BİR CEMAAT ÜYESİNİN MÜLTECİLİK ÖYKÜSÜ

Söyleşi: Anıl Olcan
18 Eylül 2020
SATIRBAŞLARI

15 Temmuz 2016’daki “darbe girişimi”nden sonra ilan edilen OHAL döneminde en az 125 bin 678 kişi KHK’lerle kamu görevinden ihraç edildi. Ocak 2020’de yayımlanan OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu Faaliyet Raporu’na göre, OHAL/KHK mağdur yakınları sayısı 1 milyon 500 bine yaklaştı. Bu dönemde 300 bine yakın kişi gözaltına alındı, 94 bin 975 kişi tutuklandı. İhraçların 41 bin 705’i eğitim kurumlarında çalışanları kapsıyordu. Cüneyt Batur 15 Temmuz sonrası “terörist” ilan edilen o binlerce kişiden biri. O da eşi ve üç çocuğuyla diğer KHK’liler gibi “sivil ölüme” mahkûm edildi. Coğrafya öğretmeniyken tepetaklak olan hayatını, ailece lastik botla Meriç üzerinden sınırı geçişlerini, mülteci kamplarında yaşadıklarını, geçirdiği büyük dönüşümü dinliyoruz.
Resimler Helen Zughaib

Ne oldu, nasıl oldu da ailece Türkiye’den ayrılmaya karar verdiniz?

Cüneyt Batur: Hikâye uzun… Şu anda Rheinlandpfalz eyaletinin Ludwigshafen şehrinde yaşıyoruz. Üç yıllık oturum, pasaport, kimlik aldık. Darbeyle hiçbir alakamız olmamasına rağmen terörist ilan edilmiştik. Terörist başka, KHK’li başka… Ben mi kaldırdım o uçakları? Devlet bakıyor, birinin Aktif-Sen üyeliği varsa, Bank Asya’ya para yatırdıysa, Bylock varsa telefonunda veya Cemaat’in başka sembol meseleleriyle ilgili bir şey, mesela Zaman Gazetesi aboneliği varsa otomatikman terörist ilan ediyor. Doğru, Bank Asya’da hesabımız vardı. Çünkü çocukların okul taksitini Bank Asya’nın kredi kartıyla ödüyorduk. Memur maaşım 13 bin liralık kredi limitine müsaade etmiyordu. Bank Asya’da okul taksitlendirme diye bir uygulama vardı. “Okul için kredi limiti istiyorum” deyince kartın limitini arttırıyordu. Ama sadece çocukların okul ödemeleri için. Memuriyetten ihraç edildikten sonra işsiz kaldık. Birkaç öğretmen arkadaşımla özel okul açabileceğimizi düşündük. Tutuklanacağımız, gözaltına alınacağımız aklımıza gelmiyordu. Çünkü suçlu değildik. Biz hep öğretmendik. Evimiz yoktu, bir arabamız vardı. Asıl bakmaları gereken hormonlu bir şekilde büyüyen, zenginleşen insanlardı. Onlar Cemaat içerisinde siyasal İslamcılar, AKP’lilerdi; yüklerini yüklemişler, haberimiz yok. Bizi de kullanmışlar. “Aranan kişi” olunca özel okul açma hayalimiz suya düştü.

Sizin özel olarak aranma gerekçeniz neydi?

Diyarbakır’da saklandığım dönemde hapisteki tanıdıkların mahkeme dosyalarına yardımcı oluyordum. Bir Hani kâtipler var ya, onlar gibi yazıyordum, tık tık tık tık… Bu yaptıklarım duyulmuş, şöhretim yayılmış. Hasan Doğru Kartal yakalanınca itirafçı olmuş. “Hukuk imamı” demiş benim için. Hukuk imamı ne demekse! Saklananların adreslerini polise vermiş. Herkesi topladılar. O furyadan iki kişi kurtuldu. Biri de benim. Arkadaşlarım bana “savcı sana özel bir kin güdüyor, o yüzden Türkiye’den çıksan iyi olur” dedi. Eşim 27 Nisan 2017’de gözaltına alınmıştı. Karakola gidip haftada iki gün imza veriyordu. İmza verme zorunluluğu kalksın diye dilekçe hazırladım. Bu mecburiyet kalkıp serbest dolaşma imkânı doğunca, çocuklarla Malatya’ya geçtiler. Ben İstanbul’a gittim. Aslında istemiyordum eşimin gelmesini. Eşim “beni buralarda bırakma, ben de geleyim” dedi. İyi ki de öyle yapmışız. Yoksa onu da içeri alacaklardı. Boşu boşuna hapis yatardı. Devletin bu kadar gözü kara hale geleceğini tahmin edemiyordum. Kadınlara musallat olmazlar diye düşünüyordum, ama öyle olmadı…

Allah kimseyi insan kaçakçılarının insafına düşürmesin, ama sonuçta o da bir hizmet sektörü. Herkes nefret eder, işi düşünce de gider. Botun büyüklüğü üç metre vardı. Şişirdiler, ilk önce bizi bindirdiler. Ayağımı attım, Ailemle aynı bottaydık. On bir kişi bir bota bindik.

İnsan kaçakçılarıyla bağlantıyı nasıl kurdunuz?

