AB-Türkiye Mülteci Geri Kabul Anlaşması’nın üzerinden beş yıl geçti. Acıları dindirme vaadiyle ve geçici olarak sunulan anlaşma on binlerce göçmenin hayatının mahvolmasına yol açıyor. Avrupa göç güzergâhlarında yaşananları, kamplardaki içler acısı koşulları yıllardır göçmenlerle dayanışma ağlarında yer alan ve Border Monitoring Derneği adına raporlar hazırlayan aktivist ve araştırmacı Anna Lorentz’den dinliyoruz.
AB ile Türkiye arasında 18 Mart 2016’da imzalanan Geri Kabul Anlaşması’nın temel sorunları sizce neler?
Anna Lorenz: Anlaşmaya göre Yunan adalarına geçen tüm yeni göçmenler Türkiye’ye iade edilecekti. Anlaşmanın başlıca amaçlarından biri Suriyeli göçmenlerin takasıydı. Yani, Yunan adalarından sınır dışı edilen her Suriye vatandaşı için, başka bir Suriyeli Türkiye’den AB’ye yerleştirilecekti Anlaşmanın sonrasındaki üç yılda 1892 göçmen Türkiye’ye iade edildi. Ancak, bu madde asla hayata geçirilemedi. Aksine, adaları hızla açık hava hapishanelerine dönüştüren, coğrafi hareket kısıtlaması getiren sınır prosedürü uygulandı. Esasen anlaşmayla beraber, Avrupa’ya geçişin engellenmesi adına, Türk Sahil Güvenlik güçleri ve jandarma sınır denetimini müthiş artırdı. AB anlaşma doğrultusunda Türkiye’ye 2020’de resmiyet kazanan altı milyar avroluk bir bütçe tesis etti. Anlaşma “geçici”, “sıra dışı” tedbirler diye tanımlanmıştı. Düzen tesis edildikten sonra AB ülkeleri “gönüllü insani kabul” sürecine geçecekti. Anlaşma güya acıları dindirmeyi ve kamusal düzeni yeniden tesis etmeyi amaçlıyordu. Oysa beş yıldır yürürlükte ve insanların hayatını mahvetmeye devam ediyor. Üstelik şimdi bir de uzatılması söz konusu.
Anlaşma doğrultusunda Türkiye’ye geri gönderilen göçmenlere ne oluyor?
Anlaşmaya göre Türkiye güvenli bölge sayılıyor. Fakat Türkiye’ye sığınmak isteyen göçmenlerin çoğunun başvurusu kabul edilmiyor. Avrupa Komisyonu Türkiye’nin güvenli ülke olmadığının bal gibi farkında. Çıkarları adına yaşananlara göz yumuyor. Midilli’den Türkiye’ye geri gönderilen göçmenler önce AB’nin finanse ettiği hapishanelere konuyor, ardından çoğunlukla ülkelerine geri gönderiliyor. Türkiye’ye sınır dışı edilen Suriyeliler çoğunlukla Adana’ya götürülüyor. Aslında geçici koruma statüsü alabilecekken, birçoğu Suriye’ye geri gönderiliyor. Suriyeli olmayanlar ise “geri gönderme” merkezlerinde kimi zaman 12 aya kadar alıkonuyor. Genellikle “gönüllü geri dönüş” anlaşmasını imzalamaya zorlanıyor ve ardından ülkelerine gönderiliyorlar. Ender de olsa serbest bırakıldıkları vaki. Bazı durumlarda, Türkiye’deki avukatlar vasıtasıyla Yunanistan’dan Türkiye’ye sınır dışı edilenlerin salıverilmesi ve uluslararası koruma statüsü alması mümkün oluyor.
Border Monitoring Avrupa’nın farklı sınırlarında gözlemler yapıp raporlar yayınlayan, kimi zaman göçmenlere koruma sağlayan, vatandaşları göçmen hakları konusunda harekete geçirmeye çalışan, Alman menşeili bir dernek. Bugüne kadar göçmenlerin durumunu, göçmen politikalarını ele alan 16 rapor hazırladık.
Midilli’deki göçmenlerin çoğunun hayali Almanya’ya gitmek. Almanya anlaşmanın imzalanmasında önemli bir rol üstlendi. Almanya’da göçmenleri neler bekliyor?
