CLAUDE LEVI-STRAUSS (1908 - 2009)

Derleyen: Siren İdemen
30 Ekim 2022
1938, Amazonlar. Ayağına tutunmuş olan Lucinda adlı maymunuyla kendi objektifinden Lévi-Strauss
SATIRBAŞLARI

En baştan başlayalım. Bir yer ve bir tarih: Brüksel, 28 Kasım 1908.

Claude Lévi-Strauss: (gülüyor) O günden hiçbir şey hatırlamadığıma sizi temin edebilirim. Ama, doğduğum odanın penceresinden Brüksel manzarasını gösteren babamın yaptığı bir resim hâlâ duvarımda durur. O zamana dair hatıram o resimden ibaret. Babam profesyonel portre ressamıydı, Belçika’dan birkaç portre işi almış. Annemle bir süre orada kalmışlar. Ben iki aylıkken Paris’e dönmüşler.

Babanız nasıl bir adamdı?

Ondan zihnimde kalan, son derece kültürlü, ilgisi sadece resimle sınırlı olmayan, doymak bilmez merak sahibi bir adam imgesi. Aynı zamanda edebiyat ve müzik tutkunuydu. Çok erken yaşta operaya götürüldüğümü ve Wagner’in bütün repertuarıyla tanıştırıldığımı da hatırlıyorum.

Meslek seçiminize müdahale etti mi?

Hayır, ressam olmaktan, daha doğrusu genel olarak sanatçı olmaktan caydırmaya çalışmak dışında müdahale etmedi.

Desen: Raymond Moretti

Anneniz?

Cefakâr bir kadındı, yıllarca evin bütün yükünü sırtlanarak büyük bir fedakârlık gösterdi.

Başka bir tarih: 1914.

Babam silah altına alınmıştı, annemle ben Normandiya’ya sığındık. Herkes Almanların Paris’e gireceğinden korkuyordu. Sonra Brest’e geçtik. Ardından, Versailles. Kocalar savaşta olduğu için, annem, teyzelerim –beş kızkardeştiler–, çocuklar, haham olan dedemin büyük evine kapanıyoruz. Günler Almanların top seslerinin gümbürtüsünün ritmiyle akıp gidiyor, atışları burnumuzun dibinde hissediyoruz… Ve nihayet ateşkes, bayram havası, büyük neşe ve ardından gelen büyük rahatlama.

Lisedeyken siyasetin içinde miydiniz?

Tam olarak angaje değildim. Sosyalist fikirleri keşfetmemle, SFIO’ya (Section française de l’Internationale ouvrière, Uluslararası İşçi Fransa Seksiyonu, 1905’te kurulan sosyalist bir parti, 1969’da Sosyalist Parti’ye dönüştü) girmem ayrı şeyler. İlki, Belçika İşçi Partisi üyesi Arthur Wauters ile tanışmamla oldu. 16-17 yaşındaydım, Marx’ı bilmiyordum; ismini işitmiştim, ama kitapları, tezleri hakkında bir bilgim yoktu. Wauters’dan bana Marx’ı anlatmasını rica ettim. Teorisyenlik hevesi de olduğu için derhal eğitimime vakfetti kendini, Marx, Jaurès ve başka pek çok ismi okutarak ciddi ödevler hazırlatıyordu. Böylece sosyalist idealleri özümsemiş olarak Paris’e döndüğümde SFIO’ya girdim.

SFIO’da devrime mi inanıyordunuz?

Devrim kelimesiyle ne kastettiğinize bağlı. Leninist değildim, dolayısıyla toplumun ihtilâl yoluyla değiştirilmesi fikrini reddediyordum. Küçük bir militan grubu olarak Yapıcı Devrim adında bir hareket kurmuştuk. Neden bilmiyorum, bu sıralarda tez hazırlayanların çok ilgisini çekiyor bu konu; o hareketten hayatta kalan tek kişi ben olduğum için de durmadan cevaplayamadığım mektuplar alıyorum, zira pek bir şey hatırlamıyorum. Biz kapitalist dünyanın içinde sosyalist toplumu inşa etmenin, onu büyütüp genişlettiğimizde de kapitalizmin yıkılmasının mümkün olduğunu düşünüyorduk.

Entelektüel soyağacım birkaç isimle özetlenebilir: Rousseau, Chateaubriand, Marx, Freud, Proust… Benim yapmaya çalıştığım şey, insan bilimlerini felsefenin vesayetinden çıkarmak.

Yahudi olduğunuzu erken yaşta mı idrak ettiniz?

