Moria yangınını çıkarmakla suçlanan altı gencin son duruşması 12 Haziran’da görüldü. İkisi beşer, dördü onar yıl hapis cezası aldı. Böylece delilsiz, çakma sanıklı davalar silsilesine, Avrupa’nın gözleri önünde cereyan eden adaletsizlikler zincirine bir yenisi eklendi. Bir+Bir Sakız Adası’ndan bildiriyor.
Avrupa Birliği göç politikalarının çöküşünün bir sembolü haline gelen Midilli Adası’ndaki Moria kampının geçtiğimiz eylülde kül haline gelmesinden bu yana neler yaşandı? Kampı ateşe vermekle suçlanan altı gençten dördünün 11 Haziran’da Sakız Adası’nda görülen mahkemesine dair notlarımızı aktarmadan önce bu dokuz aylık zaman dilimine kısaca bakalım.
Yangının akabinde, günler süren eylemlerin ardından göçmenler Moria 2.0 adını verdikleri yeni kampa yerleştirildi. Yoğun polis müdahalesiyle önü kesilmeye çalışılan protestolarda yeni kamp reddedildi ve özgürlük talebi bütün göçmenler tarafından topluca dile getirildi. Göçmenler hapis, iltica başvurusunun iptali, sınırdışı etme gibi çeşitli tehditlerle yeni kampa yerleşmeye zorlandı. Kamp Mitilini belediyesinin Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) ile birlikte yönetimini üstlendiği, kırılgan statüye sahip ailelerin konakladığı, görece daha iyi koşullara sahip Karatepe kampının hemen yakınlarına kuruldu. Denize sadece yedi metre mesafede başlayan çadırlar rüzgâra ve kötü hava koşullarına doğrudan maruz kaldı. Kampta altyapı adına hiçbir adım atılmamıştı. Bu kamp da tıpkı diğerleri gibi geçiciydi. İşin trajik yanı, kampın eski bir askeri atış alanına kurulmasıydı. Bu yüzden toprak zehirli maddeler içeriyordu. Buldukları mermi parçalarıyla oynayan çocukların fotoğrafları basına yansısa da hiçbir önlem alınmadı.
Hafif şiddetli yağmurda dahi ortaya çıkan göz yaşartıcı durum, hijyen koşulları nedeniyle özellikle kadınlar arasında yaygınlaşan deri hastalıkları, gıda zehirlenmeleri, kış aylarının beraberinde getirdiği berbat koşullar, farelerin ısırdığı çocuklara tetanos aşısı yapmak için seferber olan doktorlar, artan intihar vakaları kısa sürede yeni kampın gündemini oluşturur hale geldi.
Covid-19 hastaları ve hastalarla temas etmiş potansiyel hastalar küçük bir alanda beraberce karantinaya alındı. Covid-19 önlemleri gerekçesiyle her aileden (sağlık ihtiyaçları ya da hukuki nedenler dışında) sadece bir kişinin haftada bir kez kamptan çıkmasına izin verildi. Kamp dışında göçmenler her an polis takibindeydi. Birçoğu sudan bahanelerle altından kalkamayacakları para cezalarına çarptırıldı. Tüm bu uygulamalar kısa sürede normalleştirildi, adaya gelecek göçmenlere yönelik ibretlik caydırma politikalarının bir parçası haline geldi.
2019 verilerine göre, Yunan cezaevlerinde bulunan tutukluların yarıdan fazlası üçüncü ülke (Avrupa Birliği ve Avrupa Ekonomik Alanı’na dahil olmayan ülkeler) vatandaşlarından oluşuyor.
Diğer yandan, iltica başvurusu mülakatlarına plansız ve özensiz bir şekilde hız verildi. Mülakat tarihlerini öğrenmeye gidenler doğrudan mülakata alındı, bazı hayati mülakatlar telefon üzerinden yapıldı ve benzeri binbir usulsüzlük yaşandı. Alelacele mülakatların ardından anakaraya transferler ve bazı Avrupa ülkelerine yerleştirilmeler başladı. Yangından bu yana kamp nüfusunun yarısından fazlası adadan ayrıldı. Atina meydanlarında sokakta yaşamak zorunda kalan sayısız göçmen Moria 2.0’ı dahi arar hale geldi. Türkiye ile Yunanistan sınırının kapalı olması başvurusu reddedilen binden fazla göçmenin geri gönderilmesinin önünü kesti. Bu durumdan faydalananlar tekrar başvuru haklarını kullandı.
