EKOFEMİNİZME GİRİŞ–I: MADDİ DÜNYA

Yayo Herrero
17 Mart 2019
SATIRBAŞLARI

Ekofeminizm 21. yüzyılın ilerici mücadele cephelerinden biri olmaya evriliyor. Feminist hareket, ekoloji ve sınıf mücadelesini beraber ele alan ekofeminizmin abc’sini antropolog, ziraat mühendisi ve ekofeminist aktivist Yayo Herrero’dan* dinliyoruz. Tefrikamızın ilk bölümünde maddi dünyaya yakından bakıyoruz. İkinci bölümde, “büyük medeniyetimiz”in nasıl olup da bizi bu korkunç ekolojik krize sürüklediğini ele alacağız. Üçüncü bölümdeyse aklın kötümserliğini elden bırakmadan olası çözüm istikametlerine kulak vereceğiz. 
Laia Arqueros, “Kadınlar Akademisi I – Yuvarlak Masa Şövalyeleri”

Ekofeminizm çerçevesini çizmek için sırasıyla şu üç başlığı ele alacağız. Önce içinde yaşadığımız “maddi” dünyaya yakından bakacağız. Maddi gerçekliğimize yapacağımız bu bakış aslında hayli acılı bir alıştırma safhası olacak. Öte yandan, eğer medeniyetimizi bir ekolojik çöküşe götüren gidişatı tersine çevirmek istiyorsak, yapılması elzem bir alıştırma bu. Aksi takdirde içine düştüğümüz ama farkına varmadığımız kuyudan çıkmak mümkün değil. Maddi gerçekle yüz yüze gelmek zor ve acılı da olsa, ileride tamamen farklı ve radikal bir modele yönelmek, çıkış yolları bulabilmek için zaruri. İkinci olarak, “medeniyet çağında”, kendimizi “büyük bilgi toplumu” olarak tanımladığımız günümüzde, ekolojik ve toplumsal krize varmayı nasıl becerdik, bu soruyu soracağız. Ekosistemler hakkında bunca şey “bilmemize rağmen” bu noktaya nasıl geldik? Üçüncü bölümde birtakım çıkış yolları düşünmeye çalışacağız. Şimdiden uyaralım, bunlar ne bir reçete ne de bir yol haritası. Bunlar daha ziyade, mevcut durumla yüzleşmemize ve ondan çıkmamızı mümkün kılacak bir model kurmak için birtakım işaret levhaları. Bütün bu başlıkları ekofeminist bir perspektiften ele alacağız.

Yayo Herrero

Ekofeminizm feminist felsefe, biyoloji ve ekonominin beraber ele alınmasını vurgulayan bir düşünce akımı. Aynı zamanda da bir toplumsal hareket. Hem düşünce akımı hem de toplumsal hareket olarak tanımlanması çok önemli. Çünkü akademik “bilme” edimiyle toplumsal hareketler arasında varsayılan ikilik aslında bir aldatmaca. Bu ikilik yaşadığımız dünyayı tam anlamıyla bilmenin ve yorumlamanın imkânsız olduğunu varsayıp harekete geçmeye direnmeye neden oluyor. Bu yüzden bilgi birikimimizi içinde yaşadığımız gerçekliği dönüştürmek adına taraflı, mücadeleci bir yerden kullanmalıyız. Ekofeminizm esasen feminist ve ekolojik hareketler arasında bir diyalog. Eşitlik düzlemi üzerinde bir diyalog. Çünkü iki hareket de yekdiğerini tek başına anlayamaz. Bu iki hareket diyaloğa geçtiğinde, bir “tür” olarak kendimizi daha iyi anlarız. Hayatı ayakta tutan maddi temeller nelerdir? Şu anda içinde bulunduğumuz vahim durumdan çıkmak için öneriler neler olabilir? Tüm bunları daha iyi anlamamızı sağlarlar.

Ekofeminizm ekolojik ve feminist hareketler arasında eşitlik düzleminde bir diyalog. Çünkü iki hareket de yekdiğerini tek başına anlayamaz. Bu iki hareket diyaloğa geçtiğinde, bir “tür” olarak kendimizi daha iyi anlarız.

