LİCE’DEN ATİNA’YA UZANAN ZORUNLU GÖÇ

Söyleşi: Nagehan Uskan
8 Ekim 2020
SATIRBAŞLARI

Cerrahpaşa Tıp fakültesi öğrencisiyken aktif olarak siyasetle ilgilenmeye başlayan Faruk –asıl adı mahfuz– “kopyala-yapıştır” bir suçlamayla 9 yıl cezayla karşı karşıya kalınca çareyi onlarca mülteciyle birlikte derme çatma bir botla Ege sularına açılmakta buluyor. Ve Yunan adalarında üç ayrı cezaevinde 13 ay sürecek hak mücadelesi başlıyor. Atina’ya bağlanıyoruz… 
Strangers, Edel Rodriguez (2018)

Neler oldu, nasıl oldu da sonunda siyasi mülteci oldunuz?

Faruk: 2016’dan beri Yunanistan’da siyasi mülteciyim. İstanbul’da tıp okurken yarıda bırakmak zorunda kaldım. Diyarbakır, Lice ilçesinin Tah köyünde, 1988’de doğdum. Tah’ın Lice’den daha eski bir tarihi var. Bir Ermeni köyüymüş, şimdi Kürtler yaşıyor. Hâlâ Ermenice yer isimleri mevcut. Lice evvel ezelden beri devlet otoritesini kabul etmeyen bir bölge. ‘90’larda savaşın ve katliamların, köy boşaltmaların, yakmalarının yoğun yaşandığı bir yerdi. Korucu olmayan ailelerden sayısız faili meçhul vardır. Biz de zorla göç ettirildik. Diyarbakır merkeze geldiğimizde beş yaşındaydım. İlkokul, ortaokul ve liseyi orada okudum. Ardından, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa tıp fakültesine girdim. Kültür ve sanat çalışmaları yürüttüğümüz öğrenci kulüpleriyle kimliğimi yaşamaya, siyasi mücadeleye kafa yormaya başladım. Okudukça daha çok sorumluluk almak istedim. HDP’nin gençlik örgütlenmesinde yer aldım. İstanbul dışında da kimi çalışmalara, etkinliklere katılıyordum. Bu arada hakkımda davalar açıldı, defalarca gözaltına alındım. İzmir’de tutuklandım, birkaç ay cezaevinde kaldım.

Tutuklama gerekçesi neydi?

HDP’nin “üniversite gençlik yapılanmasında” yer aldığım için sahte delillerle suçlandım. Herkese dayatılan “kopyala-yapıştır” türden bir iddianameydi. Delil yetersizliğinden serbest bırakıldım, ama dava devam etti. Sonra İstanbul’a dönüp okula ve politik faaliyetlere devam ettim. 2014’te, davanın son aşamasında, savcı delil yetersizliğinden beraatımızı istedi. Ama o savcıyı davadan aldılar, yeni savcı ise en üstten ceza istedi. 2014 mayısında “örgüte üye olma ve polise direnmekten” 11 yıl ceza verildi, hakkımda yakalama kararı çıkarıldı. O tarihten itibaren kaçak duruma düştüm. Ülkeyi terk etmek, mülteci olmak istemedim. Zaten kendi ülkemde de mülteci gibi hissediyordum. Üst mahkeme daha adildir, haksız kararı bozar ve dosya düşer diye bekledim. “Barış süreci” ya da “açılım süreci” denen döneme geldiği için, o günlerde esen hava yüzünden ve delil de olmadığı için böyle bir beklenti içine girmiştim. 2015’in sonunda Yargıtay kararını açıkladı; sadece polise direnme cezasını bozdu. Örgüt üyeliği suçlamasından 9 yıl ceza tescillendi. Onun üzerine, Avrupa’ya geçmek için güvenli bir yol aradım. Beceriksizliğimden olsa gerek, uzun süre bulamadım. Suriyeli mültecilerin kitleler halinde Avrupa’ya göç ettiği yıllardı. Çeşme üzerinden Atina’ya gitmeye karar verdim. Kaçakçılar tıpkı diğer mülteciler gibi bana da çeşitli taahhütlerde bulundu.