Durum pek parlak değil. Angela Merkel AB-Türkiye Geri Kabul Anlaşması’nın imzalanmasında, göçün sert şekilde denetlenmesinde kilit bir ol oynadı. Oysa anlaşmadan önce, 2015’te göçmenleri kabul ettiğinde, “sığınma başvurusu yapmak isteyenleri geri gönderemeyiz” dediğinde kahraman ilan edilmişti. Halbuki hukuki açıdan göçmenlerin başvuru hakkı zaten vardı. Almanya göçmenlere kucak açıyor gibi görünüyor. Evet, Moria benzeri bir kamp Almanya’da yok, göçmenlere konaklama konusunda daha iyi koşullar sağlanıyor. Öte yandan, Moria gibi kampların kurulmasında Almanya’nın doğrudan sorumluluğu var. Almanya başta Afganistan’dan birçok göçmeni geri gönderdi. Dublin kuralları çok sıkı uygulanıyor. Yani Almanya’ya kendi imkânlarıyla ulaşan göçmenler 18 ay ilk giriş yaptıkları Avrupa ülkesine geri gönderilme tehlikesi yaşıyor. İltica başvuruları sonuçlanana dek, uzun süre “yasadışı” yaşamak zorunda kalıyorlar. Üstüne bir de yükselen ırkçılık sorunu var.
Sizin göç meselesiyle ilgilenmeye başlamanız nasıl oldu?
Anlaşmadan bir yıl önce, 2015’te başladım. Almanya’da Göttingen Üniversitesi’nde Ege’de sınır rejiminin dönüşümü üzerine doktora yapıyorum. Altı yıldır Balkan göç güzergâhında ve Yunanistan’da göçmen dayanışma örgütlerinde de faal yer alıyorum. Aynı zamanda, Avrupa’nın sınırlarında yaşananlar ve sınır siyaseti üzerine yoğunlaşan Border Monitoring (Sınır İzleme) derneği bünyesinde sınırlarda gözlem çalışması yapıyorum.
2015’te tanıklık ettiğiniz, yoğun göç hareketi sırasındaki gözlemlerinizi anlatır mısınız?
O dönemi “uzun göç yazı” diye adlandırıyoruz. O yaz göçmenler kitleler halinde sınırları aşıp Avrupa’nın merkez ülkelerine ulaşmayı başardı. Birkaç arkadaşımla beraber Balkan güzergâhına gittim. Bölgede faaliyet gösteren Sınırsız Mutfak (Noborder Kitchen), İsimsiz Mutfak (Noname Kitchen) gibi oluşumlarla iletişime geçtik. Balkan rotasına gelen aktivistlerin çoğu bizim gibi, artan göç üzerine aniden karar alıp yola çıkmıştı. Medyada gördüklerimiz, göçmenlerin maruz bırakıldığı korkunç koşullar, açlık grevleriyle başlattıkları direniş Avrupa’daki gençleri harekete geçirmişti.
Yunanistan-Makedonya sınırındaki İdomeni köyünde bulunan kampı merkez alarak Makedonya, Sırbistan ve Yunanistan göç güzergâhlarını, yani Balkan rotasını kullanan göçmenlere çeşitli açılardan destek olmaya çalıştık. İdomeni göçmenlerin kendi çabalarıyla inşa ettiği geçici bir kamptı. Göçmenler Makedonya-Yunanistan sınırında aylarca bekliyordu. Yazın sonunda giderek daha az göçmenin sınırdan geçmesine izin verildi ve ardından sınırlar tamamen kapatıldı. Kamp polis tarafından boşaltıldı. İdomeni kampındakiler kendi yaptıkları çadırlarda yaşıyordu. Hiçbir ihtiyaçları karşılanmıyordu. Yunanistan’a geçmeye çalışanlar polis tarafından şiddetle geri püskürtüldü, biber gazıyla saldırıya uğradı ve dövüldü. Çocuklar bu durumdan çok kötü etkilendi.
O dönemde özellikle Almanya’da birçok genç hızla politize oldu ve göçmen dayanışması ivme kazandı. Öte yandan, sınır bölgelerine desteğe gelenler biraz kaybolmuş gibiydi. Birçoğumuz yaşananların boyutuna tam vakıf değildik. Aylarca sınırlarda mahsur kalmış, yıllarını göç yollarında geçiren on binlerce göçmen karşısında “Alman kurtarıcılar” gibi gözükmek rahatsız ediciydi. Yine de o dönemde bölgede uzun süredir bulunan aktivistler sayesinde güçlü bağlantılar kurulabiliyordu. Sonuçta, tüm Balkan güzergâhını kapsayan bir destek ağı oluşturmayı başardık.
