DEMOKRASİ KONFERANSI / EKONOMİDE DEMOKRASİ ALANI –I

Söyleşi: Elvan Kıvılcım
19 Eylül 2021
SATIRBAŞLARI

Siyaset uzmanları Türkiye’de halkın siyasal tercihlerini öncelikle ekonomik şartların belirlediğini ve demokratik hakların öncelikler arasında alt sıralarda geldiğini iddia eder hep. Oysa siz alan isminizi Ekonomi değil, Ekonomide Demokrasi olarak belirliyorsunuz. Neden?

Mert Büyükkarabacak

Mert Büyükkarabacak: Ekonomide işler yolundaysa toplumun geniş kesimleri açısından demokrasi bir şey ifade etmiyor mu?” sorusu tartışmaya değer bir soru, ama şurası çok açık: Ekonomik sorunlar, ekonomik öncelikler çok belirleyici ve ekonomik sorunlara halkçı çerçevede çözümler üretmeyen demokratik programlar günümüzde güçlü bir karşılık bulma şansına sahip değil. Dolayısıyla, bugün içinde yaşadığımız dönemde bir demokratikleşme ihtiyacındaysak, bu ihtiyacın ancak ve ancak güçlü bir ekonomik programla birlikte toplumun geniş kesimlerinden karşılık bulabileceğini düşünüyoruz.

Şu anda iktidarın toplumsal desteğinde ciddi bir çözülme var. Bize göre, bu çözülme büyük oranda pandemi öncesinde başlayan iktisadi krizin pandeminin etkileriyle şiddetlenmesinden kaynaklanıyor. Çeşitli araştırmalar AKP’den kopan kesimlerin özellikle emekçiler olduğunu gösteriyor.

Dolayısıyla, bugün kendilerini demokrasi güçleri olarak tanımlayan kesimler ortaya güçlendirilmiş parlamenter sistem gibi, esasında kurumsal restorasyonu tarif eden bir dönüşümün dışında bir proje ortaya koyamazsa, yani toplumsal kesimlerin üretilen zenginlikten daha fazla pay almalarını sağlayacak, onlara güvence sunacak, neoliberalizmin yarattığı yıkım karşısında onları destekleyecek bir çerçeve sunamazsa, bu demokratikleşme projesinin kadük kalacağını düşünüyoruz. Toplum yaşadığımız bu politik krizi demokratikleşmeyle aşma şansını da bu şekilde kaybedebilir. Dolayısıyla, Demokrasi Konferansı’nın Ekonomide Demokrasi alan çalışmasında, demokratik taleplerle ekonomik taleplerin sentezlenmesini ve bunların birbirinden ayrılmazlığının altının çizilmesini görev bildik.

Ekonomide demokrasiyle toplumsal demokrasi iç içe geçmiş iki kavram. Tek başına ne ekonomik eşitlik ne de politik eşitlik eşit yurttaşlığı getirir. Bir öncelik sıralamasına da koyamayız bu iki kavramı, iç içe geçmişlerdir.

Haluk Levent: Bu meseleye ışık tutabilir diye Kojin Karatani’nin Metis’ten çıkan iki kitabından, Dünya Tarihinin Yapısı ile İzonomi ve Felsefenin Kökenleri’nden söz edebiliriz. Karatani’nin bahsettiği “izonomi”kavramı İyonya’da herkesin yasalar karşısında eşit olduğu bir düzeni tarif ediyor, yöneten ve yönetilen bu sistemde tamamen özdeş kabul edilir. Zaman içinde izonominin karşıtı olarak Atina Demokrasisi gelişiyor. Demokrasiyi “demos”un, yani halkın egemenliğini esas aldığı ve izonominin öngördüğü tam eşitliği kabul etmediği için Atina demokrasisi ve genel olarak demokrasi bu eşitsizliği, yani eşit olmayan yurttaşların varlığını baştan kabul ediyor. Bu eşitsizliğin verili kabul edilmesi ise yeniden dağıtım politikalarıyla eşitsizliğin bir ölçüde azaltılması ihtiyacını ortaya çıkarır. Burada esas amaç, hâkim güç gruplarının mülkiyetlerini bir parça sınırlandırarak yeniden dağıtım programlarıyla yoksulların sistemik risk oluşturmasını engellemektir. Demokrasi bize iyi bir şey gibi geliyor, ama esasen temel hedefimiz eşit yurttaşlık olmalı.

Haluk Levent

İktisadi alanda eşitliğin sağlanması hedefine ulaşmak için eşit yurttaşların toplumsal ve politik hayata katılımını sağlamak çok önemli. Bu çerçevede ekonomide demokrasiyle toplumsal demokrasi iç içe geçmiş iki kavram olarak görülmeli. Ekonomide demokrasi önemle vurgulanması gereken ve iktisadi meselelere katılım kadar politik meselelere katılımın da altını çizen bir kavram. Tek başına ne ekonomik eşitlik ne de politik eşitlik eşit yurttaşlığı getirir. Bir öncelik sıralamasına da koyamayız bu iki kavramı, iç içe geçmişlerdir.

Monarşi ve oligarşinin “arşi”sine –Fransızca ve İngilizcede “yönetim, iktidar” eski Yunancadaki “önderlik, egemenlik” anlamına gelen sözcükten türetilmiştir– karşı demokrasinin, yani “demos”un, halkın, “krasi”si –Fransızca ve İngilizcede “iktidar”, eski Yunancadaki “güçlü, muktedir” anlamına gelen sözcükten türetilmiştir– çoğunluğa, çoğunluğun egemenliğine vurgu yapar, oysa biz çoğulculuğu ve birlikte eşit olarak varolmayı savunmalıyız.

Mustafa Durmuş: Ekonomiyle siyaset bir madalyonun iki yüzü gibidir, birbirlerinden ayrılamazlar, hep öyle olmuştur. Hangisi diğerini belirler tartışmasından öte, birbirini çok etkileyen iki yan var. Siyaseti demokratikleştirmek istiyorsanız, bunu sürdürebilir kılmanız için ekonomiyi de demokratikleştirmeniz gerekiyor. Ama “ekonomide demokrasi” derken ne anlıyoruz? Sadece ekonomide eşitlik mi, eşit yurttaşlık mı yoksa karar alma mekanizmasına katılımcı biçimde katılma, bunun mülkiyet ilişkileri, kaynak tahsisi mi? Bunların hepsini tartışıyoruz grubumuzda.

