14 Aralık 1995’te Paris’te imzalanan Dayton Antlaşması’yla Bosna savaşı son buldu, ama 23 yıldır Bosna-Hersek’e barışın geldiği söylenemez. Dayton’la karmaşık bir idari yapıya geçen ülkenin Sırp ağırlıklı bölgesi Sırp Cumhuriyeti adı altında yönetilirken Boşnaklar ve Hırvatlar Federasyon bölgesinde yaşıyor. Sırp nüfusun ekseriyeti soykırımı kabul etmiyor, ülkeden koparak Sırbistan’a katılmayı istiyor. Sırp siyasetçiler milliyetçiliği körükleyerek 1990’lı yıllardaki etnik ayrışmanın temellerini yeniden atıyor. Müslüman Boşnaklar ise Sırpların soykırımı tanımasını ve ayrılmaktan vazgeçmesini talep ediyor. Özetle, yüzbinlerce insanın hayatını kaybettiği, iki milyonu aşkın insanın yerinden yurdundan olduğu iç savaş bitmiş olsa da, barış gelmiş değil. Büyük katliamın yaşandığı Srebrenitsa’da ölüm soğukluğu sürüyor. Sırplarla Boşnakların birbirine değmeden yaşadığı kasabada, başta Sırp belediye başkanı olmak üzere, siyasetçiler etnik ayrışmayı körüklemeye ve Sırp milliyetçiliğinin “etnik temizlik”teki rolünü reddetmeye devam ediyor. Geçtiğimiz yıl bir grup gazeteci olarak Bosna-Hersek’te faaliyet gösteren Center for Justice and Reconciliation’ın (CJR – Adalet ve Barışma Merkezi) davetiyle gittiğimiz Srebrenitsa’da buluştuğumuz Nedzad Avdiç, 11 Temmuz 1995’te 8 bini aşkın Boşnakın kurşuna dizilerek katledildiği katliamdan gerçeküstü tesadüfler sonucu hayatta kalabilen çok az sayıda Boşnak erkekten biri. Yirmi yıl boyunca bu konuda hiç konuşmayan Avdiç Lahey Adalet Divanı’nda tanıklık ederek suskunluğunu bozdu. Savaşın bitişinin 23. yıldönümünde, Nedzad Avdiç’in ağzından dinlediğimiz dehşet verici hikâyesini naklediyoruz.
Nedzad Avdiç: Büyük katliamdan kurtulan birkaç kişiden biriyim. Srebrenitsa girişindeki büyük anıt mezarlığın tam karşısındaki toplama kampında bir çocuk sesi dinletiliyor ziyaretçilere. O benim sesim. Televizyonlarda ne zaman Srebrenitsa bahsi geçse, yine o ses kullanılır. 1995’te 17 yaşındaydım. Saraybosna’ya giderken içinden geçilen Vlasenica kasabasındanım. Ama 1993’teki savaş sürecinde Srebrenitsa BM tarafından korumaya alındığı için annem, babam ve üç kızkardeşim oraya sığındık. Srebrenitsa son sığınağımızdı. Srebrenitsa’ya geldiğimizde yoğun bir Boşnak göçü vardı. Sokaklarda, caddelerde, okullarda yatıyordu insanlar. Yiyeceğimiz yoktu. BM askerleri Srebrenitsa’yı koruma altına aldığında, karanlığın son bulacağını düşünmüştük. Dünyanın burada neler olduğunu gördüğünü sanıyorduk. Nitekim ‘93-‘95 arasında Srebrenitsa’daki çocukluk günlerim ekseriyetle çatışmasız ortamda geçti.
Hollandalı askerlerle top oynuyorduk, futbol üzerine konuşuyorduk. Onların verdiği bir Ajax posterini, bir sürü başka mültecinin de kaldığı odamıza götürmüş, duvara asmıştım. Bize yiyecek bir şeyler verirler ümidiyle sürekli BM askerlerinin yanında duruyorduk. Açtık. Nadiren yiyecek veriyorlardı, çoğunlukla elimiz boş dönerdik. Futbol üzerine konuşuyor, top koşturuyorduk onlarla. Onların formaları, spor ayakkabıları vardı. Bizim üstümüz ise yırtıktı, ayakkabımız yoktu. Yine de onları yenebiliyorduk. Çocuk aklımızla onları arkadaş bellemiştik.
1995’te saldırıların tekrar başlamasıyla BM askerleri çekilmeye başlayınca arkalarından koşup “Bizi yalnız bırakmayın” demiştik. İsveç devletinin verdiği parayla Srebrenitsa’ya yakın bir yerde mülteci kampı yapıldı. 1995’e kadar orada yaşadık. Sırplar da saldırılara kamplardan başladı. BM askerleri bizi terk ettikten sonra orada tek başımıza kaldık. Ormanlarda saklanıyorduk. Son sığınma yerimiz Srebrenitsa olduğu için kaçacak başka bir yerimiz yoktu zaten. 10 Temmuz 1995 günü, Srebrenitsa’ya hakim dağlarda saklanıyorduk. Ormanda sayısız mülteci vardı. Babam ve annemle beraberdik. Nereye gideceğimizi bilmiyorduk. Sonra bir karar alındı: Erkekler dağları aşarak Tuzla’ya gitmeye çalışacaktı. Babam da onlara katılacağını söyledi. Annem ve kızkardeşlerim ise BM’nin ana merkezinin bulunduğu Potoçari’ye ulaşmaya çalışacaktı. Bazı erkek akrabalarım Potoçari’ye gitmeye karar verdi. Onlardan hayatta kalan olmadı. Srebrenitsa artık Sırpların elindeydi ve burada durulamazdı.
