JOHN CALE İLE VELVET UNDERGROUND TARİHİ

Derleyen: Yücel Göktürk
23 Nisan 2022
Soldan sağa: Nico, Andy Warhol, Maureen Tucker, Lou Reed, Sterling Morrison, John Cale
SATIRBAŞLARI

Lou Reed’le ilk tanıştığımızda, 1965’in ilk aylarında, o 22 yaşında bir şarkı yazarıydı, Pickwick Records plak şirketiyle anlaşmalıydı. Bense, 22 yaşında, La Monte Young’ın Theatre of Eternal Music’inde avant-garde bir klasik müzisyendim. Bizi Pickwick’in prodüktörü Terry Phillips –saçlarım uzun olduğu için beni popçu sanıyordu– tanıştırmıştı. Phillips, Lou ve benim birlikte bir grup kurmamızı teklif etmişti.

Lou, yazdığı bazı parçaları –“Heroin” ve “Waiting For The Man”i– folk şarkılarıymışçasına akustik gitarıyla çalmıştı. Olayı ıskaladım, çünkü folk şarkılarından nefret ediyordum. Lou’nun ısrarı üzerine şarkı sözlerini okuduğumda farkettim ki, bunlar Joan Baez şarkıları değildi. Lou, kimsenin söz etmediği şeyler hakkında yazıyordu. Bunlar edebi sözlerdi, hayata dair iyi ifade edilmiş, cesur, yeni izlenimlerdi. Şarkılarında müthiş bir edebi nitelik olduğunu gördüm ve çarpıldım. Lou’nun çok dikkatli bir kulağı vardı ve sözleri çok tedbirliydi. O sıralarda rock müziği hakkında hiçbir bilgim yoktu, dolayısıyla daha çok sözler üzerine yoğunlaştım.

İlk izlenim

John Cale ve Lou Reed New York sokaklarında, 1968

Lou hakkındaki ilk izlenimim şöyleydi: İyi eğitim almış, zeki, hassas, balıkçı yaka kazaklı, buruşuk blucinli, loafer’lı bir üniversite öğrencisi. Örselenmiş, titrek, sessiz ve kendine güvensiz bir genç. Long Island’da, kendisini sıkı bir denetim altında tutan annesi ve babasıyla birlikte yaşıyordu. Sadece haftasonlarında Manhattan’a gelmesine izin veriliyordu, haftanın geri kalan günlerinde evden çıkamıyordu. Ayrıca, bir psikiyatriste gidiyor ve tedavi gereği Placidyl adlı bir müsekkin kullanıyordu. “Niçin” diye sorduğumda, “galiba kafadan kontağım, onun için” demişti. Ben de “hassiktir demiştim, kafadan kontak filan değilsin. Çünkü, o şarkıları yazan birinin aklından zoru olduğuna inanmam mümkün değildi.

O sıralarda Lou depresyon içindeydi. Bunun sebebi, sadece kullandığı müsekkinler değil, piyasaya bir sürü ıvır zıvır pop plağı süren Pickwick Records’un onun şarkılarını plak yapma­ ya bir türlü yanaşmamasıydı. Lou’nun şarkıları vardı, bir grup kurmak benim ilgimi çekiyordu, ona dedim ki: “Boşver, eğer şarkılarını plak yapmak istemiyorlarsa, siktir et, biz kendimiz yaparız.” Buluşup sırf eğlence olsun diye çalmaya başladık. Doğaçlamalar yaptık; ona, La Monte’nin bir nota akoruyla neler yapabileceğini gösterdim. Lou, birçok farklı şeyi çalabiliyordu. O güne kadar hem blues tedrisatından geçmiş hem de country ve western’i bilen biriyle karşılaşmamıştım. Lou o kadar rahat şarkı yazıyordu, dille o kadar rahattı ki.

Lou’nun “olayı”

Lou, New York’ta varolabilen biriydi, ondan öğrenmek istediğim birçok şey vardı. Amerika’da örnek almak ve tecrübe paylaşmak anlamındaki ilişki kurduğum ilk insan oydu. Başlangıçta, ortak noktamız daha çok edebiyat ve klasik arketiplerdi. Beni Hubert Selby’nin Last ExitTo Brooklyn’iyle tanıştıran Lou’ydu. Lou’nun olayı, bilinçaltına balıklama dalmaktı. Çok çeşitli taptaze ve orijinal şeyler anlatırdı ve konuşmaya bayılırdı. O günler Beatles zamanlarıydı. La Monte’den ayrıldım, Lou’yla çalışmaya başladım.

Lou hakkındaki ilk izlenimim şöyleydi: İyi eğitim almış, zeki, hassas, balıkçı yaka kazaklı, buruşuk blucinli, loafer’lı bir üniversite öğrencisi. Örselenmiş, titrek, sessiz ve kendine güvensiz bir genç.

Lou’yla tanıştıktan kısa bir süre sonra, ev arkadaşım Tony Conrad taşınınca, Lou’ya 25 dolarlık kirayı paylaşmak üzere birlikte oturmayı teklif ettim. Lou’yla birlikte yaşamaya başladığımızda ortak noktalarımızı ve farklı yanlarımızı farketmeye başladım. O da, benim kendisinden daha ürkek ve güvensiz biri olduğumu gördü. Lou’yla birlikte olmak çok eğlenceliydi. Olayları uç noktalara sürüklemeye bayılırdı. Örneğin bir barda sarhoşun biriyle ahbaplık kurar, muhabbet ederken birden “annenle yatmak ister misin?” diye soruverirdi. Ben kendimi cüretkâr bulurum, ama bir sarhoşa kılçık atma noktasında frene basarım. Halbuki bu Lou’nun başlangıç noktasıydı.

Lou Reed

Bana birkaç cinsel sinyal göndermesi üzerine Lou’nun eşcinsel ya da en azından biseksüel olduğunu farketmiştim. Kendisine o taraklarda bezim olmadığını söylediğimde, “zaten senden iyi bir eş olmaz” demişti. Lou cinsel cüretini sırf insanları şoke etmek için dillendirirdi. Eski oda arkadaşım ve klasik müzikçi meslektaşım David del Tredice’le yattığını, ayrıca La Monte’nin ilk karısının kendisi olduğunu iddia eder, benim de bu ikisiyle düzüşmeyi denememi tavsiye ederdi. Ben de bunu niye yapmam gerektiğini anlayamazdım. O günlerde, bir erkekten cinsel anlamda hoşlanmanın mümkün olduğunun ima edilmesi bile insanın kendisini anormal hissetmesine sebep olabilirdi.

Lou’yla tanışmadan önce de La Monte sayesinde New York’taki en kaliteli narkotiklerin tadına bakmışlığım vardı. Esrar içiyor, asit ve diğer hapları –daha çok yatıştırıcılar ve Benzedrine– alıyorduk. Mönüye şimdi de eroini eklemiştik. Eroinin etkisi enjekte edildiğinde daha güçlü oluyordu, özellikle de damara vurulduğunda. Ama ben iğneden tırsıyordum. Lou ilk iğnemi yaparak bu korkumu halletti. Çok mahrem bir tecrübeydi. İlk reaksiyonum istifraydı. Fakat sonra rahatladım, çünkü başlangıçta eroin insanı rahatlatır ve bir dostluk duygusu yaratır. Bu bizim gibi iki gergin ve dış dünyadan kopuk herif için sihirli bir şeydi. Aramızda bir iletişim kanalı oluşturdu ve bir “biz ve onlar” tavrını geliştirdi, grubumuzun alâmet-i farikası da bu oldu.