Altını çizmemiz gereken şey şu: bu tartışma sadece bugüne ilişkin değil, aynı zamanda geleceğe dönük bir projenin parçası. Yani sadece bugünün verili durumundan hareketle ülkedeki ya da dünyadaki –başta iktisadi felâketler olmak üzere– felâketleri konuşmuyoruz, ekonomide demokrasiyi konuşurken bir geçiş programı öneriyoruz. Bizi sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma götürebilecek bir ara duraktan bahsediyoruz.

Mustafa Durmuş

İşte o ara durağın ekonomik altyapısının ne olması gerektiği üzerinden türetilmiş bir kavram “ekonomide demokrasi”. Bu kavramın şöyle bir iddiası var: ne kapitalist ekonomilerin görünmez eline, yani piyasalar ve fiyat mekanizmasına ne de geçmişte yaşadığımız reel sosyalizmin becerikli bürokratlarına sıcak bakıyor. Bu ikisine de karşı çıkıyor ve bu ikisinin, özellikle de reel sosyalizmin deneyimlerinden yola çıkarak bir yol haritası ortaya koyuyor.

Buna ister devrimci demokrasi ister sosyalist veya radikal demokrasi deyin, bunun iktisadi alandaki uygulamasıyla somutlaştırmaya çalıştığımız bir kavramdan bahsediyoruz. Yani bir geçiş programımız var ve bu geçiş programının en temel kavramlarından biri ekonomide demokrasi.

Tebliğinizde demokratik bir Türkiye’de ekonomi yönetiminin nasıl olması gerektiğini ve bu demokratik ekonomi modeline geçiş programını 11 ana başlıkta sıralıyorsunuz. Bu başlıkları belirlerken nasıl bir yol izlediniz?

Büyükkarabacak: “Ekonominin Demokratikleştirilmesi” çalışmasına yön vermek amacıyla ilk olarak “Demokratik Ekonomi Programını Yaratmak” başlıklı bir rapor oluşturduk. Orada bir durum tespiti, küresel ekonomi ve Türkiye ekonomisiyle ilgili bir okuma ve 11 başlıktan oluşan bir program önermesi var.

Programdaki vergi tartışması, mülkiyet tartışması, temel gelir meselesi gibi başlıkların hepsi çok önemli, ama eminim eksik kalan birçok başlık vardır. Konferansta tebliğimiz ilgi çekti, beğenildi, bu da bizi çok mutlu etti. Sol adına ekonomi alanında bir söz söylemiş ve ortaya bir program nüvesi koymuş olduk. Bu nüve geliştirilmeye çok açık ve birçok yönden geliştirilmesi gerekiyor. Bitmiş bir sürecin ifadesi değil, daha ziyade bir başlangıcın ifadesi.

Aslında bu tebliğin bir çağrı olarak görülmesini istiyoruz, çünkü emekçilerden yana daha eşitlikçi bir dünya isteyen insanlar bizim konferansımızdaki ekiple sınırlı değil, bu konuya yoğunlaşan geniş bir kesim olduğunu biliyoruz. Ancak ekonomi sadece uzmanların, teknokratların üzerine konuşacağı bir konu değil. “Ekonomide Demokrasi” başlığının bir diğer iması da ekonomi programının doğrudan emekçilerin ihtiyaçlarından ortaya çıkması gerekliliği.

Ekonomide demokrasiyi konuşurken bir geçiş programı öneriyoruz. Bizi sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma götürebilecek bir ara duraktan bahsediyoruz. O durağın ekonomik altyapısının ne olması gerektiği üzerinden türetilmiş bir kavram “ekonomide demokrasi”.

Demokrasi İçin Birlik’in (DİB) daha önce başlattığı temel gelir çalışması da çalışmamız açısından önemliydi. DİB’in “Temel Gelir Yaşatır” kampanyasının Demokrasi Konferansı kadar geniş spektrumda destekçileri var. Sosyalist partiler, kent konseyleri, anti-kapitalist Müslümanlardan da destek alan bir düşünsel hazırlığın üzerine ekonomide demokrasi çalışması geldi.

Herkül, Erimantos Dağı domuzu ve Kral Euristeus, amfora üzerinde detay, MÖ 6. yüzyıl.

Bu hazırlığı da büyütmek istiyoruz, çünkü biliyoruz ki aynı meseleye farklı yönlerden yaklaşan bilim insanları var. Hem onların hem de sendikaların katkılarını heybeye kattığımız bir süreci birlikte örgütleyebiliriz. Mesela KESK’in son yürüyüşünde temel gelir talebini sahiplenmesi ve bu talebin güçlü biçimde sokaklarda ifade edilmesi çok önemliydi. Somut, uygulanabilir, güncel ve emekçilerin gündelik sorunlarını çözebilecek projelere ve böyle bir programa ihtiyacımız var.

Durmuş: Yapılanlar sadece bu tebliğle sınırlı değil, bunun bir mutfağı var ve orada çok daha geniş bir hazırlık söz konusu. O mutfakta bizler varız, ama dışarıdan yeni katılımlar da var. “Bize şu ana kadar kimsenin söylemediği yeni şeyler mi söylüyorsunuz?” diye sorarsanız, hem evet hem hayır. Çünkü aslında ne söyleyeceğimiz belli, ama Marx ve Engels’den bu yana ortaya konmuş çalışmanın, metodolojinin, felsefenin günümüze kadar süzülmüş hali bu ve biz bunu verili Türkiye gerçekleri karşısında ete kemiğe büründürmeye çalışıyoruz. Hem kapitalizmin başarısızlıklarından hem de reel sosyalizmin başarısızlıkları ve çöküşünden dersler çıkararak ne yapılması gerektiğini anlatmaya çalışıyoruz. Bu programla aslında siyaset kurumlarına “Alın size alternatif bir program, hep beraber bunu halka sunalım” diyebilmeyi hedefliyoruz.