Yunanistan’a ne zaman geçtiniz?
Bir süre sonra Balkan güzergâhında mahsur kalan göçmenler ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmaya başladı. Ciddi bir açlık baş gösterdi ve ülkelerin hepsi sınır denetimlerini sıkılaştırdı. Makedonya ve Yunanistan arasına bariyer kuruldu. Orada faaliyet göstermemiz imkânsız hale geldi. İdomeni kampı boşaltıldı, göçmenler Yunanistan’daki kamplara ve hapishanelere sevk edildi. Bunun üzerine Selanik’te yerel aktivistlerin kurduğu Noborder kampına geçtim. Polis sürekli kampı kapatmakla tehdit ediyordu. Orada tanıştığım kişilerin çoğu Midilli’de de faaldi. Sınırsız Mutfak’tan arkadaşların yönlendirmesiyle Midilli’ye geçtim. Göçmenlerle Avrupalı aktivistlerin birlikte yaşadığı bir işgal evine yerleştim.
Kos’taki göçmenlerin durumu diğer adalardan daha kötü, içler acısı. Adada dev bir hapishane-kamp deneyi gerçekleştiriliyor. Kamptaki polis şiddetini de tanıklardan dinledik. Öte yandan, ada çok turistik. Yazları özellikle Alman turist akınına uğruyor. Bu tezadı insanın aklı almıyor.
İşgal evi nasıl bir yerdi?
O dönemde Midilli’de çok sayıda işgal evi vardı. Durum şimdiki kadar zor değildi. Bizim yaşadığımız Sınırsız Mutfak işgal evi eski bir fabrikanın hemen yanındaydı. Çok kafa dengi insanlar kurmuştu. Moria kampında kalmak istemeyen çoğunluğu Pakistanlı göçmenler ve Batılı aktivistler hep beraber yaşıyorduk. Aslında bir tür toplum merkeziydi. Güzel bir mimarisi, sürekli yemek pişen büyük bir salonu vardı. Kadınlar için özel bir alan ayrılmıştı. Küçük bir mescit ve ibadet alanı da kurulmuştu. İşgal evinin zorla tahliye edileceği haberini aldığımız gece çatıda uyuduk. Kapıyı zincirle kilitleyip mühürlediler. Sonrasında işgal evi birkaç kez daha açılıp kapandı.
Göçmenlerle Batılı aktivistler arasındaki ilişki nasıldı?
Göçmenler merkezin işleyişi için ciddi emek verdi. Kampta yaşamayı reddederek büyük bir riski göze almışlardı. AB-Türkiye Geri Kabul Anlaşması 18 Mart 2016’da yürürlüğe girince henüz ne gibi sonuçlar doğuracağını bilmiyor, adayı gelecekte nelerin beklediğini anlamaya çalışıyorduk. İşgal evindeki Avrupalıların çoğu Noborder ağının parçasıydı. Pakistanlılar ve diğer göçmenlerin çoğu siyasi açıdan bilinçliydi. Yine de işgal evini pek romantize etmemek gerek. Özünde herkes hayatta kalmak için mücadele veriyor. Sadece göçmen olduğun için politik bir militana dönüşmüyorsun. Herkesi bir araya getiren ortak payda sınır karşıtlığıydı. Batılı destekçilerin bir kısmı zaten anarşistti. Bir kısmı da hızla bu anlayışa yakınlık duymaya başladı. Çünkü devletlerin yürüttüğü sistemin çöküşüne yakından tanık oluyorlardı.
Şimdilerde Yunan ve diğer Avrupalı aktivistler arasındaki ilişki nasıl?
Dayanışma önceye göre çok daha sıkı. Eskiden Midilli’ye adayla gerçek anlamda bağ kurmayan pek çok Batılı geliyordu. Ama şimdi uzun süredir burada bulunan Batılılarla yerli aktivistler arasında ciddi bir işbirliği var.
Border Monitoring (Sınır İzleme) derneğinin temel faaliyeti ne?