John Cale

Lou benim, ben de onun nasıl biri olduğunu kestiremiyordum. Tek ortak paydamız maddeler ve riske girme tutkusuydu. The Velvet Underground’un varlık sebebi de bu paydaydı. Önümüze çıkan her şeyi yıkıp geçmek için dayanılmaz bir arzu ve kararlılık içindeydik. Çiçek çocukluğu mu? Hassiktir ordan. Asit mi? Ona da siktir. İnsanlara sert maddeler lâzım: Eroin, amfetamin. Aslında maddenin türü önemli değildi, bizim reddettiğimiz o maddelerle bağlantılı zihniyetti. Hiçbir şey yapmamaktansa kötü bir şey yapmak daha iyidir” diye düşünüyorduk.

Lou’ya orkestrasyon yapmak için üzerime düşenin ne olduğunu nihayet keşfetmiştim. Ona sözleri yazmasını ve müziğin temelini bana bırakmasını söyledim. Phil Spector tarzı bir orkestral destekle bir rock dörtlüsü halinde şarkılar yaratabilirdik. Bu, Bob Dylan’a küçük dilini yutturacak bir kombinasyon olur diye düşünmüştüm. Şarkı yazarken Lou’yla entelektüel ve sanatsal açıdan birbirimize çok yakındık. “The Black Angel’s Death”i, ne yapacağımızı bilemediğimiz o şarkıyı Ludlow Sokağı’nda yapmıştık. Lou, aslında uzun bir şiir, edebi konseptte bir şarkı sözü yazmıştı. Gitarı kurcalamaya başladım ve bir anlık bir yoğunlaşma sonucunda birtakım değişiklikler getirdim, Lou’ya değişiklikleri öneriyordum, o da sözlerini benim riff’imin etrafında yeniden örüyordu. Bunu yapabilmesinden çok etkilenmişti.

Ertesi gün Lou sözleri getirdi, ben de doğal olarak aynı şekilde çalışacağımızı zannediyordum ki, bana dönüp “seni bir şarkı yazarı olarak düşünmüyorum” dedi. İncindim, çünkü onunla ilişki içinde olmamın sebebi bence birlikte şarkı yazma düşüncesiydi. Ben kendimi bir besteci ve bir aranjör olarak görüyordum, kelimeleri çok sevmeme rağmen hiç şarkı yazmamıştım, zira enstrümantal müziğin soyutlamasının sözlerden daha güçlü olduğunu düşünüyordum. Ama, ben müzikal doğaçlamayı ne denli rahat yapabiliyorsam, Lou da aynı şeyi aynı rahatlıkta sözlerle yapıyordu. Ben de sözlere doğru bir açılma yapabileceğimin mümkün olduğunu gördüm. Lou bana Syracuse Üniversitesi’nde Delmore Schwartz’tan öğrendiği şarkı yazma sürecini öğretti, tabii anlattıklarını benim takdir etmemden sonra. Bir işbirliğinde, bir an taraflardan biri daha çok söz sahibidir, bir an öteki. Farkettim ki, Lou’yla işbirliğimiz eşitlik temelinde bir işbirliği olamayacaktı. Yine de ona tamamıyla güvendim, bütün telif haklarını ve takdirleri kendi hanesine yazacağını aklımın ucundan bile geçirmedim.

Electra adında bir katalizör

Giderek boş boş oturup analiz yapmak yerine kıçımızı kaldırıp bir şeyler yapmamız gerektiğini gördük. New York’ta geçimimizi temin etmek zorunda oluşumuz sokağa çıkıp çalmak zorunda bıraktı bizi. Lou akustik gitarını, ben de kemanımı ve teybimi alıp kendimizi sokağa atıyorduk. Paraya ve ilgiye olan ihtiyacımız, tuhaf bir Everly Brothers olarak iş aramaya itti bizi.

Batı yakasının zihniyeti öylesine yavan ve rotasızdı ki. Bizim tavrımız, temamız nefret ve “sapma”ydı, onlar çiçek çocuklarıydı, “güzel insan” olayındaydılar. Havalı, şatafatlı bir püritanizmdi yaptıkları ve temelinde dünyada olup bitenlere karşı oluşan yetişkin hissiyatının baskılanması vardı. Bizse tam da bu hissiyatın üzerine gidiyorduk.

İşbirliğimizde kadınlar hep kilit rollerdeydi. Bu kadınların ilki, Electra adlı sahte bir İngiliz aksanıyla konuşan havai ve işsiz bir aktristti. Bir gece 125. Sokak’la Broadway’in kesiştiği köşede çalıyorduk. Hatta o gece, daha sonra Velvet Underground olarak kulüplerde kazandığımızdan daha fazlasını toparlamıştık. Fakat, polisin teki geldi ve orada çalamayacağımızı beyan etti ve Broadway’in 75. Sokak’la kesiştiği köşeye gitmemizi, orada bir caz kulübü olduğunu söyledi. 75. Sokak’a gittiğimizde caz kulübü filan göremedik, ama Electra’yla karşılaştık.

Electra’yla cinsel beraberliğim oldu. Fakat kafadan kontak bir kadındı. Lou beni uyarmıştı: “Bak dinle demişti, “bu terelellidir, sado-mazo filan takılır, ona göre”. Ben o sıralarda bir “kurtarıcı1ydım, herkesi değiştirebilirim sanıyordum, Lou’yu da değiştirebilirdim, Electra’yı da.

Electra’yı gruba dahil ettik, birlikte birkaç yerde, hatta bir-iki sefer Cafe Wha’da çaldık. İddiasına göre grupta olmak ve bizimle sahneye çıkmak istiyordu ama, ne zaman bunu yapmanın kıyısına gelsek, onu tekrar hale yola getirene dek her şeyi erteliyordu. Aniden kötücülleşen ışıltılı bir tebessümü vardı. Bir seferinde gitarı o kadar sert çalmıştı ki, parmakları kanamıştı. Parmakları kanamasına rağmen çalmayı sürdürdüğünü ve acıyı hissetmediğini görünce ruhi dengesinden endişelenmeye başladık. O anda bu işin Electra’yla yürümeyeceğini anladık. Fakat teslim etmek gerekir ki, Electra katalizör rolü oynayan bir kişilikti. Bizi bir grup gibi çalmaya sevk eden oydu.