Çeşitli ekofeminizm akımları var. Ben kendimi “özcü” değil “eleştirel” ekofeminist olarak tanımlıyorum. Biz kadınların doğayı ve hayatı anlamaya daha yatkın olduğumuza inanmıyorum. Erkekler de aynı şekilde doğanın, canlıların ve hayatın nasıl örgütlendiğini anlama kapasitesine sahip. Patriyarkanın toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünde kadınlara biçtiği rolden, kadınların çoğu zaman günlük hayatı idame ettirmek için başvurmak zorunda kaldıkları mekanizmalardan dolayı kadınlar doğayla daha fazla temas ediyor, daha çok endişe duyuyorlar.

Yaşama topyekûn savaş

Peki, içinde bulunduğumuz maddi gerçekliğe bakmak neden acı? İnsanlık belki tarihinde ilk defa yaşama, toprağa, doğaya ve insan bedenine küresel ölçekte bir savaşın açıldığı istisnai bir andan geçiyor. Küresel hegemonik, ekonomik, kültürel ve politik model doğrudan doğa kırımcı, patriyarkal, sömürgeci ve kapitalist bir model. Yaşamın bütününü yıkan, sistem için çok işlevsel olan bir insan tipi, dünyayı anlamlandırma çerçevesi ve antropolojik bakış açısı üretildi. Birtakım baskın hayallerle süregiden yıkımı idrak etmemize engel olunuyor: Böylece çoğunluğun hilafına hareket eden bir model ayakta tutuluyor.

Laia Arqueros, “Hidroliğin El Kitabı – Arpta İkamet”

Neden doğaya karşı savaş diyorum peki? Şu anki durumu tasvir etmek istiyorsak, her şeyden önce çok derin bir riskten söz etmeliyiz. Ekolojik krize dair bazı unsurları sıralayalım. Bunlar ekonomik krizle beraber dünya nüfusunun büyük bir bölümünün hayat şartlarının kötüleşmesine neden oluyor.

İklim değişimi canlı hayatın örgütlenmesinde oyunun kurallarının değişmesi anlamına geliyor. Sorun şu: Bir tür olarak insan milyonlarca yıl önceki değil, şu anki biyo-jeo-fiziksel koşullara uyum sağlamış durumda. Ancak, insan evrimine bu şekilde devam ederse, yani biyosferin işleyişinde, küresel sıcaklık ortalamasında, atmosfer kompozisyonunda farklı koşullar yaratırsa diğer canlıların bu yeni koşullara uyum sağlayıp sağlayamayacağını bilmiyoruz. Öte yandan, iklim değişimi insanların tamamını doğrudan etkiliyor. Zira insanlar canlı hayatın bir parçası, doğaya hayli bağımlı bir tür olmaya devam ediyor.

Yıllardır Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli (IPCC) etrafında toplanan bilim insanları ve güvenilir iklimbilimciler insan kaynaklı iklim değişimi hakkında uyarılarda bulunsa da, inkârcı tezlerin bu kadar zaman boyunca seslerini çıkarmaya devam edebilmeleri, hatta yayabilmeleri gerçekten hayret verici. Naomi Klein “İşte Bu Her Şeyi Değiştirir: Kapitalizm İklime Karşı” kitabının yaklaşık üçte birini, çokuluslu şirketlerin yönetim kurulu toplantı notlarını incelemeye ayırmış. Bu şirketlerin çoğu enerji kartelleri ve bankalar. Küresel ısınmayı durdurmak için gerekli mekanizmalar işletilirse, ciroları doğrudan düşecek. Dolayısıyla, lobicilik faaliyetleri yürütüyor, insan kaynaklı iklim değişimini merkeze alan tüm iletişim kanallarına sızıp inkârcı söylemi yayıyorlar.

İklim değişimini durdurmak için çok geç

Küresel ısınma gerçeğinden kaçmak için teknolojik mekanizmalarla nasıl oynandığını görmek de çok ilginç. Güneş ışınımı idaresi, Güneş’i loşlaştırma, bulutları daha parlak hâle getirme, karbon depolama mekanizmaları ve jeo-mühendislik icatları gibi teknolojik imkânlardan bahsediliyor. Oysa IPCC “petrolü yeraltında bırakın, artık fosil yakıt kullanmayın” diye uyarıyor. Buna rağmen, bilim değil bilimkurgu destekleniyor. Bu yaklaşım bize çok değerli bir zamanı kaybettirdi: Şu anda artık iklim değişimini durduracak gücümüz yok. Artık sadece etkilerini azaltabileceğimiz, hatta uyum sağlamak zorunda kalacağımız bir süreçteyiz.

