DANIŞTAY’IN İSTANBUL SÖZLEŞMESİ KARARI VE 25 KASIM

Söyleşi: Tuba Çameli
25 Kasım 2022
SATIRBAŞLARI

İranlı Kadınların #YaşamKadınÖzgürlük sloganları tüm dünyayı sararken, İstanbul Taksim’deki  bombalı saldırıyı öne süren iktidar sınır ötesi operasyon başlattı. İktidarın nefret söylemini derinleştiren, kadınların ve LGBTİ+’ların eşit yurttaşlık haklarını aile üzerinden tehdit eden bir anayasa teklifi masada. Bu sene de cinskırım boyutuna varan kadın cinayetleri ve şüpheli kadın ölümleri tablosuyla karşı karşıyayız…25 Kasım’da bu tablo kadınlar açısından ne ifade ediyor, sizin bu 25 Kasım’da öne çıkan talepleriniz neler?

Berrin Sönmez:  25 Kasımlara son yıllarda giderek daha da ağırlaşan bir tablo içinde giriyoruz. Bu tablonun yakın zamanda iyileşeceğine dair beklentilerimizi yüksek tutmak giderek zorlaşıyor. Kadınların yürüttüğü mücadele hattı açısından ekim ve kasım aylarında yedi ilde gerçekleşen Eşik Kadın Forumları’nın sloganını hatırlamak gerekiyor: Eşit, Özgür ve Şiddetsiz Yaşam. 15-20 Kasım tarihleri arasında Türkiye’ye gelen Minou Mirabal’ın dediği gibi, bu dönüşüm ancak kadınların siyasete aktif katılımıyla mümkün. Yine Mirabal’ın altını çizdiği gibi, hem devlet şiddetinden hem eril şiddetten kurtulmak için cezasızlıkla mücadele etmek gerekiyor. Bu sene de kadınların adalete erişimini engelleyen bir tablo ile karşı karşıyayız: Kanunların uygulanmadığı çoğu durumda kadınlar çantalarında koruma kararları olduğu halde öldürüldü. Bu durumla mücadelenin gerek uygulayıcı kadroların, gerekse yasa yapıcı kadroların karar mekanizmalarında kadın varlığının artmasıyla, kadın bilincinin yükselmesiyle ilişkili olduğunu biliyoruz.

Siyasi irade eksikliği yaşanıyor, karar verici ve uygulayıcılar mevcut yasaları uygulamada isteksiz. Siyasi irade gücünü kadına yönelik şiddetle mücadeleyi zayıflatmak yönünde ortaya koyuyor. Bir gecede İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış kararı, kadınların kazanımlarına yönelik saldırılar iktidarın kadına yönelik şiddeti görmezden gelme yönünde bir politika geliştirdiğini gösteriyor. Muhalefetin iktidar üzerinde baskı kurmasını istemek zorundayız. Muhalefetin acilen toparlanması, halkın muhalefetten beklentisinin farkına varması gerekiyor. Bunu da gene kadınlar sağlayacak. Yılmadan iktidarı köşeye sıkıştıracak, eşit, özgür ve şiddetsiz yaşam için politikalar geliştirmeleri gerekiyor. Yirmi yıllık iktidarın başta eşit yurttaşlık hakkına yönelik adım atmayacağını biliyoruz, ama muhalefetin başarabileceğinden emin miyiz? İşte bu konuda muhalefet, ittifaklar  bize güven telkin etmeli.

Kadın kazanımlarının yok edilmesini önlemek için mücadeleyi toplumsallaştırmak gerek. Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi Kanunu’nun seçime kadar korunması birinci önceliğimiz olmalı. Halkın kılcal damarlarına ulaşacak sivil itaatsizlik eylemleri yapılabilir.

İran’da yaşanan olaylar iki ayı geçerken rejim kadınlara ve gençlere devlet şiddeti uygulamayı sürdürüyor. İran’da 25 Kasım nasıl geçecek? Bir yandan da Türkiye’de başörtüsü tartışması yaşanıyor. CHP’nin önerisi toplumsal barışı gerçekleştirmeyi mümkün kılacak adımlardan biriydi bana göre. Diğer taraftan iktidarın öteden beri düşündüğü bir anayasa hazırlığı var.  Başörtüsü ve aile meselesini propaganda malzemesi yapmak istiyorlar. Ve yazık ki bu yıl 25 Kasım’a terör saldırısı ve sınır ötesi harekatla girdik. Ve de ülkemiz sınırlarına yapılan karşı saldırıyla… Savaşta, çatışmada, terörde ilk hak ihlaline ve yaşam kaybına uğrayanlar kadınlar ve çocuklardır deriz her zaman. Taksim’de de kadınlar ve çocuklar öldü. Karkamış’a düşen havan topu ve roketler sonucu ölenler, ağır yaralılar var. Sınır ötesi harekatta hava saldırısında ne kadar sivil insanın öldüğünü bilmiyoruz. Bu nedenle 25 Kasım’da barış sloganları da öne çıkacaktır.

Umudumuzu yüksek tutmalıyız. Ne çok savaşlar gördü bu yaşlı dünya ve kuşaklar boyu kadınlar. Kadınlar bu dünyada pek çok şeyi değiştirdi, bugün de değiştirebiliriz. Bu da kadın ve LGBTİ+ örgütlerin, çocuk hakları savunucularının bir arada ve ortak hedefe doğru ilerleyerek siyaseti dönüştürmesine bağlı. Minou Mirabal’ın dediği gibi, “inatçı bir iyimserlikle ve kararlılıkla” mücadeleye devam edeceğiz. Umudumuzu kaybetmemek için iyimser olmak durumundayız. Bu iyimserliğimiz romantik bir beklenti değil, güçlü bir mücadele yaratıyor. 25 Kasımlar bunun ifadesi. 25 Kasım hem erkek şiddetine hem devlet şiddetine karşı adalet arayışı ve cezasızlıkla mücadelenin sembolü olacak.