Yahudi geleneği ailemizde yaşatılıyordu ve bunun tek nedeni dedemin haham olması değildi. Ebeveynlerim inançlı olmasalar da, baba tarafımda bazı alışkanlıklar muhafaza ediliyordu. Babaannem Yom Kippur’da oruç tutardı. Ama mesela, savaştan kaçıp Versailles’a sığındığımız günlerde, annemin kocaman jambonlu sandviçler yaptığını ve dedemi kızdırmamak için parkta heykellerin arkasına saklanarak gizlice mideye indirdiğimizi hatırlıyorum.

Anti-semitizmden mağdur oldunuz mu?

Daha ilkokuldan itibaren “pis Yahudi” muamelesine maruz kaldım. Lisede de devam etti bu.

Nasıl tepki gösteriyordunuz?

Yumrukla. Neyse ki çok sık olmadı.

Felsefeye ilginizi belirleyen neydi?

Felsefeye özel bir hevesim yoktu. Matematikte çok zayıftım ve beni neyin beklediğini bilmeden felsefe sınıfına girdim. İlk başta notlarım berbattı, ama yıl sonunda birincilik ödülünü aldım.

Felsefe sınıfında sizi özellikle etkileyen bir kitap var mıydı?

Özellikle öne çıkan bir kitap yoktu.

Mutlaka bir ilk kitap vardır ama.

Doğru. Ama benimki çocukluğumdan: Don Kişot. Don Kişot’u bıkmadan usanmadan tekrar tekrar okurdum. Yedi-sekiz yaşımdayken, ailece oynadığımız bir oyun vardı; babam ya da annem Don Kişot’tan bir sayfa açar, bir cümle okumaya başlar ve ben ezberden devamını getirirdim.

Üniversiteyi hem hukuk hem felsefe okuyarak bitiriyorsunuz. Geliyoruz 1929’a…

Simone de Beauvoir ve Merleau-Ponty ile tanışıyorum. Öğretmenlik stajımızı üçümüz beraber yaptık, sonra birbirimizden uzak düştük.

Ekim 1932.

Öğretmen olarak ilk derse girişimi kastediyorsunuz herhalde. Ders vermek benim için kalabalık içinde düşünmektir. Derslerimde kendi kendimle başbaşa kalırım, karşımda kim olduğunun farkına bile varmam. O tarihte aslında hayatımda başka bir olay oldu, evlendim. Öğretmenliğe başlamamdan birkaç gün önceydi. Mont-de-Marsan lisesine tayin edildiğim için, bu yolculuk karım ve benim için balayı yerine geçti.

Paris’ten ayrılmak canınızı sıktı mı?

Kesinlikle hayır. Mont-de-Marsan’a gelir gelmez siyasete girdim ve seçimlerde aday oldum. Ama kampanyam başladığı gün sona erdi. Ehliyetim olmadığı halde araba kullanıyordum, Citroën’i tepetaklak bir hendeğe yuvarladım. Kampanyam orada son buldu, siyaset hevesimle birlikte.

1935?

Ders vermekten zevk almıyordum. Üniversite yıllarımdan beri felsefeye karşı başkaldırı halindeydim. Sao Paulo’da bir iş imkânı çıkınca kalkıp gittim. Nizan’ın Arabistan (Aden, Arabistan, Paul Nizan, Kanat Kitap), Soustelle’in Meksika (Aztekler, Jacques Soustelle, Dost Kitabevi) tecrübeleri beni etkileyen örneklerdi.

Dolayısıyla, Halk Cephesi’nde yer almadınız.

Öyle oldu. Mamafih, olayla doğrudan alâkalıydım. En azından öyle sanmıştım… Öğretmenliğe kadar ve daha sonrasında da aktif olarak sosyalisttim ve Sosyalist Öğrenciler Federasyonu sekreterliği gibi çeşitli sorumluluklar üstlenmiştim. Bu arada, hayatımı kazanmak mecburiyetinde de olduğum için birçok kişinin kapısını çalmıştım, bunlardan biri de daha sonra Léon Blum hükümetlerinde bakanlık da yapan SFIO’dan Jules Moch’du. 1928 seçimlerinde, genç ve parlak biri olan Georges Monnet parlamentoya seçilmişti, ancak parlamenterliği partide sıkıntı yaratıyordu. Monnet’nin sosyalizme dair bilgisi yetersizdi; dolayısıyla, bu açığını telâfi edecek bir sekretere ihtiyacı vardı. Bununla ben görevlendirilmiştim. O nedenle benim kalemimden çıkmış birçok kanun teklifi vardır. Benim için güzel bir tecrübeydi. Sonra, Brezilya’ya gittim ve ummadığım şey oldu. Sao Paulo’da büyük bir heyecanla seçim sonuçlarını dinlediğim Halk Cephesi hükümetinin kuruluşunu ve Monnet’nin bakanlığa tayin edilişini öğrenişim gözümün önüne geliyor. Monnet’nin beni mutlaka çağıracağına inanıyordum, ilk gemiye binmeye hazırdım. Ama bir çağrı gelmedi.