Border Monitoring Avrupa’nın farklı sınırlarında gözlemler yapıp raporlar yayınlayan, kimi zaman göçmenlere koruma sağlayan, vatandaşları göçmen hakları konusunda harekete geçirmeye çalışan, 2011’de Münih’te kurulmuş Alman menşeili bir dernek. Bugüne kadar Avrupa’da ve kıtanın sınırlarında göçmenlerin durumunu, göçmen politikalarını ele alan 16 rapor hazırladık. Derneğin paylaştığı tüm bilgiler açık kaynak. Ben de Yunanistan sınırları üzerine çalışıyorum. Şimdi Yunanistan’dan Türkiye’ye geri gönderilen göçmenleri nelerin beklediğini raporlamaya çalışıyoruz. Bu geri göndermeler aslında yasadışı. Şimdilerde müdahale edebileceğimiz durumları tespit etmeye, geri gönderilmelerinin ardından göçmenlere bulundukları yerde destek olmanın yollarını bulmaya çalışıyoruz. Aynı zamanda, geri gönderme öncesi alıkoyma merkezlerine kapatılan göçmenlerin haklarını gözlemliyoruz.
Border Monitoring Yunanistan dışında hangi sınırlarda faaliyet yürütüyor?
Eskiden Bulgaristan ve Macaristan’da çok faaldik. Fakat göçmenlerle ilgili bilgi toplamayı, göçmenlere destek sağlamayı suç sayan yeni yasalar yüzünden bu iki ülkede artık çalışamıyoruz. Yunanistan’ın dışında Balkan güzergâhını ve Fransa’nın kuzey batısında yer alan Calais’yi izlemeye devam ediyoruz. Calais kampı göçmenlerin ormanda kurduğu devasa bir yerleşke. Göçmenler oradan Büyük Britanya’ya geçmeyi deniyor. Kamp birkaç kez aşırı şiddet kullanılarak tahliye edildi. Ancak insanlar ormanda kalmaya devam ediyor.
Duruma bağlı olarak raporlarımıza yeni coğrafyalar ekleniyor. Belli bölgelerdeki durumu ayrıntılarıyla raporlamak için bazen yıllarca izliyoruz. Bize benzer başka bir oluşum olan Sınır Şiddeti İzleme Ağı’nın da (Border Violence Monitoring) çok kapsamlı çalışmaları var, kitlesel geri göndermeleri, sınır geçişi engellemelerini yakından takip ediyorlar. Biz aynı zamanda daha geniş bir ağ olan Kritnet’in de (Göç ve Sınır Rejimi Çalışmaları Eleştirel Ağı) bir parçasıyız. Yani gün be gün olayları takip edip aktarmaktansa yaşananların ne anlama geldiğini, genel çerçeveyi kavramaya ve aktarmaya çalışıyoruz.
En önemli taktik göçmenleri birbirine düşürmek. Geldikleri ülkelerde sorun yaşayan gruplar arasındaki çelişkiler tetikleniyor. İltica sistemi göçmenleri kategorize ediyor, ırklara ve milletlere göre ayırıyor. Burada da siyahlar daha fazla ayrımcılığa uğruyor. Polis kamplarda muhbirliği teşvik ediyor. Muhbirlere kolaylıklar sağlanıyor.
Belli ülkelerden gelen göçmenler AB’ye adım attıkları anda eski Moria kampındaki PRO.KE.K.A gibi alıkoyma merkezlerine kapatılıyor. Bunun nedeni ne?
Bir göçmeni sadece sınırları aştığı için hapse tıkmak hakikaten akıl almaz. Adalar zaten açık hava hapishaneleri gibi. Göçmenleri ilk giriş yaptıkları ülkede uzun süre bekleten Dublin kuralları, AB-Türkiye Anlaşması’nın şartları zaten çok sert. Üzerine bir de hapishane içine hapishane kuruyorlar. PRO.KE.K.A Moria yangınıyla birlikte kapandı. Fakat başka sınır bölgelerinde benzerleri var. Aslında sığınma başvuru hakkı “düşük düzeyde” (low recognition rights) kabul edilen ülkelerden göçmenleri tutuklamak için tasarlanmış paralel bir sistem mevcut. Göçmenleri geldikleri ülkelere göre sınıflıyorlar. AB-Türkiye arasındaki anlaşmanın temelinde de bu anlayış yatıyor. Birtakım insanlar tutuklanırsa, sınır prosedürlerinin hız kazanacağını düşünüyorlar. Hem etkisiz hem de hukuki dayanağı olmayan bir yöntem. Genelde Afrika ülkelerinden gelen bekâr erkekleri tutukluyorlar. Hapishanelerde polis şiddeti yaşanıyor. Korunma talebiyle göç edenlerin düştüğü duruma bakın! Geçen yıl PRO.KE.K.A’da gördüğümüz intihar vakaları gibi korkunç sonuçları olan paralel bir sistem söz konusu. Prosedürleri hızlandırdığı ise koca bir yalan.