Yeni hapishane planları
29 Mart’ta AB İçişleri Komiseri Yvla Johansson Moria 2.0 kampına helikopterle inip AB’nin yeni göç ve iltica anlaşmasının gündemde olduğunu hatırlattı. Midilli’de aktivistlerin kullandığı “No More Morias” (Başka Moria İstemiyoruz) sloganını anarak yeni bir Moria’ya izin vermeyeceğini dile getirdi. Sefalet içinde geçen kışın ardından, “bahar kışa hazırlık yapmak için en güzel aydır” dahi dedi. Ardından Yunanistan Göç ve İltica Bakanı Mitarachis ile yaptığı basın açıklamasında Midilli ve Sakız Adaları’na inşa edilecek yeni hapishane kamplar için 155 milyon Avro ayrıldığını müjdeledi.
2012’den beri kırılgan statüdeki göçmenlere alternatif bir yaşam alanı sunmaya çabalayan Lesvos Dayanışması’nın kurduğu Pikpa kampının kasımda bir polis baskınıyla kapanması büyük bir yenilgi hissi yaratmıştı. Ardından Karatepe kampı nisanda kapatıldı. Kamptaki göçmenler Moria 2.0’a alındı ve kırılgan statüdeki bazı göçmenlere konut imkânı sağlamakla yükümlü Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği ile bağlantılı kurumlar göçmenleri evlerinden etti. Bu uygulama 2020’nin ocak ayında yürürlüğe giren, iltica başvuruları sonuçlanan göçmenlerin konaklama ve aylık ödeneklerinin bir ay sonunda kesilmesini öngören yasayla ilgiliydi. Ödenek kesintisi derhal uygulansa da, Covid-19 nedeniyle konaklama konusunda bir nebze “hoşgörü” gösterilmişti. Yasa uygulamaya konunca göçmenler evsiz, hatta kampsız kaldı. Şu anda, kırılgan statüdekiler dahil, başvuru sonuçları tamamlanan tüm göçmenler üç gün içinde, konaklandıkları yerden ayrılmak zorunda.
Midilli’de inşa edilmesi planlanan yeni göçmen kampı adanın çöplüğüne çok yakın. Metaforların dahi kifayetsiz kaldığı bir gerçeklikte göçmenler merkezden ve hayattan uzak bir hapishanede yaşayacak. Yunanistan’ın diğer bölgelerinde de beton duvarlarla çevrili yeni tip hapishane-kampların inşa edileceği kesinlik kazandı.
Bu süreçte en önemli sorunlardan biri de giderek sertleşen, yeni taktiklerle genişleyen ve göçmenlerin hayatını tehlikeye atan geri itmelerdi. Yunanistan Sahil Güvenliği Frontex ve NATO işbirliğiyle Mart 2020’den bu yana Yunan deniz ya da kara sahasına ulaşmış 13 bin 450 kişinin geri itildiği raporlandı. Avrupa Komisyonu Başkanı Von der Leyen’in Yunan sahil güvenliğine, sınır polislerine ve Frontex’e teşekkürlerini dile getirdiğini de hatırlatalım. Hakeza Frontex’e tahsis edilen ek gemileri, uçakları, termal görüş araçlarını, yeni sınır polislerini ve 700 milyon avroluk desteği de.
Delilsiz infazlar
Avrupa Birliği 2021-2027 arasında göç ve sınır yönetimi için 22,6 milyar avroluk bir bütçe öngörüyor. Öte yandan, göçmenleri suçla eşdeğer tutan politikalar da sertleşerek devam ediyor. Göçmenlere delil toplamadan, sadece sahil güvenlik memurlarının ifadelerine dayanarak, kimi zaman buna bile gerek duymaksızın insan kaçakçılığı suçlamalarıyla ağır cezalar veriliyor. 2019 verilerine göre, Yunan cezaevlerinde bulunan tutukluların yüzde 50’den fazlası üçüncü ülke (Avrupa Birliği ve Avrupa Ekonomik Alanı’na dahil olmayan ülkeler) vatandaşlarından oluşuyor. Göçmenler arasında uyuşturucu ticaretinin ardından en fazla hapis cezası gerekçesi insan kaçakçılığı. 2016 ile kıyasla 2019’da insan kaçakçılığı suçlamalarındaki yüzde 100’den fazla artış dikkat çekiyor.