Allah kimseyi insan kaçakçılarının insafına düşürmesin, ama sonuçta o da bir hizmet sektörü. Herkes nefret eder, işi düşünce de gider. Bazı arkadaşlar “seni İran’a ya da Irak’a alalım” dediler. Bana çok cazip gelmedi. Tek seçenek Meriç’ten geçmekti. O zamanlar Yunanistan’a yeni geçen bir arkadaşım vardı. Oradan bana mesaj attı. “İstanbul’da arkadaşlarımız var, Araplar seni geçirecek” dedi. İstanbul’da bu işleri yapan Suriyeli Araplar varmış. Birisinin numarasını aradık, anlaşamadık. Onda Türkçe çok kötü, bende İngilizce yok. Telefonda anlaşamayınca buluştuk. Yetişkin için 2500 Euro, çocuklar için 1250 Euro talep ettiler. Parayı peşin isteyip “biz sizi arayacağız” dediler. “Yok öyle” dedim. Parayı önce verip dolandırılan çok arkadaşım vardı. Biraz konuştuktan sonra anlaştık.

Yolculuğa İstanbul’dan mı başladınız?

Cüneyt Batur

Evet. 17 kişi bir minibüse doluştuk. Birkaç kadın da vardı. Bize “polis çevirirse Türkçe konuşmayın, sorarlarsa Kobanê Kürdüyüz dersiniz. Eşiniz de Araplar gibi giyinsin” dediler. Polis Suriyelilerin gitmesine izin veriyormuş, ama arabada Türk varsa çeviriyormuş. Minibüste çoğunlukla erkekler vardı, hepsi Suriyeli. Kimsede “çıt” yok. Yol boyu gittik. İnsan kaçakçıları yolda ek olarak 800 Euro bahşiş istediler. 400 Euro vermek zorunda kaldık. Kavgada yumruk sayılmaz… (gülüyor)

Nereye gittiğinizi, yönünüzü, güzergâhınızı biliyor muydunuz?

Bir ara kafamı kaldırdığımda bir köy tabelası gördüm. Eğiliyoruz da bir taraftan, korkuyoruz haliyle. Eşim ve çocuklar olunca korku geldi bana, onu hissettim. O zamana kadar yaşadığım şeyler beni korkutmamıştı, ama insan eşi ve çocukları için korkuyor. Tek aile bizdik. Arabadaki bazı insanların görüntülerinden de korkmadım değil. Bir ara şoför yolu karıştırdı. Yanlış köye girdi. Birisini aradılar, gelip eskortluk yaptı. Sonra, tarlaların ortasında bir yere bıraktılar bizi. Yürümeye başladık karanlıkta. Yol boyu “bunlar bizi burada ortada bırakır mı?” diye endişelendim. Bizimle hiç konuşmuyorlardı. Onlar yürüyor, biz arkalarından gidiyorduk. Suyun kenarına geldik. İki kişi de botu sırtında taşıyordu.

Meriç’in kıyısı Türkiye ile son temasınız… Nasıl hissediyordunuz o anda orada?

Gariptir, tarlada yürürken çocuklarımın olgunlaştığını fark ettim. Anneleri gözaltına alındığında durumun ciddiyetini anlamışlardı. Onları görmediğim sürede iyice olgunlaşmışlardı. Oğlanın gerginlikten sürekli tuvaleti geldi. O yüzden duruyorduk. Kızın korkusu onu daha da hızlı yürüttü. “Hadi baba, hadi baba” diyordu. Tek başıma o çantaları o kadar mesafe başka zaman olsa taşıyamazdım, ama aile olunca güçleniyor insan. Bazılarının belagati kuvvetlidir; “Döndüm, son kez baktım, vatanımdan ayrılıyorum…” gibi şeyler söyler. Hiç öyle bir şey olmadı. Dönüp arkama bakmadım bile. Adaletin olmadığı yer vatan değildir. Bu olaylar basitmiş gibi algılansın istemem. Zor kararlar, fakat ben ajitasyon yapacak fıtratta değilim.

İki sene boyunca kampta küçücük bir odada kaldık. Gurur yapmadım, tuvalet temizledim. Sonra, boyacılık yaptım. Cemaatçiler kibirlidir. Bana “Sen bizim imajımızı bozuyorsun” diyenler oldu. Bizim arkadaşların sözünü dinlesem perişan olurdum.

Botunuz 17 kişiyi taşıyacak kapasitede miydi?

Botun büyüklüğü üç metre vardı. Şişirdiler, ilk önce bizi bindirdiler. Ayağımı attım, bir baktım botun içi su. Panikle kıyıya geri çıkarttılar botu. Ters çevirip suyu boşalttılar ve bir daha bindirdiler. Ailemle aynı bottaydık. On bir kişi bir bota bindik. İnsan kaçakçıları iç çamaşırlarıyla kürek çekiyordu. Karşı kıyıya gelince “inin” dediler, indik. Kılavuzun peşine düştük. Kılavuz “ses çıkarmayın, tarlaya girin” dedi. Mısır tarlasının içine soktular bizi. Yunanistan polisi geldi, fener tuttu, “herkes çıksın” anlamında bir el işareti yaptı. Suriyeliler bir anda dizlerinin üstüne çöktü. “Usul bu mudur acaba?“ dedim. Ben de güldüm, mutluyum ya… Çünkü arkadaşım “Yunan polisinden problem çıkmaz” demişti. Bizim pasaportlara baktılar. Minibüse bindirip nezarethaneye götürdüler. “Geçin şurada yatın” dediler.

Çok fazla çanta taşıdığınızı söylediniz; ne götürüyordunuz yanınızda?

