2020’nin Onur Haftası Hormonlu Domates Ödülleri’yle şenlendi. LGBTİ+ mücadelesi dertli, acılı, zorlu olduğu kadar şenlikli zaten. Onur Haftası münasebetiyle, 1990’lardan bugüne verilen mücadeleyi, alınan mesafeyi Kaos GL’den LGBTİ+ aktivisti ve Patikalar: Resmi Tarihe Çentik kitabını derleyen gazeteci Yıldız Tar’dan dinliyoruz.
26 Haziran akşamı, 16. Hormonlu Domates LGBTİ+fobi Ödülleri töreninin canlı yayınını YouTube “topluluk kurallarını” gerekçe göstererek engelledi. Ne anlama geliyor bu engelleme?
Yıldız Tar: Hormonlu Domates Ödül Töreni YouTube tarafından bir değil iki kere sansürlendi. Birçok online mecra kullanıcıların güvenliği ve kendi deyişleriyle “daha iyi bir kullanıcı deneyimi” yalanıyla sansüre sıklıkla başvuruyor. Ama n’oldu, yüzlerce kişi bu sefer başka bir mecrada bir araya geldik. Ayol polis saldırdığında “dağılıyoruz” diyerek şehrin her yerine dağılan lubunyaları YouTube sansürü mü durduracak?
Engellemelere rağmen nasıl geçti ödül töreni?
İnanılmaz keyifli bir geceydi. Buradan YouTube’a tek bir sözüm var, ilham kaynağım Bülent Ersoy’a şükranla: Kendince bir şeyler diyeceklerdi. Ne olur yani ne olur! Ama belki herkesten güzel okuyacaklardı. Nitekim çok da güzel okuyorlardı. Siz gece rahat uyuyabiliyor musunuz bu programı sansürlediğiniz için? Nasıl yatıyorsunuz gece rahat? Ben hiç rahat yatamıyorum!
Bu sene Hormonlu Domates ödülü adayları arasında kimler vardı?
Hormonlu Domates adayları ve ödülü kazananlar halkoyuyla belirleniyor. İki aşamalı bir seçim oluyor. Aday gösterilen herkes o sene içinde ayrımcı, nefret dolu açıklama ve uygulamalarının meyvelerini toplamak için kıyasıya bir yarışa giriyor. Ancak, ben hiçbir adayı diğerinden ayıramam. Hepsi çok çalıştı, çok uğraştı, didindi. Adeta ömürlerini LGBTİ+’lara saldırmaya adadılar. Kazananları tebrik ediyor, kazanamayanlara ise üzülmemelerini telkin ediyorum. Bu bir yarıştı. Kazanmak da var kaybetmek de… (gülüyor) Ödül için iki favorim vardı, ikisi de aldı. İlki, Doğu Perinçek. Kendisinin siyasi hayatında kazandığı ilk seçim oldu. Kendisi adına çok mutluyum. Seneler süren komplo teorilerinin karşılığını aldığı bir gece oldu. Diğer favorim Diyanet İşleri Başkanlığı’ydı. En sevindiğim ödül, sürpriz HIVfobi ödülüydü. HIV’le yaşayanlara ayrımcılığın iyice ayyuka çıktığı 2019’un ardından bu özel ödül çok gerekliydi. Bu ödülü de Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş kazandı. Hem kurum hem de kurumun başındaki ismin kazandığı çok özel bir gece oldu. Bir grup aktivist olarak, HIV’le yaşayanların mahremiyet hakkını savunduğumuz için geçtiğimiz yıl sosyal medyada işitmediğimiz hakaret, tehdit kalmamıştı. Bu sene bu özel ödülle birlikte içime az da olsa su serpildi.
Hormonlu Domates Ödülleri’ni bir kendinle yüzleşme, ayna tutma çabası olarak görüyorum. Bunu da gullümle yapıyor. Kızmak yerine o domatesi bir ayna gibi görüp kendilerine tutabilirler. İnsanlık için küçük, kendileri için büyük bir adım olur.
Ödüllere kızanlara ne dersin?
Ödüllere değil, kendilerine kızmaya başlayabilirler. Hormonlu Domates Ödülleri’ni bir kendinle yüzleşme, ayna tutma çabası olarak görüyorum. Bunu da gullümle yapıyor. Kızmak yerine o domatesi bir ayna gibi görüp kendilerine tutabilirler. İnsanlık için küçük, kendileri için büyük bir adım olur.