Daryl, Pepe, Polonyalı inşaat işçisi ve o şarkı…

Electra’dan kopar kopmaz, bize esin periliği yapacak ikinci kadının kollarına atıldık. Daryl’in iki güzel çocuğu vardı ve 11. Sokak’ın köşesinde oturuyordu. Nemfomandı, sarışındı, gösterişliydi ve çok zekiydi, ikimiz de onun için yanıp tutuşuyorduk. Bir sürü ortak yanımız vardı, iğneleri, eroini paylaşıyorduk, çok geçmeden ikimiz de onunla yatar olduk. Lou, Daryl’in gruba katılmasını istiyordu. Daryl her an bir mesele çıkaran bir tipti. Kapı komşusu Pepe, aynı zamanda binanın kapıcısıydı. Dünya tatlısı bir adamdı, aşağı doğu yakasının trajik azizlerinden biriydi. Bir gece Lou’yla beraber Darly’i ve Pepe’yi ziyarete gittik. Polonyalı bir kiralık kabadayı da oradaydı, birlikte içiyorlar, sohbet ediyorlardı. Bu Polonyalı, inşaat işçisiydi, ayrıca 500 dolara adam dövüyordu. Teybin sesini biraz açmıştım, “bana bak” dedi, kıs onu, yoksa kıçına sokarım”. Daryl adamı tutup öteki odaya götürdü. Ben de teybi kapattım. Fakat herif döndü geldi, “çocuklar uyuyor dedi, çık dışarı, orada hesaplaşalım”. Ben de “dışarısı soğuk” dedim, çıkmak istemiyorum”. Sonuçta, “hay sikeyim belanı deyip çekip gitti. Bu olay üzerine Lou bana fena bozuk attı: “Ne bok yediğinin farkında mısın? O herif bizi öldürebilirdi. Sen kafayı yemişsin. Bize ne olurdu biliyor musun?” dedi. “Hiç de bir şey yapamazdı diye karşılık verdim.

Bundan bir hafta sonra olanlar ise şöyleydi: Daryl kanepede uyuyor, Pepe de yüzü kapıya dönük oturmuş, TV seyrediyor. Derken kapı vuruluyor, bu Polonyalı herif, “Daryl beni içeri al, seninle konuşmam lâzım” diye ağlayıp zırlıyor. Pepe ise uyuyor” diye cevap veriyor. Birkaç sefer Daryl’i uyandırmaya çalışıyor, ama Daryl’in uykusu derin, uyandıramıyor. Uyandıramayınca da içeri giremezsiniz” diyor. PolonyalI çekip gidiyor, elinde bir tabancayla dönüyor, kapının kilidini ve Pepe’nin bacağını uçuruyor. Daryl silah sesine uyanıyor ve Pepe’nin ayağından vurulmuş olduğunu görüyor. Adamcağız uzun bir süre koltuk değneğiyle gezdi. Bu olay üzerine mahkeme çocukları Daryl’den aldı. Berlin albümünün arka planı kısmen bu hikâyedir.

Gerard ve Mary, sahnede sado-mazoşist ritüelleri canlandırıyorlardı. Gerard, Mary’nin çizmesini yalıyor; Mary, Gerard’ı kırbaçlar gibi yapıyor, Gerard kocaman bir oyuncak şırıngayla uyuşturucu enjekte etme pandomimi yapıyordu. Fakat bütün bunlar sadece bir ‘‘canlandırma’’ydı, bir gösteriydi. Yine de, polis, Gerard’la Mary’nin danslarının ve Lou’nun şarkı sözlerinin pornografik olduğu kanısındaydı.

Lou’nun da, benim de büyük hedeflerimiz vardı. Dünyanın en iyi grubu olmak istiyorduk, olabileceğimize de inanıyorduk. Temel hareket noktalarımızın listesini formüle etmeye başladık. Lou’nun söz ve melodi kabiliyetiyle benim müzikal fikirlerimi birleştirecek ve performanslar yaratacaktık. Asla kendimizi tekrar etmeyecek, her gece doğaçlama yapacak ve sadece live kayıtlardan plak yapacaktık.

Biz müziği vecd için, yücelmek için yapıyorduk, tam tamına istediğimiz gibi müzik yapmak için yola çıkmıştık, asla bu yoldan sapmayacaktık. Hep tuhaf, sadistik, soğuk, mesafeli, hasmane ve edepsiz gözüktük. Bu aynı zamanda insanların bizi görmek istedikleri, bize yakıştırdıkları biçimdi. O kadar sıkı fıkıydık ki, bizi eşcinsel sanıyorlardı. Herkesten ve her şeyden nefret ediyorduk. Öbür müzisyenler bizim için rekabet demekti. Biz kendimizi eğlence endüstrisinin bir parçası olarak, eğlendiriciler olarak görmüyorduk. İnsanları eğlendirmek gibi bir amacımız yoktu. Dinleyicilerimizle kurduğumuz ilişki bir pop grubunun dinleyicileriyle kurması gereken ilişki değildi. Hiç gülümsemiyor, dinleyicilere kıçımızı dönüyor, ara­ da bir de “nah” işareti yapıyorduk. Amacımız insanların keyfini kaçırmak, onları rahatsız etmek, midelerini bulandırmaktı.

Lou’nun sağı solu hiç belli olmuyordu; ne zaman, nasıl bir ruh halinde olacağını kestirmek mümkün değildi. Ben kendimi ona kıyasla istikrarlı bir kişilik addediyordum ve hesapta ona koruyuculuk yapıyordum. Bugüne dek birlikte çalışmanın Lou’dan daha zor olduğu kimse görmedim. Fakat itiraf etmeliyim ki, her an her şeyin olabilecek olması hoşuma gidiyordu. Lou’nun fikirleri dakikadan dakikaya değişiyordu, hiçbir rasyonalitesi yoktu.

Bir müsekkin, iki bira, bir joint

Ben hep daha örtük, daha yavaş, daha seksi şeyler yapmak istiyordum. Yüksek tempolu şarkılar beni hiçbir zaman çekmemiştir. O tür şarkılar bana hep mânâsız gelmiştir. “VenüsIn Furs”ü bulduğumuzda, kendi sound’umuzu bulduğumuza tamamen emindim, çünkü özgündü ve edepsizdi. Çok edepsizdi.

Birkaç aylık kuluçka döneminin ardından –o dönemde sonradan ilk Velvet albümünde yer alacak şarkıların taslağı üzerinde çalışmıştık– bir gitarist ve bir davulcu bulmanın zamanı gelmişti. Bu arada ismimizi The Falling Spikes’tan The Warlocks’a çevirmiştik.

Lou’nun üniversite yıllarında birlikte jam yaptığı Sterling Morrison Nisan 1965’te gruba katıldı, lead gitaristimiz oldu. Başlangıçta, Sterling ne sevdi beni, ne de bana güvendi. La Monte’de arada bir davul çalan ve benim kapı komşum olan Angus MacLise de bize takılmaya başladı ve grubun davulcusu haline geldi. Ama pek güvenilir biri değildi, keyfinin ne zaman geleceği belli olmuyordu. Bazen biz bütün gün çalarken o yan dairede akşamın yedisine kadar uyurdu. Sonra kalkıp gelir, davulun başına oturur, biz konuşurken o çalar dururdu.

Cuma geceleri çalardık. Cumartesi sabahı kalkıp kahvaltı eder ve çalmaya başlardık. Adam başı bir müsekkin, iki bira ve bir joint içer, gece 11’e kadar çalardık. Sonra da birilerini ziyarete giderdik. Eğer enstrümanları olan birileriyse bu insanlar, o zaman tıngırdatmaya başlardık. Para sorunlarını bir yana bırakırsak, harika zamanlardı.