Ege’deki diğer sınır adalarında da bulundunuz; oralarda durum nasıl?
Sisam, Sakız ve Kos adaları aynı “sıcak nokta” sistemine bağlı olsa da her birinde durum farklı. En büyük göçmen kampı Midilli’de. Adada çok sayıda STK, aktivist ve gönüllü var. Bu yönüyle diğer adalardan ayrışıyor. Diğerlerinde dayanışma ağları kuvvetli değil. Her adanın farklı siyasal arka planı söz konusu. Örneğin, Sakız adasının genelde sağ, Midilli’nin ise sosyalist bir arka planı var. Farkı hemen hissediyorsun. Kamplar da birbirinden farklı. Sisam’daki Vathi kampı şehir merkezine nazır bir tepenin üzerinde. Evlerin hemen ardından sıra sıra göçmen çadırları başlıyor, yani göçmenler şehrin parçası konumunda. Tutuklama ve alıkoyma meselesi de adadan adaya değişiyor. Her kampta PRO.KE.K.A benzeri geri gönderme merkezleri yok. Kos’taki göçmenlerin durumu diğer adalardan daha kötü, içler acısı. 2020 ocak ayından itibaren adaya varan, aileler ve çocuklar dahil, herkesi tutuklamaya başladılar. Hangi ülkeden geldikleri önemli değil. Adada dev bir hapishane-kamp deneyi gerçekleştiriliyor. Kamptaki polis şiddetini tanıklardan dinledik. Kos’ta direniş ve dayanışma ağları da pek örülemiyor. Çünkü göçmenler tamamen tecrit edilmiş durumda. Öte yandan, ada çok turistik. Yazları özellikle Alman turist akınına uğruyor. Bu tezadı insanın aklı almıyor. Gözlerden uzak göçmen kampından kimsenin haberi yok. Birbirinden tamamen farklı, paralel iki hayat yaşanıyor. Sakız adasında ise önemli direnişler yaşandı. Orada bulunan arkadaşlar diğer adalardaki mücadeleleri bir araya getirmek için çok çaba sarf etti. Çok da iyi iş çıkarıyorlar. Bu yüzden Midilli’dekinden de fazla faşist saldırı göğüslüyorlar.
Midilli’deki ırkçı saldırılar sıklıkla gündeme geliyor, ama adanın sosyalist geçmişine pek değinilmiyor. Bu geçmiş sizce bugüne ne kadar yansıyor?
Geçmişin etkisini ölçmek zor. Ama burada birçok yerel dayanışma grubu var. Siyasal açıdan angaje birçok adalı göçmenlere büyük destek veriyor. Özellikle 2015’te göçmen sayısı hızla artmaya başlayınca kendiliğinden ortaya çıkan dayanışma dinamikleri göz yaşartıcıydı. Herkes yürekten yardıma koştu, plajlarda yemek dağıttı. Adada çok iyi örgütlenmiş bir antifaşist grup da var. Asıl mesele adanın yerlilerinin yıllar boyunca bu sorunla baş başa bırakılması ve kimsenin onlara kulak vermemesiydi. AB’den umudu zaten kestik, ama Atina da adayı unutmuş gibiydi. Burayı bile isteye bir hapishane adasına dönüştürdüler.
Midilli’de inşa edilecek yeni kamp hakkında gözlemleriniz nasıl?
Yeni kamp Avrupa Komisyonu’nun dev projelerinden biri, altından ne çıkacağını merak ediyorum. Kampı Miçotakis hükümeti de destekliyor. Sakız’da inşa etmeye çalıştıkları kamp ciddi direnişle karşılaştığı için durduruldu. Midilli’de de geçtiğimiz şubattaki ilk deneme farklı kesimlerin direnişi sayesinde başarısız oldu. Yeni kamp dağlık bir coğrafyada, şehrin epey dışında, ormanlık arazideki bir çöplüğün hemen yanında planlanıyor. Ne kadar sembolik değil mi? Göçmenleri çöplüğe postalıyorlar. Zemin yapılaşma için hiç uygun değil. Fakat nisanda inşaatın başlaması planlanıyor. Çetrefil bir durum söz konusu, çünkü yeni kampın inşasına karşı çıkabilir, engellemeye çalışabiliriz. Ama şu anki kampın koşulları berbat. Eski askeri atış talim sahasında yer aldığı için toprağın altında zehirli atıklar var. Deniz kıyısında olduğu için rüzgârdan çok etkileniyor.