2020 bir anlamda korona yılı oldu. Hızla yayılan, özellikleri tam bilinmeyen bir virüs, karantina, evlere kapanma dünyanın her yerinde herkesin hayatını sarstı. Patikalar adlı kitabındaki tanıklıklar, evin LGBTİ+’lar için kimi zaman direniş, kimi zaman da tehlikenin mekânı olduğunu gösteriyor. Salgın yüzünden evlere kapanmanın LGBTİ+’lar üzerinde nasıl etkileri oldu?
Feminizm ve LGBTİ+ mücadelesi “sıcak yuva” denen ev mekânının sıcaklığının LGBTİ+ bireyler için cehennem anlamına gelebileceğini söylerken, salgınla birlikte birdenbire eve övgüler düzüldüğünü gördük. Sağlık açısından evde kalmak gerekli, ama sağlık politikaları sadece sağlık alanıyla sınırlı değil. İdari önlemler hayatın bütününe sızarak LGBTİ+’ların dünyayla etkileşimini etkileyebiliyor. Evin güvenli bir mekân olduğu düşüncesi çok tehlikeli. SPoD’un [Sosyal Politikalar, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği] yayınladığı pandemi raporunda, ev içi fiziksel ve psikolojik şiddetin iki kat arttığını görüyoruz. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı Alo 183 sosyal destek hattının yetersiz olduğunu biliyoruz. LGBTİ+’ların evde başlarına bir şey geldiğinde başvuracakları mekanizmalar yok. Roşin Çiçek ve Ahmet Yıldız cinayetlerinin failleri aile üyeleri. Bu, LGBTİ+’ların ev mekânında ne kadar yalnız olduklarının bir göstergesi. Patikalar’da Umut Güner çocukken cinsel yakınlaşmalar yaşarken odasının perdelerini kapattığını ve annesinin perdeleri kapatmasından dolayı o odada komşunun oğluyla bir şeyler yaşadıklarını anladığını anlatıyor. Umut “kendim olabilmek için başka perdeleri kapatmam gerektiğini fark ettim” diyor. İşte o perdeleri maalesef LGBTİ+’lar sonraki yıllarda da kapamak zorunda kalıyor. Evin güvensizliği içinde başka türlü perdeler örmek gerekiyor.
Salgınla birlikte artan yalnızlaşmanın ekonomik ve psikolojik etkilerine karşı LGBTİ+’lar arasında geliştirilen bir dayanışma pratiği var mı?
Salgının ilk günlerinden itibaren birçok LGBTİ+ örgütü çeşitli dayanışma ağları kurmaya çalıştı. Eğlence sektöründe çalışan LGBTİ+ sanatçılar dayanışma kampanyaları başlattılar. Herkes bu belirsiz süreçte maruz kaldığı sorunlarla ilgili çözüm yolu arıyordu. Ama LGBTİ+ örgütlerinin mevcut düzen içinde danışanlarını yönlendirebileceği yerler çok sınırlı. Bu dernekler bir olay olduğunda danışanlarını karakola yönlendirmekle ilgili bile sorun yaşıyor.
Sen bu dönemde kendini nasıl iyi tuttun?
İyi tutabildim mi, emin değilim. Ben karantina sürecini Covid-19’la hatırlamıyorum. Bu süreci RTÜK, Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığı ile hatırlıyorum. Baş düşmanlarım… (gülüyor) Her cuma “yeni bir hutbe geldi mi” diye bakıyordum. Yetişemediğim kadar çok olay yaşanıyordu, zaman benim açımdan çok hızlı akıyordu. Kafamı dinleyip ekmek yapamadım. (gülüyor) Bunları yapmak isterdim. Ben LGBTİ+ aktivisti arkadaşlarımla beraber yaşıyorum, bu bana iyi geldi. Yalnız yaşayan arkadaşlarımın bu süreçte zorlandığına şahit oldum. Zoom toplantıları bana iyi gelmedi, devam etmesini istemiyorum. Diz dize oturup sohbet etmek istiyorum. Zoom toplantısından sonra tek başına kalıyorsun. Normalde biz toplantılardan sonra içmeye giderdik.