Haida ritüeli peleriniyle, Seine nehri, 1989

Daha sonra siyasetten uzak durmanızın sebeplerinden biri bu olabilir mi?

Öyle düşünmüyorum. Fakat Monnet beni çağırsaydı, kaderim değişirdi ve büyük ihtimalle siyasi bir kariyerim olurdu.

Sonuçta, Halk Cephesi’ni kaçırdınız.

Tamamen değil. 1937’de, tatilde Fransa’ya dönmüştüm. Tabii hemen partiye gittim, her şey çok değişmişti, bizim seksiyon sanki iktidara atlamanın eşiği gibiydi, yükselme hırsı ve kariyerizm gözle görülüyordu. Orada hayal kırıklığımın arttığını itiraf etmeliyim.

O dönemde, savaşın yaklaştığını hissetmiş miydiniz?

Hayır, nasıl ki Hitler tehlikesini ya da faşist tehdidi idrak edemediysek, savaşın geldiğini de hissetmemiştik. Ben de hemen herkes gibi mutlak bir körlük içindeydim. İnsan örneğini bilmediği bir şeyi öngöremiyor. Görünce tanıyor, ama tahayyül edemiyor.

Biyolojide ya da fizikte bütün ihtişamıyla kendini gösteren bilimsel düşünce benim için bir fener gibi. O fenere bakıyorum ve asla tam ulaşamayacağımı bilerek, mümkün olduğunca ona uzanmam gerektiğini geçiriyorum içimden.

Peki 1939?

Seferberlikten kısa bir süre önce Brezilya’dan dönmüş ve Henri IV Lisesi’ne tayin edilmiştim. Sonra savaş, ordu, yenilgi, terhis derken 1940’a geliyoruz ve ne yapıyorum, biliyor musunuz? Paris’teki görevime dönme müsaadesi almak için Vichy’ye gidiyorum! Görevli hayretle bana baktı: “Bu isimle mi Paris’e gideceksiniz? Aklınızdan zorunuz mu var?” İşte o zaman olan biteni anlamaya başladım.

Ne hissettiniz?

Hâlâ müthiş romantiktim. Ailemin Cévennes’de küçük bir evi vardı, gerekirse, çok iyi bildiğim o bölgeye sığınıp dağda saklanarak, Brezilya’dayken yaptığım gibi avcılık ve toplayıcılıkla hayatımı sürdürebileceğimi düşünüyordum.

Direnişe katılmak aklınızdan geçiyor muydu?

Direnişin sonradan bürüneceği hali düşünemiyorduk, ama direnme fikri kafalarda geziniyordu. Paris’e gidemeyeceğim belli olunca, görevlendirildiğim Montpellier’de Brezilya’daki arkadaşlarımdan René Courtin’i –daha sonra Le Monde’un kurucularından olacak– bulmuştum. Onun evinde direnişin ilk nüvesi oluşuyordu.

1941?

Tekrar Amerika kıtasına yolculuk, bu sefer ABD’ye. I. Dünya Savaşı’ndan beri New York’ta yaşayan teyzem Aline Caro-Delvaille’ın ısrarlı girişimleriyle, Nazi tehdidi altındaki Avrupalı bilimadamlarının kurtarılması için Rockefeller Vakfı’nın organize ettiği projeden istifade ettim ve New York’taki New School For Social Research’te çalışmaya başladım. ABD’ye gelir gelmez yine adımı değiştirmek durumunda kaldım; Claude Lévi-Strauss yerine Claude L.-Strauss ismini kullanmalıymışım, blucin markası yüzünden öğrencilere komik gelirmiş.

İngilizce konuşabiliyor muydunuz?

Çok kötü. Ama okuyordum. New York’a tam tatilin öncesinde gitmiştim ve şehirde teyzem, kızı ve oraya sığınmış Fransız sürrealistlerden başka kimseyi tanımıyordum. Bütün yazı çalışarak geçirdim, ilk kitabım Nambikwaraların toplumsal ve aile hayatları’nı İngilizce yazmaya zorladım kendimi. Böylece dile hâkim olmaya başladım.