Türkiye’de mevcut iktidarın ekonomi politikalarına yönelik eleştirilerin odağında yolsuzluk, ekonomik kaynakların kötü yönetimi ve kamusal varlıkların yabancılara satılması yer alıyor. AKP oyları eriyor deniyor ama, anketlerde AKP hâlâ birinci parti. MetroPOLL’den Özer Sencar’a göre, bunun nedeni, muhalefetin ekonomiyi daha iyi yöneteceği konusunda halkı ikna edememiş olması. Siz bu çelişkiyi nasıl açıklıyorsunuz?

Büyükkarabacak: AKP’nin ortaya koyduğu ekonomik perspektif, inşaatı ve altyapı yatırımlarını, düşük faizi ve bunun üzerinden halkı borçlandırmayı esas alan bir çerçeve. Fakat kamuoyunda ekonomiyle ilgili tartışmanın parametrelerini hâlâ AKP belirliyor ve muhalefet bunların dışında yeni bir parametre ortaya koyamıyor. Neticede şunu görüyoruz: Hem iktidar hem de muhalefet aslında aynı egemen sınıfın farklı kanatlarının hassasiyetlerini koruyor ve tartışmayı bu çerçevede tutuyor.

Bizim gibi aşağıdan demokrasi talep edenlerin tam da bu çerçeveyi aşması lâzım. Mesela, planlamayı tartışmamız lâzım. Üniversite mezunları işsiz, çünkü yönlendirildikleri fakülteler ekonominin ihtiyaç duyduğu sektörlere yönelik değil. Tam da burada bir merkezi planlama gerekiyor, ama yapılmıyor, insanların işsiz kalacağı fakülteler hâlâ çok sayıda mezun vermeye devam ediyor, çünkü o işsizler o sektörlerdeki ücretleri aşağıya çekiyor. Mesela, tarım fecaat durumda, plansızlık had safhada, ekilemeyen topraklar giderek artıyor, ama bu tartışma konusu olmuyor.

Güvencesizlik, genç işsizliği, kadınların istihdama katılamaması devasa sorunlar olarak karşımızda dururken Merkez Bankası’nın faizleri indirip indirmeyeceği üzerinden bir ekonomi tartışmasına sıkışıp kalmışız ve hem iktidar hem muhalefet tartışmayı burada tutuyor, çünkü bu tartışma sınıf meselesini görünmez kılıyor. Sınıf meselesini görünür kılan, yani gelir dağılımı adaletsizliklerini, paylaşım sorunlarını, toplumun bir kesiminin ürettiği üzerinde zerre kadar söz sahibi olamamasını, işyerlerindeki demokrasi eksikliğini görünür kılan, bu tartışmanın bütün farklı parametrelerini ortaya koyan ve ekonomiyle ilgili tartışmayı teknik bir tartışma olmaktan çıkaran, toplumsal hayatın kendisi kılan bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Bizim yapmaya çalıştığımız da bu.

Sol adına ekonomi alanında ortaya bir program nüvesi koymuş olduk. Bu nüvenin birçok yönden geliştirilmesi gerekiyor. Bitmiş bir sürecin değil, bir başlangıcın ifadesi. Aslında bu tebliğin bir çağrı olarak görülmesini istiyoruz.

Mesela, artık istihdam ve gelir arasındaki ilişkinin kopmasından ve otomasyonun insanları işsiz bırakmasından yola çıkarak şunu tartışmamız gerek: İstihdam koşulları bu kadar sınırlanmışken, bizim gelire ulaşma ve emekli olma gibi hakları hâlâ istihdam üzerinden tartışmamız mümkün mü veya uygun mu? Pandemi çok açıkça bunun uygun olmadığını gösterdi. Bizim temel rolümüz kamusal alanda ekonomiyle ilgili tartışmanın parametrelerini değiştirmek olmalı.

Levent: Verili duruma bakarsak, birincisi, pandemi, yangınlar, seller; bütün bunlar bize gösterdi ki, iktidarın yönetme kapasitesi yok, kurumsal kapasitesi sıfır. Gerçekten duvara toslama halindeler. İkincisi, bu kurumsal kapasite eksikliğinin ötesinde, ekonomik olarak çok ciddi yapısal problemler var. Örneğin, işletmelerin önemli bir bölümü asgari ücret ödeme kapasitesinden yoksun. Türkiye ekonomisi böyle bir ciddi problemle de karşı karşıya.

Peki, buna ana akım muhalefet ne diyor? “Bu kurumsal kapasite yıkımını ortadan kaldırırsak, yani biz iktidara gelirsek pek çok şey yoluna girer.” Haklılar mı? Evet, bir sürü şey yoluna girebilir. Dışarıdan kredi muslukları açılır, büyük bir uluslararası destek oluşur, AB gibi eski ve işlevsel ekonomik çıpalar tekrar etkinleşir, birtakım makro dengeler tekrar yerine oturabilir.

Ama bu türden bir dengenin sürdürülme ihtimali artık yok, çünkü bugünkü uluslararası ekonomik çevre 2000’lerin başındaki gibi değil. Bugün çok görünür, çok yakıcı, ölümcül bir iklim krizi, ekolojik bir yıkımla karşı karşıyayız. 2000’lerin başındaki gibi bir büyüme ortamında değiliz. Büyümeyi sınırlandırmaktan öte, büyümeme, yani de-growth politikalarının zamanı geldiğinden söz ediliyor artık.

İkincisi, teknolojik gelişmelerin yarattığı büyük bir kapasite var ve bu kapasite üretim sürecini radikal şekilde dönüştürüyor. Genç işsizliği yüzde 35’lere vardı. Gençlerimizin sadece üçte biri iş bulabiliyor ve bulduğu işin kalitesi hiç tartışılmıyor bile, çünkü o işler de çok kötü kalite. Gençlerin üçte biri okulda, ama o okulların da kapasitesi çok şişti. Bu eğitim sistemi içinde herhangi bir beceri veya vasıf kazandıklarından bahsetmemiz çok zor. Kalan üçte bir ise ne işte ne okulda. Bunu karşı karşıya olduğumuz en büyük toplumsal problem olarak görmek gerekir.