Son haftalara damga vuran olayların başında Minneapolis’te George Floyd’un polis tarafından katledilmesi ve isyanların, protestoların yayılması geliyor. Black Trans Lives Matter (Siyah Trans Hayatları Değerlidir) hareketi de eylemlerin ön saflarında. Siyah hareketle homofobi ve transfobi karşıtı mücadelelerin buluşmasına ne diyorsun?
ABD’deki LGBT+ hareketi de kendi içindeki çelişkilerle devam ediyor. ‘60’larda Homofil Hareket bugünden baktığımızda doğrudan hak mücadelesi yürüten bir eşcinsel hareket değil. Bu yüzden Homofil Hareket eşcinsel özneleşmesinin önüne geçtiğine dair birçok eleştiriye maruz kalıyor. Homofil örgütler LGBTİ+ hareketinin içinden çıkmalarına rağmen söylemlerini “eşcinsel dostu” olmaktan kuruyorlar. “Biz de sizin gibiyiz. Eşcinseller aslında iyi insanlardır. Tanısanız iyi anlaşırsınız” gibi bir anlayışla kuruluyor. Bu hattın eşitlik talebi sınırlı. Siyah eşcinsel hareketin tarihine baktığımızda, o zamanlarda bu hareketlerin “beyaz” olduğuna dair çokça eleştirileri var. Trans kadınlar eşcinsel hareketin kendi sorunlarını göz ardı ettiğini söylüyorlardı. Stonewall isyanında yer alan trans kadınlardan Sylvia Rivera 1973 Onur Yürüyüşü’nde kürsüden “Çenenizi kapatın” diyerek öfkeli ve hareketi eleştiren bir konuşma yapıyor. George Floyd eylemlerindeki Black Trans Lives Matter diyen hareket nefret cinayetlerine en çok kurban veren kesimin siyah trans kadınlar olduğunu söylüyor. Bu gerçek ne LGBTİ+ hareketin yeteri kadar gündeminde ne de ırkçılık karşıtı hareketlerin. Bu gerçekliğin yanında, eğitim hakkına, çalışma hakkına, barınma ve sağlık hakkına erişememek gibi büyük sorunları da var. ABD’de siyahlar toplumun en yoksul kesimi. Siyah trans kadınlar bu yoksul kesimin içindeki en yoksul topluluk. Sınıfsal olarak proletarya bile diyemeyeceğimiz bir topluluğu koronavirüs çok daha fazla etkiledi. Eve kapanmak bir ayrıcalık; siyah trans kadınlar bu ayrıcalığa sahip değil. Salgın döneminde seks işçiliği yapmaya mecburlar. Seks işçisi olmasalar da derinleşen yoksulluktan çok fazla etkileniyorlar. Kapanacakları evin olması bile lüks. ABD’deki LGBTİ+ hareketinin zaman zaman “beyaz” bir yerden ilerlediği, evlilik eşitliği önemli bir kazanım olarak görülürken bir yandan da evlilik eşitliği dışındaki bütün gündemlerin üstünün örtüldüğüne dair eleştiriler var. Evlilik eşitliği kazanılması transfobik ve homofobik nefret cinayetlerinin son bulması anlamına gelmiyor. Evlilik eşitliği hakkının kazanılmasından kısa bir süre sonra, özellikle Trump yönetiminin transların kazanılmış haklarına dönük yoğun saldırısı başladı.
Onur Yürüyüşü benim için sahneye çıkmak gibi. Bütün bir sene boyunca dışardan bir ses sana sürekli bir şeyler söylüyor. Onur Yürüyüşü’nde o sesi susturuyorsun. Yeter! Şimdi ben şarkı söyleyeceğim.
Türkiye’ye dönersek, LGBTİ+ hareketinin ilk yürüyüş denemesi 1993’te. Neler yaşanıyor o gün?
Patikalar için konuştuğum kişilerin tanıklıklarından biliyorum o dönemi. O zamanlar, Cinsel Özgürlük Haftası deniyor ve yürüyüş düzenlenmesi kararlaştırılıyor. Yürüyüş daha başlamadan LGBTİ+’lara gözaltı yapılıyor. Haberlerde “sapkınlar ve teröristler” denerek ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Büyük bir şiddet dalgası… ‘93’teki yürüyüş çok önemli bir milat. O denemenin başarısız olması bir tarafa, ‘93 yılından sonra LGBTİ+ hareketinin çok hızla örgütlendiğini görüyoruz. ‘90’lardan önce trans kadınların açlık grevleri ve çeşitli eylemler var. Ama ‘93’te Kaos GL dergisi ve Lambdaİstanbul etrafında örgütlü hareket başlıyor.