Berrin Sönmez ve Yelda Koçak

Yelda Koçak:  Bu sene 25 Kasım’a İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışı bir gecede onaylayan Danıştay’ın kararıyla giriyoruz. Bunun artçı şokları da diyebileceğimiz 6284 sayılı yasaya yönelik saldırılar yoğunlaştı, “aile mitingleri” adı altında özellikle LGBTİ+’lara ve kadınlara yönelik nefret söylemi arttı. Ve bir anda İstanbul’un, hatta dünyanın en kalabalık caddesi olan istiklal Caddesi’nde patlatılan bir bomba ve sonrasında gelen sınır ötesi operasyon gündeme girdi. Bu açıdan çok endişe verici.  

Başörtüsü serbestliğine güvence getirme tartışmasının ardından anayasanın iki maddesi tartışılmaya açıldı. Kadınların başını nasıl örteceğini tarif eden yasal düzenlemenin anayasaya girmesi, yine anayasanın aileyi düzenleyen maddesine erkek ve kadın şeklinde ibarelerin eklenerek LGBTİ+’ların anayasal boyutta yasaklanması söz konusu. Kadın-erkek arasındaki eşitliğin ötesinde erkek çokeşliliğinin önünü açma tehlikesi barındıran bu düzenleme Meclis’e geliyor. Keza bir seçim vaadi olarak da sunulan nafaka hakkının gaspı var.

Bu saldırılar karşısında mücadele de yasaklanmaya çalışılıyor. 25 Kasım’a bir gün kala Beyoğlu kaymakamlığının yürüyüşü yasaklaması da bu saldırının bir devamı ve direnç kırma girişimi. Yasağı kabul etmeyerek çağrı yapmaya devam eden kadınlar aynı zamanda yasağı kaldırmak için de dava açtılar. Şu an bu yasak kararının yürütmesinin durdurulması için karar verilmesini bekliyoruz.

Kadın yoksulluğunu İstanbul Sözleşmesi’yle bağını kurarak anlatmamız gerekiyor. Sokak eylemleri, yeni davalar, sosyal medya eylemleri, TV programları, röportajlar, hepsi mücadeleye dahil. Dağa taşa “İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz” diye yazmaya devam edeceğiz.

Saldırıların bu yoğunluğu karşısında elbette umutsuz değilim, bunu da belirtmek isterim. Özellikle molla rejimine karşı İran’da kadınların başlattığı direnişin iki ayı geride bırakması bana umut veriyor. Artan baskılara karşı mücadele hattımızın genişletilmesi ve çeşitlendirilmesi önemli.  Bütünlüklü bir politika geliştirmek, çok boyutlu, kapsayıcı talepleri dile getirmek, gerek kadın hareketi içerisinde, gerek kadın hareketini de aşan boyutta ortak taleplerde, belki asgari müşterekler diyebileceğimiz taleplerde uzlaşmak, bir arada mücadele etmek önemli. Kimi noktalarda ittifaklar kurmak gerektiğinin artık bir zorunluluk olarak önümüzde durduğunu düşünüyorum. Örneğin sendikalarla, meslek örgütleriyle, siyasi partilerle, toplumsal muhalefetin özneleriyle ortak hareket edilmeli, ortak mücadele hatları örülmeli. Sadece bir kazanımın değil, birden fazla yasal kazanımın gaspı söz konusu. Savaş var, anayasa tartışması var, başka bir boyuta taşınan ve artık ciddi bir sorun haline gelen şüpheli kadın ölümleri var. Bütün bunlara karşı daha kapsayıcı, muhalefet hattını genişleten, ufuk açan, ileriye sıçrama zemini hazırlayacak bir muhalefet yürütmemiz gerekiyor. Hem dünyada hem de ülkemizde bir iklim krizi, beraberinde gelen bir gıda krizi, bir beslenememe, yoksullaşma hali de söz konusu. Bütün bunları düşündüğümüzde, öznel alanlara sıkışmış tekil mücadeleler değil, daha geniş bir mücadele hattı kurulmalı.

Seçim sath-ı mailine girdiğimiz düşünülürse, kadınların gündeminde yer alan ilk üç konu hangileri?

Koçak: Kadınların en önemli sorunu, Metropoll Araştırma’nın Mart 2022’de yaptığı Türkiye’nin Nabzı anketine göre yüzde 31,4’le şiddet. Günlük yaşamda şiddet, sözel ve psikolojik şiddetin yanında kâh yaşam hakkını ortadan kaldıran cinayet, kâh taciz, tecavüz şeklinde kendini gösteren cinsel şiddet, kâh nafaka hakkına saldırı gibi ekonomik şiddet olarak ortaya çıkıyor.

Diğer bir konu yoksulluk. Ekonomik kriz emekçilerin olduğu gibi kadınların da başat sorunu. Bu tabloda yoksulun da yoksulu olanlar, iş bulamayanlar, işten ilk atılanlar, daha düşük ücretle çalıştırılanlar, çalıştırılırken her türlü sömürüye maruz kalanlar yine kadınlar. Erkek egemen düzen nedeniyle mülksüz, yoksul, eğitimsiz, güvencesiz bırakılan kadınlar yoksulluğu daha derin yaşıyor. Bu yetmiyormuş gibi, seçim sonrası yoksul kadınların nafaka hakkını da gasp etmeye kararlı bir iktidarla karşı karşıyayız… 

Türkiye’nin geleceği kadına şiddet açısından karanlık. İktidar eril şiddeti yargı eliyle teşvik ediyor. Danıştay kararıyla diktatörlüğe yasal zemin hazırlanmış oldu. Bir aşama sonra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden de çekilerek idam cezasının önü açılabilir. Malûm, iktidar sık sık idamı gündeme getiriyor.