Beş bavulumuz, iki de sırt çantamız vardı. İnsan kaçakçısı bazı bavulları taşımamıza yardım etmişti. Bisküviler, çamaşırlar, yaprak sarma, yedek ayakkabı, deterjan, seccade, Kuran-ı Kerim, çocuklar resim yapar diye kâğıt kalem… Abarttığımız doğru, ama Yunanistan’daki mülteci hapishanesinde uzun süredir kalan arkadaşlar “buradaki battaniyelerin hepsi çiş kokuyor” demişti. Çarşafları kesip yastık kılıfı yaptık. İnsanlar bizim getirdiğimiz deterjanlarla elbiselerini yıkadı. Eşim bir sürü başörtüsü koymuştu. Bizim gibi Türkiye’den kaçan bir kadın namazını kılmak istiyordu, ama eşarbı yoktu. Eşim ona eşarp vermişti. Mutluğumuzu etrafımıza yardım ederek yansıtıyorduk.

Sizi ilk olarak nasıl bir yere aldılar? Kaldığınız ortam nasıldı?

Oranın olumsuzluklarını anlatırsak, insanlık dışı, ama Türkiye’den daha iyi. Hapis de olsa güzeldi. Toplam on iki gün esaret yaşadık. İlk bekletildiğimiz nezarethanede toplamda dört gün kaldık. Ardından dört gece hapishanede, dört gün de Birleşmiş Milletler (BM) kampında kaldık. Hapishanede dört büyük koğuş ve iki katlı ranzalar vardı. Kapıdan yiyecekleri koliyle atıp kapıyı kapatıyorlardı. Elektrik sistemi yoktu. Dışarıdan, koridordan ışık vuruyor, o kadar. Hapishanede her milletten insan vardı. Hijyen beklenecek gibi değildi. Kaldığımız süre içinde bütün pencereleri temizledim. Işık girdi içeriye. Su tesisatı da yoktu. Beş-altı tane kola şişesi vardı. Pet şişeye suyu dolduruyorsun, tuvalete gidiyorsun. Sürekli tuvaletlerin hepsini yıkıyordum. Benim işim tuvalet temizlemekti. Çok da hoşuma gidiyordu. Çünkü ailem yanıma geldiği için mutluydum. Saklandığım dönemden sonra, ilk defa orada ailemle beraber uyuduk. Çocuklar bana sarılmıştı, eşim de yanımdaydı. Kımıldamadan ranzanın alt katında yattık. O an benim için çok güzeldi.

Sizin gibi terörle suçlanan başka Türkiyeliler var mıydı nezarethanede?

Tabii. Birkaç aile daha vardı. Gerisi de Araplar, Afganlar… Bir de Diyarbakırlı bir Kürt çocuk vardı. Orada tek başına inisiyatif almıştı. Gardiyan gelip koli içerisinde ekmek ve meyve suyu veriyordu. Herkesin bir tane alma hakkı vardı. Toplamda 70 tane yemek bırakılıyordu. Gardiyan kapıyı kapatır kapatmaz, millet saldırıyordu yemeğe. Bizim Diyarbakırlı hemen olaya müdahale edip kendisi dağıtıyordu. Adaleti sağlamıştı. Ufak tefek, çok genç bir çocuktu, ama herkesi hizaya getirmişti.

Başka milletlerin de mağdur olduğunu öğrendim bu vesileyle. Azerilerin de Ermenilerin de çok derdi var. Hepsinin ülkesinde bir diktatör var. Mesela bir 7. Blok vardı, tecavüze uğramış ya da öldürülme ihtimali olan kadınlar orada kalıyordu. Galiba LGBTİ+ biri de vardı… Derdi olan çok insan tanıdım.

Sonra nasıl bir güzergâh izlediniz? Yolunuz hangi kamplardan geçti?

Serbest kaldıktan sonra, Dedeağaç’tan Selanik’e gittik. Dört gece Selanik’te kalıp ardından Atina’ya, Atina’dan gemiyle Rodos’a geçtik. Rodos’tan da uçakla Stuttgart havalimanına indik. Karlsruhe’de iltica başvurusu yaptık. Dokuz gün bizi beklettikten sonra Almanya mülteci bürosu BAMF (Bundesamt für Migration und Flüchtlinge) bizi Rheinlandpfalz eyaletindeki Trier şehrine gönderdi. İki hafta bizi orada tuttular. Bu sürede sağlık kontrolünden geçirildik ve mülakat yaptılar. Neden ve nasıl geldiğimizi sordular. Hermeskeil Kampı’na gönderdiler. O kampta yaklaşık 500 kişi kalıyordu. Kampta üçer katlı beş-altı blok vardı. Her katta 60-70 kişi kalıyordu. Çok sıkı bir kamptı. Beş ay orada tutulduktan sonra Ludwigshafen’e transfer edildik. Orada heim (yuva, ev) denen bir yere yerleştirildik. Mülteci kampı sıkılığında değildi, ama yine de özgür değilsin, kontrol altındasın. Birkaç aile aynı tuvaleti, mutfağı, duşu ortak kullanıyordu. Orada da 15 ay kaldık.

İltica başvurunuzun onaylanması uzun sürdü mü?

Tabii. Meriç üzerinden sınırdan çıktıktan sonra, bir ev yaşantısına geçmemiz tam 22 ay sürdü. İltica başvurumuza olumsuz cevap geldiği için süreç bir sene uzadı. Bizim iltica gerekçemize inanmadılar. “Siz öğretmensiniz, olur mu öyle şey” dedi mülteci bürosu başta bize.