Gençler özelinde böyle bir durum varsa, işsizlik oranı yüzde 5’e düşse ne olacak? Dahası, teknolojik gelişmelerle beraber, beyaz yakalıları da içine almaya başlayan çok ciddi ve önemli bir istihdam kalitesizliği problemiyle karşı karşıyayız. Güvencesizlik sorunu diye bas bas bağırıyor insanlar. Bugünkü kalitesiz işlerde çalışanların yarın o kalitesiz işte kalacağının bile garantisi yok. Bunlar teknolojinin etkileri belki, ama teknoloji objektif olarak bütün insanların rahat koşullarda yaşaması için gerekli üretim tabanını oluşturur.

Objektif olarak bu rahat koşulları sağlayacak bir üretim tekniği kapasitesi var, ama toplumsal örgütlenme yanlış. Küresel ölçekte baktığımızda da çok net olarak ortada bu. İktidarın ekonomi politikaları da muhalefetin yaklaşımı da aynı kapıya çıkıyor, çünkü ikisi de sürdürülebilir değil. Dolayısıyla, bir üçüncü yola ihtiyacımız var. Demokrasi Konferansı’nın tartışma başlıklarını hep beraber ilerleterek varmalıyız üçüncü yola. Bizim bunu somut olarak göstermemiz lâzım.

Sadece bir örnek vereyim. Türkiye İşçi Partisi’nin 1978’de yayınladığı yüzlerce sayfalık bir broşür var: Demokratikleşme İçin Plan. O zamanki koşullarda 100’den fazla bilim insanı oturmuş, girdi-çıktı tabloları hazırlamış, her sektörde ne kadar yatırım yapılacak hesaplayıp beş yıllık plan yapmış. Bu, DPT’nin o zaman sahip olduğu kapasitenin bile üzerinde. Düşünün, yüzlerce sayfalık bir kitabı broşür adı altında basmış o dönemde TİP. Bu somutlukta bir çalışma 1978’de yapılabiliyorsa bugün de yapmamız gerekiyor, üstelik şimdi daha fazla kapasitemiz var.

Durmuş: Burada tam da bir ideolojik kavgayı konuşuyoruz. Şimdi sadece faiz oranlarını, enflasyonu, en fazla 128 milyar doların nerede olduğunu konuşuyoruz, ama muhalefetten gelen sistemik bir sorgulama asla yok. İktisat da zaten halk tarafından emek örgütlerinde konuşulmuyor, hatta yıllardır iktisat anlaşılması zor bir bilim dalı olarak algılandığı için insanlar, özellikle de solcular iktisattan uzak durmuşlar.

Üniversitelere bakalım, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de üniversitelerde liberal iktisat ya da onun biraz Keynesyen versiyonu okutulur. Buralardan yola çıkıp sistemi sorgulama şansımız olamaz. Biz ne yapmaya çalışıyoruz? Bu baş aşağı duran iktisadı ayaklarının üstüne dikmeye çalışıyoruz.

Ekonomiyle ilgili tartışmanın parametrelerini hâlâ AKP belirliyor ve muhalefet bunların dışında yeni bir parametre ortaya koyamıyor. Hem iktidar hem muhalefet aynı egemen sınıfın farklı kanatlarının hassasiyetlerini koruyor ve tartışmayı bu çerçevede tutuyor. Aşağıdan demokrasi talep edenlerin bu çerçeveyi aşması lâzım.

Doğru soruları, asıl soruları sorarak bunu yapmaya çalışıyoruz: Halkın çıkarları nerede, üretimi ve üretim ilişkilerini nasıl değiştirmeliyiz, etkinliği, adaleti nasıl kurmalıyız, nasıl bir işyeri örgütlenmesine gitmeliyiz? Bir yandan siyasette katılımcı demokrasiyi kurarken ekonomide demokrasiyi nasıl örgütlemeliyiz?

Tüm bunları tartışırken bir ideolojik savaş veriyoruz aslında. Egemenlerin ideolojik hegemonyasına karşılık kendi hegemonyamızı kurmak zorundayız. Biz de karşı hegemonyayı nasıl kurarız diye düşündük ve buradan yola çıktık.

2008’de tüm dünyayı etkileyen küresel finans kriziyle neoliberal kapitalizmin dünya çapında istikrarsızlaşması ile Türkiye’de 2015 sonrası derinleşen otoriterleşme arasında doğrudan bir bağ kuruyorsunuz. Tebliği okuyanlar şunu düşünebilir: Bu coğrafyada otoriter yönetimler çok önceden beri var olageldi, Türkiye’de de darbelerle benzer otoriterleşme dönemlerini defalarca yaşadık. Küresel ekonomik krizle Türkiye’nin otoriterleşmesi arasında nasıl bir doğrudan bağ var?

Büyükkarabacak: 1990’larda, özellikle reel sosyalizmin yıkılması sonrasında, liberal kapitalizmin dünyanın ulaşacağı son nokta, tarihin sonu olduğu savlarından ve Türkiye’nin de AB’yle bütünleşerek demokratikleşeceği beklentilerinin ardından, önce 2008 kriziyle, 2013 sonrasında da küresel ölçekte hızlanan bir demokratik gerileme ya da otoriterleşmeyle karşılaştık.

ABD’de Trump hükümeti bunun şahikasını oluşturdu. Avrupa’da Orban hükümetinde, Brezilya’da, Filipinler’de, dünyanın birçok yerinde gördüğümüz bu durumun Ortadoğu’nun geleneksel trendleriyle aynı şey olduğunu düşünemeyiz, çünkü Ortadoğu’da 2008 sonrasında Arap Baharı adı verilen ve uzun zamandır görülmedik ölçüde enternasyonalist bir zeminde gelişen hareketlenmeler yaşanmıştı. Tunus’taki ayaklanma Mısır’dakini, Mısır’daki Yunanistan’ı, Yunanistan’daki Türkiye’yi tetikledi, Türkiye de Brezilya’yı harekete geçirdi.