Seçime giderken kadınların temel gündemlerinden birinin de laiklik olduğunu vurgulamak gerek. Çeşitli devlet kurumlarının yöneticileri ile iktidara sırtını yaslayan cemaat ve tarikatlar aracılığıyla laiklik karşıtı söylem ve eylemler giderek artıyor. Kadınların kılık kıyafetinden çalışma haklarına, söylediklerinden yaşam tarzına her alanda saldırıların dozu yükseliyor. En son 25 Ağustos’ta, aylar önce sahnede gitaristine yaptığı espri nedeniyle bir sanatçının tutuklanması kadın düşmanlarının yarattığı karanlığı gösteriyor. Hukuku ellerinde oyuncak edenler yıllardır kadınlara kin ve nefret saçanlara hiçbir şey yapmazken Gülşen tutuklanıyor. “Kadını yok saymaya hevesli bu ataerkil sistemin sizi de boğduğunu görmüyor musunuz?” diye sormuştu sahne kıyafetlerine yapılan saldırı sonrasında. Kadınlar bunu görüyor ve bilfiil yaşıyor. Medeni Kanun başta olmak üzere kazanılmış hakların gasp edilmesi girişimleri laiklik karşıtı söylemlerle kol kola yürütülüyor.

Anketteki diğer önemli husus da en önemli sorun sorusuna “eğitimsizlik”, “eşitsizlik”, “işsizlik”, “aile-mahalle-çevre baskısı” ve “diğer” yanıtlarının toplamından fazla, yüzde 29,5’lik bir oranda, “hepsi” yanıtının verilmesi. Bu veri de pek çok sorunun birbiriyle bağlantılı olduğunu gösteriyor. İktidarın baskıcı, antidemokratik uygulamalarına karşı en etkili ve yaygın muhalefet yürüten kadınların gündemi olan yaşam hakkı, özgürlük ve eşitlik seçim sürecinin başat gündemlerinden biri olacak. Yıllardır kadın düşmanı politikalar yürüten iktidardan kurtuluşun sonrasında inşa edilecek yeni sürecin öznelerinden biri kadın hareketi olacak, erkek siyaset bunu görmezden gelemez.

Sönmez: Erkek şiddetinin boyutu kadar, iktidarın kadın haklarını gaspederek, gaspetmekle tehdit ederek yürüttüğü politika da kadına yönelik şiddettir. Bu nedenle kadın kazanımlarının yok edilmesini önlemek ve eril şiddeti durdurmak için mücadeleyi toplumsallaştırmak gerekir. 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi Kanunu’nunseçime kadar korunması birinci önceliğimiz olmalı. İllerde ve ilçelerde halkın kılcal damarlarına kadar ulaşacak sivil itaatsizlik eylemleri yapılabilir. İkinci olarak, siyasi partilerin seçim listelerini fermuar yöntemiyle ve eşit temsil ilkesiyle belirlemesi için gereken baskı gücünü oluşturmak elzem. Şiddetsiz bir yaşam hakkı, eşit yurttaşlık, eşit temsil, yani EŞİK Platformu’nun öteden beri dile getirdiği üç temel talep toplumsallaştırılmalı. Seçim sürecinde kapı kapı gezecek olan siyasi partilerin kadın birimlerini göreve çağırmak gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanun hakkında halkı bilgilendirme işlevini üstlenmelerini, seçim kampanyası programlarında kadın eşitlik mücadelesinin argümanlarını kullanmalarını sağlamak önemli. Sendikalar, barolar ve baroların kadın hakları merkezlerinin, kadın örgütlerinin bilgi ve insan kaynağı yönünden destek vermesi ihtimali bence hiç zayıf değil. Seçime kadar geçecek sürede böyle bir mücadele hattı kurulabilir. Bu hat geniş toplumsal kesimlerin sesini, sözünü ilk ağızdan duyarak sorunlara ve bu sorunlara yönelik çözüm önerilerine yönelik politika geliştirmeyi de mümkün kılabilir.

“Danıştay duruşmalarında radikal ve devrimci bir şey yaptık. Çoğulcu ve kolektif bir emek ortaya koyduk…”

Danıştay’daki İstanbul Sözleşmesi duruşmalarında sık sık toplumsal sorumluluğun altını çizdiniz. Kimler bu sorumluluğu yerine getirdi, kimler dışında kaldı? Muhalefet partileri “iktidara gelince 24 saat içinde, hatta çay içmeden İstanbul Sözleşmesi’ni geri getireceğiz” diyor, bu mümkün görünüyor mu? 