Yeterli paraları olmadığı için, kaçakçıların kendilerini riske atmak istemediği durumlarda botu kullanmayı kabul eden göçmenleri sahil güvenlik “kaçakçı” diye yaftalıyor. Kimi zaman görgü tanığına gerek duymaksızın rastgele tutuklamalar yapılıyor. Örneğin, bottaki herkes aynı ülkeden geliyorsa ve farklı bir ülkeden tek bir göçmen varsa, bu o göçmeni kaçakçı ilan etmek için yeterli delil sayılıyor.
Kasım 2020’de Sisam Adası yakınlarında devrilen botta hayatını kaybeden beş yaşındaki çocuğun 25 yaşındaki babası insan hayatına kastetme suçlamasıyla on yılla yargılanıyor.
Son dönemde görülen davalardan birkaç örnek verelim. Kasım 2020’de Sisam Adası yakınlarında devrilen botta hayatını kaybeden beş yaşındaki çocuğun 25 yaşındaki babası insan hayatına kastetme suçlamasıyla 10 yılla yargılanıyor. Baba Yunan Sahil Güvenliğinin müdahale etmeyerek çocuğunun ölümüne sebep olduğunu söyledi ve karşı dava açtı. Aynı botu kullandığı iddia edilen Afgan H.E. yasadışı girişi kolaylaştırma ve can kaybına neden olma suçlamasıyla 230 yılla yargılanıyor. Kısa süre önce görülen davada, Suriyeli K.S.’nin 2020 martında Sakız Adası yakınlarında geri itmeye karşı gelip sahil güvenlik botunu atlatmaya çalıştığı iddia edildi. 52 yıl hapis, 242 bin avro para cezasına çarptırıldı. K.S.’nin Yunanistan’a sığınma talebinin nedeninin Türk Silahları Kuvvetleri tarafından Libya’ya asker olarak gönderilmeyi reddetmesi olduğunu da not düşelim. K.S geride üç, beş ve yedi yaşlarındaki çocuklarını ve eşini bıraktı. Başka bir çarpıcı ceza ise geçtiğimiz şubatta yakın zamanda doğum yapacağı gerekçesiyle Almanya’ya transferi ertelenen, bebeğini 16 aydır sefalet çektiği kampta doğurmak zorunda kaldığı için kendini ateşe veren Afgan kadına verildi. Kadın polis nezaretinde hastanede tedavi görmesinin ardından, kundaklama ve insan hayatına kasten zarar verme suçlamasıyla yargılanıyor. Bu tür örnekler saymakla bitmeyecek kadar çok.
Mitilini mahkemesinde görülen başka bir dava ise iki Türkiyeli avukat hakkındaydı. Bir mülteciye yardım ettikleri gerekçesiyle Midilli’de tutuklanan Ezilenlerin Sosyalist Partisi üyesi avukatlar kasımdan beri Sakız Adası cezaevinde tutuluyordu. Mayıs ayında görülen davada bir istisna yaşandı ve sanıklar beraat etti.
Maskeli balo: Moria6 davası
Gelelim Moria kampını yakmakla suçlanan altı gencin Moria6 diye bilinen davasına. Altı Afganistan Hazarası genç, daha doğrusu çocuk, insan hayatını riske atan kundaklama, kamusal mülke zarar verme ve suç örgütü üyeliği suçlarından yargılandı. Altı gencin nasıl seçildiğine birazdan geleceğiz. Aralarından A.A. ve M.H.’nin davası geçtiğimiz martta, yangın sırasında 18 yaşından küçük oldukları onaylandığı için Sakız Adası’ndaki çocuk mahkemesinde görüldü. Sanıklar beşer yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ortadaki tek delil ise mahkemeye katılmayan ve ifadesini mektupla gönderen bir görgü tanığının iddialarıydı.