İki yıla yakın bu sürede çocuklarınız kamplarda ne yapıyordu?

Ranzaların üst kısımlarında oyun oynayıp şarkı söylüyorlardı. Bir mültecinin kızı güzel şarkılar öğretiyordu çocuklara. Kampta yemek dağıtımını ele alan genç Kürt, Mehmet, resim yarışması yapmıştı. Bizim oğlanın resmi birinci oldu. Meriç’ten geçtiğimiz botu çizmişti. Çocuklarım hâlâ o kalabalık ortamı özlüyor. Bu arada, Almanya’da çocuklar Suriyeli Kürtlerle, Ermenistan’dan gelen çocuklarla Almanca konuşmaya başladı. Benim kaderimin aynısını yaşadılar. Ben de okula Türkçe bilmeden başlamıştım. Onlar da Almanca bilmeden başladı, ama kimse onları ötekileştirmedi, tersine, kucakladı.

Siz neler yapıyordunuz, neyle meşguldünüz?

İki sene boyunca kampta küçücük bir odada kaldık. Gurur yapmadım, tuvalet temizledim. Hiç üzülmedik, zorumuza gitmedi. Ama bazen insan yalnız kalmayı özlüyor. Almanya’ya geçerken 15 saatlik bir gemi yolculuğu yaptık. O yolculuk uzun süre sonra ilk defa ailemle yalnız kaldığım bir zamandı. 15 Temmuz’dan sonra en huzurlu, hiç korkmadan, sadece kendi ailemle kaldığım yer o geminin kamarası oldu. En güzeli de oydu; kimse yok, kimsenin evine sığınmış değilsin, korkmuyorsun… Sonra, boyacılık yaptım. Cemaatçiler kibirlidir. Bana “Sen bizim imajımızı bozuyorsun” diyenler oldu. Bizim arkadaşların sözünü dinlesem perişan olurdum. Kürtçe bildiğim için Suriyeli Kürtlerle konuşabiliyordum. Dil problemi yaşamadığım herkesle konuşuyordum. Başka milletlerin de mağdur olduğunu öğrendim bu vesileyle. Azerilerin de Ermenilerin de çok derdi var. Hepsinin ülkesinde bir diktatör var. Mesela bir 7. Blok vardı; tecavüze uğramış ya da öldürülme ihtimali olan kadınlar orada kalıyordu. Galiba LGBTİ+ biri de vardı… Derdi olan çok insan tanıdım.

Babam sevmezdi Cemaat’i. “Onlar Türkeşçi” derdi, ama onlar sayesinde derslerimiz düzeldiği için bir şey yapamıyordu. Üniversiteli abiler ütülü gömlekler giyerlerdi. Göğsünde marka olan gömlekleri ilk defa abilerde gördüm, saçları uzun, yakışıklılar. Benim hep kısa kesilmiş saçlarım. Özeniyordum onlara.

Biraz geçmişe, Türkiye’deki zamanlarınıza dönersek, Cemaat’le tanışmanız hayatınızın hangi dönemine denk geliyor?

1975’te Siirt’in Eruh ilçesinde doğdum, ama Malatya’da büyüdüm. Altı kardeşiz. Abim şu anda Mardin’de tutuklu. Babam Malatya’da Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nde kadrolu işçiydi. Türkçeyi Malatya Sıtmapınar’da, Yeşiltepe ilkokulunda öğrendim. Ötekileştirilmeyi sonuna kadar Malatya’da yaşadım. Ortaokulu Malatya Fatih ortaokulunda okudum. Şehit Kemal Özalper endüstri meslek lisesinin motor bölümünden mezun oldum. “Kara kaşlı” olduğum için dayak yediğim de oldu. Kürt olduğumu bana hep hatırlattılar. Dil problemi çok kötü bir şey. Derslerim hep kötüydü. İlkokulda babam bize dört işlemi çok güzel öğretmişti. Ama “maydanoz” kelimesinin ne demek olduğunu bilmediğim için öğretmenden azar işitmiştim. Lisede de derslerim vasattı. Mahallede dersleri iyi olan çocuklar “Biz abilere gidiyoruz, bizi ders çalıştırıyorlar” diyordu. İlk olarak abime ders çalıştırmaya başladılar ve onun dersleri düzelmeye başladı. Bir gün Cemaat’in “abileri” abimin bir kampa katılmasını istemek için babamdan izin almaya eve geldiler. Babam sevmezdi Cemaat’i. “Onlar Türkeşçi” derdi, ama onlar sayesinde derslerimiz düzeldiği için bir şey yapamıyordu. Bizim eve geldiklerinde tanıştık ve bana “sen de derslere gelmek ister misin?” diye sordular. Lise 1’e gidiyordum. Ben de “isterim” dedim. Benim okuduğum meslek lisesinin abisi varmış, “Yusuf abi” derdik. O bizimle ilgileniyordu. Üniversiteli abileri görmek, onlarla tanışmak bana ilginç geliyordu. Ütülü gömlekler giyerlerdi. Göğsünde marka olan gömlekleri ilk defa abilerde gördüm. Çoraplarının altında Mısırlı yazıyordu. Meğer iyi çorapların altında marka yazarmış. Ben hiç görmemiştim ki böyle kıyafetleri. “Üniversiteyi kazanırsam kıyafetlerim güzelleşir” diye düşünüyordum. Abilerin saçları uzun, yakışıklılar. Benim hep kısa kesilmiş saçlarım, önden bir makas atılmış. Onlarla beraberken kendimizi üniversiteli gibi hissediyorduk. Özeniyordum onlara.