Sönmez: İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış tartışması ilk olarak AKP’nin 2020 Temmuz’undaki MYK toplantısında gündeme gelmiş ve basına sızdırılmıştı. Numan Kurtulmuş’un çıkışıyla tartışma alevlendi. O dönemde İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik anketlerde “fikrim yok” diyenlerin oranı yüzde 74’tü. Özellikle iktidar medyasında kadınlara da ekranlarda yer verildi. Bir ay içinde “fikrim yok” diyenler azaldı, yüzde 56’ya düştü. O yıl 19 Ağustos’ta Erdoğan, partisinin kuruluş yıldönümünde “Bu tartışmalara nokta koymak gerektiğini düşünüyorum” dedi. Ben de “bu nokta değil, noktalı virgül olur” demiştim hatta. Bunu dediği anda iktidara yakın medya konuyu bıçakla kesilmiş gibi kapattı, kadınlara yer vermedi. Bizler “fikrim yok” grubunu da içine alan bir kesime seslenmeye çalıştık. Danıştay duruşmaları bu kesime seslenmenin en önemli aracı oldu. Muhalif medya bizi yalnız bırakmadı. Fakat iktidar medyası görmezden geldiği duruşmalara dair tek bir haber bile vermedi. Üçüncü duruşma öncesinde, bu sefer iktidar medyasından çatlak sesler yükselmeye başladı, “Bitirin bunu, durdurun, orada bir oyun dönüyor, niye araç oluyorsunuz?” diye. İktidar medyası bu tutumuyla toplumsal sorumluluğu yerine getirmedi. Dindar arkadaşlarım bana özelden sürekli “çok iyi yapıyorsunuz, devam edin” dediler, ama tek bir duruşmaya gelmediler, bir tweet atmadılar. Bir zamanlar ve halihazırda iktidara yakın olanlar içten içe haklı olduğumuzu bilmelerine karşın açık bir tavır koymadılar. Benim “dindar riyakârlığı” dediğim bir şey var. Bunu geçmişte başörtüsü eylemlerinde de gözlemlemiştik…

Altılı masayı oluşturan partiler de ikircikli bir tavır izliyor, hâlâ İstanbul Sözleşmesi’ne karşı olduğunu varsaydıkları seçmenin oyunu gözetiyorlar. Cumhurbaşkanının hukuksuz kararı Resmi Gazete’de yayınlanalı bir buçuk yıl oldu. Ondan önce de saldırılar vardı. AKP’nin üst düzey yöneticileri tarafından dile getirilmeye başlandığı andan itibaren tüm muhalefeti, parlamentoyu göreve çağırdık, ama partiler bir araya gelip ortak bir açıklama yapmadılar. Geçtiğimiz 7 Haziran’da Danıştay’da görülen duruşmalarda İyi Parti lideri Meral Akşener, HDP eş genel başkanı Pervin Buldan ve CHP grup başkanvekili Özgür Özel’in başvuruları vardı. Meral Akşener gelmedi. Gelecek Partisi adına anayasa hukuku profesörü Serap Yazıcı 28 Nisan’da söz aldı. Altılı masadan doğrudan parti adına açılan dava yok. Genel başkan veya yardımcılarının dava açmış olmasını parti adına açılmış dava gibi görerek geride durdular. Sözleşmeye imza atan Ahmet Davutoğlu “yine olsa yine imzalarım” diyor, ama kendisi dava açmış değil. Bu unutulmayacak. Kısacası, partilerin sözleşmeyle ilgili vaatlerinin gerçekleşmesi yine kadın hareketinin mücadelesine, müdahalesine muhtaç. 

Koçak: İstanbul Sözleşmesi sadece kadınların, feministlerin değil şiddetle mücadele konusunda taraf olan herkesin toplumsal sorumluluk hissetmesi gereken bir sözleşme. 20 Ağustos’ta BM’nin üç uzmanının Danıştay Başkanlığı’na gönderdiği çağrıda da işaret edildiği gibi, “Türkiye’de kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddet çoğalan, ciddi ve çok yönlü tezahürleriyle devam ediyor”.Ve tüm bunların sonucunda kadın cinayetleri ve şüpheli ölümler artarak sürüyor. Başta İstanbul Sözleşmesi olmak üzere, uluslararası sözleşmeleri, insan hakları müktesebatını tartışmaya açan ve rejimi tehdit eden Danıştay kararının toplumsallaşması gerekiyordu. Danıştay duruşmalarında radikal ve devrimci bir şey yaptık. Mahkemede bütün olarak hukuk normları, ideolojik argümanlar ve en önemlisi anlatılar devreye girdi. Dört tur boyunca ortalama 200 söz alındı, elli saat değerlendirme yapıldı. Sadece kanun maddelerini ortaya koymadık, o kanun maddelerinin toplumda neye tekabül ettiğini, nasıl çalışmalar yapıldığını anlattık. Çoğulcu ve kolektif bir emek ortaya koyduk. Mahkeme salonunu miting alanına ve bir akademiye dönüştürdük… Altılı masanın ortak metinlerinde İstanbul Sözleşmesi’nin adı geçmiyor; kadına şiddeti değil, aileyi konuşmaya devam ediyorlar. Kadının insan haklarının, toplumsal cinsiyet eşitliğinin, LGBTİ+ haklarının yeterince kavranmadığını, ifade edilmediğini görüyoruz. Seçimler bunu gündemleştirme fırsatı bizim için. 

Giderek daha da can yakıcı hale gelen derin yoksulluk ortamı İstanbul Sözleşmesi’ni gündemleştirmeyi zorlaştırabilir mi?