Bir gün eski ev arkadaşım Tony Conrad ziyaretimize geldi, The Warlocks’un istim üstünde olduğunu görünce, çöplükten bulduğu yırtık pırtık bir erotik romanı gösterdi: The Velvet Underground. Kitabın adı bize tıpatıp uyuyordu, derhal benimsedik ve sonuna kadar öyle kaldık. İsmimizi bulmak kimliğimizi oluşturmamıza yardımcı oldu, giderek artan bir özgüvenle provalara koyulduk.

1965 yazında, Sterling ve Angus’la birlikte ilk kez Velvet Underground olarak sahneye çıktık. Soundtrack’lerden irticalen söyledik; Jack Smith, Piero Heliczer, Barbara Rubin, Andy Warhol’un ve başka birçoklarının siyah-beyaz filmlerinin sessizce resmigeçit yaptığı ekranın önünde, yanında, arkasında çaldık. Ve New York’un aşağı doğu yakasının üç grubundan biri haline geldik. Diğer iki grup The Fugs ve The Holy Modal Rounders’dı.

Temmuz ayında bir demo hazırladık, “Heroin”, “Venus In Furs”, “The Black Angel’s Song” ve benim Lou’nun ısrarı üzerine söylediğim “Wrap Your Troubles In Dreams”den oluşan bir demoydu bu. Lou hâlâ sesine güvenemiyordu. Kısa bir süre sonra Sterling ve ben, Lou’yu sesinin bizim yaptığımız müzik için biçilmiş kaftan olduğuna ikna ettik. O günden itibaren Lou solistimiz oldu. O demoda bir de “Never Get Emotionally Involved With A Man, Woman, Beast Or Child” diye bir şarkı vardı. Onu alıp Londra’ya gitmiştim, belki maceraperest İngiliz şirketlerinden biri basar umuduyla. Epey uğraştıktan sonra Marianne Faithfull’a bir kopya ulaştırabilmiştim, ama kendisiyle görüşme imkânı bulamadım, ondan da hiç ses seda çıkmadı. New York’a bir sürü Who ve Kinks plağıyla döndüm. Sabahtan akşama kadar o plakları dinliyorduk. Onlar da bizimle aynı müzikal temelleri kokluyorlardı, onların işlerinde çok başarılı ve kendimize yakın bulduğumuz şarkılar vardı. Yalnız olmadığımızı hissediyorduk, fakat vaktimiz daralıyordu.

White Light / White Heat’in konsepti rock’n’roll ruhunu ifade ediyordu. Bu albümü stüdyoda canlı olarak kaydetmeye kararlıydık, çünkü o zamanlarda canlı performansımız çok iyiydi. Ocanlılığı muhafaza etmek için çaldık, çaldık, çaldık. Kayıtlara bir sürü kimyasal madde de eşlik ediyordu. Örneğin “Stephanie Says”de işin içinde eroin vardı.

Pop yazarı Al Aronowitz bize turne menajerimiz olmayı teklif ettiğinde zevkten dört köşe olduk, Angus hariç. İşin içinde bir menajer olunca, olayın bir yönetilme ve business boyutu kazanması keyfini kaçırmıştı. Artık biraz para kazandıracak konserlere çıkabilirdik. İlk konserimiz, bir lisenin yakınındaki Mydlle Class adlı kulüpteydi. Hepimiz çok heyecanlıydık. Angus hariç. Gösterinin belli bir saatte başlaması ve belli bir süre devam etmesi gerektiğini kavrayınca sigortası attı ve grubu terketti. Lou isyanlardaydı.

Falling Spikes’ın Electra yüzünden çökmesi, gruba kadın eleman alırken çok dikkatli olmamız gerektiği konusunda acı bir ders olmuştu. Angus ayrılınca, Lou’nun aklına Steve Tucker adında bir üniversite arkadaşı geldi, Steve’in kızkardeşi Moe davul çalıyordu, ayrıca kendi aleti vardı. Grupta kadın olmaması yolundaki şiddetli itirazlarıma rağmen, Lou kızı çağırdı. Ertesi gün, Moe Tucker bizi dinlemek ve seyretmek üzere daireme geldi. Sound’umuzu çabucak kaptı ve Nijeryalı davul ustası Babatunde Olajunti’den getirdiği esintiler bize tıpatıp uydu. Moe’nun en gözde davulcusu, rock’tan çok caza yakın olan Charlie Watts’tı, dolayısıyla bu bakımdan da kan gruplarımız uyuştu. Artık arkamızda gerçek bir ritm vardı, Lou ve Sterling mest olmuşlardı, “harika, artık gerçekten rock’n’roll yapıyoruz” diyorlardı. Daha sonraları, Lou, sık sık “ama birader, bu kız çalamıyor ki” diyecekti. Ben kemanlı parçaların haricinde bas çalıyordum. Bas çalmak hoşuma gidiyordu, bas sürükleyici bir şey.

Andy Warhol, Nico ve The Factory

Her konserde biraz daha iyiye gidiyorduk. Manhattan’daki Cafe Bizarre’da iki hafta boyunca sahne aldık. Kahvelerini yudumlarken aldıkları kartpostallara bakan turistlerin üzerine vitrolik sound’umuzu boşaltıyorduk. Adamlar, “eroin benim hayatım, benim karım” diye giden sözleri duymamış gibi yapıyorlardı. Menajerimizin kova suratlı karısı da bir seferinde, “The Black Angel’s Death Song”u bir daha çalarsak işimize son verileceğini söylemişti. Neyse ki inatlaşmamıza gerek kalmadı, çünkü pop art’ın ve underground filmlerin kralı sayılan Andy Warhol bizi seyretmeye geldi ve o kulüpte kendimizi ilk kez rahat hissettiğimiz bir atmosfer yarattı. Warhol’un bir numaralı süperstarı Gerard Malanga, biz “Venus In Furs”ü çalarken sahnede zarif bir sürüngen dansı yaptı.  Andy, bizim yaptığımız şeyle ilişkilenebileceğini farketmişti.

Bir gün eski ev arkadaşım Tony Conrad ziyaretimize geldi, The Warlocks’un istim üstünde olduğunu görünce, çöplükten bulduğu yırtık pırtık bir erotik romanı gösterdi: The Velvet Underground. Kitabın adı bize tıpatıp uyuyordu, derhal benimsedik ve sonuna kadar öyle kaldık.

Show’dan sonra tanıştırıldık. Andy, kendi sessiz fakat etkileyici tarzıyla bizi övgü yağmuruna tuttu. Kabilesiyle birlikte kulüpten ayrılmadan önce, ertesi gün The Factory’de buluşmayı teklif etti. Randevuya gittiğimizde Warhol’un sağ kolu Paul Morrisey doğrudan doğruya konuya girdi. Andy’nin bize bir teklifi vardı: Kazandığımız her türlü paranın yüzde 25’i karşılığında menajerliğimizi yapacak, yeni enstrümanlar ve aletler alacak, konserler ayarlayacak, plak şirketleriyle sözleşmeler yapacaktı. Bir şirket kurmamızı teklif ediyordu, adı Warvel olacaktı, kazandığımız bütün para oraya yatacak, Andy içinden yüzde 25’ini alıp gerisini bize ödeyecekti. Özetle, Andy bize her rock müzisyeninin hayalini tepsi içinde sunuyordu: Yaratma özgürlüğü ve bütün ilgisini bizim üzerimize yönelten, ihtiyaçlarımızı ihtiyacı telakki eden bir menajer. Bütün bunlara bir de Andy’nin şöhretini ekleyin.