11 Temmuz günü Srebrenitsa’ya 15 kilometre mesafedeki bir köyde, Tuzla’ya gidecek diğer erkeklerle buluştuk. Yaklaşık 10-15 bin kişiydik. Çok az sayıda kadın ve küçük çocuk da vardı aramızda. Üstümüze bombalar yağıyordu. Dört bir yandan ateş altındaydık. Saklanacak bir yer arıyorduk. O kaosta babamdan koptum ve kendimi bir grubun içinde buldum. Kimseyi tanımıyordum. Ağlıyordum, koşuşturuyordum ve babamı arıyordum, ama bulamadım. Kafilenin sonlarında, kuyruk kısmında kalmıştım. Arkada kalanlar bin-iki bin kişiydik. Ormanın içlerine doğru ilerledik.
13 Temmuz günü önümüz kesildi. Çok sayıda ölü ve yaralı vardı, onların üzerinden geçiyordum. Bazıları tanıdıktı. Okul arkadaşlarım vardı aralarında, kafilenin kuyruk kısmında daha ziyade yaşıtım erkekler kalmıştı. Yaralıların iniltileri, yardım çığlıkları yükseliyordu, ama kimse kimseye yardım edecek durumda değildi. Elbette bazı yaralıları taşıyorduk, ama hepsini almak mümkün değildi. Ölmekten değil, acı çekmekten korkuyordum. Fakat başıma ikisi de geldi.
13 Temmuz günü ormanın ortasında kaybolmuş haldeydik. Sırp asker ve polisleri megafondan çağrıya başladı.“Çıkın ve teslim olun” sesi hâlâ kulaklarımda. Bize insan gibi davranacaklarını söylüyorlardı. Çocuktum ve ne demek istediklerini çok iyi anlamıyordum. Fakat insanlar ormanda kıpırdamadan saklanmaya çalışırken onlara ayak uyduruyordum.
Son çağrı olarak “Çıkarsanız sizi öldürmeyeceğiz, ama bulunduğunuz yerde kalırsanız ölürsünüz” dediler. O an herkesi ölüm korkusu sardı. 1993’te köyüm tamamen yıkılmıştı ve çok sayıda insanın öldürülmesine tanık olmuştum. Savaşa alışmıştım. Ama Temmuz 1995’te olanlara kimse hazır değildi. Sırp askerlerinin son çağrısı üzerine hepimiz ormandan asfalt yola çıkmaya başladık. Zvornik ile Bratunats arasında bir yerdeydik. Tabii hâlâ yaralılar sırtımızdaydı. Tanklar, çeşitli askeri araçlar vardı asfalt yolun üzerinde. Herkes ormandan çıkana kadar Sırp askerleri bize insanca davrandı.
Srebrenitsa son sığınağımızdı. Srebrenitsa’ya geldiğimizde yoğun bir Boşnak göçü vardı. Sokaklarda, caddelerde, okullarda yatıyordu insanlar. Yiyeceğimiz yoktu. BM askerleri Srebrenitsa’yı koruma altına aldığında, karanlığın son bulacağını düşünmüştük. Dünyanın burada neler olduğunu gördüğünü sanıyorduk.
Üzerinde “Ölüm Kraliçesi” yazan tank
Önümde bir tank olduğunu ve yaralıların o tankın yanına dizildiğini hatırlıyorum. Tankın üzerinde Kiril alfabesiyle “Ölüm Kraliçesi” yazıyordu. Ormandan çıktıktan sonra polis ve askerler bize kötü davranmaya başladı. Yolu kapatmamamız için bizi götürdükleri bir kilometre ötedeki boş arazide, Sırp komutan “yatın” komutu verdi. Yüzüstü yatmamızı, ellerimizi ise o vaziyette başımızın arkasından kaldırıp alkış tutmamızı ve şunu söylememizi emretti: “Yaşasın kral, yaşasın Sırbistan!” Bin-iki bin kişiydik ve sesimiz vadide yankılanıyordu. Büyük bir koro gibiydik. Tabii herhangi bir yere bakamıyorduk; yüzümüz yerdeydi ve yakınlardan silah sesleri geliyordu. Daha sonra “kalkın, biraz dinlenin” dediler. Kalktığımızda, yaralıların yerlerinde olmadıklarını gördük. Korkuyordum ve kendimi sürekli kalabalığın ortasına atıyordum. Kısa süre sonra bizi götürmek üzere kamyonlar gelmeye başladı. Herkesi kamyonlara almıyorlardı. Sadece arka tarafında küçük bir delik olan son kamyona girmek üzere koşmaya başladım ve nihayet kendimi kamyonun içinde buldum. “Sakın kamyondan inmeyin, arkanızda sivil polisler var” dediler. Bizi arkadan takip eden polisleri görüyorduk zaten. Aslında onlar, kendilerine sivil polis süsü vermiş Sırplardı.