Koçak: Sahada baroların kadın hakları merkezleri yoksul ve şiddet gören kadınlarla muhatap oluyor. Yerellerde çalışan kadın örgütleri İstanbul Sözleşmesi’ni gündemde tutuyor. Kadın yoksulluğu hakkında konuşurken İstanbul Sözleşmesi’yle bağını da kurarak anlatmamız gerekiyor. Sokak eylemleri de, hukuki sürecin adım adım takibi de, yeni davalar açmak da, duruşmalara katılmak da, sosyal medya eylemleri yapmak da, yazı yazmak da, TV programlarına katılmak ve röportaj yapmak da mücadeleye dahildir, bu mücadelenin çok ayağı var. Birlikte daha yeni yöntemler, çözümler bulup mücadeleye devam edeceğiz. Dağa taşa “İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz” diye yazmaya devam edeceğiz…

Sönmez: İstanbul Sözleşmesi hakkında toplum genelinin yeterli bilgiye sahip olmadığı doğru, ancak bunun nedeni kadın örgütlerinin anlatmadaki eksikliği değil. Medyanın duyarsızlığı ve kadın hareketinin kriminalize edilme çabası ortaya konan çalışmaların toplumun tüm katmanlarına ulaşmasını engelliyor. Bunun en çarpıcı örneği Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Derneği’ne “ahlâka aykırı faaliyet yürütmek” gerekçesiyle açılan kapatma davası. Derneğin “kutsal aile” yapısına zarar verdiği iddia ediliyor. Oysa kadınların büyük çoğunluğunun evlerinde öldürüldüğünü biliyoruz. Siyasi gerekçelerle açılan bu dava kadınların örgütlenme özgürlüğünü hedef alıyor. Ağustosta üniversitelerin açılışına hazırlık için alınması gereken güvenlik önlemlerinin yer aldığı İçişleri Bakanlığı genelgesinde “terörle iltisaklı olduğu değerlendirilen öğrenci kulüpleri ve kadın platformları gibi illegal yapılar” ifadesi kullanıldı. Bu, kadın hakları savunuculuğunun resmen suç sayıldığını gösteren önemli bir resmi belge.

İran’da da, burada da siyasal İslâm ideolojisi ile tek adam rejiminin ne kadar kadın düşmanı olduğunu, laiklik karşıtlığının en derin, en keskin yüzünü kadınlara gösterdiğini görüyoruz. İslâm Cumhuriyeti bizim için de uzak bir tehlike değil.

Toplumun geniş kesiminin tek eğlence ve bilgi kaynağı televizyon. İktidarın medya üzerindeki tam kontrolü sayesinde Erdoğan geniş kesimlerin İstanbul Sözleşmesi hakkında bilgilenmesini önledi. Sözleşmeden hukuksuz çıkma kararını verirken yarattığı algıyla bu bilgisizliği yönetti. Araştırmalar ekonomik eşitsizlik uçurumunun derinliğini ve kadın yoksulluğunu ortaya koyuyor. Ancak, cinsiyet eşitliğini kabul etmeyen iktidar nitelikli sosyal politika geliştirmediği gibi, cinsiyetler arası gelir uçurumu konusunda da devlet yardımlarını kadınlar adına açılan banka hesaplarına yatırmakla yetiniyor. Tuhaflık, muhalefetin de aileyi kutsayarak kadına yönelik şiddetle mücadele mekanizmalarını ortadan kaldırmayı seçen iktidarla siyasi rekabetin yolunu “aile sigortası” ihdas etmekte buluyor olması. Çözüm yaşamın her alanındaki eşitsizlikle mücadele etmek olmalı. İktidar yanlısı medyanın televizyon ekranları kadın hakları savunucularına, feministlere kapalı. Alanlarda, sokaklarda, gösteri ve basın açıklamalarında söylenenler ulaşmıyor kadınlara. Mahallelere, evlere girme imkânı yaratmalıyız.

6284 sayılı şiddet yasasının seçime kadar korunması birinci önceliğimiz olmalı” dediniz. Kadın cinayetleri cinskırım boyutuna varmışken iktidarın kadınlar için son koruyucu şemsiye olan 6284’e karşı karalama kampanyası yürütmesinin nedeni sizce ne? Kampanyanın temel argümanları neler?

Sönmez: Besleme troller ve kadın düşmanı gruplar temmuzda Danıştay kararı açıklanır açıklanmaz “6284 kadük olmuştur” yönünde açıklamalar yapmaya başladı. Öncesinde, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı karalama kampanyası bağlamında hep dile getirilirdi 6284 karşıtlığı. Erkeklik krizinin parçası olan bu kampanyalar eril restorasyonun kendini gerçekleştirmek için şiddete muhtaç oluşuyla ilgili. Son dönemde TCK ve bazı kanunlarda değişiklik yapan son yasal düzenlemeyi Bakan Derya Yanık’ın “kadına yönelik şiddet zımnen kategorik suç haline geliyor” ifadesiyle tanıttığını hatırlayalım. Burada amaç 6284’ün işlevsiz kılınmasıydı. TBMM Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu görüşmeleri aşamasında Yanık “şimdi sıra 6284’e geldi, TCK maddesiyle uyumlaştırılmalı” dedi. Erkek şiddetinin eşitsizlikten kaynaklı ve cinsiyet temelli olgu olarak tanımlandığı her yasal metni değiştirmek istiyorlar. Seçim öncesi erkeklik krizini taltif ederek oy beklediklerine şüphe yok. 6284’e yönelik saldırıyı engellemek için kadınları şiddetten koruyan bir şemsiyenin daha yok edilmesinin veya budanmasının beklentinin aksine oy kaybettireceğini anlatmak zorundayız.

