra sendika içinde zaman zaman ortaya çıkan muhalefeti sertlik ve zorbalıkla bastırdı. Tüm muhalefet gruplarını işverenle bir olup işten attırdı. Onun isteklerine direnç gösteren işverenleri “ikna” etti, dediklerini hep yaptırdı.
Herkes gördü ki, Sedat Uzunlar’ın emniyetteki ifadesiyle görüntüler birbirini teyit ediyor. Karacan’ı tanıyanlar akıbetini kendisinin belirlediğine emindir. Sedat Uzunlar ise Karacan’ın gençliğine oldukça benzer bir karakter.
Karacan’ın seveni çoktur, çünkü Lastik-İş’in örgütlü olduğu fabrikalarda son yirmi yılda işe giren hemen herkes onun sayesinde girmiştir. Karacan aracılığıyla işe girmeyen beyaz ya da mavi yakalı işçi sayısı iki elin parmaklarını geçmez. İşini Karacan’a “borçlu” olanlar, aileleri ve akrabalarıyla birlikte, on binler demek.
Karacan kime benzerdi diye soranlara Tayyip Erdoğan’ı örnek verebilirim. Karacan da tek adam olarak, sendikasında onun bilgisi dışında hiçbir adıma izin vermezdi. İzmit’te sendikaya ait bir otel ve büyük bir sosyal tesis yaptırdı. Bu yönüyle girişimci ve sendikayı yolsuzluktan kurtarıp düze çıkaran bir başkan imajı inşa etti.
Kocaeli ve Sakarya’da birkaç ilkeli, istisnai gazeteci dışında Abdullah Karacan’la iyi geçinmeyen yerel gazete ya da gazeteci bulamazsınız. O bir şekilde onları görür. Dilinden küfür eksik olmayan bu silahlı sendika başkanını ve onun şiddet pratiklerini sendikal âlem içinde olup da bilmeyen kimse yoktur. Karacan’ın DİSK merkez yönetimindeki hegemonyası nedeniyle Lastik-İş içerisindeki muhalefet gruplarının yaşadıkları zorbalıkları yazan çıkmadı.
Lastik-İş’in DİSK’teki hâkimiyeti
Abdullah Karacan Lastik-İş’in başkanlığını yaptığı yirmi yıl boyunca DİSK genel kurullarının tamamında belirleyici oldu. Onun istemediği hiç kimse DİSK yönetimine giremezdi. DİSK’in en büyük sendikası Genel-İş’le ittifak halindeydi. DİSK eski başkanı Kani Beko’nun Karacan’dan “yoldaşım” diye söz etmesi ya da şimdiki genel başkanın tabutu başında tarihi unutmuş bir konuşma yapması hep bu ilişkinin bir diyetiydi.
Cenazede yaptığı konuşmada, lastik fabrikalarında taşeron çalıştırmaya Karacan’ın mücadelesiyle son verildiğini belirten Arzu Çerkezoğlu, kendisinin de gayet yakından takip ettiği Ekolas-Pirelli direnişinin önemini ve sosyalist kadroların bu direnişteki rolünü unutmuş görünüyor.
Daha önce beş-altı kez Lastik-İş üzerine yazdım, anlatmaya çalıştım. DİSK yöneticileri ve o yöneticilerin payandası olanlar bu eleştirileri “DİSK düşmanlığı yapıyor” diyerek savuşturdu. Fakat sonuç trajik oldu. Eğer Lastik-İş içinde de dillendirilen benzer eleştiriler ciddiye alınmış olsaydı bu cinayet yaşanmayabilirdi. Olayın görüntüleri ortaya çıkmadan önce, bilgi eksikliği ve tabii ki DİSK “tarafgirliği” ile bazı sosyalist çevreler tarafından yapılan “kontgerilla yapmış olabilir” tespitleri ya da Karacan’a yönelik övgüler görüntülerin yayınlanmasıyla boşa düştü.
Ölümle sonuçlanan görüntüler, ölümle sonuçlanmayan yüzlerce sarı sendika pratiğinden sadece biri. Şayet infial yaratan bir olayla sonuçlanmamış olsaydı, mesele sessizce halledilmiş, sendikal bir rutin yerine getirilmiş olacaktı.
Sedat Uzunlar kimdi?
İzleyen herkes gördü ki, zanlı işçi Sedat Uzunlar’ın emniyetteki ifadesiyle görüntüler birbirini teyit ediyor. Yine Sakarya’da çok sayıda Goodyear işçisi Sedat Uzunlar’ı sahiplenen, onun mağdur olduğunu yüksek sesle söyleyen paylaşımlar yaptılar. Karacan’ı tanıyanlar, yaşamı ve sendikal siyasetteki tarzıyla kendi akıbetini kendisinin belirlediğine emindir. Sedat Uzunlar ise Karacan’ın gençliğine oldukça benzer bir karakter.
Bu tipoloji, öncülük meziyetlerine sahip birçok işçi gibi, önce sendikada hâkim olan iradeyle birlikte davranmayı tercih eder. Uzunlar da önce öyle yapıyor. Ardından, zamanla Karacan’la arası bozulan Sakarya şubesinden İsa Güzel’in önderlik ettiği muhalefet grubuyla davranıyor.
Tek adamın karşısında konum aldığını geç idrak eden Uzunlar, Karacan’la görüşmek üzere genel merkeze gidiyor, fakat adının kara listede olduğunu görüyor. Aslında bu “hata”nın bedeli gereği olarak işten atılması gereken Uzunlar, işyeri içinde sürgün cezası alıyor. Birim yöneticisinin de desteğiyle, yerinin değiştirilmemesinde ısrarcı oluyor ve hep birlikte izlediğimiz olayın faili haline geliyor.
Devlet, siyasi parti, sendika ve işveren mahfillerinden birçok isim Karacan’ın ailesini ziyaret etmek için kente geliyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 17 Kasım’da taziye için Kocaeli’ne gelmesi ise bütün bu hikâyenin iyi bir özeti aslında.
Sendikal pratiğin röntgeni
İzlediğimiz ve ölümle sonuçlanan görüntüler, ölümle sonuçlanmayan yüzlerce sarı sendika pratiğinden sadece biri. Şayet infial yaratan bir olayla sonuçlanmamış olsaydı, mesele sessizce halledilmiş, sendikal bir rutin yerine getirilmiş olacaktı. Bu sefer olmadı. Karacan, genel merkezde Uzunlar ile yaptığı görüşmede, “ben MİT’çiyim, kardeşim mafya, seni aldırırım” diyor. İşçinin ifadesi böyle. Karacan’ın taziyesi ise sürüyor.
Devlet, siyasi parti, sendika ve işveren mahfillerinden birçok isim Karacan’ın ailesini ziyaret etmek için kente geliyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 17 Kasım’da taziye için Kocaeli’ne gelmesi ise bütün bu hikâyenin iyi bir özeti aslında.
Bu trajik olay konuşulduğunda büyük sanayi fabrikalarında hâkim olan sendikal pratiğin bir röntgeni çekilmiş olacak. Ama konuşulsun istenmiyor, ne devlet ne de bir kısım sol tarafından. Süleyman Soylu ile aynı tarafta olduğunuzda, Süleyman Soylu ile aynı tarafta olduğu için sallayıp durduğunuz Sakarya işçisi ile asla buluşamazsınız. Pratiğini etkili bir biçimde eleştirseydiniz, belki Karacan bugün hayatta olurdu. Bu olayı sessizlikle geçiştirmek sendikal statükonun muhafazasını isteyenler dışında kimseye yaramayacak.