Sınırlarda sistematik biçimde insanlar ölmeye devam ediyor. Üstelik, bu durum normalleştirildi. Birkaç yıl önce kulağa korkunç gelen hikâyeleri herkes kanıksadı. Direnmezsek, gelecek bugünden daha karanlık olacak. Öte yandan, uluslararası dayanışma ağları giderek çoğalıyor. Dünya çapında sağ kadar sol direniş de yükseliyor.
Geçici bir kamp olduğu söylenmesine rağmen göçmenler aylardır buraya mahkûm edildi.
Geçmişte de bir sürü “acil”, “geçici”, “kısa süreli” kampın kalıcı hale geldiğine tanık olduk.
Göçmenlerin ciddi baskılar karşısında ortaya koydukları direnişler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Midilli’de kendiliğinden ortaya çıkan sayısız göçmen protestosu yaşandı. 2017’de biraraya gelen tüm göçmen toplulukları büyük bir eylemle geri göndermeleri durdurmayı başardı. Kamp yönetimiyle pazarlık yapıyor, Avrupa Parlamentosu’na mektuplar gönderiyorlardı. AB-Türkiye anlaşmasının yıldönümlerinde büyük eylemler düzenlediler. Midilli’de Syriza parti binası, Sapho meydanı defalarca işgal edildi. Polis önce gözdağı vermek için rasgele tutuklamalar yapmaya başladı. 2017’de yaşanan, davası hâlâ devam eden Moria-35 vakasında oturma eylemi yapan 35 Afrikalı göçmen hukuksuz bir şekilde tutuklandı. Ardından, göçmenler arasındaki birlikteliği bölmek için tedbir almaya başladılar. En önemli taktik göçmenleri birbirine düşürmek. Berbat şartlarda hayatta kalma savaşı veren insanlar söz konusu olduğu için, bunda maalesef pek zorlanmıyorlar. Geldikleri ülkelerde sorun yaşayan gruplar arasındaki çelişkiler tetikleniyor. Zaten iltica sistemi göçmenleri kategorize ediyor, ırklara ve milletlere göre ayırıyor. Yani daha baştan göçmenler arası gerilimin zemini hazırlanıyor. Her yerde olduğu gibi burada da siyahlar daha fazla ayrımcılığa uğruyor. Aynı zamanda polis kamplarda muhbirliği teşvik ediyor. Muhbirlerin iltica prosedürleri hızlandırılıyor. Muhbirlere çeşitli kolaylıklar sağlanıyor. Polis kampta aradığı bir göçmeni başka bir göçmene yakalatabiliyor. Bu taktiklerin ardından kitlesel eylemlerin sayısı da azaldı. Moria yangınının ardından yeni kamp inşasına karşı günler süren eylemler oldu. Sahada hâlâ çok fazla enerji ve direniş potansiyeli var. Eylemlerin ne zaman patlak vereceğini asla kestiremeyiz.
Akademi ile aktivizm arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Sınır karşıtı direnişi akademiye de taşıma ihtiyacı duydum. Akademi ve aktivizmi zorla bir araya getirmeye çalıştığımı söyleyemem. Her şey doğal gelişti. Göç çalışmaları genelde sahadan uzak. Sadece her şeyi anladığını zanneden beyaz akademisyenlerin sesi çıksın istemiyorum. O yüzden, burada yaşadıklarımı birçok farklı sesi dahil ederek aktarıyorum. Kendimi geri planda tutuyor, göçmenlerin neler hissettiğini, neler düşündüğünü aktarmaya çalışıyorum. Bunun dışındaki yaklaşımlar teknokratik sonuçlar doğuruyor. AB-Türkiye Anlaşması’nın “babası” Gerald Knaus da kendisini göç araştırmacısı diye tanıtıyor. Oysa sahada olup bitenlerle ilgili en ufak bir fikri yok. Tam da bu yüzden kirli bir anlaşma tasarlayabiliyor. Savunduğu alabildiğine soyut fikirler yüzünden on binlerce insan yıllar süren sefalete maruz kalıyor.