Kitapta 1993 yürüyüşü için “deliceydi” diyen de var…
Mine Yanat ‘93 eylemi öncesi evlere sığamadıklarını söylemişti. Yürüyüşe hazırlanırken herkes çok heyecanlı, ama bir taraftan da büyük bir tedirginlik var. Mine’nin evine tehdit telefonları geliyor. Ailesi “kızım bunu gizli yap” diyor.
Nasıl bir ruh hali var o dönemin, sokağa çıkmayı sence ne tetikliyor?
‘90’larda parkta, hamamda, sinemalarda ve kafelerde kendine benzeyen kişileri bulma güdüsünün çok baskın olduğunu düşünüyorum. Bu arada, kendi cinsel kimliğini tanıma ve özgürce ifade etme hissi de gelişiyor. Umut Güner çocukken Meydan Larousse’da homoseksüel kelimesini bulduğunda yaşadığı sevinci anlattı. Meydan Larousse’un homoseksüelliği hastalık olarak tanımlamasına rağmen, ısrarla aradığı kelimeyi bulunca seviniyor, “hah tamam, ben buyum” diyor. LGBTİ+ hareketi ‘90’larda örgütlenmeye başladığı andan itibaren diğer toplumsal hareketlerin kapısını ısrarla çalmış. Kaos GL kurulmadan önce lezbiyen ve geyler, eşcinsellerle ilgili bir komisyon kurulması için İHD Ankara şubesiyle iletişime geçmiş. Komisyon İHD tarafından reddediliyor ve kovuluyorlar. Şimdilerde İHD Ankara Şubesi Diyanet’in fetvalarına ilk tepki gösteren kurum. LGBTİ+ hareketin sokağa çıktığı ilk anlardan biri olan 1 Mayıs 2001 Ankara’dan beri, sendikalar tarafından görmezden geliniyor. Sendikalara gidip “peki ya eşcinsel işçiler?” diye soruluyor. Sol hareketin mesafeli davrandığını, anarşist hareketin LGBTİ+’larla birlikte yürüdüğünü biliyoruz. İstanbul’da antimilitarist hareketin Irak savaşından dolayı örgütlülüğü var ve LGBTİ+’larla yoldaşlık hukuku kuruyor. Feminist hareketle kurulan ilişkiyi de çok kıymetli buluyorum. Belli noktalarda anlaşılamasa da 2000’lerin başında ciddi bir yakınlaşma yaşanıyor.
Patikalar LGBTİ+ tarihini nasıl ele alıyor?
Bütün girintileri çıkıntıları törpülenip düzleştirilerek yazılan bir LGBTİ+ tarihi var. Çeperi törpüleyip merkezin hikâyesini anlatmak devlet kayıtlarını önemsemek anlamına geliyor. Törpülenenler, talaş yığını etrafa dağılmış. Talaş yığınlarının içinde birtakım izlerin peşine düşmek ve önemsenmeyenlerin hikâyesini anlatmak istedim. Sistem sana ait izleri silmek için o kadar istekli ki, büyük çabayla bulduğun en ufak bir çıkış yolu çok büyük bir meseleye dönüşüyor. Türkiye’deki LGBTİ+ mücadelesi hep bir çatlak bulup patika inşa etmenin, bir izin peşine düşmenin tarihi. Kitabın adı bu yüzden Patikalar.
İlk girişimden sonra ilk Onur Yürüyüşü için 10 yıl geçmesi gerekiyor. 2003’teki Onur Yürüyüşü’nde neler yaşanıyor?
LGBTİ+’lar için muazzam bir heyecan. Bazı görüşmeciler “tir tir titriyorduk” diye anlatıyor. Heyecandan ne yapacaklarını bilemiyorlar. Pankartı bir açıp bir kapatıyorlar. (gülüyor) Yürüyüş kendi içine kapanıp açılıyor. Heyecandan bazen birbirlerine çok yakın sokuluyorlar, sonra uzaklaşıyorlar. 2003’te yürünen mesafe 15-20 dakikalık bir mesafedir. Ama bu 15 dakika içinde LGBTİ+’lar o kadar farklı duygu halleri yaşıyor ki… Öyle bir coşku var ki! Heyecanın yanına tedirginlik geliyor… Polis korkusu… El ele tutuşmalar, kaygı, coşku, mutluluk…
Senin Onur Yürüyüşü tecrübelerin nasıldı?