Aslında otoriterleşme ya da sağ popülistleşme veya neo-faşistleşme dediğimiz şey bu küresel hareketlenmelere bir yanıttı. Egemen sınıflar neoliberal programda ısrar edeceklerse demokratik parametreler içinde toplumları yönetebilme kapasitelerinin ortadan kalktığını gördüler. Büyük isyan dalgalarıyla karşı karşıya kalmışlardı.

Fakat bu isyanlar olgunlaşamadı, bizim önerdiğimize benzer bir geçiş ekonomisini savunan politik aktörlerle buluşamadı ve bir özgürleşme olanağı yaratamadı. Kaplanın kuyruğunu yakaladığınız halde onu alt edemezseniz, o kaplanın geri dönüp size saldırması çok sert olabiliyor. 2013’te Gezi’den sonra yaşadığımız tam da bu aslında. Otoriterleşme eğilimindeki bir toplumsal aktöre karşı çok net bir demokratik irade ortaya sergiledik, ama onun yerine ne koyacağımız konusunda kafamızı hızla netleştiremediğimiz için o aktörün 2015 sonrasındaki geri dönüşünün sonuçlarını çok ağır şekilde yaşadık.

TİP’in 1978’de yayınladığı yüzlerce sayfalık bir broşür var: Demokratikleşme İçin Plan. 100’den fazla bilim insanı oturmuş, beş yıllık plan yapmış. Bu, DPT’nin o zaman sahip olduğu kapasitenin bile üzerinde. Bu somutlukta bir çalışma ‘78’de yapılabiliyorsa bugün de yapmamız gerekiyor.

Bizimki gibi ülkelerde neoliberal ekonomi politikaları, bu tarz otoriteryen rejimler dışında, daha demokratik bir rejim tarafından zaten yürütülemez. Aslında küresel ölçekte olan da budur. Trump iktidarı da ABD’de 2008 krizi sonrası yaşanan park isyanlarıyla ilişkilidir. Bu, küresel finans kapitalin bize verdiği bir yanıt. Dolayısıyla, bugün bu yanıtın kendisinde yaratacağı tahribatı gören ve “Bu şekilde sürdürebilir miyiz?” diye soran egemenler de bir arayışta.

Faşizm egemen sınıflar açısından da istikrarsızlık yaratan bir rejimdir. Onlar da daha yönetilebilir, hiç değilse görüntüde daha demokratik bir zemine dönmek isteyebiliyor. Biden’ın restorasyon arayışlarını böyle değerlendirebiliriz. Ama bunun ekonomik bir dönüşüm olmadan mümkün olamayacağı hakkında oralarda da çok ciddi bir tartışma var. Kapitalizme reset atmaktan bahseden bir Dünya Ekonomik Forumu var karşımızda.

Hatta şunu söyleyebiliriz: Bugün Financial Times’da yürütülen tartışmalar, bizdeki birçok sosyalist dergide o ölçekte yürütülmüyor. Yani hızla koşarak geçmemiz gereken devasa bir alan var. Mesela, temel gelir tartışması dünyada çok geniş bir ölçekte yürütülüyor, ama biz bunu burada söylediğimizde ütopik bir şeyden söz ediyormuşuz gibi karşılık görebiliyor.

Salt Lake City’de temel gelir yürüyüşü (19 Eylül 2020)

Bir demokratikleşme programıyla birlikte mutlaka daha adil, daha eşitlikçi bir paylaşıma ve halkın kendi ürettiği üzerinde söz hakkını artıracak bir projeye ihtiyacımız var. Gerçek bir demokrasi ancak bu zeminde kurulabilir.

Siyaset ve ekonomi arasındaki ayrımı ortadan kaldırmalı, demokrasiyi de halkın sadece yöneticilerini seçmesine indirgeyen anlayıştan çıkarmalıyız. Halkın toplumsal zenginliğin nasıl kullanılacağına dair doğrudan söz hakkına sahip olduğu bir aktör haline nasıl getirilebileceğiyle ilgili bir tartışmaya ihtiyacımız var. Küresel ölçekteki tıkanma bize bu zeminde yepyeni bir paradigma sunmanın da olanaklarını veriyor.

Durmuş: Şunu göz önüne getirelim: 20. yüzyılın başında 1929 krizi, 1980’lerden itibaren küresel çapta gerçekleşen birtakım borç krizleri, 2008 finans krizi ve 2020’de Covid-19 pandemisi sonrasında gündeme gelen kriz. Kapitalizm artık gitgide daha çabuk yorulup nefes almakta zorlanan yaşlı insanlara dönüşmeye başladı. Krizleri sıklaşıyor. Daha önemlisi, Covid-19’la beraber bu krizlerin sistemik krize dönüşmeye başladığını gördük.

Hızla koşarak geçmemiz gereken devasa bir alan var. Mesela, temel gelir tartışması dünyada çok geniş bir ölçekte yürütülüyor, ama biz bunu burada söylediğimizde ütopik bir şeyden söz ediyormuşuz gibi karşılık görebiliyor.

Bütün krizler içe içe geçiyor. Şimdi de iklim kriziyle karşı karşıyayız. Yani kapitalizmin insanlığı getirdiği nokta çoklu krizler dünyası. Ama bu durumu değiştirebilecek bir aktör henüz sahnede olmadığı için, kapitalizm kendisini sürdürmeye çalışıyor. Nasıl? Üretim ilişkileri, özellikle de bölüşümle ilgili ilişkiler her şeyin önüne geçiyorsa, otoriter ve despot olmaya mecbursunuz.

Dünyada servetin nasıl dağıldığına bakalım. Dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’i, yani yaklaşık 63 milyon insan, dünya servetinin yüzde 54’üne el koyuyor. En zengin yüzde 10 ise dünya servetinin yüzde 61’ine el koyuyor. İnanılmaz bir gelir dağılımı adaletsizliği söz konusu. Öyle bir üretim ilişkileri ağı var ki, insanlık lehine olabilecek her türlü gelişimin önünü tıkıyor. Tabii bu, demokrasiyle yönetilebilecek bir durum değil.

