HDP’YE KAPATMA DAVASI VE ERTUĞRUL KÜRKÇÜ’NÜN SAVUNMASI

Söyleşi: Bekir Avcı
27 Ocak 2022
SATIRBAŞLARI

Kapatılmak istenen HDP nasıl bir parti? Kurucuları arasında yer aldığınız ve onursal başkanı olduğunuz HDP’yi nasıl tarif edersiniz?

Ertuğrul Kürkçü: Bu sorunun yanıtı Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na yolladığım savunmanın özünü oluşturuyor aslında. HDP gerek Türkiye gerekse uluslararası siyasal deneyimler tarihinde benzeri olmayan, istisnai bir parti. Bu sadece öznel bir güzelleme değil, bütün tarihsel ve politik olgular bu tespiti destekliyor diye düşünüyorum.

Ezilen milletin kurtuluş mücadelesiyle insanlığın genel kurtuluş mücadelesini, milletlerin kendi kaderini tayin hakkıyla sınıf mücadelesini, kadınların özgürlük davasıyla toplumsal kurtuluş davasını, hepsini ekolojik kurtuluş perspektifiyle birbirine bağlayan, bütün ezilenlerin ortak çıkarını özgürlükçü, demokratik bir politik mimari içinde birleştiren ve bir halk iktidarıyla kapitalizmi aşmayı hedefleyen, çoğulcu, çok-kimlikli bir parti HDP.

Benzer gibi görünen örnekler var. Mesela Afrika Ulusal Kongresi’ne baktığımızda benzer bir mimari görülebilir. Fakat orada mücadele siyahların çoğunlukta oldukları, ama esaret altında tutuldukları bir ülkede gerçekleşiyordu. Dolayısıyla, maddi tabanı doğrudan doğruya toplumun büyük çoğunluğuna dayanıyordu. Ancak, HDP ezilen milletin, yani büyük çoğunluk karşısında sayıca az olan bir özgürlük dinamiğinin çoğunluğun ezilen kesimleriyle bir araya gelerek oluşturduğu istisnai bir örnek.

Ertuğrul Kürkçü’nün savunmasının tam metnine bu linkten ulaşabilirsiniz:
https://ertugrulkurkcu.org/haberler/insanligi-davamiza-sahip-cikmaya-cagiriyorum/

Öte yandan, bu karakterinin ima ettiği tersine basınçlara rağmen kendisini bir milliyetle, bir etnisiteyle, bir sosyallikle sınırlamayan, bunların tamamını kapsayan, kelimenin gerçek mânâsında insanlığa ait bir proje HDP. O açıdan, hani balıklar için derler ya, “derya içredir deryayı bilmezler” diye, ilk bakışta, pek çok HDP’liye bile partinin bu kendine özgü özelliği onun istisnailiğinin, biricikliğinin kaynağı gibi görünmeyebilir.

Türkiye’nin insanlık tarihine katkıda bulunduğunu iddia edebileceği çok az sayıda siyasi vakadan, siyasi örnekten biridir HDP. Bu özelliğiyle baktığınızda kendi zamanıyla sınırlı olmayan, geleceğe de kendisini taşıyacak başlangıçlarla dolu ve bunları da kısmen realize etmiş –potansiyellerin tamamına ulaşmamış, ama bunu kısmen realize etmiş– ve ettiği kadarıyla da aslında pratikte bir gelecek ufkunu, bir yeni toplum ümidini kendi varlığıyla görünür kılmış olan bir parti. Türkiye’de çok az parti gelecekte kurulacağını programına aldığı yaşam örüntülerini bugünden gerçekleştirmeye muvaffak olabilmiştir. Bunlar kimi zaman şartların el vermemesiyle ilgilidir. Ama burada, iradi olarak yeni bir insan ilişkileri düzeneği kurabilmesi bakımından da HDP olmasını istediğini yaşayan bir parti olarak yepyeni bir siyasi model kurdu.

Nasıl bir siyasi model bu?

Kadınların eşitliği prensibini doğrudan doğruya siyasi yapısının yapı taşı haline getirdi. Ezilen toplum kesimlerini partinin işleyişinde avantajlı kılan demokratik ve politik bir mimari oluşturdu. İnsanlar kurumları ve örgütleriyle birlikte geldiler. HDP beş politik güç ve onlarca çevre, hareket ve inisiyatife, halk ve inanç topluklarına dayanan heterojen kimlik ve güçlerden oluşan bir mücadele örgütü.