Ben ilk defa 2010’daki Onur Yürüyüşü’ne katılmıştım. Kaç kişi olduğumuzu hatırlamıyorum. Esas önemsediğim kaç kişinin katıldığı değildi. Onur Yürüyüşü benim için sahneye çıkmak gibi. Bütün bir sene boyunca dışardan bir ses sana sürekli bir şeyler söylüyor. Onur Yürüyüşü’nde o sesi susturuyorsun. Yeter! Şimdi ben şarkı söyleyeceğim. (gülüyor)
LGBTİ+ mücadelesinin artık siyasetin bir gündemi olduğu bir hakikat. Türkiye devleti siyasallaşan her özneye bütün kuvvetiyle saldırmıştır. LGBTİ+’lar bir hak istediğinde “toplum buna hazır değil” deniyor. Aşko! Ben de o toplumun içindeyim.
Biraz önce ‘90’lardan söz ederken saydığın mekânlar Patikalar’da da sık sık karşımıza çıkıyor…
LGBTİ+ tarihi açısından öne çıkan dört mekân var: Parklar, hamamlar, sinemalar ve barlar. Hamamlar ağırlıklı olarak eşcinsel erkeklerin ve kovulmadıkları takdirde trans kadınların sosyalleşme mekânları. Umut Güner o dönemde hamama giden geylerle bara giden geyler arasında sınıfsal bir fark olduğundan bahsediyor. Hamama giden geyler daha alt sınıftan, barlara gidenler daha kalburüstü. Kaos GL’de bu sınıfsal tartışmalar uzun uzun yapılmış. Şu anda küçük gibi görünen bu konu günlerce tartışılmış. Günün sonunda “hem hamama hem de bara gidiyoruz” denmiş. (gülüyor)
Patikalar’da Şevval Kılıç, İstanbul’da bar ve kulüp kültürünün LGBTİ+’lar açısından öneminden bahsediyor. LGBTİ+ hareketi kamusal alanların daralmasına nasıl cevap veriyor?
Mekânların dönüşümü hiçbir zaman kendiliğinden olmuyor. Gezi Parkı’nda LGBTİ+’ların olmasına insanlar çok şaşırmıştı. Gezi Parkı’na isyandan önce gece gitseler, LGBTİ+ bireyleri parkta görebilirlerdi. Orası bir “çark” mekânıydı. Gezdiğin, sohbet ettiğin kolini kestiğin bir “çark” mekânı. Esmeray Kadıköy’de Mendirek Parkı’nın ‘90’lardaki halini anlatıyor kitapta. O zamanlar dernekler yok. Mendirek Parkı’nı hem sosyalleşme, hem cinsellik, hem de başlarına bir iş geldiğinde dayanışma mekânı olarak anlatıyor. Kolisini kesen de var çekirdek çitleyip sohbet eden de… Parklar güvenlik gerekçe gösterilerek ışıklandırılıp LGBTİ+’ların elinden alınan mekânlar. Hamamlar eşcinsel ve biseksüel erkeklerin ve atılmadıkları sürece transların da birbirini bulduğu mekânlar. Son yıllarda hamamların sterilleşmesiyle birlikte LGBTİ+’lar açısından bu sosyalliğin çok azaldığını söyleyebiliriz. Hamamlar artık cinsel temasın olanaksızlaştığı yerler. Hamamlardaki perdeler kaldırıldı. Hamamlar en ufak bir yakınlaşma ihtimalini ortadan kaldıracak şekilde düzenlenmeye başladı. AB uyum sürecinde kentsel mekânları yenilediklerinde ilk yapılan şey eşcinselleri bu mekânlardan kovmak oldu. Sinemalar doğrudan devlet baskısının daha yoğun olarak görüldüğü yerler. Sinemalara ahlâk büroları baskınlar düzenliyordu. İnsanlar karga tulumba gözaltına alınıyor ve fotoğrafları basına veriliyor. Bir süre sonra LGBTİ+ hareketi her mekânı istemeye başlıyor. Bir noktadan sonra, Kaos GL “sadece eşcinsel gettoları değil, kentin tamamını istiyoruz” diyor. Hareketin bir yandan böyle bir seyri oldu. Gece hayatı meselesinde bence konu doğrudan LGBTİ+’larla ilgili değil. Beyoğlu’nun dönüşümünün daha farklı siyasal süreçlerle ilgisi var. Kentsel dönüşüm mekanizmaları bu mekânları “ahlâksız mekânlar” olarak işaretliyor. Koronavirüs salgını öncesinde Beyoğlu eski günlerine dönme eğilimi gösteriyordu. Yeni kulüpler ve barlar açılmaya başlamıştı. Güngören ve Bağcılar gibi kentin çeperlerinden cuma günü Beyoğlu’na gelip cumartesi sabahı ilk otobüsle evlerine giden lubunyaların olduğu dönemleri de gördüm. Kentin çeperleri lubunyalar için özgürleşmenin zor olduğu yerler. Beyoğlu’nun hâlâ bir özgürleşme mekânı olarak önemi var. Anahit kıymetini koruyarak hâlâ Beyoğlu’nda duruyor mesela.