Kamyonda üst üste yattık. Sabah kalktığımda vücudumu hissetmiyordum. Temmuz ayıydı ve çok sıcaktı. Susuzduk, su istiyorduk. Zvornik’e doğru yola çıkarıldık. Başka yerlerden getirdiklerini de bizim konvoya katıyorlardı. Farklı bölgelerden, mesela Potacari’den sürekli yeni otobüsler, kamyonlar geliyordu. Sırp bölgelerinden geçerken, sivil halkın balkonlara çıkarak bizleri izlediğini, kamyon kasasındaki bir delikten bakarak görüyordum. Kimse “biz hiçbir şey görmedik, bilmiyorduk” demesin… Sivil halk bizi görünce bizi kurtarır ümidi taşıyorduk.
14 Temmuz günü büyük bir konvoy haline gelmiştik. Bir ara kamyondaki yerimden doğrulup arkada ne olduğuna bakmak istedim. Arkadaki otobüsün şoförü bana silah doğrultarak yerimden kalkmamamı emretti. O otobüs de Boşnak doluydu. Çok nadiren bize su veriyorlardı. Kafamızı kaldırıyorduk ve dışarıdan ağzımıza iki-üç damla su bırakıyorlardı. Daha sonra, “Güvenliğiniz için kamyonun arka tarafını komple kapatacağız” dediler. Kapattıkları yerde küçük bir delik kalmıştı. Oksijen azaldığı için o delikten nefes alıyordum ve aynı delikten bizi nereye götürdüklerini anlamaya çalışıyordum. Sırp askerleri eğleniyor, içiyor, Sırp çocukları bisiklet sürüyordu. Srebrenitsa’dan 70 kilometre uzakta, Zvornik’e yakın bir köye vardık. Nerede olduğumuzu bilmiyorduk, sadece Zvornik’i geçtiğimizi anlamıştık.
O zamanki düşüncemize göre karşımızda iki ihtimal vardı: Ya bizi Boşnak askerlerine teslim edeceklerdi ya da en büyük toplama kampına götüreceklerdi. Bizi öldürmeyeceklerini düşünmüştük. Çünkü öldürmek isteler bizi bu kadar dolaştırmaz, hemen öldürürlerdi. Fakat onlar açısından her şey çok sistematik ve planlı gidiyordu. İnsanlar o zaman Zvornik ve çevresindeki bölgelerde topluca öldürülüyordu.
14 Temmuz günü, bulunduğumuz kamyon durunca, delikten bakarak bir binanın önüne getirildiğimizi gördüm. Binanın etrafında boş otobüsler vardı. Kamyon kasası kapalı olduğu için, deliği bakmaktan ziyade oksijen almak için kullanıyordum. İnsanlar “Bizi ya öldürün ya da serbest bırakın” diyordu. Susuzluktan idrarımızı içiyorduk. Temmuz sıcağında 200 kişi bir kamyonda, üst üsteydik. Nihayet kamyonu açtılar, bizi döverek indirdiler.
Tek sıra halinde binaya girmemizi emrettiler. Biz geçerken askerler her geçene vuruyordu. Bizi dövmeye doymadıkları için, sırayı durdurup tekrar tekrar dövüyorlardı. Askerlerden biri önümdeki adamı durdurup “Beni tanıyor musun” dedi. Sonradan öğrendim, savaştan önce ikisi iş arkadaşıymış. Adam korkarak “Tabii ki kardeşim, nasıl tanımayayım” dedi. Bunun üzerine, asker silahının dipçiğiyle adamı dövmeye başladı. Diğer askerler de ona katıldı. Adam yürüyemez hale geldiği için yerde sürünerek binaya girdi.
Sırp komutan “yatın” komutu verdi. Yüzüstü yatmamızı, ellerimizi ise o vaziyette başımızın arkasından kaldırıp alkış tutmamızı ve şunu söylememizi emretti: “Yaşasın kral, yaşasın Sırbistan!” Bin-iki bin kişiydik ve sesimiz vadide yankılanıyordu. Büyük bir koro gibiydik.
“Söyleyin bakalım, burası kimin toprakları”
Binaya girdiğimizde askerin biri “Söyleyin bakalım, burası kimin toprakları? Burası Sırbistan toprakları ve her zaman böyleydi” dedi. Ve bunu tekrarlamamızı emretti. “Srebrenitsa kimin, tabii ki Sırpların!” “Zvornik kimin, tabii ki Sırpların!” Böyle sloganlar atmamızı istiyorlardı. Birinci katın en sonundaki sınıfa koydular beni. Okul binası, sınıflar tıklım tıklım doluydu. Sınıfta temiz hava vardı. Kamyonda havasızlıktan ölecektik. Fakat sınıfları kamyonlardan daha fazla doldurdular. 14 Temmuz günüydü. Karanlık çöktüğünde insanları öldürmeye başladılar. Bir kişiyi, on kişiyi, yirmi kişiyi öldürebilirler, ama buradaki herkesi öldüremezler diye düşünüyorduk. Bunu yapmaları için bir sebepleri de yoktu. “Her sınıftan üç-beş kişi çıksın” diye emir veriyorlardı. İnsanlar dışarı çıktıktan sonra silah sesleri geliyordu. Geceyarısına kadar bu böyle devam etti. Nihayet sıra bana geldi.