Sakız Adası’ndaki cezaevinde niye tutuklandığını bilmeyenler vardı. Çoğu 8 ila 25 yılla yargılanıyordu. Avukatları yok, dil bilmiyor, tercümanı sadece mahkemede görüyorlar.

Çeşme’den kimlerle, nasıl yola çıktınız?

Asıl hikâye bundan sonra başladı. Kaçakçının bana vadettikleri doğru çıkmadı. Büyük bir tekne bekliyordum. Ama en fazla 20-25 kişinin sığabileceği bir balıkçı teknesiyle karşılaştım. Kaçakçı 150 kişiyi tekneye bindirdi. Atina’ya kadar teknenin bu kadar kişiyi taşıması imkânsızdı. Manzarayı görür görmez binmek istemediğimi söyledim. Münakaşa ettik. Faşist biriydi, beni polise teslim etmekle tehdit etti. “İşte polisler burada, ya seni polise teslim edeyim ya da bu tekneye bin” dedi. Çaresiz bindim. Aileler, çocuklar, Suriyeliler, Kürtler, Iraklılar, Afganlar, Pakistanlılar… Tek Türkiyeli bendim, zaten daha sonra başıma ne geldiyse bundan dolayı geldi?

Yolculuk nasıldı?

Tarif edilmesi zor bir duygu. İnsanlar ülkelerinden, ölümden kaçıyorlar, ama aslında ölümü göze alıp ya da ölüme doğru ilerleyerek ondan kaçıyorlar. Deniz çok dalgalıydı. Her dalgada insanlar çığlık atıyor, kusuyor, bebekler ağlıyordu. Yol boyunca kustum, perişan durumdaydım. Hiçbir şey yemedim, içmedim. Gece yarısı sersemleyip uyuyakalmışım. Bir duman ve bağırışlarla uyandım. Yola çıkalı dört saat olmuştu. Milos Adası’na yakın bir yerde tekne arıza yapmış. Durunca tekne su tahliyesi yapamadı, su almaya başladı. Herkeste bir panik. Teknede tek İngilizce bilen bendim. Telefonla ulaşabileceğim kişilere hayatımızın tehlikede olduğunu bildirmeye çalıştım. Türkiye’deki aile ve arkadaşlarımı, Yunanistan’daki arkadaşlarımı aradım. Sonunda, Yunan Sahil Güvenlik’in numarasını buldum. Durumu anlatıp yardım istedim. Nerede olduğumuzu dahi bilmiyorduk.

Sahil Güvenlik ne yaptı?

Immigration, Daniel Garcia (2015)

Yerinizi tespit etmeye çalışacağız” dediler. Aradan iki saat geçti. Derken bir kargo gemisi bizi aldı. Geminin dalgalarıyla tekne neredeyse batıyordu, şans eseri kurtulduk. Bir süre sonra Sahil Güvenlik gelip bizi aldı ve Milos Adasına götürdü. İki gün limanda kaldık. Kayıt, sağlık kontrolleri gibi rutin işlemler yapıldı. Küçük bir ada Milos, mülteci kampı yok. İkinci gün, gece yarısı askerler geldi, beni uyandırdı. “Gidiyoruz” dediler. Hiçbir şey anlamadım. Ayakkabılarımı giymeme bile izin vermediler, kelepçe taktılar. Teknemizin Moldovyalı iki kaptanı göz altına alınmıştı. Yunanistan’da polis kaçakçıları tespit etmek için çok tuhaf yöntemlere başvuruyor. Örneğin, teknede herkes belli bir coğrafyadansa ve o bölgeden olmayan tek bir kişi varsa, onu hemen kaçakçı diye yaftalıyorlar. Beni Moldovyalı kaptanlarla Türkiye’deki kaçakçılar arasındaki iletişimi sağlayan kişi olmakla suçladılar. Tekne arıza yaptığında sahil güvenliği aradığım, dil bildiğim, kayıt işlemleri sırasında Kürtçe konuşanlara yardım ettiğim için başıma geldi tüm bunlar. Aslında hiç konuşmasam başıma hiçbir şey gelmeyecekti. Kaptanlar da beni suçlamış. Çünkü onları polislere şikâyet ettiğimi düşünmüşler. Teknedeki tek Türkiyeli de ben olunca suçlamalar polisin gözünde makul gözüktü. Gözaltında Yunanca tercüman istedim, vermediler. Siros Adası’na sevk edildik. Türkiye’de tanıştığım Yunan doktor bir arkadaşım hemen mahkemeye geldi. Kim olduğuma, Türkiye’de ne sorun yaşadığıma dair belgeleri hazırlamayı başardım.