Ne dersi veriyordunuz?

Sosyoloji. Kuzey Amerika’nın Güney Amerika’yı keşfettiği dönemdi. Daha önce Brezilya’da bulunduğum için öğrencilerin “Güney Amerika’nın güncel sosyolojisi” ile tanışması için en uygun hoca olarak görülmüştüm. Ama konu hakkında bilgisizdim tabii, dolayısıyla derslere hazırlanmak için her sabah erkenden New York Halk Kütüphanesi’ne gidip saatlerce etnoloji makalelerini, büyük Amerikalı antropologları hatmediyordum: Franz Boas, Alfred L. Kroeber, Paul Radin, Alexander Goldenweiner, Robert Lowie… Etnolojiyi esas olarak o yıllarda öğrendim.

Okuduklarınız arasında Freud da var mıydı?

Onu çok daha önce keşfetmiştim. Marx’tan önce okudum Freud’u.

Psikanaliz için ne düşünüyorsunuz?

Bence iki şeyi birbirinden ayırmak lâzım. Biri, tedavi tekniği, ona şüpheyle bakıyorum. Ama Freud’un keşfi büyük: Zihinsel yaşamda bize tamamen rastlantısal ve anlaşılmaz gözüken şeyin analiz edilebilir ve rasyonel olarak anlaşılabilir olduğunu gösterdi. İzahatlarının tatminkâr olduğunu iddia etmiyorum, ama bilinçaltının bilinçli düşünce düzeyine taşınabileceğini, irrasyonel olanın rasyonel düşünce için bir meyve olabileceğini göstermiş olmasını çok önemsiyorum.

Sürrealistlerle görüşüyor muydunuz?

Breton (André), Ernst (Max), Duchamp (Marcel), Masson (André), Tanguy (Yves) ile sık sık buluşur, sabaha kadar tartışırdık. “Hakikat oyunu” dönemiydi; sanat, müstehcenliğe ya da bayağılığa düşmeden her şeyin itiraf edilmesiydi.

Amerikan askerleri Fransa’ya çıktığında New York’ta mıydınız?

Unutulmaz bir gündü. Greenwich Village’daki küçük stüdyomdaydım, radyoyu açtığımda kulağıma çarpan kelimelerden hiçbir şey anlayamadım. Tam bir gerçekdışılık hissine kapıldım. Spikerin biri heyecanlı bir sesle birbiriyle bağlantısız gözüken birtakım kelimeler, sayılar, isimler sıralayıp duruyordu; sonra birden ışık yandı. Çıkarma başlamıştı… Hüngür hüngür ağladım.

1944?

Fransa’ya döndüm. O zaman bunun altı aylık geçici bir süre için olduğunu henüz bilmiyordum. Kültür İşleri Dairesi’nde görevliydim. Bir gün, öğretmenlik stajından beri görmediğim Merleau-Ponty sürpriz bir ziyaret yaptı; ABD’ye gitmek istiyormuş. O zamanlar varoluşçuluk yeni ortaya çıkıyordu, ziyaretinden istifade, varoluşçuluğun ne olduğunu bana izah etmesini rica ettim. Cevabı şuydu: “Bir yeniden felsefe yapma girişimi, Descartes, Leibniz ve Kant zamanındaki gibi.

Siz ne düşündünüz?

Hiçbir şey. Felsefe artık ilgimi çekmiyordu.

Structures élémentaires de la parenté (Temel akrabalık yapıları) üzerinde çalışmaya başlamış mıydınız?

1942’den beri o konu üzerinde çalışıyordum. Bütün dünyadan etnoloji monografilerini taramıştım. 1945’te Kültür Müsteşarı olarak New York’a dönerken de Dışişleri Bakanlığı ile öğlene kadar büro mesaisi yapmak, öğleden sonralarımı yazmaya vakfetmek üzere anlaşmıştım.

1948?

Fransa’ya döndüm, CNRS’te araştırma bölümünün başına getirildim, Etnoloji Enstitüsü’nde ders vermeye başladım.

1949’da Structures élémentaires yayınlanıyor. Kitapla ilgili ilk yazıyı ve kimin yazdığını hatırlıyor musunuz?

Simone de Beauvoir, Les Temps Modernes’de yazmıştı. Kitabı basılmadan önce okumuştu.

O kitap aynı zamanda sizin üniversitedeki tezinizdi.

Evet, bu benim açımdan çok önemliydi. Tezimi vermiş olmak üniversitede ders vermenin önünü açmakla kalmamış, asıl önemlisi, bana artık yetişkin olduğumu hissettirmişti.