Ama biz bu tebliğde sadece küresel çapta olanlara odaklanmadık. Türkiye’deki otoriterleşme de demokrasi programı açısından çok önemliydi. 2015 sonrasındaki gelişmelere bakarsak, Kürt sorununda gelinen durum Türkiye’deki iktisadi krizin derinleşmesiyle sonuçlandı. 2015’ten bu yana otoriterleşmeyle ekonomik kriz arasındaki bağı net bir şekilde yaşıyoruz: 2016’da ilan edilen OHAL, 2017’deki yeni rejimin getirdiği anayasa ve inanılmaz bir despotluk. 2015’ten beri yaşananların Kürt sorununun demokratik yollardan çözümünün reddedilmesi ve tekrar savaş konseptine dönülmesiyle de ilgili olduğunu görüyoruz.

Tebliğdeki “Demokratik Planlama” başlığı çok önemli. İtibarsızlaştırılan kamu iktisadi teşebbüslerinin yeniden gündem olması, ama bu sefer devletçi değil, tam tersine toplumcu bir anlayışla, çalışanların yönetime katılabildiği bir çerçevede ortaya çıkarılması gerek.

Tüm bunlar ülkenin adeta bir nekrokapitalizme sürüklenmesine yol açtı. Yani sadece iktisadi krizler aşağıdan yukarıya otoriterleşmeyi sağlamıyor, üst yapıdaki otoriter gelişmeler de ekonomiyi ciddi biçimde olumsuz etkiliyor. Bu nedenle ikisini bir arada düşünmek zorundayız ve tebliğimizin özünde de aslında bu var.

Levent: 2000’lerin başında dünyadaki beş büyük merkez bankasının emisyonu 3 trilyon dolardı. 2008 krizine gelirken 7,5-8 trilyon dolara vardı. “Bu emisyon çok oldu, burada bir balon oluştu” diye endişeleniyordu iktisatçılar ve nitekim de balon patladı.

Ondan sonraki dönemdeyse beş büyük bankanın emisyonu önce 17-18 trilyon dolara geldi, pandemi öncesindeyse 28 trilyon dolara ulaştı. Pandemideki emisyon artışıyla birlikte bugün 33-34 trilyona dolara vardı. Yani, küresel emisyonda 10 katlık bir artıştan söz ediyoruz ve bu basit bir artış değil. Emisyondaki bu artış, birincisi, birilerinin bundan gelir elde etmesi demek, ama bizim bu gelire eşit olarak ulaşma imkânımız yok.

İkincisi, finansal piyasalarda kaydi para yaratma imkânlarını da çok artıran bir ortam demek. Üstelik finansal alanda ortaya çıkan teknolojik gelişmeler de kaydi para üretim olanaklarını çok artırdı. Değerle fiyat arasında bir bağ olması gerektiğini düşünürüz, değil mi? Üretim sürecinde, temel ekonomik faaliyette bu mevcuttur ve mesela artı değer kavramı bunun üzerine oturur.

2008’e geldiğimizdeyse türev piyasalardaki işlemlerle beraber finansın belli bir bölümünde değerle fiyat arasındaki bağın kopmasıyla, “kumarhane kapitalizmi” olarak adlandırılan olguyu yaşamaya başladık. Artık fiyat hareketleri üzerinden yapılan kontratlar söz konusuydu. Değerle hiçbir alâkası olmayan bu kontratların hacmi normal finansal işlemlerin onlarca kat üstüne çıkmış durumdaydı.

Adrian Wiszniewski, Trying to Make a Dollar, (1993)

Şimdi Bitcoin gibi kripto paralar da süratle bu tür bir noktaya doğru gidiyor. Kripto parada artık sadece fiyat var. Yani herhangi değer taşıyan bir şeyle, bir enstrümanla ilişkilendirilmesi söz konusu değil, herhangi bir varlığa da bağlı değil. Sadece fiyat var ortada. İnsanlar için ekonomi çok soyut bir alan diyoruz ya, ama Türkiye Bitcoin alım satımı yapılan hesap sayısı bakımından dünyada üçüncü ülke. Yani ekonomiyi “Enflasyon ne kadar olacak, faiz oranı ne olacak, o zaman dolar ne olur, Bitcoin kaç olur?” diye algılayan geniş bir halk kesimi var.

Bu “piyasalar”ın –işlem platformu olarak anlamak gerek– sahipleri açısından işlem yapanlar hakkında bilinmeyen tek unsur aslında şu: Bin, beş bin, on bin dolar, her ne olursa olsun, yatırdığı parayı üç ayda mı kaybedecek, yoksa altı ayda mı? Finans sektörü parayı, yani serveti bu yolla geniş kitlelerden alıp üç-beş büyük tekelin kasasına aktaran çok büyük bir huniye dönüştü. Mustafa’nın bahsettiği yüksek eşitsizlik artışı bizim bildiğimiz normal kapitalizm koşullarında oluşabilecek bir şey değildi.

Bu kadar büyük ve derinleşen bir çelişkide, bu kadar büyük servet transferinin olduğu ortamda otoriterleşme kaçınılmaz hale geliyor. En demokratik ülkelerde de otoriterleşme eğilimleri var. Sadece Fransa’da Le Pen’in, Almanya’da Neonazi hareketin güçlenmesi değil, bizatihi ana akımın kritik noktalarda verdiği kararlar açısından otoriterleşme eğiliminde olduğunu görüyoruz. Mesela, bir özgürlük alanı olarak tasarlandığı halde, bugün en büyük gözetim alanına, tuzağa dönüşmüş internet hakkında AB’nin verdiği kararlara bakın. Bir yandan insan hakları, vs. derken, AB aslında en geniş alanı bütünüyle şirketlere ve devlete veren, AB yurttaşlarının kontrolünü sağlayan mekanizmalara yol veren kararlar alıyor.

Temel gelir güvencesiyle birlikte temel hizmetler güvencesini de tartışmaya açmak, iş gücünün yeniden üretilmesini kamulaştırmak ve kadının eve hapsedilmesini meşrulaştıran patriyarkal söylemi ortadan kaldıracak adımları tartışmak bugünün ihtiyacı değil mi? Kadının istihdam oranının yüzde 25’lere düşmesi her şeyden önce konuşmamız gereken bir sorun.