Mahkemede ne sordular?

Bir soruşturma hakimi ve savcının tutuklu olarak yargılanmam için ortak kararı vermesi lâzımdı. Hakim “Ne kadar para alıyorsun, kimlerle çalışıyorsun?” gibi sorular sordu. Beni hiç dinlemedi. Savcı önce hiçbir şey sormadı. Ben biraz anlatmaya başlayınca şunu sordu: “Avrupa’nın mülteciler için hâlâ bir kurtuluş olduğuna inanıyor musun?”. “Hayır, ama gidecek bir yer yok. Ülkemde ceza aldığım için geldim, buranın kurtuluş olmadığını biliyorum” dedim. Kendini demokrasi, insan hakları üzerinden var ettiğini iddia eden, neredeyse dünyanın merkezi sayılacak bir yer, birkaç yüz bin mülteciyle yıkılma noktasına geldi. O söylemlerin ne kadar boş olduğu ortaya çıktı. “Sınırları kaldıracağız” diye kurulan bir yapı kendi sınırlarını kapattı, dağılma noktasına geldi. Ayrılanlar oldu. Kapitalist fikirlerle inşa edilmiş, demokrasi ve insan hakları konusunda iddialı, “sınırları kaldıracağız, yaşam standartlarını yükselteceğiz” diyen bir yapının tamamen milliyetçiliğe teslim olması hayret verici. Bu yüzden, ne Avrupa’ya ne de sınırlara inancım var. Savcı ve hakime bunları anlattım. Velhasıl, mahkemedeki iki savcı kendi aralarında anlaşamadı. İki kaptan tutuklanmış, Sakız Adası’ndaki cezaevine gönderilmişti. Davamdaki eşitliğin bozulması için ertesi gün yeni bir hakim geleceğini söylediler. Buna Milos’tan gelen Sahil Güvenlik polisleri itiraz etti. Siros’ta kalacak yerleri olmadığı için kararın o gün verilmesini istediler. 5-10 dakika içinde tutukluluk kararım çıktı. Önce şaka olduğunu düşündüm. Ülkemden kaçmış, ölümden dönmüşüm, beni insan kaçakçılığıyla suçluyorlar. Siros Adası’ndaki karakolda, bir hücrede tek başıma on beş gün Sakız Adası’na nakledilmeyi bekledim. Bir tutuklu daha gelsin de birlikte götürülelim diye beklettiler. Ama 15 gün başka birini tutuklamayınca mecbur beni yalnız gönderdiler.

Cezaevindekilerin dörtte biri Türktü. Çoğu faşistti. Maddi zorluklardan dolayı kaçakçılarla çalışmışlar. Cezaevinde, perişan halde bile faşistlik yapabiliyorlar. Irkçılık insanı öyle aptallaştırıyor ki, içinde bulunduğun durumun bile farkına varamıyorsun.

Sakız Adası’ndaki cezaevinde neler yaşadınız?