Musée de l’Homme’da İkinci Müdür oldunuz, 1950’de Ecole des Hautes Etudes’e atandınız. Siyasî angajmandan uzaklaştınız. Ama olaylar da hiç eksik olmuyordu: Soğuk savaş, Gulag’lar, Hindiçin savaşı…

50’li yılların başında ciddi bir kriz geçirdim: Siyasal inançlarımla, giderek artan bir uzaklaşma duygusu arasında bocalıyordum. Hüzünlü Dönenceler’in son sayfaları bu iki pozisyonu bağdaştırma gayretime tanıklık eder. Uzlaşması zor bir çelişkiydi. O dönemde, değişkenlerin düşüncenin hâkim olamayacağı kadar çoğaldığı bir dünya karşısında duyduğum acizlik hissi hâkimdi üzerimde.

“En yalın haliyle bir toplum arıyordum. Nambikwara’larda bunu buldum.”

Madem Hüzünlü Dönencelere değindiniz, bu konuya girelim. Sene 1954. Structures élémentaires gibi çetin bir kitaptan sonra, sizi böyle bir metin yazmaya yönelten ne oldu?

Onun motivasyonları biraz karmaşık. Birincisi, üçüncü defa evlenmiştim ve hayatım değişmişti. Sonra, Jean Malaurie yeni başlatacağı seri için bir kitap yazmamı rica etmişti. Ve bir de tabii roman yazmaya heves ediyordum, hatta yirmi-otuz sayfa yazmıştım, ama yazdıklarımdan hayal kırıklığına uğrayınca imha ettim onları.

Romanın konusu neydi?

Gazetelerde okuduğum bir haber, bir dolandırıcılık olayı. Adamın biri Güney Amerika adalarına gidiyor, yanında götürdüğü gramofondan yerlilerin dilinde kaydettirdiği uzun bir tiradı dinleterek onu yeni bir tanrı olarak takdim ediyor ve herkesten adak olarak üç hindistan cevizi vermesini istiyor. Böylece büyük bir servet elde ediyor. Tutunamamış bireylerin hikâyesini melez bir topluma yerleştirmiştim. Baktım, fazla Conrad taklidiydi.

Yani Hüzünlü Dönenceler romancılık hevesinizden doğdu…

Evet. Müthiş bir huzursuzluk ve rahatsızlıkla yazmaya koyuldum, zamanımı hakiki bilimsel çalışmama ayırmam gerekirken yolumdan saptığım hissi vardı. O dönemde, bir önceki çalışmamın mantıki sonucu olarak Les Structures de parenté complexes’i (Karmaşık Akrabalıkların Yapıları) yazacağımı düşünüyordum. Ama bir yandan da sırtımda dolup taşmış bir yük vardı, onu boşaltmam lâzımdı. Sonuçta, dört ayda, alelacele ve her an büyük bir huzursuzluk ve gerginlik hissederek, zihnimden geçen ne varsa hiç sakınmadan çiziktirdim.

Bugün bir klasik haline gelen Hüzünlü Dönenceler için “çiziktirdim” mi diyorsunuz?

Kabul edilemez kusurları var.

Ne gibi?

İçinde sinir bozacak kadar çok hece vezinli dize var. İyi yazarlar için nesirde bu bir kara lekedir.

Kitap nasıl karşılandı?

İlk yayınlandığında pek bir ilgi uyandırmadı, tepki gelmedi.

Ama birçok övgü yayınlandı, Goncourt Akademisi jürisi kurgusal bir eser olmadığından kitabı ödüllendiremedikleri için üzüntü duyduklarını açıkladı; birçok ünlü yazar hayranlıklarını ifade eden coşkulu yazılar yazdılar. Bütün bunlar kendinize bakışınızı değiştirmedi mi?

Hayır. Yazmaya devam etmem gerektiğine dair inancımı güçlendirdiğini söyleyebiliriz daha ziyade. Ama, o tarzda değil; Hüzünlü Dönenceler bilimsel bir kitap değil; okulu kırıp serserilik yapmak gibi… Onu yayınlayarak önümdeki bütün kapıları kapadığımı düşünüyordum.

Dönüp de Hüzünlü Dönencelerden bölümler okuduğunuz olur mu?

Yazdığım hiçbir şeyi sonradan okumam, okumaya kalktığımda da bazen ne yazdığımı anlamakta zorlanıyorum.