İşte bu otoriterleşme nihai mücadelenin başladığını bize gösteriyor. Ya kazanacağız, tüm türlere ve insana saygılı bir toplum kuracağız, ya da kaybedeceğiz ve Mad Max dünyası gibi büyük bir yıkımla karşı karşıya kalacağız. Artık bir ara yol söz konusu değil.

Yani, tebliğde belirttiğiniz gibi, post-liberal döneme doğru hızla yol alıyoruz. Uçurumdan aşağı mı yuvarlanacağız, uçurumun karşısına mı geçeceğiz?

Levent: Siyasi mücadelenin sonucu belirleyecek bunu.

Büyükkarabacak: Son dönemde yaşadığımız otoriterleşme, demokratik gerileme veya neo-faşist rejimlerin güçlenmesi şeklinde adlandırdığımız süreçlerin neoliberal kapitalizmin yarattığı tahribatlarla birebir bağlantılı olduğunu belirttik. Ama şunu da belirtmeli: Yelpazenin farklı yerlerindeki merkez partilerin hepsinin bu neoliberal programı uygulama konusunda uzlaştığını görüyoruz.

Herhangi bir partinin alternatif bir ekonomik program ortaya koymadığı ortamda bu neoliberal program emekçi sınıflara çok ciddi zarar verdi. Tüm bunlar kitlelerle demokrasi arasındaki mesafeyi son yıllarda hızla artırdı. Bu mesafenin artışını özellikle 2008 sonrasında çok daha güçlü gözlemliyoruz, çünkü 2008’deki kriz sonrası yaşanan resesyon bir kırılma noktasıydı, sonuçları 1929 resesyonuyla kıyaslanabilecek kadar köklü ve büyüktü. Fakat 1929 resesyonundan farklı olarak, sol-sosyalist ekonomi anlayışının da irtifa, prestij ve özgüven kaybettiği bir döneme tekabül etti. Dolayısıyla, 2008 krizi 1929 krizinin yarattığı sonuçları yaratmadı. 1929 krizi büyük oranda liberal ekonomi modeliyle ilgili bir dönüşüme yol açmış ve Keynesyen modelin uygulanmasını zorunluluk haline getirmişti. 2008 sonrasında ise, neoliberalizmin ölümü ilan edildiği ve neoliberalizmin yarattığı tahribata karşı çok yönlü sokak hareketleri ve isyanlar ortaya çıktığı halde, neoliberal politikalara köklü ve güçlü bir alternatif ortaya konmadığı için oradan bir çıkış gerçekleşmedi.

Aşağıdan yukarıya, birim birim, en küçük toplulukların ihtiyacı üzerinden tanımlanmış birtakım programları bütünleştirelim diyoruz. Bu beraberinde neyi getiriyor? İşçi konseylerini, işçi meclislerini, demokratik kooperatifleri, mahalle meclislerini…

2008 krizinin emekçiler lehine bir çözüm ortaya çıkaramamasının en önemli sebeplerinden biri de günümüzün gerçek sorunlarına soldan çözüm öneren pozitif bir programın ortaya konamaması. Solun düşünce dünyası şöyle bir dönüşüm geçirdi: Ekonomi dışında her şeyi konuşmayı ekonomi konuşmaya tercih eder hale geldi. Aslında büyük trajedimiz tam da bu, çünkü sol düşünce eşitlikçi bir modeli ortaya koyarak kendisini inşa etmişti. Oysa bugün bu konuyla ilgili neredeyse hiçbir sözü kalmamış durumda. Dolayısıyla, bugün küresel demokrasiler kriz yaşıyor. İşte bu demokrasi krizi nedeniyle ekonomi ve demokrasi bağlantısı hakkında çok daha köklü bir biçimde düşünmenin zorunlu hale geldiği bir uğraktayız.

Tebliğinizde dünya ölçeğinde yaşadığımız teknolojik gelişmelerin, ekolojik yıkımın ve özellikle pandemi koşullarının artık toplumları serbest piyasacı dogmaya gerçek bir alternatif olabilecek ekonomik politikalara yaklaştırdığını ve hatta “paradigmatik bir kırılmanın eşiğinde” olduğumuzu öne sürüyorsunuz. Türkiye’de sermaye, emek ve devlet aygıtı içinde bu paradigmatik kırılmanın emarelerini görüyor musunuz?

Büyükkarabacak: Bu paradigma değişiminin bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmasını sağlayan gelişmeler yaşıyoruz. Türkiye’de fikri olarak bunun tam karşılığının üretildiğini söylemek mümkün olmasa da, özellikle pandemiyle içinden geçtiğimiz derin kriz bize bazı şeyleri yeniden hatırlatıyor.

Mesela, tebliğdeki “Demokratik Planlama” başlığı çok önemli. Bir dönem için itibarsızlaştırılmış olan kamu iktisadi teşebbüslerinin yeniden gündem olması, ama bu sefer eskisi gibi devletçi değil, tam tersine toplumcu bir anlayışla, çalışanların yönetime katılabildiği bir çerçevede ortaya çıkarılması ve bunun inovasyon yönünün güçlendirilmesi gerek.

Fotoğraf: Muzaffer Öztürk

İçinde bulunduğumuz sorunlarla, mesela müsilajla, orman yangınlarıyla, ekolojik yıkımla demokratik planlama olmadan baş edebilmemiz mümkün değil. Özellikle eğitim ve ekoloji sorunları bizi demokratik planlamaya mecbur kılıyor.

Bir de müşterekler ekonomisi fikrini ortaya koyduk. Fikri mülkiyet haklarını tartışmaya açmak çok önemli. Özellikle Varoufakis’in tekno-feodalizm diye ortaya attığı tartışmayı yapmamız gerekiyor. Büyük bilişim şirketlerinin yaratmış olduğu tekelci yapının ortaya çıkardığı tahribatı, veri üreterek değer üreten bireylerin içinde yaşadığı yeni bir toplumsal yapıda bütün bu değer, fikri mülkiyet hakkı ve tekeller kavramlarını, hatta mülkiyet kavramının kendisini tartışmaya açmak zorundayız.