Küçük, eski bir cezaevi. 200 kişilik. On tane koğuş var. Koğuşlarda 20-24 kişi kalıyor, tıklım tıkış. Tek tuvalet, küçük bir mutfak vardı. Yemekler çok kötüydü. Paran varsa marketten alışveriş yapabiliyorsun. Cezaevinde kalanların yarısından fazlası parası olmadığı için o berbat yemekleri yemek zorundaydı. Çok çeşitli ulustan tutuklu vardı. Ruslar, Türkler, Arnavutlar, Kürtler, Araplar Afganlar, Afrikalılar, Pakistanlılar, İranlılar… Hepsi kendi diline, ülkesine göre gruplaşmıştı. Beni ilkin “kaçakçılıktan yakalanmış Türkiyeli” diye Türklerin içine gönderdiler. Kaçakçılık suçlamasıyla içeride olan Türkler ve Arnavutlarla birlikteydim. Cezaevindekilerin yarıdan çoğu mülteciydi. Birçoğu kaçakçılık suçlamasıyla içerideydi. Türkiye’den gelirken parası olmadığı için kaçakçıyla anlaşıp bot kullanmış birçok mülteci yok yere ceza almıştı. Kimisini kaçakçılar denizin ortasında bırakıp gitmiş.

Bir Afgan vardı mesela, botu kullanmaya başlayamamış bile. Ama botta İranlılar bir grup, o ise tek başına olduğu için onu tutuklamışlar. Niye tutuklu olduğunu bilmeyen insanlar vardı. Çoğu 8 ila 25 yıl cezalarla yargılanıyordu. Çoğunun avukatı yok, dil bilmiyor, tercümanı sadece mahkemede görüyor, destek verecek ailesi, arkadaşı yok. Ülkesini terk etmiş, birçok yakınını savaşta kaybetmiş. Göçmen kamplarındaki kötü şartlara karşı eylem yaptığı için tutuklananlar ya da kavgaya karışanlar da vardı.

Türkiyelilerle ilişkiniz nasıldı?

Hemen o bildik soruları sordular: “Neden içeridesin, kimsin?”Kürdüm, HDP’liyim, siyasi mülteciyim” dediğimde tehditler savurmaya başladılar. “Seni burada barındırmayız, burada teröristlere yer yok” dediler. “Görelim bakalım, nasıl barındırmayacaksınız?” diye cevap verdim. Aynı koğuşta olmamıza rağmen bir süre iletişim kurmadım. Cezaevindeki yaklaşık 200 kişinin dörtte biri Türk’tü. Büyük çoğunluğu faşistti. Çoğu maddi olarak zor durumda kalmış, kaçakçılarla çalışmışlar. Cezaevinde, perişan haldeyken bile milliyetçilik, faşistlik yapabiliyorlar. Akıl sır erdirmek imkânsız. Irkçılık insanı öyle aptallaştırıyor ki, içinde bulunduğun durumun bile farkına varamıyorsun.

Mülteci kaydı yaptırmak için form almaya çalışan göçmenler Foto: Angelos Tzortzinis

Cezaevinde fiziksel şiddet gördünüz mü?

Hayır. Hatta yavaş yavaş saygı göstermeye başladılar. Nedenini hâlâ anlamış değilim. Onlardan farklıydım. Politik bir geçmişim, Türkiye’de cezaevinde yatmışlığım vardı. İnsanlara yaklaşımım farklıydı. Aralarında sıkıntı yaşadıklarında, daha deneyimli olduğum için bana danışmaya, gittikçe bana güvenmeye başladılar. “Yaşatmayız seni” dedikleri birinden danışacakları bir bilirkişiye dönüştüm. Sadece Türkler değil, yan koğuştaki mülteciler de danışıyordu. Cezaevi içinde hırsızlık olayları çoktu. Yan koğuştaki İranlıların eşyalarını, paralarını, sigaralarını ben saklıyordum. Dolabımda yüzlerce telefon kartı, onlarca sigara paketi, bir ton para vardı. Kimse cesaret edip dolabımdan bir şey çalmıyordu. Bana “doktor” diye hitap edip saygı gösteriyorlardı.

Moldovyalı kaptanlarla karşılaştınız mı cezaevinde?