Durkheim bana felsefe yapan bir sosyolog gibi görünüyordu. Avustralya’ya adımını atmadığı halde yerlilerin kültürünü sahada çalışan herkesten çok daha iyi anladığını kabul etmem için yıllar gerekti.

Yazmak sizin için ne ifade ediyor?

Sıkılmamak için yazıyorum. Yazmayı seviyorum, ama durmadan güzel cümleler bulma arayışında değilim. Buna mukabil, biçimde, üslûpta başarılı olamazsam, fikirlerimi aktarmayı başaramayacağımı da biliyorum.

Hafızanız nasıldır?

Güçlü değil, öyle bir kusurum var. Hatırlamak istediğim şeyleri fişlere not ediyorum, aksi takdirde unutuyorum. Böyle binlerce fişim var.

1955-65 dönemine dair öne çıkan hatıralarınız neler?

O döneme dair pek bir şey hatırlamadığımı itiraf edeyim. Çok fazla çalışıyordum, Mythologiques’i kaleme almak için dünyadan elimi eteğimi çekmiştim. Yirmi küsur yıl boyunca, zihnimi, zamanımı, bütün enerjimi o dört cilde hasrettim. Her sabah saat 5’te kalkıyordum. Keşiş gibiydim.

Bir yandan da yeni kitaplar yayınlıyordunuz –Yapısal Antropoloji, Totemizm, Yaban Düşünce– ve yapısalcılık tartışmasının içindeydiniz. Ayrıca, Sartre’ı şiddetle eleştirerek yangını körüklemekten de kaçınmıyordunuz…

Yapısalcılık tartışmasına dair söyleyeceklerimi defalarca söyledim. Sartre’a gelince, Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni –onun hakkında bir seminer de vermiştim– okuduğumda yabanıl insanlara dair bazı ifadelerini fazlasıyla nahoş bulmuştum. Antropolojiye alan bırakmayan bir yaklaşımı vardı. Ben de tepki gösterdim.

Sartre’la Foucault’yu karşı karşıya getiren tartışmaya müdahil olmadınız mı?

Hayır. Sartre-Foucault tartışması son derece saygıdeğer olabilir, ama bence fazlasıyla felsefiydi. Benim yapmaya çalıştığım şey, insan bilimlerini felsefenin vesayetinden çıkarmak. Deneysel düzlemde kontrol edilebilir araştırmalardan hareketle yeni bir felsefenin geliştirilmesine katkıda bulunmak gibi bir çabam kesinlikle yok. Mitlerin analizinden yola çıkarak, doğruluğu sınanabilir hipotezler ileri sürüyorum. Mitleri incelerken uyguladığım yöntemin, eğer çıkış noktam doğruysa, şöyle şöyle özelliklere sahip bir mit varolmalıdır diyebilmeme izin verdiğini düşünüyorum. Deneysel çalışma bu miti araştırmaktan, onu bulmaktan ibaret. Sartre-Foucault tartışmasında yer almadım, çünkü felsefe yapmak gibi bir niyetim yok. Benim işim felsefe değil.

Ama başlangıç noktanız felsefeydi; felsefe dersleri verdiniz…

Felsefe benim formasyonum. Ama hiçbir zaman felsefeye özel bir ilgi duymadım. İlk başta felsefe dersleri verdim, ama sonra felsefeye isyan ettim, şimdiyse belki belli bir olgunluğa erişerek, dünyaya ve olup bitenlere dair fikir geliştirmeye çalıştığımız andan itibaren, şöyle ya da böyle hepimiz felsefe yapıyoruz diye düşünüyorum. Ben pozitif olduğunu düşündüğüm araştırmaya yöneldim. Benim izlediğim yol, pozitif araştırmalardan hareket edip bunlardan bir felsefe çıkarmaya çalışan filozoflarınkinin tersi. Bugün için benim meselem, felsefeden yana ya da felsefeye karşı olduğumu dile getirmek değil; ancak, iki temel felsefe anlayışına göre nerede durduğumu ifade etmek olabilir. Bu anlayışlardan biri Sartre’ınki, felsefeyi başlı başına bir alan olarak değerlendiren ve bilimsel düşünceyi görmezden gelen yaklaşım. Beni alâkadar eden diğer yaklaşım ise, insan zihninin, düşüncesinin, bilimde olsun, sanatta olsun, ürettiklerinin içerdiği bütün anlamları anlayabilme, eleştirel olarak düşünebilme çabası. Biyolojideki ya da fizikteki gelişmelerin doğurduğu dünyaya bakışı kaale alan ve bunu mesele eden bir felsefenin meşru olduğu kadar kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.