HDP karar süreçlerini tabana yaydı. Kararlarını oy çokluğuna değil, mutabakata dayandırdı. Taşrayı, küçük kentleri, ihmal edilen toplulukları öne çıkaran bir örgütlenme mekanizması kurdu. Nihayet, kendisinin, partilerin ve hareketlerin bileşkesi olduğu bir yerde bileşenlerin en büyüğü olan güç, Kürtlerin özgürlük hareketi, kendisini imtiyazlı kılmaya değil, geridekilerin öne çıkması için bileşenlerinin önünü açmaya özgülenmiş bir örgütsel gelenek bina etti, bileşenleri kendisiyle eşdeğer kıldı. Bireysel katılımları özendirdi.

HDP faşizme karşı mücadelede Türkiye’nin demokratik kuvvetlerinin en önünde yer alıyor, siyasal mücadelenin seyrini belirleyen bir rol üstleniyor. HDP’nin kapatılıp kapatılmaması sadece bir teknik-hukuki mesele değil, bir gelecek tasavvurunun pratikte yaşayan gerçekliğinin imhası teşebbüsü.

Ne açıdan bakarsanız bakın, bunlar istisnai politik pratiklerdir. Nihayetinde, HDP’nin oluşturduğu sinerjinin karşı tarafta yarattığı büyük endişeye baktığınızda bu gerçeğin örtük, sezgisel olarak ya da bilinerek idrak edilmekte olduğunu görebiliriz. O yüzden HDP’nin bir maddi güç olarak kıpırdatılamayan bir kaya gibi gitgide yerine yerleştiğini, yerli yerine bağlandığını söyleyebiliriz.

Tabii HDP’nin yalnızca siyasal değil, sosyo-politik denklem içindeki yerine de işaret etmemiz gerek. HDP yüz yıldır bu topraklar üzerinde –Tanzimat ve Meşrutiyet’ten başlayan bir politik müktesebat içinden bakıldığında– iki kutuplu olarak kurulmuş, yani doğucu ve batıcı, despotik ve liberal, ulusalcı ve İslâmcı, gelenekçi ve modernist ikileminin ötesine seslenen bir üçüncü kutup olma kapasitesini ortaya çıkarmıştır. Bu mânâda Türkiye’nin içinde debelendiği iki restorasyon perspektifinin de ötesindedir.

Birincisini 1980’ler öncesine dönmek, ikincisini cumhuriyet öncesine dönmek olarak özetleyebileceğimiz iki imkânsız restorasyon perspektifinin karşısında, HDP yeniden kurulan bir cumhuriyet içinde, yani özyönetim, kendi kendini yönetme perspektifi içinde, Kürtlerin özgürlük talebiyle, ezilen mezheplerin, ezilen cinsiyetlerin, ezilen sınıfın özgürlüğü talebinin bir arada çözüleceği yeni kuruluş perspektifiyle de siyaseten temayüz ediyor.

HDP bu bakımdan da bütün diğer politik güçlerden ayrılan, mevcut yarılmayı ve ikiliği kabul ederek hizalanmaksızın onun ötesine seslenen, ama öte yandan aktüel mücadele içinde güçler dizilişinin taktik gereklerini inkâr etmeksizin bugün faşizme karşı mücadelede Türkiye’nin demokratik kuvvetlerinin en önünde yer alıyor, siyasal mücadelenin seyrini belirleyen bir rol üstleniyor. HDP’nin kapatılıp kapatılmamasını sadece bir teknik-hukuki mesele değil, aslında bir gelecek tasavvurunun pratikte yaşayan gerçekliğinin imhası teşebbüsü olarak gördüğüm için dikkati buraya çekmek istiyorum.

19 Ocak’ta AYM’ye yolladığınız 12 maddelik savunmanızın 9. maddesinde şu ifadeler var: “HDP’nin kapatılması Türkiye’nin ‘kapatılması’, yüz yıldır süregiden demokrasi ve eşitlik mücadelemizin toplumsal ve politik kazanımları arasında tamamen budanamamış olanların da Türkiye toprağından kazınması demektir. HDP’nin kapatılmasının sonuçları oluşacak politik vakum dolayısıyla başka bir zamanda kapatılan herhangi bir partinin yokluğunun sonuçlarından farklı olacaktır.” HDP’nin kapatılması geçmişteki parti kapatmalardan neden farklı olur?