Evet, başlangıçta biraz sıkıntı yaşadık. Kaptanlar hâlâ onları gammazladığımı düşünüyordu. Arkadaşları beni cezalandırmaya geldi. Onlar yüzünden haksız yere cezaevine düştüğümü anlatınca özür dileyip gittiler. Daha sonra gelip şunu talep ettiler: “Türkiye’deki kaçakçıları tanıyorsan onlarla iletişime geç. Kaptanlara hiç para vermemişler. Moldovya’da aileleri çok zor durumda.” Ancak kaçakçılara ulaşmam mümkün değildi. Sonra iki kaptan gelip “para verirsen mahkemede ifademizi değiştiririz” dedi. “İfadenizi değiştirmeniz beni bağlamaz, ben zaten buradan çıkacağım” diye cevap verdim. Mahkemede aleyhimde ifade vermeye devam ettiler. İkisi de 8 yıl 4 ay ceza aldı.

Avukata nasıl ulaştınız?

Türkiye’deki mücadele arkadaşlarım üzerinden Atinalı bir avukat buldum. Bir ay içinde serbest kalacağımdan emindim. İtirazım reddedildiğinde başka deliller sunduk. Süreç uzadıkça uzadı. Mahkemeyi beklemek zorunda kaldık. 3 ay sonra, Türkiye’den bir arkadaşım ve ablam gelip şahitlik yaptı, ama tutukluluğum yine sonlanmadı. O sırada Türkiye’de 15 Temmuz yaşanmıştı. Interpol’e verilen yaklaşık kırk bin kişilik listede yer aldığımı şaşkınlıkla öğrendim. Bir gün cezaevi yönetimi çağırdı. Mahkememin erkene alındığını düşünüp umutlandım. Ama Midilli’de Interpol tarafından mahkemeye çıkarılacağımı, ardından Türkiye’ye teslim edileceğimi öğrendim. İki kere o mahkemeye gittim. Görevli tercüman Türkçe bilmiyordu. Tercüman değiştirmek için müracaat ettik, ama kabul edilmedi. Mahkeme beni Türkiye’ye iade etmeye karar verdi. Aslında önce Yunanistan’daki cezamı çekmem, ardından iade edilmem gerekiyordu. Üst mahkemeye başvurduk. Onun için de üç ay beklemek gerekiyordu.

Davayı duyan Siros’taki sol bir grup kampanya başlatmış. Mahkemenin kapısına kocaman bir brandaya ismimi yazıp salonu doldurdular. Mahkeme salonunda hiç tanımadığım gençler bana destek veriyordu. Bir tuhaf oldum.

İade kararı Yunanistan’da nasıl karşılandı?

Dosya gündemde yer aldı. Cezaevinden birkaç gazeteye söyleşi verdim. Bunun üzerine, Atina’dan iki STK dosyamı sahiplendi. Avukatlığımı, mahkeme masraflarını üstlendiler. Son duruşmam Siros’ta oldu. Ailem, parçası olduğum politik hareket çok destek verdi. Yunanistan’da da arkadaşlarım vardı. Dosyam iyi avukatlar tarafından takip edildi ve suçsuzluğumu ispat edebildim. Mahkemeye HDP’nin bir milletvekili de geldi, ayrıca bir hukuk profesörü ve ablam şahitlik yaptı. Mahkeme salonu tıklım tıklım doluydu. Davayı duyan Siros’taki sol bir grup kampanya başlatmış. Mahkemenin kapısına kocaman bir brandaya ismimi yazıp salonu doldurdular. Pankartı duruşma günü gördüm, önceden haberim yoktu. Mahkeme salonunda hiç tanımadığım gençler bana destek veriyordu. Bir tuhaf oldum. Hakim kısık sesle konuşunca gençler hemen “duymadık!” diye bağırıyordu. Bu büyük destek sayesinde suçsuzluğumu ispat edebildim. 13 ay tutuklu kaldıktan sonra buraya, Atina’ya geldim.