Kendimi biraz önce bahsettiğim Kritnet’in “göç otonomisi” yaklaşımına yakın hissediyorum. Sahadan hareketle durumu anlamak ve bunu Avrupa politikalarına bağlamak en doğru yaklaşım. Önceliğim kesinlikle akademi değil; göçmenler, kurulan ağlar, aktivistler ve politik hedeflerimiz. Bir yandan da “bilgi sızdırma” konumuna düşmemek için çok titiz davranmak zorundayım. Sahada kalması gereken bilgiler var. Kimsenin zarar görmesini istemem. Aktivist bir bağlamda yaşarken aynı zamanda araştırma yaptığım için bazen huzursuz oluyorum. Dayanışma arkadaşlarımda onların deneyimlerinden çıkar elde etiğim izlenimi uyandırmak istemiyorum.
Kolektif üretilen bir bilgi akademiye taşıdığında sadece senin isminle anılıyor. Bu çok rahatsız edici bir durum. Bir anda konunun uzmanı ilan ediliyorsun. Oysa bilginin asıl sahipleri kolektif dayanışma ağları.
AB-Türkiye anlaşmasının “babası” Gerald Knaus kendisini göç araştırmacısı diye tanıtıyor. Oysa sahada olup bitenlerle ilgili en ufak bir fikri yok. Tam da bu yüzden kirli bir anlaşma tasarlayabiliyor. Savunduğu soyut fikirler yüzünden on binlerce insan sefalete maruz kalıyor.
Almanya’da göçmen dayanışma örgütlenmesi ne boyutta?
Çok ciddi dayanışma hareketleri var. Deniz Köprüsü (See Brücke) hareketi Libya sahil güvenliğinin uygulamalarına karşı, Akdeniz’de sistematik biçimde botların batırılmasını önlemek için kuruldu. Juventa, Deniz İzleme (Sea Watch) gibi sivil arama kurtarma hareketleri de bu duruma tepki olarak doğdu. Batan botlardaki göçmenleri kurtaranların kriminalize edilmesine karşı büyük kampanyalar örgütlendi. Moria kampı da Avrupa göç sisteminin çöküşünün bir sembolü olarak bu eylemlerde sık sık gündeme geldi. Kimseyi Geride Bırakma (Leave No One Behind) ve Dayanışmacı Kent (Solidarity City) hareketleri de adadan ayrılan, Avrupa’ya geçen göçmenlerin yerleşmelerini kolaylaştırmaya çalışıyor. Mesela Moria’dan üç bin göçmeni kabul edeceğini söyleyen bir şehir çıkıyor. Sonra parlamentoda bir şehrin tek başına böyle bir karar alamayacağını savunanlar seslerini yükseltiyor ve nihayetinde benzer talepler kabul görmüyor. Özellikle Moria yangınından sonra göçmenlerin Almanya’ya getirilmesi için sarf edilen çabalar maalesef sonuç vermedi. Yeni kampın kurulması büyük bir yenilgi olarak algılandı.
Yakın geleceği nasıl görüyorsunuz?
Umut her zaman var. Ama hayli karanlık bir dönemden geçiyoruz. Sınırlarda sistematik biçimde insanlar ölmeye devam ediyor. Üstelik, bu durum normalleştirildi. Birkaç yıl önce kulağa korkunç gelen hikâyeleri herkes kanıksadı. Direnmezsek, korkarım gelecek bugünden daha karanlık olacak. Öte yandan, uluslararası dayanışma ağları giderek çoğalıyor. Farklı yerlerde aynı amaçlar için mücadele eden insanlar hiç olmadığı kadar kenetlendi. Sönümlenen eylemlerin tekrar yükselme ihtimali var. Dünya çapında sağ kadar sol direniş de yükseliyor. Avrupa’da ekonomik sorunlar ağırlaşıyor, göç politikaları her geçen gün sertleşiyor. Benim geleceğim de dünyanın geleceğine bağlı, etrafımda olup bitenler geleceğimi doğrudan ilgilendiriyor. Dayanışma ihtiyacı devam ettiği sürece Midilli’de kalacağım. Belki ileride başka bir yerde devam edeceğim, çelişkiler sürdüğü sürece dayanışma da devam edecek.