Bulunduğum sınıfta amcamla karşılaşmıştım. Havasızlıktan birileri camları açmaya çalıştı. Bunu fark eden askerler camları taramaya başladı. Kurşunlardan biri komşumun boynuna geldi ve kimse ona yardım edemedi. Sınıflardaki insanlar aşağıdaki askerlerden su istiyordu. Bazı askerler herhalde vicdanlıydı ki, su gönderiyordu. Doğruyu söylemek gerek: Belki de bazı askerler orada olmak istemiyordu. Ama bazıları da insan öldürmekten zevk alıyordu.
Geceyarısına doğru, hepimizi öldüreceklerini anladık. “Camlardan atlayalım, dışarı çıkalım, hepimizi öldüremezler, belki aramızdan kurtulanlar olur” diye konuşuyorduk. Bazıları ise “Yok yahu, dışarı çıkardıklarını öldürmüyorlar” diyordu. Herkes korkuyordu. Askerler bizi öldüreceklerini anladığımızı anladıktan sonra gelip konuşma yapmaya başladılar. “Hazırlanın, Kızıl Haç gelip değiş-tokuş için isimlerinizi yazacak” diyorlardı. Bunun üzerine aramızdaki bazıları “Bakın, öldürmüyorlar, değiş-tokuş yapıyorlar” demeyi sürdürdü.
Üstüm başım pisti. Hepimiz idrar kokuyorduk. Tuvaletimizi sınıflara yapıyorduk. Birisi bana temiz tişört verdi, Kızıl Haç geliyor diye… Çünkü o pis halimle karşılarına çıkamazdım. Benimle bir kişiyi alacaklardı. Amcam “beraber mi çıkalım” diye sorunca, “hayır, başkasıyla gideceğim” dedim. Koridorda askerler bekliyordu. Askerlerden biri “sadece donunuz kalsın, üstünüzü çıkarın” dedi. Soyunduk. Ellerimizi bağlayıp bizi başka bir sınıfa koydular. Sınıf çok karanlıktı, ama daha önce çıkarılan insanların eşyalarını görebiliyordum. Karanlıkta bir okul arkadaşımın da orada olduğunu fark ettim. Bazı arkadaşlarımız tanıdık askerlerle karşılaşıyordu. Fakat askerleri tanıyanlar da hayatta kalmadı… Bizi tekrar sınıftan teker teker çıkardılar. Ayağımda ayakkabı yoktu, ayaklarıma bir şey yapıştı. Yırtık çoraplarımı çıkarmamı istediler. O zaman ayağıma yapışan şeyin insan kanı olduğunu anladım. Dışarıya çıkınca sağa-sola bakıp ölü insanların yerde yattığını gördüm. O zaman ölüme gittiğimi anladım.
Fakat bizi okulun önünde öldürmediler. Kamyona binecektik. Hızlıca binebilmemiz için kamyonun arkasına bir tahta yerleştirmişlerdi. O tahtaya basarak kamyona bindik. Kamyonun yüklenmesi kısa sürdü. Oturmamızı emrettiler, ama o kadar çoktuk ki, oturacak yer yoktu. Üst üste yığılmıştık. İnsanlar oturamayınca kamyona ateş açtılar ve o sırada yaralananlar oldu. Karanlıkta görmek imkânsızdı, ama inilti ve çığlıklardan bunu anlıyordum. Ellerim arkadan bağlı, dizlerimin üstüne düştüm. Ortalarda bir yerdeydim. Yaklaşık beş-on dakikalık bir yolculuk yaptık. İnsanların kurşuna dizildiği yere ulaşmamız uzun sürmedi.
Kamyon durunca kapıları açtılar ve beşerli gruplar halinde inmemizi emrettiler. Beş kişi iniyor, silah sesleri geliyor, sonra beş kişiyi daha alıyorlardı. Kamyonda ayağa kalktığımda bir adamın ellerini çözmeyi başardığını fark ettim. Bana “senin de ellerini çözeyim mi” dedi. “İstemiyorum, zaten beni öldürecekler” dedim. Ellerini arkada birleştirdi, bağlıymış gibi yaptı, kamyondan aşağıya atladı ve askerleri ittirerek kaçmaya başladı. Öldürüldü.
Kamyonda üst üste yattık. Temmuz ayıydı ve çok sıcaktı. Susuzduk, su istiyorduk. Zvornik’e doğru yola çıkarıldık. Sırp bölgelerinden geçerken, sivil halkın balkonlara çıkarak bizleri izlediğini, kamyon kasasındaki bir delikten bakarak görüyordum. Kimse “biz hiçbir şey görmedik, bilmiyorduk” demesin…
“Seni ve anneni evimde misafir etmiştim”
İnsanlar kamyondan inmek istemiyordu. “Önce su verin, sonra öldürün” diyorlardı. Askerlerden biri “Çıkın, seçme işini bana bırakmayın” dedi. Kamyonun içinden biri o askeri tanıdı ve “Utanmıyor musun, seni ve anneni evimde misafir etmiştim” dedi. “Allahtan korkmuyor musun bu masum insanları öldürmeye?” Asker yanıt vermedi.