Göçmenler açısından Yunanistan’daki yasal işleyişi nasıl değerlendirirsiniz?

Göçmenler dertlerini anlatamıyor. Tercümanlar çok kötü, avukatlarla iletişime dahi geçemiyorlar. Mahkemelere ek delil sunmadığınız takdirde soruşturma hakimi dosyayı tamamlıyor, ardından yeni bir mahkeme heyeti atanıyor. Dolayısıyla, kimse senin gerçekte kim olduğunu bilmiyor. Tek celsede karar veriliyor. Seni hiç görmeden, görse bile tek soru dahi sormadan, önceki savcının, hakimin görüşlerine göre karar veriyorlar. Duruşma 5-10 dakika sürüyor.

Üç yıldır Atina’dasınız, buradaki yaşantınız nasıl?

Atina’da Yunan arkadaşlarım sayesinde bir çevrem oluştu. Türkiyeli siyasi mültecilerle, Yunan komünist ve anarşist gruplarla iletişime geçtim. Herhangi bir gruba dahil değilim, ama mücadeleden uzak kalmak istemiyorum. Temel gündemlerden bir mülteci sorunu. Göçmenlere destek adına büyük mücadele veriliyor. Eksarhia mahallesinde yaşıyorum. Burası darbe döneminde ilk ayaklanmaların başladığı yer. Halen de birçok siyasi grubun merkezi burada yer alıyor. Şehrin merkezinde olmasına rağmen tüm “ötekilerin” yaşayabildiği, mültecilerin kendilerini güvende hissettikleri bir bölge. Buna karşılık, uyuşturucu bilinçli olarak yaygınlaştırılıyor. Mahallede suç oranı son yıllarda arttı. Elbette devlet mültecileri merkezden uzak tutmak istiyor.

Türkiye’den gelip Yunanistan’ın kuzeydoğusundaki Kastanies kasabası yakınlarında mahsur kalan mülteciler. (2 Mart 2020) Foto: Sakis Mitrolidis

Yeni Demokrasi hükümetinin en büyük seçim vaadi mültecileri yaşam alanlarının dışına atmaktı. Seçimi “Kirlenen şehirleri temizleyeceğiz” sloganıyla, yabancı düşmanlığıyla kazandılar. Başa geçince ilk saldırdıkları yer Eksarhia oldu. Mahalleye binlerce polis girdi. Mültecilerin yaşadığı işgal evlerinin neredeyse tamamını zorla tahliye ettiler. Mültecileri yavaş yavaş şehrin dışına itmeye başladılar.

Saldırı sırasında mahallede direniş oldu mu?

Güçlü anarşist gruplar ciddi bir direniş sergileyecek diye bekliyordum. Ama hükümet psikolojik propagandayla karşı koyma iradesini sindirdi. Daha önce mahallede haftada bir polisle çatışma, kitlesel yürüyüşler olurdu. Ama polis şiddetine kararlı bir cevap verilemedi. Yayılan korkuyla direniş kırıldı. Mültecilere destek olan, bina işgal eden gruplar zorla tahliyelerin ardından işgal evlerine sahip çıkmadı. Aslında hükümet sadece polis sayısını ve şiddeti arttırdı. Bu basit plan işledi. Şu anda üniversitedeki öğrenci direnişi daha hareketli diyebilirim. Toplumsal mücadelelerde karşı koyma kapasitesi, her ülkede dönem dönem azalır, artar. Bazen bir alışkanlığa, rutine döner. Bazen geri çekilir. Bazen de her şey üst üste binince patlama yaşanır. Tıpkı Gezi direnişi gibi… Gezi herhangi bir politik hareketin örgütleyebileceği, yönlendirebileceği bir dinamik değildi. Devlet şiddet uygulamaya devam ederse, özgürlükleri git gide engellerse burada da toplum tepki verecektir. Atina’da toplumsal muhalefet gerilemiş olabilir, ama bu, yapılanların sineye çekildiği anlamına gelmiyor. Toplumsal vicdan reaksiyon geliştirecektir.

^