Yakında lityum, platin ya da dağınık halde bulunan “nadir toprak elementleri” dediğimiz madenlerin sonuna geleceğiz. Oysa bu madenler olmadan rüzgâr türbini veya güneş paneli üretmek imkânsız.

Radikal ekolojik hareketin ve solun şüpheyle yaklaşmadığı bir örgüt olan Uluslararası Enerji Ajansı 2006’da petrol kaynaklarında sınıra ulaşıldığını, hatta sınırın aşıldığını kabul etti. Bu şu demek: Artık dünyanın herhangi bir yerinde çıkarılan bir varil petrolün yerine geçecek rezerv yok. Petrolün azalması, küresel ekonomik metabolizmanın korunması açısından kritik. Özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında çıkarılan petrol çok yüksek bir “enerji yatırımı-enerji getirisi” endeksine (EROEI) sahipti. Enerji üretmek için enerji yatırımı yapmak gerek. Petrolü kullanmak için önce çıkarmak lâzım. Bunu yapabilmek için de enerji harcamak gerekiyor. Dolayısıyla, EROEI yatırdığım birim enerji karşılığında elde ettiğim enerji miktarını gösteriyor. 

20. yüzyılda çıkarılan petrol 100-120 EROEI değerine sahipti. Yani bir varil petrolle 120 varil petrol elde ediliyordu. Bugün Kuzey Denizi’nden çıkarılan petrol için önce platformlar inşa etmek, deniz tabanına delik açmak gerekiyor. Bu faaliyetin EROEI değeri 30-35. Kaya gazı elde etmek için kimyasallar içeren suyu toprağın derinlerine enjekte etmek, yerkabuğundaki yapıları parçalayıp, küçük petrol veya gaz rezervlerinin birleşmesini sağlamak gerekiyor. Bunun EROEI değeri sadece 3. Bildiğimiz anlamda endüstriyel medeniyet 100-120 EROEI aralığında kuruldu. Sonuçta biz enerjiyi “yemiyoruz”, onu araba kullanmak, maden çıkarmak, ürün ve malları taşımak amacıyla kullanıyoruz.

Laia Arqueros, “Kısır Fikirler”

Endüstriyel model yaşamsal önemde hiçbir şeyin üretilmediği, milyonlarca insanı barındıran devasa şehirlerin kurulmasına izin verdi. EROEI değeri yüksek olan enerjiler uzun mesafeler arası mal mübadelesine ve varolan ekonomik modelin inşasına izin veriyordu. Öte yandan, temiz ve yenilenebilir enerjilerin oldukça kabul edilebilir bir EROEI değeri var, ama kaliteli fosil yakıtlara yaklaşamıyorlar bile. İyi rüzgâr alan bir rüzgâr santrali 30 civarında EROEI değerine sahip. Termik güneş enerjisinin EROEI değeri 10, fotovoltaik güneş enerjisininki ise 12-15 arasında değişiyor. Sözde bio-yakıtlar, yani enerji bitkilerinin EROEI aralığı ise 0,8-1.2 (yani yatırılandan daha az enerji elde edilebiliyor). Kısaca 110 EROEI değerine dayalı kurulan bir ekonomik metabolizmanın 12-30 arasında değişen değerlerle sürdürülebilmesi mümkün değil.

Bundan çıkan basit sonuç şu: İnsanlık istese de istemese de daha az enerji tüketerek yaşayacak. Bu yüzden şu anda aslında sorun gibi gözükmeyen bazı konularda acil değişikliklere gitmek zorundayız. Örneğin ben Madrid’de yaşıyorum. Madrid’e tüm gıda, su, kısaca tüm ihtiyaçlar dışarıdan geliyor. Bugün gezendeki 7 milyar insanın yarısı Madrid gibi büyük yerleşim birimlerinde yaşıyor. Endüstriyel gıda üretim modelini düşünelim. Bugün İspanya’da masamıza gelen herhangi bir besin ortalama 5600 km. yol kat ediyor. Yine İspanya için konuşacak olursak, kullandığımız enerji ve mineraller de dışarıdan geliyor. Şu an İspanya sınırlarına bir tel örgü çeksek, gıdanın ve enerjinin girişini, atıkların çıkışını durdursak, 15 gün bile dayanamayız. Bu maddi bağımlılık hali “zengin” diye tabir ettiğimiz tüm ülkeler için geçerli. Kendi topraklarındaki kaynakların kullanımının sınırlarını çoktan aşmış bu ülkeler dünyanın geri kalanından besleniyor, engin coğrafyaları büyük bir maden yatağı ya da devasa bir çöplükmüşçesine sömürerek büyük bir kutuplaşma yaratıyor.