Abilerin başka hangi özellikleri sizi etkiliyordu?

Adil Öksüz’le falan 1990 yılındaki abileri aynı kefeye koymak haksızlık olur. Malatya’da o yıllarda abiler kayısı bahçelerine giderler, “Biz öğrencilere yardım ediyoruz” dediklerinde bahçenin sahibi onlara bir kasa kayısı verirdi. Bu şekilde kasalarca kayısı toplanır, işlenip satılırdı. O paralarla yurtlar yapıldı. Malatya’daki Rahime Batu öğrenci yurdu böyle yapıldı. Ben lisedeyken o binanın inşaatında kayısı çekirdeği ayıkladığımı bilirim. Bu binalar güzel duygularla yapıldı. Ama bir süre sonra, abilerin siyasetçilerle içli dışlı olmasından dolayı durum değişti. Güzel duygularla yaptığımız bu binalara kamunun paraları haksız bir şekilde girmeye başlamış olabilir. Yazık oldu gitti…

Cüneyt Batur eşi ve çocuklarıyla

Ortamınız nasıldı? Ders çalışmanız için baskı yapılır mıydı?

Tabii. Baskı olmaz mı? Ama o da işin tadı tuzudur. (gülüyor) Epey bir soru çözdürürlerdi. Ders çalıştıktan sonra, çayla bisküvi yerdik. Namaz ve sohbet olurdu. Zaten namaz kılacağımızı bilerek giderdik. Namaz zor değildi. Namazdan sonra uzun tesbihat vardı. O biraz sıkıcıydı. Sabah namazının tesbihatı uzun olurdu. (gülüyor) Futbol oynardık, Fırat nehrinin kenarında yüzmeye götürürlerdi. Hafta sonları etkinlikler olurdu, eğlenceli geliyordu bunlar bana. “Burayı terk etmemem gerek” diyordum. Dışarıda bizi cezbeden bir şey yoktu. Mesela benim hiç kız arkadaşım olmadı. En çok eğlendiğim yer o etkinliklerdi. Liseden sonra, Cemaat’in HÜGEM (Hüseyin Gazi Eğitim Merkezi) dershanelerine gittim. 1995’te Erzurum Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir eğitim fakültesini kazandım.

Üniversiteyi kazanınca düşündüğünüz şeyleri yapabilmiş miydiniz?

Tam “artık özgürüm” diye düşünürken Yusuf abi bana Erzurum’da oturan Cemaat’ten bir arkadaşının numarasını verdi ve “bu numarayı arayacaksın” dedi. Abiler bir şey söyleyince büyük bir vicdan yükü oluyor. Yusuf abi benim için menemen yapardı, yazın ailesini görmez, bizimle ilgilenirdi. Annem babam bana böyle bir şey söylese herhalde umursamazdım. Benim ayağım başka bir yere gitmeye çok meyilliydi. Lisede çok sevdiğim bir arkadaşımı terörle mücadele polisleri durup dururken, keyfe keder dövmüştü. Devletin acımasız yönüne o zamanlardan bilenmeye başlamıştım. Kürt derneklerinin ve SES sendikasının etkinliklerine giderdim, poşu bağlardım. Üniversitede Kürt arkadaşlarım vardı. Kürt tarihini ve Kürtçe gramerini anlatıyordum onlara üniversitenin bahçesinde. Belge Yayınları’nın okumadığım kitabı kalmamıştır. Faik Bulut’un Kürt Dilinin Tarihçesi ve Dar Üçgende Üç İsyan kitabını okumuştum. Nadire Mater’in Mehmedin Günlüğü’nü ve Abdullah Öcalan’ın Erkeği Öldürmek’ini okudum. Bir yandan Cemaat evinde kalıyorum, diğer yandan Koma Agirê Jiyan dinliyordum… Cemaat’ten abiler benim o ortamlara girmemi çok istemezlerdi.

Cemaat aslında kafatasçıların arka bahçesiydi. Şimdilerde Almanya’daki Cemaatçiler “Alevileri yeni anladık” gibisinden şeyler söylüyor. Herkes bir gecede demokrat oldu. Cemaat açısından şimdi demokrat görünmek moda. Cemaat işkenceci devletin ta kendisiydi aslında.

Birbirine zıt iki dünya arasında gidip gelirken neler yaşıyordunuz?

Cemaat evine poşuyla gidecek kadar aptal değildim. (gülüyor) Abim üniversiteyi 1993’te kazandı. Üniversiteye giderken ona çok güzel kıyafetler alındı. Bana bir şey yok! Annem çok net bir şekilde “üniversiteyi kazanmazsan sana bir gömlek bile yok” demişti. İnsan yerine konmam için üniversiteyi kazanmam gerekiyordu. Bunun için de Cemaat evine gitmem gerekiyordu. Abiler benim kitaplarımı karıştırırlardı. Kızmazlardı, Cemaat’in bir rengi olarak görürlerdi beni. Diğer taraftan Kürt olduğum için bana yapılanlara öfkeliydim. Kürt derneklerinin etkinliklerine gittiğimde bana “bu işleri bırak” diyorlardı. Ben abilerin tarafını seçiyordum. Önümde iyi bir model bulamıyordum çünkü.