Birincisi, HDP bir ortaklık partisi. Tabii ki HADEP’in, DEP’in, DTP’nin kapatılmaları da Kürtlerin politik alana yönelişlerinin önünü kesmeye dairdi, ama bu özgül olarak daha çok Kürtlere, Kürdistan’da sürüp giden büyük mücadelelerin siyasi ifadeye bürünmesini önlemeye yönelikti. Bu siyasi ifadeden cumhuriyet kurulduğundan beri yoksun bırakılmış olan bir gücün ileri hamlesinin önünü kesmekle ilgiliydi. HDP’nin kapatılması talebiyle ise daha geniş bir zemine, Türkiye’nin demokratik ve sosyal muhalefet güçleriyle Kürtlerin özgürlük mücadelesi arasında kurulmuş ilk dolaysız tarihsel ve siyasal bağa, bir ittifak ve yeniden kuruluş dinamiğine saldırılıyor.

HDP elbette Kürtlerin demokratik kurtuluş mücadelesinin bütün maddi ve manevi müktesebatına dayanarak yükseliyor, ama aynı zamanda Dev-Genç’in, TİP’in, 1980 öncesi antifaşist mücadelelerin, kadın hareketinin, köylü hareketlerinin, ekolojik kurtuluş mücadelelerinin, Alevilerin özgürlük mücadelesinin, diğer milli azınlık ve etnisitelerin hak ve özgürlük mücadelelerinin miras ve müktesebatının birbirini besleyerek oluşturduğu bir toplam da.

Bu toplama yönelik bir saldırı var. HDP’de bir araya gelen bileşenlerin hepsi özgül hak ve özgürlük mücadelelerini hem birbirine bağladılar hem de bu müktesebatı bir rönesansa tâbi tuttular. HDP’ye yönelik saldırının ortaya çıkartacağı vakum, yani siyasal boşluk, daha önce olduğu gibi sadece Kürdistan’da değil, aynı zamanda ister istemez Türkiye’nin batısında da derin bir yarılma yaratacak.

Gözünüzün önüne getirin, HDP’nin varlığı ve mücadelesi 2019 yerel seçimlerinde AKP’nin, iktidar blokunun, diktatörlük güçlerinin yerel yönetimlerden alaşağı edilmesinin en önemli motivasyonuydu. Buradaki politik denklem bilinçli insan faaliyetiyle yaratılmış bir sonuçtu. HDP bu yerel yönetimlerde yer almaksızın bu sonucu yarattığı için ilk bakışta siyasi tabloda görünmeyen bir kuvvet gibi. Gündelik süreçlerde bundan çok söz edilmiyor, ama mutlak hakikat, HDP’nin siyasi varlığının sadece Kürdistan’da değil, Türkiye’nin batısında da toplumsal ve politik mücadelelerin sonuçlarını tayin ettiği hakikatidir.

HDP’nin kapatılması talebiyle Türkiye’nin demokratik ve sosyal muhalefet güçleriyle Kürtlerin özgürlük mücadelesi arasında kurulmuş ilk dolaysız tarihsel ve siyasal bağa, bir ittifak ve yeniden kuruluş dinamiğine saldırılıyor.

Siyasi anlamda HDP’nin kapatılması demek Türkiye’nin batısındaki bütün demokratik dinamiklerin de sol kolunun kesilmesi demektir. Bu çerçevede değerlendirdiğimde, HDP’nin kapatılmasının teknik-hukuki bir konu olarak görülemeyeceğini, yaratılan bu sinerjinin, daralan siyasal çerçeve içinde kolayca ikame edilemeyeceğini düşünüyorum. HDP’nin bir seçenek oluşturmasının, bu seçeneğin siyasal sistemde ifade edilme kapasitesinin mevcudiyetiyle de ilgili olduğunu anlatmak istiyorum. Bu kapı da kapanıp faşizan bir içtihat kapısı açıldığında bu sahnenin yeniden benzer bir biçimde kurulmasının önünde bir rejim değişikliği olmaksızın kaldırılamayacak büyük bir yığınak oluşturulmuş olacak.

İkincisi, en az birincisi kadar önemli olanı, HDP’nin kapatılması hedefinin gerçekleştirilebilmesi bizzat Anayasa Mahkemesi’nin kendisine yönelik bir saldırının sonuç alabilmesiyle mümkün. Nitekim, bu saldırının sonuncu hamlesi AKP Çorum eski il başkan yardımcısı Kenan Yaşar’ın AYM üyesi yapılmasıydı. Bir önceki hamle de HDP’nin kapatılması talebine dayanak kılınmak istenen 40’a yakın iddianamenin altında imzası olan İstanbul eski cumhuriyet başsavcısı İrfan Fidan’ın AYM üyeliğine yıldırım hızıyla getirilmesiyle yapılmıştı.