Davanın ikinci önemli duruşması da 11 Haziran’da yine Sakız Adası’nda gerçekleşti. Öncesinde yetmişten fazla dayanışma örgütü ve STK adil ve şeffaf bir yargılama talep eden çağrı metnini imzaladı. Zira Yunanistan Göç ve İltica Bakanı Mitarachis yangından bir hafta sonra yaptığı açıklamada henüz yargılanmamış bu altı genci suçlu ilan etmiş ve tutuklandıklarını duyurmuştu. Davanın göçmenlerin suçlanmasıyla sonuçlanacağı önceden kestiriliyordu. Her şeye rağmen, dört kişiden oluşan savunma avukatları aylar süren yoğun bir hazırlık gerçekleştirdi.
Davayı takip etmek için Midilli Adası’ndan Sakız Adası’na doğru avukatlar, uluslararası gözlem ekiplerinden katılımcılar, insan hakları örgütü çalışanları ve aktivistlerden oluşan yirmi kişi yola çıktık. Sakız Adası’na adım attığımız anda polis ablukasına alındık. Kontrol bahanesiyle kimlikler toplandı, orada bulunma nedenimiz soruldu.
Akreditasyonlu uluslararası gözlem ekibinin ve gazetecilerin Covid-19 önlemleri gerekçe gösterilerek içeri alınmadığı mahkeme, polisler eşliğinde kapalı kapılar ardında gerçekleşti. Giriş sırasında avukatların detaylı biçimde aranması, cüzdanlarının dahi kontrol edilmesi skandal mahiyetindeydi. Mahkeme avukatların üç itirazıyla başladı. İlkin yangın gerçekleştiği tarihte dört gençten üçünün on sekiz yaşından küçük olduklarını, dolayısıyla çocuk mahkemesinde yargılanmaları gerektiğini dile getirdiler. Her ne kadar bunu kanıtlayan yasal belgeler sunulsa da, “uzman bir kriminoloğun” röntgen filmlerinden yola çıkarak gençlerin yaşlarının 18’den büyük olduğunu öne sürmesi esas alındı. İkinci itiraz sanıklara verilen mahkeme tebligat metninin Yunanca olmasıydı. İtiraz reddedildi. Davanın kaderini belirleyen üçüncü itiraz ise çocukların yangın çıkardığını bizzat gördüğünü iddia eden tek tanığın mahkemede bulunmaması ve bu nedenle tanıklığının dikkate alınmaması talebiydi. Bu da reddedildi.
Polisle işbirliği yapıp başka bir göçmeni suçlayan ya da ona iftira atan kişinin iltica sürecinin hızlandığı ve kısa sürede anakaraya gönderildiği sıklıkla anlatılıyor.
Mahkemede ifade veren, aralarında polis ve itfaiye memurları, arazileri yangın sonucu zarar gören Moria köyü sakinleri, Avrupa İltica Destek Ofisi (EASO) çalışanı ve yangına yakından tanık olan STK çalışanlarının da bulunduğu on beş kişiden kimse yangının nasıl çıktığını bilmiyordu. Üstelik tüm anlatılar çelişkiliydi. Yangının kampın içerisindeki 9. bölgede başladığını, 12. bölgede başlayıp diğer bölgelere yayıldığını, hatta önce kamp dışında başladığını belirtenler oldu. Bu kaotik anı herkes farklı biçimde deneyimlemişti.
Peki bu gençler neden tutuklanmıştı? Mart ayında görülen bir önceki davada olduğu gibi, ifade metni esas alınan görgü tanığı kimdi? Tanık Moria kampının eski Afgan cemaat lideri, Peştun bir göçmendi. Göçmenleri birbirine düşman eden muhbirlik müessesesi kitlesel eylemleri engellemek için 2016’dan beri uygulanıyor. Polisle işbirliği yapıp başka bir göçmeni suçlayan ya da ona iftira atan kişinin iltica sürecinin hızlandığı ve kısa sürede anakaraya gönderildiği sıklıkla anlatılıyor. Moria6 davasında olduğu gibi, bir göçmen mahkemeye gönderdiği bir mektupla altı kişinin hayatını karartabiliyor. Hazara ve Peştunlar arasında bir asırdan uzun süren çatışmayı da unutmayalım. Gençlerin altısının da Hazara, tek görgü tanığınınsa Peştun bir cemaat önderi olması tesadüf mü? Hazaralara uygulanan, bugünlerde soykırım nitelemesiyle tekrar gündeme gelen zulüm sınır tanımıyor. Son dönemde kamp içi şiddetten en çok nasibini alanlar Afrikalılarla birlikte Hazaralardı.