Nükleer enerjiyi elektrik üretimi için bir fırsat olarak görenlere karşı çevreciler tarafından sıklıkla dile getirilen nükleer atıkların çok uzun süre yok olmadığı gerçeği ve nükleer santrallerin yarattığı çevresel tehlikeleri uzun uzun anlatmayacağım. Öte yandan, nükleer enerji başka bir yenilenemeyen yakıta dayanıyor: uranyum. Şu anki tüketim düzeyine göre, yaklaşık 60 yıl içinde uranyum madenciliğinin sınırına ulaşılacak. Bir çılgınlık yapıp birden birçok yerde elektrik üretimini nükleer enerjiden sağlamaya karar versek dahi, ancak birkaç on yıl idare edebiliriz. Dolayısıyla bu yapısal bir çözüm değil.

Bakır, lityum ve platinin de sonu

Petrol ve enerji krizinden biraz uzaklaşıp madenciliğe bakalım. Bakır madenciliğinin eşiğine çoktan ulaştık. Yakın gelecekte lityum, platin ya da dağınık halde bulunan “nadir toprak elementleri” dediğimiz madenlerin de sonuna geleceğiz. Oysa bu madenler olmadan rüzgar türbini veya güneş paneli üretmek imkânsız. Yenilebilir enerjiye dayanan bir modele geçiş yapmak istesek dahi bu saydığımız madenlere ihtiyacımız var. Dolayısıyla bir noktada yenilenebilir enerjiye geçmek istesek dahi bunun için gerekli madde ve enerjiyi bulamayabiliriz. Yani, her geçen gün daha acil hale gelen yenilenebilir enerjiye geçiş için elimizde kalan enerji ve madenleri nasıl kullanacağımıza dair bir tartışma yapmak zorundayız.

İspanya’da kullandığımız enerji ve madenler dışarıdan geliyor. Şu an İspanya sınırlarına bir tel örgü çeksek, gıdanın ve enerjinin girişini, atıkların çıkışını durdursak, 15 gün bile dayanamayız. Bu maddi bağımlılık hali “zengin” diye tabir ettiğimiz tüm ülkeler için geçerli.

Bu tabloya su döngüsündeki değişimi, aşırı iklim olaylarını, tozlaşma (pollination) ve fotosentezdeki düzensizlikleri, buzulların erimesini, okyanus suyunun asitleşmesiyle sudaki doğal hayatın yok olmasını da eklersek, şu anda üstünde bulunduğumuz gezegenin maddi koşullarının fazlasıyla endişe verici olduğunu söyleyebiliriz. Oysa ekolojiye dair devasa bilgisizlik bu vahim tabloyu görmememize engel olduğu gibi, bazen de doğanın korunmasını insanın gelişimine karşı hain bir yarış gibi algılamamıza neden oluyor. Oysa birinin diğeri olmadan var olması olanaksız.

Çok yaygın bir argüman da şu: Doğanın bu kadar tahrip edilmesi en azından iyi bir yaşam sağladı, insanlığın iyiliği için doğayı feda ettik. Oysa insanlar arası eşitsizlik her açıdan derinleşmeye devam ediyor. Küresel Kuzey’de bulunan “zenginleştirilmiş” ülkelerde yaşayan belirli bir yaşam standardına sahip insanlarla –ki bu ülkelerde de yoksul sınıflar var– kaynakları gasp edilmiş Küresel Güney arasında çok büyük bir uçurum söz konusu. Toplumsal hareketler çok uzun süredir bu eşitsizliğin farkında. Eşitsizlik sadece zenginliğe erişimde değil, doğal kaynakların kullanımında ve atık üretiminde de mevcut. Bu yüzden, ekolojik ekonomide faydalı bir gösterge kullanılıyor: Ekolojik ayak izi. Bir kişi, şehir ya da ülkenin yaşam biçimini devam ettirmek için kullandığı doğal kaynakları hesaplamaya yarayan bir gösterge bu.