LGBTİ+ hareketi yaygınlaşıp güçlendikçe, yaşamsal ve siyasal haklarını dile getirdikçe devletin baskı araçlarının çeşitlendiği söylenebilir mi?
Onur Yürüyüşü 2015’ten beri yasaklı, ama insanlar sokakta varolmaya devam ettiği sürece onur yürüyüşünü devam ettiriyor. Yasak ve şiddet mekanizmalarına karşı bir direniş de var. “Dağılıyoruz” deyip ülkenin geneline dağılan bir hal var. Bu alana bakmanın bizi güçlendirdiğini ve daha fazlasını yapabilme şansımızın olduğunu düşünüyorum. Son yıllarda LGBTİ+’ların konu olduğu haberlere baktığınızda genellikle siyaset haberlerinde yer aldıklarını fark edersiniz. LGBTİ+ mücadelesinin artık siyasetin bir gündemi olduğu bir hakikat. Türkiye devleti siyasallaşan her özneye bütün kuvvetiyle saldırmıştır. LGBTİ+’lar bir hak istediğinde “toplum buna hazır değil” deniyor. Aşko! Ben de o toplumun içindeyim. Değil miyim acaba? (gülüyor)
Homofobik ve transfobik yapının yeni baskı araçları neler?
Diyanet koronavirüsün nedeni olarak zina yapanları, HIV ile yaşayanları ve LGBTİ+’ları gösterdi. Halihazırda senelerdir sistematik olarak haklarını ihlâl ettiği ve insanlık dışına ittiği LGBTİ+’ları virüsün gerekçesi olarak gösterdi. Böylelikle hem müesses nizamın devamını sağlıyor hem de istemedikleri unsurları hedef göstererek toplumsal çatışma yaratıyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı kurumsallaşmış homofobinin en önemli ayaklarından. AKP iktidarıyla birlikte Diyanet’e ayrılan bütçe ciddi bir şekilde arttı. Diyanet’in toplum üzerinde her zaman bir etkisi vardı, ama gün geçtikçe dinle ilgili tek yetkili gibi görülmeye başlandı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı her hutbe 81 ildeki ve yurtdışındaki Diyanet’e bağlı camilerde okutuluyor. Bu hutbelerin büyük bir etki gücü var. Camilerden “LGBTİ+’ların helâk edilebileceğine dair” dini mitler söyleniyor.
Avcılar’daki Meis sitesinde trans kadınlara yönelik büyük bir linç kampanyası başlamıştı. Bir tarafta İslâmcı bir grup, diğer tarafta bir albay “Atatürk’ün kurduğu cumhuriyette travestilere yer yok” diyor. Bir tarafta da mahalle kabadayıları nöbetteydi. Polis olanı biteni izliyordu. Herkes yan yanaydı. Nefrette birleşmişlerdi.
LGBTİ+’lar arasında da dindarlar yok mu?