Birkaç saniye daha yaşamak için diğerlerinin arkasına saklanmaya çalışıyordum, ama herkes bunu yapıyordu zaten. İçeride kimse kalmayınca, son grupla kamyondan indim. Askerlerden biri “Kendinize bir yer bulun, artık bitirelim şu işi” dedi. Karanlıktı ve kendime ölecek bir yeri nasıl bulacağımı bilemiyordum. Ama birkaç adım ötede, bizden önce kurşuna dizilmiş insanları gördüm. Onların önünde dizimin üstüne çöktüm. O sırada “bir yudum su olsa da içsem” diye düşündüm. Annem aklıma geldi. Beş kişi yan yana dizildik. Askerin biri yatmamızı emretti. Ellerimiz bağlı olduğu için yatamıyorduk. O anda ateş etmeye başladılar.
Büyük bir acı hissettim. Sağ koluma bir, karnımın sağ tarafına da üç kurşun isabet etti. Yüzüstü düşmüştüm, titriyordum. Sağ tarafım çok acıyordu. Barut kokusunu alıyordum. Mermiler yanımdaki taşlara geliyor, o taşlar da yüzüme, boynuma çarpıyordu. Bir dahaki merminin nereme geleceğini merak ediyordum. Yüzüm sağa dönüktü, diğer insanların öldürülüşünü görüyordum. Benden sonraki sırayı arkamıza dizdiklerinde, bir kurşun da sol ayağıma geldi. Çok acıyordu. Bir an önce ölmek istiyordum. Öldürme işini hızlıca bitirdiler.
O zamanki düşüncemize göre karşımızda iki ihtimal vardı: Ya bizi Boşnak askerlerine teslim edeceklerdi ya da en büyük toplama kampına götüreceklerdi. 14 Temmuz günüydü. Karanlık çöktüğünde insanları öldürmeye başladılar. Bir kişiyi, on kişiyi, yirmi kişiyi öldürebilirler, ama buradaki herkesi öldüremezler diye düşünüyorduk. Bunu yapmaları için bir sebepleri de yoktu.
“Vursun beni de kurtulayım”
Askerlerden biri arkadaşına ismiyle hitap ederek “Yova, kimin vücudu hareket ediyorsa bir kurşun daha sık” dedi. Diğeri küfrederek “zaten ölü bunlar” diye yanıt verdi. Yerdeki yaralılar inlemeye devam ediyordu. Bir anda burnumun dibine bir asker botu geldi, gözlerimi kapattım. Sıranın bana geldiğini anladım ve son kurşunu bekledim. Fakat bana değil, yanımda yüksek sesle inleyen adama sıktı. Seken taşlar yüzüme, boynuma geldi. “Her tarafım delik deşik, niye ölmüyorum” dedim kendi kendime. Ama caniler eğleniyor, gülüyor ve diğer kamyonlarla getirdikleri insanları öldürmeye devam ediyordu. Aklımdan askerlerden birini çağırmak geldi. “Gelsin vursun beni de kurtulayım” diyordum. Ama yapamadım. Zaten kan kaybından ölürüm diye düşündüm. Kısa bir süre sonra kamyonlar gitmeye başladı. Asker sesi kalmamıştı. Ölümü atlatacağımı aklımın ucundan bile geçirmiyordum. Bir müddet sonra başımı sola çevirince, ölülerin arasından hareket eden birini gördüm. “Ellerimi çözmeye gel” dedi. “Yapamam” dedim. O durmaksızın “kalk, ellerimi çöz” diyordu, ama yerimden kıpırdayamıyordum. O kadar ısrarla çağırdı ki, kendimi ona doğru yuvarlamaya başladım, yanına kadar gittim. Ellerim onun ağzına denk geldi ve dişleriyle ellerimi çözmeye çalıştı, ama başaramadı. Ben de dişlerimle onun ellerini çözmeye çalıştım, ama onun elleri dört defa bağlanmıştı. Ancak iki tane ipi çözmeyi başarabildim. “Yaralı mısın” diye sordum. “Başımdan vuruldum” dedi. Neyse ki kurşun sıyırmıştı. Askerlerin sıktığı onca kurşundan sadece bir sıyrık almıştı.
Ayağa kalkıp ölülerin üstünden atlayarak kaçmayı başardık. Hemen uzaklaşmalıydık oradan, çünkü tekrar kamyonlar gelecek ve tekrar insanlar öldürülecekti orada, bunu biliyorduk. Sürünerek, yuvarlanarak ilerlemeye başladım. Kamyon gelmeden önce, infaz yerinden 10 metre kadar öteye uzaklaşmayı başarmıştık. İnfaz Zvornik’e yakın bir barajın yanında yapılmıştı. Barajdaki bir kanalın içine atladık. Arkadaşımın tamamen çözemediği ipi kanalın içinde, taşlara sürterek çözmeyi başardım. Derken yeni kamyonlar gelmeye başladı. Onları göremiyorduk, ama silah seslerini, insan çığlıklarını duyuyorduk. Fakat artık kamyonlarla değil, kendi canımızla uğraşıyorduk.