Cemaat’in Türk milliyetçiliğine olan yatkınlığı sizi rahatsız etmiyor muydu?

Kendimle çeliştiğim çok an oldu. Cemaatçiler öyle bir kafatasçıdır ki, Said Nursi için “Kürt değil” derlerdi. “Peki neydi?” diye sorarsan “seyitti” derler. (gülüyor) 1993’te Malatya’da HÜGEM dershanesinin moral gecesi olmuştu. O etkinliğe Maraş katliamı sanıklarından Ökkeş Şendiller çağırılmıştı. Cemaat aslında kafatasçıların arka bahçesiydi. Bu konular “kardeşlik” denerek hep es geçildi. Şimdilerde Almanya’daki Cemaatçiler “Alevileri yeni anladık” gibisinden şeyler söylüyor. Herkes bir gecede demokrat oldu. Cemaat açısından şimdi demokrat görünmek moda. Cemaat işkenceci devletin ta kendisiydi aslında. KCK davalarının da balon olduğu belliydi. Çoğu medya gibi Cemaat’in yayın organları da “devlet elden gidiyor” diyordu o zamanlar. Mücahit Bilici, Hamal Kürt kitabıyla ilgili verdiği bir söyleşide “Türklerin dini devlettir” diyor. Cemaat devlet adına yaptığı her şeyi dini bir vecibeymiş gibi yaptı. Bunlar sevap olarak sunuldu. Zilan, Dersim, Çorum gibi katliamları yapanlar “Allahın davasına hizmet ediyoruz” diyorlardı. Orada bulunma nedenim kafatasçılar Kürtleri tanısın diyeydi. Hepsinde bir iz bırakmak istiyordum. Yaptıkları yanlışları fark etsinler isterdim. Şimdilerde neredeyse hepsi Cemaat’i ve arkadaşlarını birer birer sattı. İtirafçı oldular. Ben satmadım.

Üniversitede öğrenci olduğunuz ‘95-99 yılları Cemaat örgütlenmesinin rahat olduğu bir dönem miydi?

Yok değildi, tam tersi, 28 Şubat yaşandı. 28 Şubat’ta Cemaat’ten bir abiye “bize ne olacak?” diye sorduğumda “topun ağzındayız” demişti. Bazı insanlar yurtlardan ve evlerden çıkmaya başlamışlardı. Bir mahalledeki Cemaat evlerini hemen anlarsınız. Gece öğrenciler namaz kılmaya kalkar, ışıkları açıktır. O dönem, bir tek koridorun ışığını açık tutarak namaz kılmaya başlandı. Kitapları gazete kâğıtlarıyla kaplamaya başladık. Hak-Yol vakfının kadın öğrencilerinin oturduğu eve polis baskın yapmıştı. Çok zoruma gitmişti. İslam tarihinin en aşağılık ismi olarak Ebu-Cehil anlatılır. Ebu-Cehil gibi biri bile “onların kadınlarına ve çocuklarına el sürmeyin. Ben kadınlara el sürdürttü dedirtmem” diyor. Ama 28 Şubat zamanı bunlar yapıldı. Cemaat o dönem savunma durumuna geçti. Saklanarak yaşamaya başladık. 28 Şubat benim Cemaat’e en çok bağlandığım zamanlardandır. Devletle çatışma başlayınca Cemaat hoşuma gitmeye başlamıştı. Abilerden bazıları, ilk selamı sabahı kesip gidenin ben olacağımı düşünüyordu, ama öyle olmadı. Lümpen bir kişilikten mücadeleci bir kişiliğe geçmenin mutluluğunu yaşıyordum. Gençliğimden beri “devlet zihniyetiyle çatışacak bir insan olabilir miyim?” diye düşünüyordum.

28 Şubat’ın mezuniyet sonrasında, mesleki yaşantınıza etkileri oldu mu?

Bana Kürt olduğum hatırlatılıyordu demiştim ya… O zaman iki karar almıştım. Birincisi Kürt coğrafyasında çalışacağım, ikincisi Kürt kadınla evleneceğim. Bana hakaret eden insanlara şirin gözükmeye çalışmayacağıma dair kendime söz vermiştim. 1999’da OHAL devam ettiği için Siirt’te öğretmenlik yapmaya rağbet yoktu. Siirt’te 14 Eylül Şeref Lisesi’nde coğrafya öğretmeni olarak öğretmenliğe başladım. Batılı öğretmenler OHAL ve 28 Şubat süreçlerinden dolayı kendilerini devletin yerine koyuyorlardı; polis ağzıyla konuşurlardı. Ben okulun kazan dairesinde namaz kılıyordum. Sabrettim, terbiyemi de hiç bozmadım.

“Kara kaşlı” olduğum için dayak yediğim de oldu. Kürt olduğumu bana hep hatırlattılar. O zaman iki karar almıştım. Birincisi Kürt coğrafyasında çalışacağım, ikincisi Kürt kadınla evleneceğim. Bana hakaret eden insanlara şirin gözükmeye çalışmayacağıma dair kendime söz vermiştim.

Cemaat’in memuriyetiniz döneminde sizden nasıl bir beklentisi vardı?