Koçak: Danıştay 10. Dairesi İstanbul Sözleşmesi’nin feshine ilişkin 20 Mart 2021 tarihli Cumhurbaşkanı Kararı’nı “hukuka uygun” buldu ve gerekçeli kararda mevzuatın yeterli olduğuna vurgu yapılarak 6284 örnek olarak verildi. 6284 sayılı yasada da açıkça yazıldığı üzere İstanbul Sözleşmesi’ne uygun hazırlanmış bir kanun; İstanbul Sözleşmesi’nin devletlere yüklediği ödevlerin bir kısmı (önleyici ve koruyucu tedbirler alma) 6284 sayılı yasa eliyle uygulanıyor. Bir gecede tek kişinin kararıyla anayasaya ve hukuka aykırı bir şekilde İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasından sonra 6284 sayılı yasaya da saldırıların gelmesi tesadüf değil, saldırı tezleri aynı. İstanbul Sözleşmesi karalama sürecinde de duyduğumuz “yuva yıkan kanun”, “aile düşmanı kanun”, “kadınların soyut beyanına göre erkeklere zulmeden kanun” gibi savlar ileri sürüyorlar. İstanbul Sözleşmesi’nin de, 6284 sayılı kanunun da en önemli vurgusu önleyici tedbirler alınması. Oysa bugün tam da bu ödevin yerine getirilmemesinin sonuçlarını yaşıyoruz. Basına yansıyan ya da yansımayan kadın cinayetlerinin hemen hemen hepsi önlenebilir cinayetler. Kadınların sayısız şikâyetleri, potansiyel faili durdurması, kendilerini koruması için devlete başvuruları var ve buna rağmen kadınlar hunharca öldürülüyor. Kadınları korumamanın, cinayetlerin ve şiddetin önlenmemesinin sistematik bir devlet politikasına dönüştüğünü görüyoruz. Bu o kadar görünür durumda ki artık inkâr dahi edilemiyor. İktidar lehine uygulamaları ile çokça tartışmalı kararlar veren Anayasa Mahkemesi dahi bir kadın cinayeti davasında, Serpil Erfındık cinayetinde devletin üzerine düşeni yapmadığına karar veriyor ve devleti suçlu buluyor. 6284 hedefte, çünkü kadın cinayetlerinde kadınları korumamak, önlememek alenen bir devlet politikasına dönüşmüş durumda.

25 Kasım 1960’ta devlet şiddeti sonucunda öldürülen üç kız kardeşten Patria ve Maria Teresa’nın yeğeni, Minerva Mirabal’in kızı, siyasetçi ve insan hakları savunucusu Minou Mirabal 15-20 Kasım arasında Türkiye’deydi. 19 Kasım’da düzenlenen “Otoriter Rejimlere, Eril Şiddet Karşı Kadın Direnişi ve Eşitlik Mücadelesi” etkinliğinde Mirabal, ilk sırada dördüncü kutuda, önde. Etkinlik şu linkten izlenebilir: “#KelebekEtkisi“.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış da bu politikanın parçasıydı. Nitekim Danıştay 10. Dairesi 19 Temmuz 2022’de İstanbul Sözleşmesi’nin feshine ilişkin 20 Mart 2021 tarihli Cumhurbaşkanı Kararı’nı “hukuka uygun” buldu. Bundan sonra süreç nasıl ilerleyecek? 

Sönmez: Danıştay İdari Dava Daireler Kurulu nezdinde duruşması görülen yaklaşık seksen dosya için temyiz başvuruları yapılacak, karara itiraz edilecek. 20 Ağustos’ta BM şiddet ve ayrımcılık raportörleri ile CEDAW (Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi) komitesi başkanı ortak bir çağrıda bulundular ve kaleme aldıkları metni diplomatik kanallardan Danıştay Başkanı’na ulaştırdılar. Dengeli ve sarsıcı bir metin. Türkiye’yi tarihin doğru tarafında yer almaya davet ediyor. “Türkiye Hükümeti’nin İstanbul Sözleşmesi ile ilgili artan dezenformasyon kampanyalarını önlemek için erken müdahalede bulunmamasını ve daha sonra Sözleşme’nin Türkiye ulusal mevzuatı üzerindeki etkisini yeterince açıklamak için hiçbir çaba gösterilmemiş olmasını esefle karşılıyoruz” diyorlar, hükümetin tavrının “bazı grupların Sözleşme’nin amacını ve kapsamını Türkiye’nin sosyal ve ailevi değerleriyle bağdaşmadığı şeklinde kasten yanlış yorumlamalarına olanak tanıdığını” belirtiyorlar. Danıştay bu çağrıyı dikkate almamış olsa da, üç imzalı bir çağrıyla tarihe not düşüldü. Bu çağrı temyiz dilekçelerinde de kullanılabilecek. Bu arada, sivil toplum örgütleri ve bireysel başvuruda bulunanlar ret kararı verildiği için yüksek vekâlet ücretleriyle karşı karşıyalar. Birkaç sembolik dava dayanışmayla yürütülebilir. Yürütmeyi durdurma taleplerinin reddine karşı itirazlar Danıştay İdari Daireler Kurulu’na gitmiş, oy çokluğuyla reddedilmişti. Temyiz başvuruları yine bu kurulda değerlendirilecek.

Koçak: Bu nedenle, aslında kısmen temyizin sonucunu da biliyoruz. Cumhurbaşkanı bunu garantiye aldı adeta; davalı taraf dava sürerken Danıştay’ı ziyaret etti ve verdiği kararla bu kurulu 2026’ya kadar sabitledi. Yine 10’a 5 sonucuyla karşılaşabiliriz. Bu kararlar hukuki alanda topyekûn mücadele etmemize engel değil. Her zeminde İstanbul Sözleşmesi’ni gündemde tutmak istiyoruz. İdari Daireler Kurulu’nun bir sonraki aşaması olarak Anayasa Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yollarını deneyeceğiz. Kadın dernekleri tarafından ya da tekil kadınlar tarafından Danıştay’da açılmış dosyaların duruşmaları görülecek, aslında kararı verilmiş davaların duruşmaları bunlar, onları da takip edeceğiz.

Danıştay kararı hangi tezler üzerine kurulu, temyiz aşamasında kararı nasıl okudunuz? 