Bir Avrupa Sorunu
Dört genci savunmak için avukatlar tarafından mahkemeye çağrılan dört tanık da aşağılayıcı ve saldırgan bir muameleye maruz kaldı. Moria’nın koşullarından bahsettiklerinde konunun davayla ilişkisi olmadığı gerekçesiyle sözleri kesildi. Hazara ve Peştunlar göçmenler arasında daha önce yaşanan sorunları anlatan, zamanında Syriza’dan milletvekili adayı gösterilen ilk göçmen olan Hazara bilirkişinin iki etnik grup arasındaki sorunlara dair yaptığı bilgilendirme dikkate alınmadı. Üstelik hâkim “sen de Hazara değil misin, nereden bilelim senin Peştunlardan nefret etmediğini” dedi. Tanık sandalyesine çıkan Yunan gazeteciye, “İyi bir gazeteciysen yangını kimin çıkardığını niye bulamadın?” diye çıkıştı. Son tanık Moria’nın koşulları üzerine konuşmaya yeltenen Aegean University Sosyoloji Bölümü’nden bir öğretim görevlisineyse şu soruyu yöneltti: “Bu yaşananların Avrupa’nın sorunu olduğunu kabul ediyor musun?”
12 saat süren ilk duruşmanın ardından dört genç polis arabalarına bindirilirken Azadi (Özgürlük) nidalarına Yunanca sloganlar eşlik etti: “Το πάθος για τη λευτεριά, είναι δυνατότερο από όλα τα κελιά” (Özgürlük tutkusu tüm hücrelerden daha güçlüdür). Ancak ikinci duruşmada gençler onar yıl hapis cezasına çarptırıldı. Suç örgütüne üyelik dışındaki tüm suçlamalara ceza verilmişti.
Sakız Adası’ndan ayrılırken bindiğimiz gemide ana karaya transfer edilecek göçmenler farklı bir sırada bekletiliyor ve gemide ayrı bir katta tutuluyordu. Gemi binlerce göçmenin kâbusu haline gelen Ege’nin sularında ilerlerken, artan ırkçılığın ve adaletsizliğin geleceği daha da karartacağı derinden hissediliyordu.
Basında “adalet parodisi” olarak adlandırılan mahkemenin öğretim görevlisine sorduğu o soruyu aklımızdan çıkarmamak gerek. Savaşlardan, çatışmalardan beslenen, milyonlarca kişinin hareket özgürlüğünü elinden alan, dev duvarlar inşa eden, güvenli bir yaşam arayanları insanlık dışı koşullara hapseden, hiç yoktan suç icat eden, kokuşmuş adalet sistemiyle asıl suçluyu tanımak ve sorgulamak için o soruyu tekrarlayalım: “Bu yaşananların Avrupa’nın sorunu olduğunu kabul ediyor musun?” Sorunun Yunanistan sınırlarını aşan, göçmen emeği sömürüsünü içeren, dışlama, cezalandırma ve sömürünün iç içe geçtiği bir Avrupa sorunu olduğunu her an akılda tutmak elzem.
22 Haziran’da, Nisan 2020 Sakız Adası’ndaki Vial kampında çıkan yangından sorumlu tutulan, Vial15 olarak bilinen, 15 gencin davası bu sefer Midilli’de görülmeye başladı. Dayanışmayı bölmek için davaları farklı adalarda yapmanın bir taktik olduğu aşikâr. Ancak, bu davanın avukatları da Sisam ve Sakız Adaları’ndan Mitilini’ye geliyor. Görünen o ki, adaletsizlikler adalar arası dayanışmayı artırıyor, örgütlenmeyi yükseltiyor.
Bugün Yunanistan’da hükümlülerin yarısını göçmenler oluşturuyor. Moria6 davasının aksine, çoğunun maruz kaldığı adaletsizlik gündeme gelemiyor, onlar adına kampanya yürütülmüyor. Tüm bu karanlık tabloyla birlikte, vahim durum yavaş yavaş görünür hale geliyor. Son sözü Midilli Adası’ndan göçmen kadın kolektifi Women in Solidarity House’a (Dayanışma Evinde Kadınlar) verelim: “Sizin suçlarınız yüzünden göç etmeye zorlandık, şimdiyse suçlanan biziz. Asıl suç Moria’nın varlığıydı, yok olması değil…”