Bunu bazen ben de düşünüyorum. Ne bekliyorlardı bizden diye. Genelde iyi bir öğretmen olmamız söylenirdi. Siirt’te bir abimiz vardı. İyi bir öğretmen olmaya çalışmak için önerilerde bulunurdu. Cemaat’in imajını bozan öğretmenlerle konuşurdu. Temiz giyinmemiz ve örnek biri olmamız çok önemliydi. Tatil günleri bile takım elbise giydiğim olmuştur. Bulunduğun yerdeki iyi öğretmenlerden biri olman beklenirdi.

15 Temmuz’dan sonra, Cemaat’e yakınlığıyla bilinen Aktif-Sen kapatıldı. Sizin bir bağınız var mıydı Aktif-Sen’le?

2002’de eşim Eğitim Bir-Sen’e üye olmuştu. Şu anda Arnavutköy Milli Eğitim müdürü olan Hasip Turan beni Eğitim Bir-Sen’e üye yapmaya çalışıyordu, ama olmuyordum. O dönem Eğitim-Sen’e doğrudan üye değildim, ama bir sempatim vardı. 2004’te AKP’ye yakın Eğitim Bir-Sen’e üye oldum. Bayrampaşa’da bir kültür merkezinde çarşamba günleri İrfan Sohbetleri oluyordu. Bir hafta Necip Fazıl tartışılırken diğer hafta Nâzım Hikmet konuşulurdu. Daha sonra bir gecede ülkücüler Eğitim Bir-Sen’li oldu. Sendikanın havası bir anda değişti, benim tadım kaçmaya başladı. Şanlıurfa’da öğretmenlik yaptığım dönemde Eğitim Bir-Sen üyelerinin en berbat halini gördüm. Sendika ve iktidar gücüyle okul müdürlerine baskı yapmaya başlamışlardı. AKP’nin otoriterleşmeye başladığı tarihle örtüşüyor. 2014’te Türkiye’nin her yerinde öğretmenler serbest kıyafet eylemleri yapmaya başlamıştı. Bu eylemi sadece sendikalara üye olanlar yapabiliyordu. Aksi halde hakkınızda soruşturma başlatılıyordu. Ben de bu eylemler Eğitim Bir-Sen’in hanesine yazılmasın diye Aktif-Sen’e geçmiştim. Kılık kıyafet yönetmeliği değişince Aktif-Sen’den ayrıldım.

15 Temmuz darbe girişimi sırasında neredeydiniz, nasıl haberdar oldunuz?

Uşak’ta bir arkadaşımızın evindeydik. Öğretim dönemimiz bitmişti, eşimle yaz tatilindeydik. Bir arkadaşımız “darbe olmuş, televizyonu açın” diye mesaj attı. Sokağa çıkma yasağı olursa diye markete gidip erzak aldık. Ertesi gün bütün öğretmenlere Milli Eğitim Bakanlığı’ndan “görev yerinize dönün” diye bir mesaj yollandı. 2015’te Diyarbakır’da öğretmenlik yapıyordum. Diyarbakır’a dönerken Kayseri’de mola verdik. Kayseri’de okul müdürü arayıp “hocam seni açığa alacağız” dedi. “Tamam” dedim ve Diyarbakır’a gidip açığa alınma kâğıdını imzaladım. Daha sonra Van’a akrabalarımızın yanına tatile gittik. Bir-iki gece kaldıktan sonra, eşimin okul müdürü beni aradı. Sesi üzüntülüydü, “eşinizi de açığa alacağız” dedi. Biz Van’dayken kapıcı aradı “abi polis geldi” dedi. Meğerse polis beni almaya gelmiş. 1 Eylül sabahı ben ve eşim ihraç edildik.

Açığa alındığınız ve sonrasında ihraç edildiğiniz dönemde çevrenizden, toplumdan dışlanma, baskı gördünüz mü?

Başlarda eşimle o dönemi Diyarbakır’da geçirdik. Diyarbakır halkı çok anlayışlıdır, bilir böyle şeyleri. Diyarbakır’da bir mahalle baskısıyla karşılaşmadık, ama kısa süre içinde herkeste bir korku başladı. Avukatlar dosyalarımızı üstlenmemeye başladı. Ben dilekçelerimi kendim hazırlamaya başladım. İdari mahkemeye evrakları hazırladım. Danıştay’a da dava açmak gerekti. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruyu kendim yaptım. Bu vesileyle kayıt nasıl yapılır, kime ne imzalatılır her şeyi öğrendim. Arkadaşlar “bizim için de yapar mısın” diye soruyorlardı. Hukuk dilini öğrenmeye başlamıştım. Bu arada arandığımı haber aldım. Bir arkadaşım adliyeden bir bağlantı buldu. Eşimin ve benim TC kimlik numaramızı verdik. Arkadaş “haber geldi, eşinde problem yok, ama senin durumun iyi değil” dedi. Hatta sistemi sorgulayan vatandaş ona “Bir daha da beni arama” demiş.

Sizi niye bulamadılar, gizleniyor muydunuz?

Tabii. Adliyeden arandığım bilgisi geldikten sonra, ailemle beraber kalmadım hiç. 15 Ağustos’tan itibaren ailemden ayrı yaşamaya başladım. Diyarbakırlı bir arkadaşım “Yakalanırsan dört yıl mahkemeye çıkmadan boşu boşuna yatarsın” dedi. Aklı bu sistemden çekenden alacaksın. Açık yüreklilikle de söylüyor, “normalde hiçbirinizi sevmem, ama sen kötü insan değilsin” dedi. Hakkı da hakka teslim ediyor. Diyarbakır halkı çok kalitedir.