Koçak: Karar iki temel gerekçeyle verilmiş. Birincisi, cumhurbaşkanlığı tarafının baştan itibaren savunduğu gibi, cumhurbaşkanının 9 sayılı kararnamesine dayalı olarak uluslararası anlaşmada imzayı çekme hususunda yeni hükümet sisteminde bunu yapabilme yetkisinin 2017 anayasa değişikliğiyle verildiğini, bunun anayasaya uygun olduğunu, imzanın çekilmesinin hukukun temel ilkelerinden biri olan yetkide ve usûlde paralellik ilkesiyle çelişmediğini söylüyor. İkincisi, kadına yönelik şiddetle mücadelede iç hukuk mevzuatının yeterli olduğunu belirtiyor. Şimdi de bu mevzuatın en önemli parçası olan 6284’ü hedefe koydular… Davalı temsilcisi 1961’de terk edilmiş “hükümet tasarrufu teorisini” ileri sürüyordu. Bu teori genel anlamda idarenin, şimdiki sistemde cumhurbaşkanının her türlü karar ve tasarrufuna karşı yargı yolunun kapalı olduğu tezine dayanıyor. Yargılama sürecinde bu teoriyi ileri sürdüler. Kararda sözleşmeye ilişkin tüm yurttaşların ve sivil toplum kuruluşlarının dava açma ehliyeti vardır da denmiş. Bu demektir ki partiler, sendikalar veya meslek kuruluşları AYM’ye gidebilecekler. 

Sönmez: Danıştay bu kararla hukukun üstünlüğü ilkesini çiğnemiş ve idareye tam bağımlı bir tutum almıştır. Yargının bağımsızlığından zaten söz edemiyorduk, ama bu artık tam bağımlılıktır. Duruşmalarda yaklaşık elli saat sözleşmeden çıkışın başta anayasa olmak üzere iç hukuka aykırı bir işlem olduğu anlatıldı. Heyet davacıları hiç duymamış, savcıların veya tetkik hâkiminin görüşlerine hiç kulak vermemiş, salt davalı tarafın görüşü doğrultusunda karar vermiş. Bu da yukarıdan son derece güçlü bir baskı yapıldığını düşündürüyor. Anayasa hukukçusu Serap Yazıcı, 28 Nisan Danıştay duruşmasında cumhurbaşkanlığı, yani davalı adına savunma yapanların çekilme kararının anayasaya uygun olduğu iddiası için “öğrencilerimden sınavda bu cevabı alsaydım sıfır verirdim” demişti. Danıştay 10. Daire’nin üç yargıcı ülkenin geleceğine dair karar verme sorumluluğunu idrak edememiş görünüyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını hukuka uygun bularak ve “kadına yönelik şiddet mevzuatı yeterlidir” iddiasına uyarak, Abdurrahman Dilipak’ın “fahişe”, Erdoğan’ın “sürtük” ve İmam Halil Konakçı’nın “ kasap eti” gibi kadına yönelik hakaretlerini, tacizlerini de yerinde bulmuş oldular. 

Danıştay’ın bu kararının olası sonuçları neler olabilir?

Sönmez: Duruşmalar boyunca “kadınların yaşam hakkına, Türkiye’nin geleceğine dair karar vereceksiniz, bu tarihi sorumluluğu idrak etmenizi umuyoruz” dedik. Karar verildi. Türkiye’nin geleceği kadına şiddet açısından karanlık. Katillerin mahkemelerde İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye methiyeler yağdırmaları boşuna değil. Eril ve siyasi irade tarafından şiddetle mücadelenin sadece ailenin korunması yönünde ele alınacağını görebiliyoruz. Ev içindeki şiddeti önlemek değil, şiddeti aile içinde görünmez kılmak için çaba harcanacağına dair başka işaretler de var. Cinsiyet eşitliğini reddettiği için şiddetin kökeninin eşitsizlik olduğunu görmezden gelen iktidar, şiddetle mücadele iradesinden bahsetme hakkını kaybetmiştir. Tam tersine, iktidar eril şiddeti yargı eliyle teşvik ediyor. Bu durum Danıştay kararıyla tahkim edildi. Bu kararla diktatörlüğe hukuki zemin hazırlanmış oldu. Evet, bundan sonra pek çok sözleşme ve yasa tehlikede. Başta da konuştuğumuz gibi, 6284 sayılı yasaya yönelik saldırılar şiddetlendi. Lanzarote Sözleşmesi, Çocukların Cinsel Suistimal ve Cinsel İstismara Karşı Korunmasına İlişkin Sözleşme de tehlikede. Diğer yandan, CEDAW Sözleşmesi’nden çıkılması için çaba harcayacaklarına da şüphe yok. Türkiye’de bir eksen kaymasından söz edebiliriz, insan hakları hukukuna dayalı bir ülke olmaktan çıktı. 

Koçak: Uluslararası ya da ulusal temel haklar mevzuatının tehlikeye girmesi o kadar dehşet verici ki. Bütün bu sözleşmeler devlete yükümlülükler, görevler yüklüyor. Zaten AİHM kararları ısrarla uygulanmıyor ve bir aşama sonra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden de çekilerek idam cezasının önü açılabilir. Malûm, iktidar sık sık idamı gündeme getiriyor. Duruşmalarda heyete dönüp söylediğimiz gibi: “İllâ tarihe geçeceksiniz, ya kahraman olarak ya hain olarak!” Şimdi tarihin önünde hukuksuz bir karara imza attılar. Kararın oybirliğiyle değil, oy çokluğu ile alınması, haklılığımızın dışında, krizin büyüklüğünü de gösteriyor. Bu karar ve gerekçesi Türkiye’nin sadece İstanbul Sözleşmesi’nden değil, temel insan haklarını ilgilendiren diğer uluslararası sözleşmelerden de tek kişinin kararıyla çekilmesine kapı aralayarak rejimi de tartışmaya açıyor. Bu bir rejim krizi, bunun altını çizmek gerekiyor. Bu nedenle muhalif çevrelerin Danıştay kararını ve temyiz dilekçelerimizi baştan sona okumasında büyük yarar var. Duruşmalarda dediğimiz gibi, temyiz sürecinde karar ne olursa olsun, “bu davayı duruşma salonunda biz kazandık”. İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili hak arama süreci sessiz sedasız geçmeyecek. Tarihe not düşmeye devam edeceğiz.