Gümüş duvarları, duvarlardaki sıra sıra tabloları ve La Traviata’yı haykıran teknoloji harikası ses düzeniyle The Factory, o güne kadar hiç tanık olmadığımız ilginçlikte bir yerdi. Warhol’un 47. Sokak’taki gümüşi Factory’deki aynalı dünyasına ikinci gidişimizde, bir sürprizle karşılaştık. Bu sürpriz, Londra’dan henüz gelmiş bir divaydı: Rolling Stones’un menajeri Andrew Oldham’ın bir single yaptığı, Bob Dylan’ın “l’ll Keep It With Mine” adlı parçasını verdiği Nico’ydu bu. Ve Andy, Nico’nun solistimiz olmasını istiyordu.

Başlangıçta, Nico bütün şarkıları kendisi söylemek istiyordu, bizi de onun arkasında çalan bir grup olarak görüyordu. Biz aynı kanıda değildik. Yine de, Nico’nun birkaç şarkı söylemesine, tef çalmasına ve sahnede şevkle dolanmasına derhal razı olduk. Bu, Andy’nin müthiş ikna yeteneğinin göstergesiydi. Nico’nun kulağı yoktu, sesi de pütürlüydü. Fakat, sonuç mükemmel bir casting olayıydı ve Nico’da Andy’deki şeytan tüyü vardı.

Nico 1.80 boyundaydı, geçmişinde lezbiyen eğilimleri vardı ve gelişmiş bir tayming duygusuna sahipti. Actors’ Studio’da, Elia Kazan ona “zamanı iyi kullan, hiç acele etme, kendi zamanını yarat” demişti. Nico bu öğüdü birebir yerine getiriyordu. Mesela bir grup halinde sohbet ederken birisi ona bir soru sorduğunda cevap alamaz, sohbet devam eder, aradan iki dakika geçtikten sonra Nico konuşanın sözünü keser ve önceki soruya cevap verirdi. Herkes, “ne?” diye şaşırır, sonra da durumu anlardı: “Ha, Nico…”

Andy Warhol ve John Cale

Velvet dörtlüsünün kendine has bir çalışma biçimi vardı. Ben oturup kendi kendime çalmaya başlardım, derken Lou takılmaya başlar, “bak, bu riff’i buldum” derdi. Sonra roller değişir, aynı şeyi ben Lou’ya söylerdim ve jam yapmaya başlardık, jam sürerken enstrümandan enstrümana geçerdik. Lou, Moe’yla Sterling’in şarkıları diledikleri gibi çalmasından memnundu. Bense onları başka bir tarafa yöneltmeye çalışıyordum. Sterling’in, Moe’nun, Lou’nun bireysel rollerinin genişlemesini amaçlıyordum. “Venus In Furs”, “Heroin” ve “Black Angel” herkesin farklı şeyler çalışının, ama dördümüzün birden özgün bir şeyi ortaya çıkarışımızın en yetkin örnekleriydi.

Şunu hiç gözden kaybetmiyordum: Bizim asıl değerimiz, The Factory’ye katılmadan önce gerçekleştirdiğimiz şeydi. Günbegün üzerinde çalıştığımız müzik bizi herkesten ayırıyordu. Ben çok değerli bir şeye, kendi kendimize –Lou, ben, Sterling ve Moe– yarattığımız bir stile sahip olduğumuza inanıyordum. The Factory’ye gidip gelmeye başlamıştık, yeni mikrofonlara, amplifikatörlere, enstrümanlara kavuşmuştuk. Duvarda devasa bir Elvis posteri vardı, bir köşede hep bir film çekimi olurdu. Prenses Radziwill düzenli olarak ziyarete gelirdi, o geldiğinde oradaki bütün aktivite bıçakla kesilmiş gibi kesilirdi. Andy’yi iş yaparken izlemek, Dennis Hopper, Peter Fonda, Donovan, Mick Jagger ve başka ünlüleri The Factory’de görmek çok çarpıcı bir tecrübeydi. Orası, adeta evrenin beşiğiydi.

Warhol dizaynını oluşturmuştu. Beyaz duvara veya ekrana yansıttığı iki siyah-beyaz filmi yanyana oynatır, biz de bu görüntünün önünde mümkün olan en yüksek volümde çalardık. Nico, kendi üç şarkısını söyleyip kenara çekilir, geri kalanını da Lou söyler, grubun önünde de Gerard Malanga ve Eddie Sedgwick dans ederlerdi. Artık şöyle bir rutinimiz olmuştu: Öğleden sonra ikide kalkıyor, The Factory’ye gidiyor, prova yapıyor, sonra da gece faaliyeti için bir araya geliyorduk. Bu faaliyet genellikle Andy’nin peşine takılıp kokteyl partilerine, sergi açılışlarına, yemekli toplantılara, gece kulüplerine, tiyatrolara, sinemalara gitmekti. Şehirde dolaşırken en az on kişi olurduk, sayımızın yirmi olduğu da vakiydi.

Andy Warhol ve Lou Reed

Lou, Andy’den şüpheleniyordu ama, aynı zamanda ona hayranlık da duyuyordu. Andy’yi ilgilendiren müzik değil, insanlardı. Lou’ya çengel atmasının sebebi, Lou’nun The Factory’deki bir eksikliği, yani Long Island punk’ı eksikliğini gidermesiydi. Andy’nin içinde zerre kadar kötülük yoktu, ama zaman zaman çakallaşabiliyordu. Öte yandan, Lou’nun izlediği yol farklıydı: İlgi toplamak için insanları yaralardı. Lou oyun oynamakta profesyoneldi, ama Andy’nin oyunları çok daha çarpıcı ve tarz olarak orijinaldi. Lou nahoş bir şey söylerdi, Andy daha nahoş bir şey söylerdi, üstelik daha hoş söylerdi. Bu da Lou’yu illet ederdi.

Andy’nin süperstarı Edie Sedgwick, The Factory’deki ikinci günümüzde beni baştan çıkardı. Onun evine taşındım, altı hafta beraber yaşadık. Edie Andy’yle son demlerini yaşıyordu ama, hâlâ sihirli bir kişilikti, yıpranmış bir güzelliği ve Marilyn Monroe duruşu vardı. Güney Pasifik Demiryolları’nın sahibi olan ailesi hakkında bir sürü enteresan hikâye anlatırdı. Edie’nin The Factory’deki konumu beni büyülemişti. Edie, çok fazla uyuşturucu kullanıyordu, çok kırılgandı, ancak kamera önünde müthişti. Ne var ki, kendisini denetleyemiyordu. Bağımlılığı beni endişelendiriyordu. Onun hastabakıcısıymışım gibi davranmamı istiyordu. Bu da benim üstlenebileceğim bir rol değildi. Edie’yle ilişkim bir buçuk, iki ay sürdü ve bitti.