Etnolojiyi pozitif bilim olarak mı tarif ediyorsunuz?

Kelimenin gerçek anlamıyla, bilim yaptığımı sanmıyorum, “insan bilimleri” ya da “sosyal bilimler” dediklerimizin bilim olduğuna da inanmıyorum. Bu nedenle, örneğin biyolojide ya da fizikte bütün ihtişamıyla kendini gösteren bilimsel düşünce benim için bir fener gibi. O fenere bakıyorum, bedbaht sözde insani bilimler uzmanı olarak sonsuz yetersizliğimin ölçüsünü alıyorum ve asla tam ulaşamayacağımı bilerek, mümkün olduğunca o fenere doğru uzanmam gerektiğini geçiriyorum içimden.

Psikoloji ile ilişkiniz nasıl?

Bir yerlerde, etnolojinin bir psikoloji olduğunu yazmıştım. Dolayısıyla, kendimi psikolojinin kıyısında görüyorum.

Gelelim 1982’ye.

Ne oldu 1982’de?

Emekliye ayrıldınız.

Ya, evet. Unutmuştum. Aynı yoğunlukta çalıştığım için pek bir değişiklik olmadı.

Eserleriniz içinde ayrıcalıklı bir yeri olan, daha çok sevdiğiniz biri var mı?

Mythologiques dörtlüsünden L’Origine des manières de table (Sofra Adabının Kökeni) altından en iyi kalktığım çalışma.

L’Homme nu (Çıplak İnsan) değil mi?

O cilde geldiğimde, diziyi asla tamamlayamayacağımı sandım; elimde hâlâ üç kitaplık malzeme vardı. Sonra aklıma Saussure (Ferdinand de Saussure, İsviçreli dilbilimci) geldi; yıllar boyunca tek bir konu üzerinde çalışmış ve bir türlü sonlandıramamıştı, çünkü araştırmalarının içinde boğulup kalmıştı. Aynı acı duruma düşmekten korktum ve L’Homme nu’nün son cilt olmasına karar verdim. Ve elimdeki bütün malzemeyi yığdım; bu da metinde bazı kısa devrelerin, kestirmelerin, yeterince gelişip derinleşmeyen bölümlerin olmasına yol açtı, o bakımdan kusurlu bir kitaptır o.

Entelektüel soyağacınızı nasıl çizersiniz?

Entelektüel soyağacım birkaç isimle özetlenebilir: Rousseau, Chateaubriand, Marx, Freud, Proust.

Peki ya etnolojide?

Başta Boas ve Lowie olmak üzere, İngiliz ve Amerikalı yazarları okuyarak etnolog oldum ve bu okumalar beni Durkheim’ın yaklaşımını sorgulamaya yöneltti. Boas formasyon olarak fizikçi ve fizik biliminin kesinliğini muhafaza eden bir adam, bu yanı beni çok etkiliyordu. Amerikalı bilimadamları aynı zamanda saha insanları, iyi donanımlı, iyi gözlemciler, birinci elden bilgiden yola çıkıyorlar. Onların karşısında Durkheim bana felsefe yapan bir sosyolog gibi görünüyordu. Bu yargımı gözden geçirmem ve Avustralya topraklarına hiç adımını atmadığı halde yerlilerin kültürünü sahada çalışan herkesten çok daha iyi anladığını kabul etmem için yıllar gerekti.

Brezilya’dan sonra saha çalışmasını ikinci plana mı ittiniz?

Uzun süreli çalışmalar yapmadım. 1950’de, birkaç hafta Doğu Pakistan’da, Birmanya sınırında Mogh köyünde kaldım. Daha sonra iki kez Kolombiya’ya gittim kısa süreli saha çalışmaları için…

Seyahat etmekle aranız nasıl?

Seyahat etmekten hiçbir zaman hoşlanmadım. Bugün de seyahate sonuçları için katlanıyorum. Uçağa binmek, dünyanın neresinde olursa olsun birbirinin aynı havaalanlarından birine inmek, bunun fikri bile beni dehşete düşürüyor. Benim için ideal olan, Rousseau gibi yürüyerek seyahat.

Saha çalışmasına çok zaman ayıramadığınıza hayıflanıyor musunuz?