Küçük bir şehirdeki bir üniversite etkinliğinde konuşma yapacaktım. Muhafazakâr bir şehirdi ve tedirgindim. Toplantıyı organize edenler “Cuma namazını bekleyelim mi?” diye sordular. Soruyu duyunca etkinliğe saldırı olabileceği geldi aklıma. Meğer dinleyicilerden bazıları cuma namazına gitmek istiyormuş. Cuma namazından çıkıp etkinliğe geldiler. Bir başka üniversitede yapacağımız etkinlik yasaklanınca mütedeyyin bir örgütlenmeye mensup bir kişi “size evimi açabilirim” dedi. O evde biz 20 kişi sohbet ettik. Bunlar da madalyonun öbür yüzü.
Madalyonun diğer yüzüne bakarsak, yakın zamanda trans kadın Burcu ve Mısırlı lezbiyen aktivist Sarah Hegazi cinsiyetçi baskılar nedeniyle intihar etti…
Diyanet’in bu açıklamalarından birkaç gün sonra, Beylikdüzü’nde ve Maçka Parkı’nda iki kişi linç diyebileceğimiz şekilde saldırıya uğradı. Maçka Parkı’nda saldırıya uğrayan Turgay’ı Şişli Etfal Hastanesi’nin tedavi etmediğini biliyoruz. Üstün başın kan içinde, o haldeyken bir yandan da tedavi olabilmek mücadele etmen gerekiyor. Bir görevli Turgay’a “siz alışkınsınızdır” diyor. Nefret suçlarına maruz kalmak diğer suçlara oranla LGBTİ+’lar için çok daha derin psikolojik acıya ve yıkıma neden oluyor. Cinsiyet kimliği yüzünden başınıza gelen bir olay daha fazla depresyon, öfke ve kaygıya yol açıyor. Bu sorunları gidermek için aldığınız psikolojik destek çoğu zaman ayrımcılığı daha da körükleyen bir şeye dönüşüyor. 2018’deki Nefret Suçları Raporu’nda “Ne zaman psikolojik destek almak istesem homofobiye maruz kalıyorum, bu yüzden travmalarımı atlatabileceğime dair umudumu kaybettim” diyen bir kişinin ifadesi vardı. Bu diğer insanların hissetmediği, bilmediği bir stres. Bazı hayatların fon müziği olur. O şarkı sürekli sizinle, zihninizin bir tarafındadır. Ayrımcılığın bu kadar yoğun olduğu bir yerde, LGBTİ+’ların zihninin bir tarafında yalnızlık ve sürekli kendini savunmakla ilgili bir şarkı çalıyor. Bu yürüyüşünüze bile yansır; ya içine kapanır görünmez olmaya çalışırsın veya meydan okur gibi yürürsün. O fon müziği sana eşit olmadığını ve başına her an bir şey gelebileceğini hatırlatır. Gazeteciliğe ilk başladığımda Avcılar’daki Meis sitesinde trans kadınlara yönelik çok büyük bir linç kampanyası başlamıştı. Kapılarının önünde ateşler yakılmış. Bir tarafta İslâmcı bir grup, diğer tarafta bir albay “Atatürk’ün kurduğu cumhuriyette travestilere yer yok” diyor. Başka bir tarafta da mahalle kabadayıları nöbetteydi. Polis olanı biteni izliyordu. Baklavalar yeniyor, çekirdekler çitleniyordu… Herkes yan yanaydı. Nefrette birleşmişlerdi. Korkunç bir şer ittifakı ritüelinin içinde buldum kendimi. Sonuçta birçok trans kadın oradan sürüldü.
Bir yıldır çok sert bir TERF (Trans dışlayıcı feminizm) tartışması yaşanıyor. Bu tartışmayı nasıl görüyorsun?
Trans kadınlar, trans erkekler ve ikili cinsiyet rejiminin dışında tüm cinsiyetler kendilerine verilmeyen alanları talep ediyor. Bu çatışma belli ayrıcalıklara sahip ve imtiyazlı olduklarını kabul etmek istemeyen kişilerle, bu ayrıcalığın kendisine her daim ayrımcılık olarak döndüğünün her gün farkında olan ve eşitlenmek isteyenler arasında. Bütün bir hayatını eşitsizliklerle boğuşarak geçirmiş insanlar elbette öfkeli olacak. Öfke radikal bir değişimin ve eşitlenmenin önünü açan şeydir. Trans kadınlar feminizmin araçlarını kullanıp iktidar mekanizmalarını eleştirmeye başladığında tepki gösteriliyor. Feminizmin eleştirel yöntemlerini kullanmalarını trans kadınlara lâyık görmeyen bir zihniyet var. Bu zihniyeti ben sağ muhafazakâr popülizmle el ele görüyorum. Söylemleri neredeyse aynı. Trajik bir yanı da var, feminizm diye yola çıkanların transfobi ve kadın düşmanlığıyla sağ muhafazakâr hezeyanlara kapılmaları… Hem Türkiye’de hem de dünyada hayatına sahip çıkmak isteyen trans kadın ve erkekler varolabilmek ve eşitlenmek istiyorum diyor. Bu yaşadıklarımız eşitlenme talebinin öncü adımları.