Dylan için Andy’yi terketmek

O arada Lou da Nico’ya sırılsıklam aşık olmuştu ve beraber yaşamaya başlamışlardı. O dönemde, Lou, Nico için üç zarif şarkı yazdı: “l’ll Be Your Mirror”, “All Tomorrow’s Parties” ve “Femme Fatale”. Lou yavaş yavaş The Factory’den uzaklaşıyor ve Nico’nun yörüngesine giriyordu.

Andy ve Nico birlikte teşrik-i mesai yapmaktan hoşlanırlardı. İkisinin Lou’yu idare etmelerinde karmaşık bir şey vardı. Lou tipik bir New York Yahudisiydi, Andy ve Nico ise daha ziyade Avrupalıydı. O günlerde Lou çok fazla kendisiyle ilgiliydi ve bir hayli kırıtkandı. Ona Lulu derdik, ben Black Jack’tim, Nico ise Nico’ydu. Lou’nun Nico’yla ilişkisi ocak ayı boyunca ve şubatın yarısına kadar sürdü ve sonra Nico, Lou’yu silkeleyiverdi. Bir sabah prova için The Factory’de toplanmıştık. Nico, her za­manki gibi geç geldi, Lou soğuk bir “merhaba” dedi. Nico orada öylece durdu, cevap vermek için kendi zamanının gelmesini beklediği belliydi. Asırlar sonra, birdenbire artık Yahudilerle sevişemem deyiverdi. Sonrasında Lou’yu yatıştırmak epey zaman aldı. Öğle sularında doktora gidip bir şişe Placidyl, bir şişe de kodein aldı ve saat dokuz olduğunda komalıktı.

Nico ve Lou Reed

Edie, The Factory’den koptu ve Dylan’ın kabilesine katıldı. Dylan’ın çevresi Andy’ninkinin tam karşı kutbuydu. Dylan için Andy’yi terketmek, Edie’nin Andy’ye yapabileceği en acı verici ve aşağılayıcı şeydi.

Andy’nin Velvet için büyük hedefleri vardı, ama önce performansımıza bir biçim vermesi gerekiyordu. Şubat ortasında, underground filmlerin gösterildiği Cinematheque’i bir haftalığına ayarladı. O küçük salonda mümkün olan en yüksek seste çalıyor, dinleyicileri telef ediyorduk. Bu kulakları sağır eden müziğe aynı anda ekranda yer alan dört-beş film eşlik ediyordu. Cinematheque’deki gösterimiz epey ses getirdi, hakkımızda yazılıp çizilmeye başlandı. Martta, Andy bizi bir otobüse doldurup üniversitelere götürdü, New Jersey’deki Rutgers’e, Michigan’daki Ann Arbor’a filan. Bu arada, bizi New York’ta kesintisiz bir ay sahneye çıkarabilmenin yollarını arıyordu.

Andy Warhol’un mültimedya şovu Exploding Plastic Inevitable’da Nico (sol başta) ve Velvet Underground, önde Gerard Malanga

Devrimci bir şey yapmanın imkânı

Nihayet, The Dom diye bir yer bulundu, berbat bir mekândı, dökülüyordu. Fakat Andy oraya bambaşka bir hava verdi. Gösterimiz artık şu şekle bürünmüştü: Sahnenin ortasında beyaz takım elbisesiyle Nico, sağında Lou, solunda ben. Nico’nun arkasında Moe ve Sterling. Arkamızdaki dev ekranda Nico’nun yüzü beliriyor, o görüntü sahnedeki Nico’nun üzerine aksediyor, tekinsiz sesi ayaktaki kalabalığın doldurduğu salona yayılıyordu. Gerard, zebra desenli giysisiyle Susan Bottomley’i kırbaçlıyor veya devasa bir pembe şırıngayla enjeksiyon yapıyormuş gibi yapıyordu. Bütün bunlar çok ciddi bir edayla yapılıyordu, maksadımız insanları gerçekten rahatsız etmekti. Yürümediği zaman gülüp geçiyorduk, sadece bir şakaydı –ne var yani? Fakat, asıl maksadımız insanların bilinçlerini rahatsız etmekti.

Eğer Warhol’un yarattığı sihir olmasaydı, bir yere varamazdık. Walter Cronkite ve Jackie Kennedy gelip önümüzde dans ediyordu. Gösterimizi TV haber yapıyordu. Bu, herkes için büyük bir partiydi, herkes para kazanıyordu, herkes memnundu. Lou ve ben neredeyse dini bir inançla yaptığımız şeye inanıyorduk. Sahneden indiğimde, mutluluktan ayağım yere basmıyordu. Kimse ne olup bittiğini anlamıyordu ama, her şeyin kontrolüm altında olduğunu düşünüyordum. Şimdi geriye bakınca bunun bir ilüzyon olduğunu anlıyorum. O kadar çok faktör vardı ki, herhangi birinin bütün bunları kontrolü altında tutması –Andy haricinde– mümkün değildi.

Trip’te, Frank Zappa’nın Mothers Of Invention’ı –ön grup olarak çıktı ve Zappa derhal sahnede –herkesin bildiği abes ve saldırgan tavrıyla– bize bok atmaya başladı. Başka türlü davranmayı bilmiyordu zaten. Kendisine zorla müzik öğrettiği için babasına ve onun uyguladığı katı rejime o kadar ifrit oluyordu ki, her sanat biçiminin suratına tükürmek istiyordu. O müthiş mizahının altında müziğe karşı acımasız ve sinik bir tavır yatıyordu.

Örneğin Nico, soyunma odasında asırlar geçirirdi. Sonra da sahnede mumunu –bir mumu vardı– yakmasını beklerdik. Bu onun küçük bir ritüeliydi, kendisine şans getireceğini, sahnede başarılı olmasına yardımcı olacağını düşünürdü. İşin matrak tarafı ise şuydu: Güya bütün bu ritüel, Nico’nun sahne performansının başarılı olması içindi, ama daha ilk notada Nico çuvallardı. Lou da sahnede tıslardı: Biz ne yaptığımızı biliyoruz Nico!” Provalarımızı banda alıp dinlerdik, sahnede nasıl olacağımızı görmek için. Bu, Nico’nun kırıldığı bir süreç olurdu, çünkü bandı dinlerken Nico’nun ağzını açar açmaz ya yanlış bir notaya girdiğini ya da yanlış tonlama yaptığını görürdük ve yine başladı!” türünden nidalar çıkarırdık. Şimdi geriye bakınca, çok acımasız geliyor bu. Çünkü Nico’nun bir kulağı gerçekten sağırdı.

Bizim doğaçlama yaptığımız, sahnede “noise” yarattığımız söyleniyordu ama, aslında her şey son derece disiplinli ve planlıydı. Çok daha derindi de. Mesela “mi”de yazılmış bir şarkı “re”de çalınıyordu, Moe zil kullanmıyordu, ben keman çalıyordum, Lou’nun koca bir pes tonlu gitarı vardı, “devekuşu gitarı” dediğimiz, öyle bet bir ses çıkarıyordu ki… Örneğin, “All Tomorrow’s Parties”deki sound odur.