Galiba mücadele ruhumuz yokmuş. Lümpen bir grupmuşuz. Bir gecede binlerce insanı işten atıyorsun, ses çıkmıyor. Hani kurbağayı yavaş yavaş haşlama meselesi var ya, aynen o. Dayanışma yoktu, neredeyse sıfır. O krizi de berbat yönetmiş insanlarız. Arkadaşların birden selamı sabahı kesiyor.

Nerede gizleniyordunuz?

Bir sene boyunca Diyarbakır’da saklandım. Bazı arkadaşlar bana bir ev buldu. Bağlar’da kaldım. O zaman Imo diye bir uygulama vardı. Eşim ve çocuklarımla Imo üzerinden görüşüyorduk. Tek başıma kalıyordum. Bazen HDP’li olduğunu düşündüğüm gençler geliyordu eve. Çok iyi çocuklardı. Bana bu konularla ilgili soru sormuyorlardı, “var bir derdi” diyorlardı herhalde. Diyarbakır’da herkesin devletle bir derdi olur, yabancı değillerdi.

Gündelik ihtiyaçlarınızı nasıl karşılıyordunuz?

Saklandığım dönemde top sakallıydım. Gömleğimi de üstüme çekiyordum, polis gibi geziyordum. Çok iyi polis taklidi yaparım. (gülüyor) Cesaretim artsın diye cuma namazına polislerin lojmanının dibindeki camiye gidiyordum. En güvenli yer orasıdır. Polislerin silahlarına dokunacak kadar yakındım. Sağdan soldan harçlık buluyordum. Azla yetinebilmeyi öğreniyor insan. Evde ekmek, soğan, zeytinyağı vardı. Mandıra Filozofu’nda bir replik var, “Vazgeçmek özgürlüktür” diye. Vazgeçtikçe kafan rahatlıyor. Lüksten, eşten, çocuktan, yemekten, cinsellikten vazgeçtiğin zaman mevzu halloluyor. Girdim bodruma kafam mis gibi. “Eşimi özledim, çocuklarımı görmek istiyorum” diyenlerin hemen hemen hepsi yakalandı ve hapisteler. Ama beni bulamadılar.

Sizin gibi çok sayıda insan memurluktan ihraç edildi, birçoğu Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı… Bu duruma bir tepki, direniş gösterilmemesinin nedeni neydi sizce?

Galiba mücadele ruhumuz yokmuş. Lümpen bir grupmuşuz. Bir gecede binlerce insanı işten atıyorsun, ses çıkmıyor. Hani kurbağayı yavaş yavaş haşlama meselesi var ya, aynen Cemaat’in durumu o.

 

Bütün bunlar yaşanırken kendi aranızdaki dayanışma nasıldı?

Dayanışma yoktu, neredeyse sıfır. O krizi de berbat yönetmiş insanlarız. Benim zaten ters düştüğüm, şaşırdığım olay da bu. Arkadaşların birden selamı sabahı kesiyor. Birkaçı Almanya’ya kadar gelmiş, hâlâ korku içinde. İlahiyatçı bir arkadaşım “Niye kimse bu haksızlıklara karşı ses çıkarmıyor, bir şey yapmıyor” diye sormuştu. Ben de “Hocam siz ilahiyatçısınız, hakkı, hakkaniyeti en iyi bilen sizsiniz. Hayatınızda bir kere bile Aleviler için kavga ettiniz mi?” diye sordum. “Yok” dedi. “Niye senin için birileri gitsin de kendini harcasın?” dedim. Bu Cemaat hangi toplumsal olay için bir inisiyatif aldı da elini taşın altına koydu, hiçbir şeyde yoktu, her zaman devletin yanında yer aldı. Tarih kitaplarına, Türkiye’de yapılan katliamlara hiç itiraz etmedi. Yazık oldu, pek dayanışma gösterilmedi. Olduysa da bireysel olarak kaldı. Şoku atlattıktan sonra, biraz toparlanma oldu, ama bu sefer de AKP yargısı yardım ve yataklık suçunu icat etti.

Almanya’da çevrenizde sizin gibi Türkiye’den iltica edenler var mı? Onlarla ilişkileriniz nasıl?

Çok var. Sadece Meriç’ten geçenler gelmiyor buraya. Türkiye vatandaşıysa, çoğunlukla Cemaat’ten, az sayıda HDP’li ve Türk solundan da var. Hendek olaylarında evleri yıkılanlar var. Görüştüğüm insanlar var. Her gün Türkiye’den gelen kötü haberleri görünce buradaki basit problemler beni üzmüyor.

Türkiye’ye dönebileceğinizi düşünüyor musunuz?

Benimle ilgili iddianamede Aktif-Sen’e üye olduğum yazıyor. Darbe girişimi 15 Temmuz 2016’da oldu, ama ben 2015’te Aktif-Sen’den ayrılmıştım. Bu listeler belli ki daha önceden hazırlanmış. Meğerse hesabı çok daha önceden yapmışlar. Durum böyleyken Türkiye’ye dönmek zor. Türkiye’de kişinin yediği dayak yanına kâr kalır. Buradaki iyimser arkadaşlara Cumartesi Anneleri’ni örnek veriyorum. Biz yine şanslıyız, cenazelerimizi en azından bize veriyorlar. En azından öldürülmemişiz. Ama onlar?

^