Arkadaşım yaralarımı sardı, sol ayağımı bağladı. Birbirimizi tanımıyorduk. Yaralarımı sardığı sırada kucağında uyuyakalmışım. Günlerdir uyumamıştım ve çok kan kaybetmiştim. Sabahleyin beni uyandırdı, “buradan kaçmamız lâzım” dedi. Bir gün sonra, bir tepede yatıyordum, o da yiyecek ve su bulmaya gidiyordu. Elma, armut, ne buluyorsa getiriyordu. Arkadaşım isminin açıklanmasını istemediği için söylemeyeceğim.
Kamyon seslerini duymaya devam ediyorduk. Arkadaşım “seni 10 metre daha götüreyim, şunu görmen lâzım” dedi. Kepçelerin ölüleri kamyonlara nasıl yüklediklerini gördük. İnsanın her şeyi yapabileceğini o sırada anladım. Yaşama arzumu yitirmemiştim, ama vücudum çok yorgundu. Arkadaşıma “beni bırak, sen devam et, ikimiz bu şekilde hayatta kalamayız” dedim. Cesur bir adam olduğu için beni bırakmak istemedi. Günlerce beni sırtında taşıdı. Bazen su aramaya gittiğinde saatlerce gelmiyordu. “Demek ki beni bırakıp gitti” diye düşünüyordum, ama hep geri dönüyordu. Bana su getirmeyi sürdürüyordu.
Saklanmaya devam ediyorduk. Çünkü ormanlarda operasyon yapan birlikler vardı. Bazen çok yakınımızdan geçiyorlardı. Nerede olduğumuzu bilmiyorduk. Bazen yıkık, terk edilmiş evlerde, bazen de Hıristiyan mezarlıklarında kalıyorduk. Saklandığımız yıkık bir evde elektrik faturası bulunca nerede olduğumuzu anladık. Zvornik yakınlarındaydık.
Dere kenarından sürünerek Sırp askerlerini geçtik ve tesadüfen Boşnak askerlerinin bulunduğu bir köye denk geldik. Dere kenarında yatarken yaşlı bir kadınla erkeğin konuşmalarını duydum. Srebrenitsa’da çok büyük bir trajedi yaşandığını konuşuyorlardı. Kadın “Allah onların cezasını verecek” dedi. Kadın Allah kelimesini kullanınca Müslüman olduklarını anladım. Arkadaşım bana yolu açıyor, ben de arkasından sürünüyordum. O sırada yaşlı kadını gördüm, ama o bizi görmüyordu. Arkadaşım ağaçlıkların içinden onlara “size katılabilir miyiz” diye sordu. Adam “gelin tabii” dedi. Ağaçlıklardan çıkınca bizi gördüler. Arkadaşım siyah tenliydi ve saçları darmadağınıktı. Ben de yaralı ve kanlar içindeydim. Bizi görünce kaçmaya başladılar. Korkulacak haldeydik. Beni kimin götürdüğünü hatırlamıyorum, bir evin bahçesinde uyandım. Yerde yatıyordum ve etrafımda bir sürü kadın ve çocuk ağlıyordu. Bana sürekli su veriyorlardı.
O zamana kadar gözyaşı dökmemiştim. Fakat hayatta kalacağımı anladığım için ağlamaya başladım. Babamın da hayatta kaldığını hissettim. Ama bu doğru değildi. Başka bir yerde öldürülmüştü. Okulda karşılaştığım amcam da öldürüldü. İki sene önce, amcamın kemikleri birbirinden 30-40 kilometre uzakta farklı yerlerde bulundu. Potoçari’deki BM üssüne gitmeye çalışan akrabalarımın da tümü öldürüldü. Annem ve kızkardeşlerim ise hayatta.
Köylüler beni ertesi gün Tuzla’ya, hastaneye götürdü. Tarih 21 Temmuz’du. Meğer ormanda dört-beş gün sürünmüşüz. Bana yıllar kadar uzun gelmişti.
Hastaneye geldiğimde baygındım. Ameliyatlar yapılıyor, ilaçlar veriliyordu. Bense sadece “Dokunmayın bana” diye sayıklıyordum. Kâbus görmeye tedavi sürecinde başladım. Bir gece uyanıp “Beni buradan götürün, burada insanları öldürüyorlar” diye bağırmıştım.
Kurşunlardan biri komşumun boynuna geldi ve kimse ona yardım edemedi. İnsanlar aşağıdaki askerlerden su istiyordu. Bazı askerler herhalde vicdanlıydı ki, su gönderiyordu. Doğruyu söylemek gerek: Belki de bazı askerler orada olmak istemiyordu. Ama bazıları da insan öldürmekten zevk alıyordu.