Birkaç olguyla cevap vereyim. Birincisi, ben berbat bir saha araştırmacısıyım, bunu Brezilya’daki çalışmalarım sırasında fark ettim. Bir topluluğun içinde üç yıl, dört yıl yaşayıp bilgi, gözlem biriktirebilen insanlardan değilim. İkincisi, bu konudaki yeteneksizliğime rağmen, savaş olmasaydı, belki de o yolda devam ederdim. Üçüncüsü ise, benim etnolojiye yöneldiğim dönem, bu disiplinin gelişmeye başladığı, inanılmaz derecede çok malzemenin biriktiği dönemdi; öylesine karışık bir malzeme yığını vardı ki, kullanılamaz durumdaydı. Dolayısıyla, ortalığı biraz düzene koymak acil bir ihtiyaç olarak kendini dayatıyordu. İşte bu nedenle Structures élémentaires’i yazmaya giriştim. Evlilik ve akrabalık kurallarına dair öylesine büyük bir veri hazinesi oluşmuştu ki, yeni bir aşamaya, yani bunları tasnif, tahlil ve rasyonalize etme aşamasına geçmek gerekiyordu.

Bugün eserinizin bütününe baktığınızda, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Structures élémentaires de la parenté yayınlanalı kırk küsur yıl geçti, hâlâ tartışılıyor. Mythologiques’e gelince, mitlerden artık eskiden olduğu gibi söz edilebileceğini sanmıyorum. Uğraştığım iki alanda da fikirleri yerinden oynattığımı söyleyebiliriz.

Express, sayı 101, Aralık 2009

LEVI-STRAUSS VE YAPISALCILIK

Derin gramer

Yapısalcılığın kare ası: Foucault, Lacan, Lévi-Strauss ve Barthes

Dil bir işaretler sistemi. Haliyle, kültür de öyle. İşaret ya da im dediğimiz şey, iç içe iki unsurdan mürekkep: İmleyen ve imlenen. Ağzımızdan çıkan ses ya da çizdiğimiz şekil, imleyen. İmlenen ise o sesin ya da şeklin anlamı. Kelime dediğimiz im, ağzımızdan çıkan o ses (imleyen) ile o sesin anlamının (imlenen) birlikteliği. O sesin o anlamla birleşmesi tamamen rastlantısal bir durum. Yani, mesela “pipo” sesi pipo anlamına gelen bir ses değil. Seslerden bir ses. O sese pipo anlamını veren, içinde yaşadığımız kültür. Aynı ses birçok anlama gelebileceği gibi, birçok ses de aynı anlama gelebiliyor. O sesin hangi anlama geldiğini yer aldığı bağlam, diğer ögelerle ilişkisi belirliyor. Örneğin bir pipo resmini bir lokantanın belli bir yerindeki kapının üstünde gördüğümüzde, onun erkekler tuvaletinin “im”i olduğunu anlıyoruz. İmleyen ve imlenen ikilisinin temelinde, dilin yapısal ikiliği yatıyor: Dil ve Söz. Dil bir sistem ve bir umman. Söz, o ummandan çekip aldığımız ve dilin yapısına, gramerine uygun olarak yaptığımız icra.

Buraya kadar söylediklerimiz, dilbilimin babası sayılan Ferdinand de Saussure’ün “semiyoloji” teorisinin çok kabaca özeti. Bu teori, dilbilim açısından bir devrimdi. Gelgelelim, Lévi-Strauss Saussure’ün teorisini antropolojiye uygulamasaydı, akademik bir önemle ve dilbilimle sınırlı kalacaktı. Darwin’in elindeki ampirik bulguları Malthus’un nüfus teorisine yerleştirmesine benzer bir şekilde, Lévi-Strauss da Amazon yerlileri üzerine yaptığı araştırmaların bulgularını semiyolojiyle buluşturduğunda, siyasetten edebiyata, psikanalizden popüler kültüre, hemen her alanda “yapısalcılık” adlı bir çığır açıldı. Lévi-Strauss’a göre insan zihninde “derin bir gramer” vardı ve kültür (ve toplum) dediğimiz şey, o gramerin, o yapının çeşitli tezahürleriydi. Dipteki “dil”le yüzeydeki “söz” nasıl ki mekanik bir belirleme / belirlenme ilişkisi içinde değilse, toplumsal-kültürel ilişkiler de öyleydi. Lévi-Strauss’un mitolojiler, akrabalık ilişkileri (ve ensest tabusu), yemek kültürü gibi alanlara dair “yapısalcı” çözümlemeleri, Althusser için Marksizme (“altyapı / üstyapı” ilişkisine), Lacan için psikanalize (“bilinç ve bilinçaltı / bilinçdışı” ilişkisine), Foucault için tarihe (bilgi / iktidar ilişkisine), Barthes içinse “çağdaş mitolojiler”e bambaşka bir gözle bakmanın yolunu açmıştı.

^