The Dom’daki gösterilerden sonra öyle istim üzerinde oluyorduk ki, uyku filan hak getire; Andy’nin güruhuyla beraber o kulüp senin bu kulüp benim, o parti senin bu parti benim gezip duruyorduk. Çok güzel zamanlardı. Eğer The Factory’nin ön saflarındaysan, o “an”ın act”iysen Andy seninle çok yakından ilgilenir, kendini iyi ve takdire şayan hissetmen için elinden geleni yapardı. Andy’nin en güzel tarafı başarıyı, alkışı paylaşmasıydı. Dolayısıyla insan onunla beraber olduktan sonra kendisini üç metre boyunda, güzel, zeki ve güçlü hissederdi. Nisan 1966 onunla geçirdiğimiz en güzel aydı, en iyi işlerimizi de o zaman yaptık.

The Dom’da çaldığımız günlerde, Andy bize bir kayıt stüdyosu ayarladı ve ilk albümümüz için çalışmaya başladık. Bu aynı zamanda aramızdaki ilk ayrılık tohumlarının atıldığı dönemdi. Anlaşmazlığın odak noktası Nico’ydu. Lou, Nico’nun albümde yer almamasını istiyordu. Sonuçta, albüm sahnede yaptığımızın aynısı oldu: Nico üç şarkı söyledi, gerisini Lou halletti. Kayıtlar sırasında çok coşkuluyduk. Devrimci bir şey yapmanın imkânını elde etmiştik. Avant-garde’la rock’u buluşturacaktık, senfonik bir şey yaratacaktık. Andy’nin albümün prodüktörü olarak anılması üzerine bir sürü espri yapıldı, ama bir bakıma prodüktör hakikaten Andy’ydi, çünkü canlı performansımızdaki sound’u muhafaza etmemizi isteyen oydu. O günlerde kimse onun bir dediğini iki etmezdi. Bizi korudu; sahip çıktı, yardımcı oldu. Bu da bizim geleceğe kalacak, ebediyet kazanacak bir iş yaptığımıza ilişkin inancımızı pekiştirdi.

John Cale, Gerard Malanga, Nico ve Andy Warhol

“Trip” günleri ve Zappa’nın mizahı

Nisan ayı boyunca umutlarımız, beklentilerimiz günbegün irtifa kazandı, ta ki mükemmel bir noktaya ulaştığımıza kani olana dek. Fakat, şartlar yaptığımız her şeyi yıkmaya başlayacaktı.

“Trip” adlı bir Los Angeles kulübüyle bir aylık kontrat yaptığımızda, Doğu’dan sonra şimdi de Amerika’nın Batı yakasını fethedeceğimizi sanıyorduk. Fakat, nisan ayının son gününde Los Angeles’a ayak bastığımız andan itibaren bir şeylerin yanlış gittiğini sezdik. İlk darbeyi, havaalanından şehre giderken yedik: Radyoda The Mamas and The Papas “Monday, Monday” adlı şarkıyı söylüyordu. Batı yakasının zihniyeti öylesine yavan ve rotasızdı ki. Bizim tavrımız, temamız nefret ve “sapma”ydı, onlar çiçek çocuklarıydı, “güzel insan” olayındaydılar. Havalı, şatafatlı bir püritanizmdi yaptıkları ve temelinde dünyada olup bitenlere karşı oluşan yetişkin hissiyatının baskılanması vardı. Bizse tam da bu hissiyatın üzerine gidiyorduk.

Trip’te, Frank Zappa’nın Mothers Of Invention’ı –orijinal Mothers– ön grup olarak çıktı ve Zappa derhal sahnede –herkesin bildiği abes ve saldırgan tavrıyla– bize bok atmaya başladı. Başka türlü davranmayı bilmiyordu zaten. Kendisine zorla müzik öğrettiği için babasına ve onun uyguladığı katı rejime o kadar ifrit oluyordu ki, her sanat biçiminin suratına tükürmek istiyordu. O müthiş mizahının altında müziğe karşı acımasız ve sinik bir tavır yatıyordu.

The Factory müdavimlerinin zaviyesinden Velvet Underground

Fakat daha beteri şuydu: İlk gece bir Warhol happening’i görmeye gelen meraklılar ve şöhretlerle tıklım tıklım olan kulüpte, ertesi gece in cin top oynuyordu. Bu eziyetten üçüncü gecede polis sayesinde kurtulduk. Pornografik bir gösteri yaptığımız gerekçesiyle kulübü kapattılar. Gerard ve Mary, sahnede sado-mazoşist ritüelleri canlandırıyorlardı. Gerard, Mary’nin çizmesini yalıyor; Mary, Gerard’ı kırbaçlar gibi yapıyor, Gerard kocaman bir oyuncak şırıngayla uyuşturucu enjekte etme pandomimi yapıyordu. Fakat bütün bunlar sadece bir ‘‘canlandırma’’ydı, bir gösteriydi. Yine de, polis, Gerard’la Mary’nin danslarının ve Lou’nun şarkı sözlerinin pornografik olduğu kanısındaydı. Müzisyenler Sendikası’nın koyduğu kurallara göre, böyle bir durumda, sanatçıların o şehirde kalmaları halinde, sözleşme süresi boyunca, gösteri gerçekleştiriliyormuş gibi tam yevmiye ödeme yapılması gerekiyordu. Biz de bir aylık yevmiyemize hak kazanmıştık. Ve Andy, güruhunu günlük kirası 500 dolar olan Ortaçağ taklidi bir şatoya taşıdı. Orada vakit geçirirken sinirlerimiz gerilmeye başladı. Hepimiz New York’u özlemiştik. Fakat başka problemler de vardı.

Sonun başlangıcı

Albümün kayıtlarını bitirmek üzere, Dylan’ın ilk iki elektro albümünü yapan Tom Wilson’la stüdyoya girdik. “Heroin”i orada kaydettik. Şarkı harikaydı, fakat sözler konusunda Lou’yla anlaşamıyorduk. Lou ilk dizeyi değiştirmiş, “nereye gittiğimi biliyorum, cennete gidiyorum, gidebilirsem eğer”i “nereye gittiğimi bilmiyorum..” haline getirmişti. Bu, bana göre teslimiyetten başka bir şey değildi, işte o noktadan itibaren aramız bozulmaya başladı.

Andy ve Paul Morrisey şirket şirket gezerek albümü pazarlamaya çalıştılar. Fakat belli başlı şirketler şarkıların konularından ötürü –eroin, sado-mazoşizm, ölüm– albümü basmaya yanaşmıyordu.

1966’nın ikinci yarısı asap bozukluğu içinde geçti. Verve’ün bizim albümümüzü görünür bir gelecekte yayınlamaya niyetli görünmemelerine bir anlam veremiyorduk. Gecikmenin önce kapağın –kapakta Warhol’un soyulmuş muzu vardı– baskısıyla ilgili bir sorundan kaynaklandığını söylediler, sonra master kayıtların kaybolduğunu ileri sürdüler. Fakat, Mothers Of Invention’ın ilk albümünü, Tom Wilson’ın prodüktörlüğünü yaptığı Freak Out’u yayınlamışlardı. Bu bizi çok kıllandırmıştı. Verve’ün promosyon departmanı “Velvet’in nasıl olsa Andy Warhol’u var, biz Zappa’ya yüklenelim tavrındaydı. Andy’ye gelince, ilgisini yeniden film çekmeye yöneltmişti, o yaz çektiği Chelsea Girls eylülde hit olmuştu. Kasıma gelindiğinde, The Factory’de prova yapmaz olmuştuk.