“Srebrenitsa beni takip ediyordu”
Her şey geçtikten, Srebrenitsa bittikten ve “Artık bunlar konuşulmayacak” dendikten sonra, eğitimime devam ettim. Tuzla’da lise ve üniversiteyi bitirdim. “Artık Srebrenitsa diye bir şey yok” diyordum, ama bu kolay değildi. Srebrenitsa beni takip ediyordu. Hastanedeyken uluslararası TV kanalları, yabancı gazeteciler yanıma geliyordu, “Beni yalnız bırakın” diyordum. Yirmi sene bu konuda ağzımı açmadım. Sadece Lahey’deki Adalet Divanı’nda şahitlik yaptım. Psikiyatristime gidip gelirken, bu olayı unutamayacağımı, bununla yaşamam gerektiğini anladım.
Annem ve kızkardeşlerimle iyi bir hayatımız yoktu tabii. Babam yok, annemin kardeşleri, amcalarım, akrabalarım öldürüldü. Savaş sonrasında çok kötü durumdaydık. Annem psikolog desteğiyle bunu bir şekilde atlattı. Hepimiz bir şekilde psikolojik sorunları atlattık. Kızkardeşlerim de üniversiteyi bitirdi, evlendi. Bosna’da yaşıyorlar, Srebrenitsa’da yaşamamalarına üzülüyorum.
Gelelim beni ölümden kurtaran arkadaşıma… O artık yurtdışında. Beni de çağırdı oraya. Kaldığı yerin belediye başkanına benden bahsetti. Oraya gitmek için yapmam gereken tek şey, elçiliğe gidip bazı evrakları doldurmaktı. O ülkeye gidebilirdim. Ama gitmemek için hep bahaneler buluyordum. O da doğal olarak bana kızıyordu. 2007’de Tuzla’da iktisat fakültesini bitirdikten sonra, Srebrenitsa’ya dönmeye karar verdim. Ailem içinde buraya dönen tek kişiyim. Aslında bütün bu olanlardan sonra Srebrenitsa’da kalabileceğimi hiç düşünemiyordum. Ama beni buraya ne olduğunu tam olarak bilemediğim bir şey çekiyordu.
Srebrenitsa’da, devlet tarafından desteklenen bir firma geri dönenlere iş veriyordu. Orada çalışmaya başladım. Sırplar ve Boşnaklar birlikte çalışıyordu; bir sene dayanabildim. Çok kötü tecrübelerim oldu. Srebrenitsa’yı terk etmeyi düşünürken şimdiki eşimle tanıştım. Üç kızımız var. Hâlâ burada yaşıyoruz. Bu çocukların Srebrenitsa’da yetişmesi önemli. Srebrenitsa sizler açısından bir tarih olabilir, bizim için öyle değil. Kendimi başka bir ülkede yaşayan biri olarak düşünemiyorum. Düşünün, burada bütün ailenizi öldürmüşler ve siz başka bir yere kaçıyorsunuz… Başka bir ülkede fiziki olarak belki hayatta kalabilirim, ama psikolojik olarak yenilirim. Belki de burada kalmak benim için bir terapidir.
Srebrenitsa dendiğinde herkes susma hakkını kullanıyor. Sırplara bakıyorum, katliam yapanlara bakıyorum, kimse “evet biz yaptık” demiyor. Herkes reddediyor. Ben de yirmi sene sustum ve sonunda konuşmaya karar verdim. Hak-hukuk için savaşmamız gerektiğini anladım. Savaş döneminde hayatta kalmak için ne kadar mücadele ettiysem, şimdi de hak ve hukuk için o kadar çabalamam gerektiğini biliyorum. Bu şehre döndüm ve başımı öne eğmeden “burada yaşıyorum” diyebiliyorum.
İngiltere’de bir üniversite bana fahri doktora verdi. Kızlarımla birlikte Londra’ya gittim bu sene. Londra’dan üniversite öğrencileri sürekli geliyor, onlarla konuşuyoruz. Tabii trajediyi kendimizi acındırarak anlatmıyorum. Normal bir şekilde konuşuyoruz. Ama şunu anladım: Kötülüğü yenmek için konuşmamız, mücadele etmemiz lâzım.
İki-üç senedir çeşitli ülkelerde, üniversitelerde konuşmalar yapıyorum. Bana soruyorlar: “Peki bu soykırımı neden yaptılar?” Amaçları bu toprakları almaktı. Fakat Sırplar bugün hâlâ “Bu yapılan Müslümanların bir oyunuydu” veya “onlar teröristti” diyor. Elbette bu söylemler bende, ülkemi daha fazla sahiplenme duygusu yaratıyor. Mesela bir TV kanalı gelmişti. Onları köyüme götürdüm, Sırp ve Boşnak çocuklarının bir zamanlar birlikte eğitim gördüğü, ama şu an boş olan köy okulumu gösterdim onlara. Sırp bölgelerinden geçerken de üzülüyorum, çünkü artık oralar da bomboş.
Srebrenitsa dendiğinde herkes susma hakkını kullanıyor. Sırplara bakıyorum, katliam yapanlara bakıyorum, kimse “evet biz yaptık” demiyor. Herkes reddediyor. Ben de yirmi sene sustum ve sonunda konuşmaya karar verdim. Savaş döneminde hayatta kalmak için ne kadar mücadele ettiysem, şimdi de hak ve hukuk için o kadar çabalamam gerektiğini biliyorum.