İş paylaşımı ve çalışma sürelerinin kısaltılması başlığımız var bir de. İşsizliğin bu kadar yoğun olduğu yerde çalışma sürelerinin bu kadar uzun olması mümkün mü? Türkiye toplumunun istihdam oranının yüzde 50 altına düşmesi devasa oranda fakirleştirici bir verimsizlik ortaya çıkarmıyor mu?

Temel gelir güvencesiyle birlikte temel hizmetler güvencesini de tartışmaya açmak, aslında iş gücünün yeniden üretilmesi maliyetini kamulaştırmak ve bu şekilde kadının eve hapsedilmesini de meşrulaştıran patriyarkal söylemi ortadan kaldıracak birtakım adımları tartışmak bugünün ihtiyacı değil mi? Kadının istihdam oranının yüzde 25’lere düşmüş olması her şeyden önce konuşmamız gereken bir sorun ve yaşadığımız bütün diğer sorunları da belirleyen bir arka plan sunuyor.

Bütün bu kavramsal çerçeveyi daha görünür hale getirme imkânlarımız arttı, bunu kullanmamız gerek. Ama bunu yapacak olan emekçi örgütlerinin ve sınıfa yakın duran partilerin ekonomi konusunda daha cüretkâr tutumlar almaları gerekiyor.

Durmuş: Bu paradigma kırılmasıyla ilgili tam tersi yönde gelişmelere de dikkat çekmek lâzım. Post-neoliberalizm denen şey tam da nekrokapitalizm diye ifade ettiğim şey. Nekrokapitalizm dediğimizde kapitalizmin ırkçı, militarist ve kadın düşmanı yanının, tüm farklılıklara düşman yanının, yani kapitalizmin bütün kötücül özelliklerinin doruk noktasına çıkmasından bahsediyoruz.

Türkiye’de hiç görülmemiş ölçekte bir askeri-sanayi karması şirketleşme söz konusu. Militarizmin çok yükseldiğine dair bir gösterge bu. Son zamanlarda ortaya çıkan mafyatik ilişkiler de nekrokapitalizmin tipik özelliği. Tüm bunlar neoliberalizm sonrası dönemin neoliberalizmden daha kötü olduğunu gösteriyor. Post-neoliberalizm sözcüğü bu dönemi anlatmakta yetersiz kalıyor, bunların altını çizmek için nekrokapitalizm terimini kullanıyorum.

Tebliğimizin temel hedefi şu: Demokratik katılımın önünü açacak bir ekonomi programı oluşturarak bir ağırlık merkezi yaratmak ve geniş kitleleri bu programı geliştirmek üzere davet etmek.

Ama o zaman da bu duruma karşı bir öneri getirmemiz gerek. Bu öneri de şu: Halkın öncelikleri şu anda işsizlik, açlık, yoksulluk, yani iktisadi sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Madem öyle, bizim ciddi biçimde yeni bir paradigma sunmamız, yeni bir ekonomi anlayışını anlatmamız lâzım. Sokaklara çıkıldığında eleştirin, teşhir edin, güzel. Ana muhalefet partisi de diğerleri de yapıyor bunu. Ama “Siz ne yapmak istiyorsunuz?” diye sorulduğunda muhalefetin iktidarınkine alternatif bir hikâyesinin olmadığı, eskilerin süslenerek anlatılmaya çalışıldığı görülüyor.

Biz bu paradigma değişikliğini yapmaya çalışıyoruz. “Ekonomide demokrasi” dediğimiz siyasetteki demokrasinin ekonomiye indirgenmiş hali mi? Hayır, ekonomide olması gereken adaletten, dayanışmadan söz ediyoruz ve her insan ekonomide alınacak kararlardan etkilenme derecesine bağlı olarak bu kararlara müdahil olmalı. Kısacası, her şeyi tersinden tanımlıyoruz. “Yukarıdan, anti-demokratik, kitlelere ulaşmayan bir planı uygulayalım” demiyoruz. Tam tersine, aşağıdan yukarıya, birim birim, en küçük toplulukların ihtiyacı üzerinden tanımlanmış birtakım programları bütünleştirelim ve bu programların merkezi planla bağını kurmaya çalışalım diyoruz.

Bu beraberinde neyi getiriyor? İşçi konseylerini, işçi meclislerini, demokratik kooperatifleri, mahalle meclislerini getiriyor. “Ekonomide demokrasi” tanımımızda kavramlar da çok değişiyor. Artık işletme dediğimizde kapitalist bir işletmeyi tarif etmiyoruz, çok farklı bir işletme var. İşçi dediğimizde çok farklı bir şeyi tarif ediyoruz, emek süreçlerine katılım bakımından farklı bir süreç tarif ediyoruz. Bu nedenle, bütünüyle aşağıdan yukarıya kurgulamaya çalıştığımız, dünyada da küçük çapta örneklerinin olduğu bir süreçten bahsediyoruz, toplumu bununla tanıştırma gayesindeyiz

Levent: Kapitalizmin bugün yaşadığı kriz aslında bir uygarlık krizi. Bu nasıl bir uygarlık?

Her aşamada bireysel, kurumsal ve şirketler arası rekabetin esas olduğu bir uygarlık. Oysa bizim çizdiğimiz çerçevede rekabete değil dayanışmaya dayalı bir uygarlık öngörülüyor. Pandemi bize bunun ne kadar yaşamsal olduğunu gösterdi. Dolaysıyla, yeni bir uygarlık kurmamız gerekiyorsa bu yeni uygarlığın öncelikle petrol gibi fosil yakıtlardan tamamen bağımsız olması gerektiği bilimsel olarak ortaya konmuş durumda. Sosyal planda da rekabetin değil dayanışmanın, paylaşmanın önde olması gerekiyor.

Teknolojik gelişmenin olumlu tarafına bakacak olursak, bu yeni uygarlığın bilimsel, teknolojik, üretim altyapısı hazır durumda. Tebliğimizin temel hedefi şu: Demokratik katılımın önünü açacak bir ekonomi programı oluşturarak bir ağırlık merkezi yaratmak ve geniş kitleleri bu programı geliştirmek üzere davet etmek.

İkinci bölüm: Buna mahkûm muyuz?
Üçüncü bölüm: Prangalar ve anahtarlar

^