Lou, Warhol’la bağları koparmanın tohumlarını ekmişti ki, sarılık teşhisiyle New York’ta hastaneye kaldırıldı. O sıralarda Gerard’ın kız arkadaşı Susan Bottomley ile yatmak için can atıyordum. Susan’la Lou’nun da ilişkisi vardı. Her erkeğin yatmak isteyeceği kızlardandı o. Fakat maalesef, Lou hastaneden çıktığı gün Susan’la beni yatakta yakaladı ve ikimizi de evden kovdu. Kendi evimden koyulmuştum! Çok öfkelendim. Susan’la yatmak istemiştim, hepsi bu.

Andy’nin Velvet’le ilişkisi iyice zayıflamıştı. Mayıs 1967’de, Cannes Film Festivali bunun en açık deliliydi. Avrupa’dan iyi teklifler almıştık, ama Andy, beraberinde bizi değil de, Nico ve Gerard’ı götürmeyi tercih etmişti. O yıl Lou gizli gizli bir menajer aramaya başlamıştı. Andy Nico’yla birlikte geri döndüğünde, Lou Nico’yla birlikte sahneye çıkmak istemediğini deklare etti. Bu, sembolik olarak Andy ile göbek bağını kesmek anlamına geliyordu. Daha sonra, Andy, Lou’ya bir ültimatom verdi: Bizim menajerimiz olarak devam edebilirdi, ancak o takdirde sadece sanatsal venue’lerde çalmakla yetinecektik. Lou oltaya geldi ve kendi ifadesiyle, Andy’yi “kovdu”. O olayla ilgili bilmediğim bir sürü şey vardı, neler olup bittiğini yirmi yıl sonra Drella’yı yazarken öğrendim. Eğer Lou’nun Andy’ye nasıl davrandığını bilmiş olsaydım, engel olurdum.

Lou garip davranmaya başlamıştı. Steve Sesnick’i –bence tam anlamıyla bir yılandı– getirdi, menajerimiz yaptı ve entrikalar başladı. Sesnick Lou’nun sözcüsü rolüne soyundu ve Lou’yla aramıza girmeye başladı. O zamana kadar Lou’yla rahat rahat konuşabiliyordum. Ama artık Sesnick vasıtasıyla iletişim kurabiliyordum. İlişkimiz kötülüyordu. Sahnede Lou giderek daha gerginleşiyordu, bense iyiden iyiye havaileşmiştim. Sesnick, Lou’yla ilişkimin içine ediyordu, ben de bundan ötürü Lou’ya öfkeleniyordum. Bir seferinde, “Lou” dedim, “ne halt ettiğinin farkında mısın?” Cevabı Sesnick verdi: “Biliyorsun, Lou grubun şarkı yazarı ve solisti, dolayısıyla burada onun sözü geçer”. Bu, herkesi kızdıracak bir laftı. Ama, Lou bu formülasyondan memnun görünüyordu. “Solist benim, grup bu, benim dediğim olur” diye düşünüyordu.

Benim uzun gıcırtılı seslere duyduğum yakınlık, Lou’nun Velvet’i daha ticari bir grup haline getirme düşüncesiyle çelişiyordu. Temel sorun –ve bir türlü çözemediğimiz sorun– şuydu: Velvet’i diğerlerinden ayıran sound kemandı, grupta bir keman olması gerekiyordu. Ben keman çaldığımda, bas çalmak Sterling’e düşüyordu, o da bastan nefret ediyordu. Ben bas çalmayı seviyordum, çünkü bas çalarken rock’n’roll’un ruhuna nüfuz ettiğimi hissediyordum. Kemansa sadece belli parçalarda işe yarıyordu, “Stephanie Says” gibi şarkılarda. Dolayısıyla hep bir taviz durumu vardı ve Velvet’te bulunduğum süre içinde bir türlü enstrümantal düzenimizi kuramamıştık. Bazen bası Moe çalıyordu, o kadar düzensizdik.

Eylül 1967’de, ikinci albümümüzün, White Light / White Heat’in kayıtlarına başladık. Önceki yazdan beri şarkılar üzerinde çalışıyorduk. Biz hep yüksek sesli müzik yapıyorduk, senfonik bir sound elde etme maksadıyla. Yüksek sesin berraklık getirmesi gerekiyordu, ama bu ikinci albümümüzde bunu gerçekleştiremedik. White Light / White Heat’te bir sürü doğaçlama vardı. Birçok şarkı doğrudan stüdyoda yapılmıştı. “Sister Ray”, “I Heard Her Call My Name” ve “Here She Comes Now” stüdyoda doğmuştu. “The Gift” ise Lou’nun üniversitedeyken yazdığı bir öyküydü, bu şarkının spoken word olarak icra edilmesi benim fikrimdi. Bir de “Booker T” diye enstrümantal bir parçamız vardı, onu ziyan etmektense bu iki parçayı birleştirdik. Artık tam anlamıyla bir rock’n’roll grubu olmuştuk ve White Light / White Heat’in konsepti rock’n’roll ruhunu ifade ediyordu. Bu albümü stüdyoda canlı olarak kaydetmeye kararlıydık, çünkü o zamanlarda canlı performansımız çok iyiydi. O canlılığı muhafaza etmek için çaldık, çaldık, çaldık. Kayıtlara bir sürü kimyasal madde de eşlik ediyordu. Örneğin “Stephanie Says”de işin içinde eroin vardı.

Ocak 1968’de White Light / White Heat piyasaya çıktı. Tepki ılıktı. Radyolar albümü çalmadı, eleştiriler kötüydü. O yıl Velvet’in radikal değişimler geçirdiği yıldı. Lou, Sterling üzerinde kurduğu hâkimiyet sayesinde bir darbe yaptı. Betsey (Johnson, Sterling’in eski kız arkadaşı olan bir moda desinatörü, Cale’in Nisan 68’de evlendiği eşi) ile ilişkimden çok hoşnuttum, ama Steve Sesnick, bu ilişkinin Lou’nun ve Lou’nun grup anlayışının üzerinde olumsuz bir etkisi olduğunu farketmişti. Lou güçlü bir kadına uyum göstermekte zorlanıyordu. Büyük ihtimalle benim, Betsey’den çok ona bağlı olmam gerektiğini düşünüyordu. White Light / White Heatten sonra bir turne grubuna dönmüştük, işler iyice kötülemiş, birbirimize olan güvenimiz giderek erozyona uğramıştı.

Eylül ‘68’de kaçınılmaz son gerçekleşti. Cleveland’a gitmek üzere hazırlandığımız günlerde, Lou, Moe ve Sterling’le Sheridan Square’de bir lokantada buluşmuş, “eğer Cale Cleveland’a geliyorsa ben yokum” demiş ve şu ültimatomu vermişti: Ya benim ayrılmamı kabul edecekler ve onu grubun lideri olarak kabul edip devam edeceklerdi ya da Lou grubu dağıtacaktı. Bu, yolun sonuydu. Ayrılık vakti gelmişti.

Roll, sayı 31, Mayıs 1999

^