“Siyasetçiler soykırımı kabul ederse, sıradan vatandaşlar da kabul eder”
Elbette sıradan insanlar, Sırplar bize neler yapılacağını biliyor, ama buna itiraz etmeye korkuyorlardı. İşleri, mevkileri ellerinden giderdi. Sırp bir vatandaş bana “biliyorum, çocukları öldürüyorlardı” demişti. Bir Sırp mühendisle karşılaştık, bana “Ah Nedzad, ne oldu sana böyle? Bir ara bunu konuşalım” dedi. Bunlar sıradan insanlar. Ama bunların üstünde siyasetçiler var ve soykırımı esas reddeden de siyasetçiler. Soykırımı kabul ederlerse, kendilerine karşı bir iş yapmış olurlar. Ama onlar soykırımı kabul ederse, sıradan vatandaşlar da kabul eder.
Bazı Avrupalı liderler buraya gelip konuşmalar yapıyor, “bu olayları unutmanız gerekiyor” diyorlar. Nasıl unutabiliriz? Katliamı, ölümleri nasıl kabullenelim?
Kızım bu sene ilkokula başlayacak ve bu yaşananları hiçbir zaman okulda öğrenemeyecek. Çünkü siyaset bunu onaylamıyor. Bana, kendimi nasıl hissettiğimi soruyorlar. Hitler Yahudi soykırımının tek sorumlusu ilan edilse, bir Yahudi ne hissedecekse, ben burada öyle hissediyorum. Savaş zamanında BM, Srebrenitsa’yı güya koruma altına almıştı, ama Sırplara en fazla yardım eden onlar oldu. BM askerleri buraya geldiklerinde kurtulacağımızı sanıyorduk. Meğer buradaki katliamı izlemeye gelmişler. Srebrenitsa girişinde gördüğünüz devasa şehitlik hem Avrupa’nın hem Sırpların aynasıdır. Kendilerini o mezarlıkta görebilirler.
Bu sene BBC benimle röportaj yaptı. “Bunca şeyden sonra barış mümkün mü” diye sordular. Siz de kendinize şunu sorun: Bir taraf tüm ailenizi öldürdü, ama bunu reddediyor. Sizce barış mümkün mü? Onların bana yaptıklarını ben onlara yapamam, bunu biliyorum. Belki sizi hayal kırıklığına uğratacağım, ama barış bana çok zor görünüyor. Adalet yok. Halamın eşi ve üç oğlu öldürüldü. Hayatı onların kemiklerini arayarak geçti. Oğullarından birini bulamadan öldü. Biz hâlâ halamın oğlunu aramaya devam ediyoruz.
Elbette sıradan insanlar, Sırplar bize neler yapılacağını biliyor, ama buna itiraz etmeye korkuyorlardı. İşleri, mevkileri ellerinden giderdi. Sırp bir vatandaş bana “biliyorum, çocukları öldürüyorlardı” demişti. Bir Sırp mühendisle karşılaştık, bana “Ah Nedzad, ne oldu sana böyle? Bir ara bunu konuşalım” dedi
“Çocuklarımın kin duymasını istemiyorum”
Savaşı sıradan insanlar çıkarmadı. Bunu tepedekiler yaptı. Belediye başkanımız bir Sırp. Avrupa’dan gelen öğrenciler “Srebrenitsa belediye başkanının Sırp olması senin için önemli mi?” diye soruyor. Bu benim için sorun değil. Ama “burada bana, barış isteyen ve soykırımı kabul eden bir Sırp siyasetçi bulun” diyorum. Öyle biri yok. Soykırımı kabul etmedikleri gibi, Lahey’in verdiği kararları da reddediyorlar. Oysa o kararları uluslararası yargıçlar verdi, ben vermedim. O kararlar beni de hayal kırıklığına uğrattı, benim de içimi soğutmadı. Fakat o kararları bile reddediyorlarsa, barış mümkün mü?
Srebrenitsa’da arabayla dolaşırken kızlarım sürekli “baba bu niye böyle, şu niye şöyle” diye soruyor. Bazen yalan söylüyorum, çünkü hikâyeyi bilmeleri gereken yaşta değiller. Bazen aynı yerde, aynı soruyu soruyorlar, ama ilk verdiğim yanıtı hatırlamadığım için başka bir hikâye uyduruyorum. Fakat çocuklar unutmuyor, “Hayır baba, daha önce böyle dememiştin” diye itiraz ediyorlar. Bunun üzerine doğruları söylemeye karar verdim. Tabii çocukların anlayabilecekleri şekilde anlatıyorum. Çocuklarımın nefretle büyümemesi benim için gurur verici olacak. Onların kin duymasını istemiyorum. Savaşı yaşayan nesiller için değil, çocuklar için korkuyorum. Çünkü eğitim sistemi değişiyor, Sırp ve Boşnak okulları ayrılıyor. Nefreti doğuracak bu tür sebeplerden korkuyorum. Tekrar ediyorum, çocuklarımı Sırplardan nefret etmeyecekleri şekilde büyütürsem, benim için büyük bir kazanç olacak. Zaten bir defa hayatı kazandım, şimdi de onların nefret etmemesini sağlamaya çalışmalıyım. Bunu kazanmalıyım.
Eylül 2017 tarihli Express’in 155. sayısından.