Bana öfkemi yatıştırmamın telkin edilmesini istemiyorum. Öfkemi başka öfkelerle birleştirerek dünyayı değiştirmeye talibim. Kara Panterler beyaz solunu eleştiren bir mücadele benimsemeselerdi, şu anda ABD’de siyahlar bu haklara bile sahip olamayacaktı.
“İmtiyazlı olduklarını kabul etmek istemeyen kesimler” derken neyi kastediyorsun?
TERF örgütlenmeleri küresel ölçekte sağ popülizmin yarattığı siyasal hattı arkasına alarak ilerliyor. Bu, feminist mücadele açısından da çok tehlikeli bir durum. TERF tartışması bir grup kadına karşı çıkan trans kadınlar tartışması değil. Bu sinsice süren bir “imtiyaz” mücadelesi. Ki bu meseleyi böyle çerçevelendirmek bile trans kadınların kadın olmadığı manipülasyonunu sürdürmek demek. TERF tartışması özellikle akademik alana çekilmek isteniyor. Akademi belli imtiyazların alanı. Bu tartışmanın teorik düzlemde yürüyor olmaması bence iyi bir şey. Şimdiye kadar teoride yeri olmayan LGBTİ+ özneler ve özellikle transfeministler kendi dilleriyle kendilerini ifade ediyor, seslerini yükseltiyor. Türkiye gibi trans kadın akademisyenlerin olmadığı bir yerde bu tartışmanın ısrarla akademik düzleme çekilmek istenmesinin de altında sinsi bir niyet görüyorum. “Bunlar bir grup cahil” diyerek boylarının ölçüsünü gösterelim demek istendiğini düşünüyorum. Trans kadınların da isminin önünde “doktor” sıfatı olmadığı sürece bu öfke olacak. Bu sahici bir öfke. Bu öfkeye kulak vermek gerekiyor. Ki ben LGBTİ+ hareketindeki trans kadın ve trans erkek yol arkadaşlarımın o teoriyi de değme akademisyenden çok daha iyi yapabildiğini biliyorum. Sahip olduğum bilgi her zaman hayatla teğelleniyor, teyit ediliyor. Bana öfkemi yatıştırmamın telkin edilmesini istemiyorum. Öfkemi başka öfkelerle birleştirerek dünyayı değiştirmeye talibim. Kara Panterler beyaz solunu eleştiren bir mücadele benimsemeselerdi, şu anda ABD’de siyahlar bu haklara bile sahip olamayacaktı. Türkiye’de trans hareketi çok uzun süredir var, ama son zamanlarda hareketin geldiği nokta eşitlenmeyi istiyor. Ben bir non-binary kişi olarak, ikili cinsiyet rejiminin sınırlarına sığmayan biri olarak bütün sahayı istiyorum ve orada sözümü söylemek istiyorum. Kendimle ilgili kurduğum her cümleyi alayla karşılayan yapıların içinde bulunmak istemiyorum. Bu bir karşı çıkış. Ve bu karşı çıkışı anlamak özellikle TERF tartışmalarında şu noktayla başlıyor: Trans kadınlar kadındır. Trans erkekler erkektir. Non-binary’ler vardır. Buradan başladıktan sonra eşitlik adımına geçebiliriz. İmtiyaz sahibi olanlar imtiyazlı olduklarını bilinçli ya da bilinçsiz olarak kabul etmeyebiliyor. Veya o imtiyazı bırakmak istemeyebilir. Kibrin fildişi kulelerinden buyurmaya, araştırma nesnesinden öte bir anlam atfetmediği insanların bedenlerini didik didik etmeye devam etmek istiyorlar, ama kimse kusura bakmasın, o dönemler bitti. Didik didik edilen bedenler isyan ediyor.