Biz bunları tartışır, konuşurken İran’da Mahsa Jina Amini’nin saçını gerektiği gibi örtmediği gerekçesiyle ahlâk polisi tarafından öldürülmesi üzerine kadınlar büyük bir isyanı ateşledi. Ne dersiniz, giderek yükselen protestolar rejim değişikliğine yol açar mı?

Sönmez: Keşke ve neden olmasın… Kadınların karşı çıkışının temel nedeni yıllardır yaşadıkları ağır baskılar. Toplumun taleplerini görmekten çok uzaklaşmış İran rejimi halkını din yorgunu yapmış durumda. “İnsanları zorla kendi cennetinize götüremezsiniz!” İranlı kadınların Beyaz Çarşamba eylemlerinde ve Mahsa Jina Amini cinayeti protestolarında duyduğumuz bir slogan bu. İnancıma göre, saçını kesenle başını örtenin, halkların karşı çıkışta birleştiği yer “cennet” olur. Kadınlar ve gençler rejime geri adım attırmayı başarabilir, ama bu rejim değişikliğini getirir mi? Keşke…

Koçak: İran da Gezi’sini yaşıyor ve bu direnişlerden sonra rejim değişmeyecek olsa bile eskisi gibi olmayacaktır. Bu protestolar ilk değil, son da olmayacak. Kadınların özgürlük isyanını gençler de sahiplendi. Aynı zamanda yoksulluk, yolsuzluk, kayırmacılık gibi aslında sistemin bütünlüklü çürümüşlüğünü gözler önüne seren taleplerin de dillendirildiğini görüyoruz. Kadınların devrimciliğiyle başlayan bu süreç bütünlüklü ve örgütlü bir mücadele hattına kanalize edilebilirse rejim değişebilir. Hepimizin umudu elbette ki rejimin değişmesi.

1979’da, Humeyni iktidara gelir gelmez “örtünmeyi” zorunlu kılmıyor. İran-Irak savaşının ikliminde getiriyor bu yasağı. Önce dini önderlikle beraber tek adam rejimi tesis ediliyor, sonra kadın haklarına saldırı ve kısıtlamalar başlıyor. Bu süreç Türkiye’de kadınların kazanımlarına yönelik saldırılara benzetilebilir mi?   

Sönmez: İran’la Türkiye arasındaki ilişkiler, rekabet iki ülkeyi sosyo-politik açıdan benzer hale getiriyor. Her iki ülkede de modernleşme hamleleri oldu. Ancak, Türkiye İran gibi bir monarşi olmayıp demokrasiye evrilmeye çalışan bir cumhuriyet. Bu bizim için ciddi bir avantaj. İranlı bir arkadaşım bir sohbet sırasında “Sizin İstanbul Sözleşme’niz, Medeni haklarınız, 6284 sayılı şiddet yasanız var. Bunlar sizi koruyor, bu açıdan siz daha güçlüsünüz” demişti. Bugün geldiğimiz noktada, tek adam rejimi İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı aldı. Türkiye’de kadın hakları alanında atılan en büyük geri adımlardan biri. Ama ne yazık ki arkası da gelecek gibi, yeni hamleler var. 2023 seçimlerinde bu iktidar tekrar kazanırsa, gerçekten Türkiye’yi İran’a benzetme çabasına girecektir. Bu otoriter yönetimi seçimle değiştirme yolundayız. Bunu başarabiliriz, başarmak zorundayız. Burada değiştirici itici güç kadınlar ve gençler olacak.

Koçak: İranlı sosyalist bir arkadaşımın sözlerini hatırlıyorum: “Humeyni yanlıları solcuların, biz sosyalistlerin desteğini alarak iktidara geldi. Sonra ilk olarak bizleri astılar. Sonra gerçek yüzlerini gösterip katı uygulamalarını devreye soktular.” 2010’da Türkiye’nin anayasa referandumu, “yetmez ama evet” süreci bu açıdan benzerlik gösteriyor. İktidara geldiği ilk yıllar “muhafazakâr demokrat” söylemiyle öne çıkan AKP’nin tek adam rejimiyle yargıyı, yasamayı, yürütmeyi, orduyu, yani devlet kurumlarını tamamen kendine bağladıktan sonra yoğun bir biçimde kadın haklarına yönelik saldırılara geçtiğini adım adım gördük. Bu benzerlik tesadüfi değil. Siyasal İslam ideolojisiyle bütünleşen tek adam rejiminin veya belli zümrenin yönettiği otoriter rejimlerin benzerliği bu. İki ülkede de siyasal İslâm ideolojisi ile tek adam rejiminin ne kadar kadın düşmanı olduğunu, laiklik karşıtlığının en derin, en keskin yüzünü kadınlara gösterdiğini görüyoruz. İslâm Cumhuriyeti bizim için de uzak bir tehlike değil. Bu tehlikeyi öngörerek mücadele yürütüyoruz.

1+1 Express, sayı 181, Güz 2022

^