Bu gidişle beş gezegen de dayanmaz

Gezegendeki tüm insanlar İspanya’daki ortalama bir kişinin yaşam biçimini sürdürseydi, 3’ten fazla gezegene ihtiyacımız olurdu. ABD’nin ekolojik ayak izi ise 5-7 gezegen gerektiriyor. Kuveyt’inki 12, sürdürülebilir politikaları benimsemesiyle bilinen Norveç’inki ise 4 gezegen. Ama, sadece bir gezegen var. Bu yüzden gezegendeki insanların tamamının “zenginleştirilmiş” toplumlardaki hayat standartlarına erişmesi imkânsız. Bu standartlara erişen sınırlı bir nüfus dahi gezegenin tahrip edilmesine sebep oldu. Öte yandan, kuzey-güney arasında var olan bu derin eşitsizlik şimdi zengin ülkelerin içinde de meydana çıkıyor. Avrupa’da güney ve kuzey arasında bir sınır oluştu. Özellikle 2008’de, emlak bazlı krizde bunu açıkça gördük. Petrole bağımlı, ekolojiyi yiyip bitiren, kalkınmacı model, İspanya’nın kimi sahillerini 15 sıra villayla doldururken, villaların önündeki plajlar yılda sadece 22 gün kullanılıyor.

Tüm bu çarpık büyümenin etkisiyle ortaya çıkan abartılı zenginliği yeniden üretmek gerekiyor. Bunun yolu da kamuya ait az miktardaki arazinin talan edilmesi. “Kanaatkârlık” kisvesi altında hayata geçirilen kemer sıkma politikaları eşitsizliği daha da derinleştiriyor. İspanya’da milyonlarca insan toplumsal dışlanmanın sınırında yaşıyor, yani artık insan bile sayılmıyorlar. Elektrik faturasını ödeyemeyen, kesilene kadar bir ay su, diğer ay elektrik faturası ödemeye çalışan, atılana kadar kirayı ödemeden barınan insanlardan bahsediyoruz. Ülkede milyonlarca insanın işsiz olduğunu biliyoruz. Şu anki ekonomik model içinde belirli birtakım koşulları temin etmek için çalışmak tek yol. Öte yandan, çok yaygınlaşan bir olgu da fakir emekçiler. Yani işi olan, ama buna rağmen fakirleşen insanlar, çünkü artık çalışma koşullarının bizzat kendisi yoksulluk üretiyor.

Bu derin tahribat derin bir cinsiyet eşitsizliği de yaratıyor. Çünkü kemer sıkma politikaları sertleşirken, anaokullarının kaynakları, engellilere hizmetler, yemek fişleri kesildiğinde, insanlar evlerinden atıldığında krizin vahim etkilerini telafi edecek fail kim? Temelde aile. Kemer sıkma politikalarıyla beraber hükümetlerin artık temel yaşamsal ihtiyaçları karşılamadığı bir durumda ihtiyaçlar aile içinde giderilmeye çalışılıyor. Oysa ailede işbölümü hiç de adil değil, tam tersine, aile patriyarkanın vücut bulmuş hali. Gündelik hayatla ilgili tüm anketler, daha önce devlet tarafından karşılanan ihtiyaçların karşılanması için gerekli emeğin tamamının kadının üstüne yıkıldığını gösteriyor. Örneğin, Madrid’de aileler yaşlı üyelerini bakım evinden geri alıyor, çünkü ailenin tek geçim kaynağı o kişinin emekli maaşı. Bu da kadının yükü olan ev işlerine ekleniyor ve hane adeta bir barut fıçısına dönüşüyor. Zira gezegenin olduğu gibi kadınların üstlenebileceği emeğin de bir sınırı var. Ekolojik risk aslında eşitsizliğin derinleşmesinden de kaynaklanıyor.

İçinde bulunduğumuz maddi dünyanın vahim durumu böyle. Peki ama, “büyük medeniyetimiz”, “bilgi toplumumuz” nasıl oldu da böyle bir noktaya vardı?

Çeviri: Pelin Doğan (Col·lectivaT Kültürel Çeviri, Araştırma ve Dil Teknolojileri Kooperatifi)

Devamı II. Bölüm’de.

* Yayo Herrero Büyük Kavşak, Dünyayı Değiştirmek İçin Gözlükleri Değiştirmek kitaplarının eş yazarı, “Ekolojizm: Sınırlar Üzerine Bir Soru”, “Ekofeminizme Giriş Notları” gibi makalelerin yazarı.
^