Böylece, AYM’nin kendisi de ya rejimin baskısı altında kendi iradesini, vicdanını çiğneyecek ya da buna hiç gerek kalmadan bir vicdansız aparatçikler çoğunluğunun hâkimiyeti altında faşizmin aparatı haline getirilmiş olacak. Dolayısıyla, HDP’ye yönelik bu kapatma süreci sadece bir mahkeme süreci olarak değil, aynı zamanda bu mahkemenin de yeniden kurulması, mahkemenin içtihadının geçmişten kopartılması demek. AİHM yargı normlarının tamamen dışına çıkması Türkiye’nin “uygar” ve “demokratik” denilen dünyaya da elveda etmesi anlamına gelecek. Bütün bu muhtemel sonuçlarıyla birlikte son derece vahim bir durumla yüz yüzeyiz.

Kimileri bundan kendileri için şöyle bir yarar doğacağını düşünüyor; “HDP’ye oy veren kitle bu şartlar altında iki bloktan birine yönelir, daha çok da muhalefet blokuna yönelir, bir şey değişmez.” Halkın reaksiyonunun tahmin edilenden çok daha farklı olabileceğini, siyasette çok büyük bir boşluğun doğabileceğini, her iki durumda da bu sonuçlardan rejimin yararlı çıkabileceğini düşünüyorum. O yüzden, HDP’nin kapatılması davası sürecinde siyaseten tarafsız kalınamayacağını, tarafsız kalmanın kalanlar için siyasi intihar anlamına geleceğini, geçmişteki örneklerden ayrılan yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzu, bunun tarihsel bir durum olduğunu söylemek isterim.

Express’in kış sayısının dosyası “Tarihi Eşik” başlığını taşıyordu. 2022’ye politikadan ekonomiye çoklu krizle girdik, HDP’nin kapatılma girişimi bu eşikte vuku buluyor. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Aslında bunu rejim sözcüleri de ifade ediyor, “varlık-yokluk kavgası bu” diyorlar. Ne “vardı” ve ne “yok olacak” diye baktığımızda, 2022-23’ün Türkiye’de faşist diktatörlüğün inşası bakımından rejimin bir ölüm perendesi atmaya hazırlandığı yıl olduğunu görebiliriz. İktidar bloku bu proto-faşist karakteriyle daha fazla yol alamaz, ama faşizmin zafere ulaşabilmesi de, tarihsel deneyimlerin bize gösterdiği gibi, halkın yenilmesiyle, demokratik ve toplumsal muhalefet güçlerinin teslim alınmasıyla mümkündür.

Faşizmi diğer olağanüstü rejim biçimlerinden, başka tipte diktatörlüklerden ayıran en önemli özellik yendiği sosyal kuvvetlerin zihniyet olarak, ruh hali ve gelecek ufku itibariyle kendisine ilticasını sağlamış olmasıdır. Bunun sağlanabilmesi tabii ki sadece fiziki kuvvetleri değil, aynı zamanda bu fiziki kuvvete eşlik eden kültürel-politik saldırıyı da, bütün atavik hafızanın diriltilmesini ve yeniden üretilmesini de gerektiriyor. “Âdem peygambere hakaret ettiler” ayaklanmasına bakınca siyasal şiddete neyin eşlik ettiğini ve edeceğini pekâlâ görebiliriz.

HDP’ye yönelik saldırının ortaya çıkartacağı siyasal boşluk sadece Kürdistan’da değil, Türkiye’nin batısında da derin bir yarılma yaratacak. HDP’nin varlığı ve mücadelesi 2019 yerel seçimlerinde iktidar blokunun, diktatörlük güçlerinin yerel yönetimlerden alaşağı edilmesinin en önemli motivasyonuydu.

Öyle olduğu için, bu rejimin kendisini mutlak surette kazanmaya mahkûm hissettiği, o yüzden de konvansiyonel araçları da bir yana bırakarak eline ne geçerse onunla saldıracağı, ne var ki, bu süreci konvansiyonel mekanizmalar içinden geçirmeksizin sonuca ulaştıramayacağı da açık. Daha basit ifadeyle, iktidara sanki kurallı bir seçim varmışçasına bir siyasi yarışma filtresinden geçerek tırmanır görünme peşindeler. Buna mecbur olmasalar, iktidarı kurtarmak ve muhafaza etmek için biricik, elle tutulur tek yol bu olmasa yok etme harekâtları çoktan başlamış da olabilirdi. Fakat bugünkü dünyada bu evrede işlerini bu görmez. İktidarı fetih için gereken gücün mutlaka temsili demokratik ölçme-sayma mekanizmasından geçirilmesi gerekiyor. O yüzden rejim, kaybederse Roma’yı yakmaya hazır Neron zihniyetiyle bir mücadeleye hazırlanıyor. Fakat ben muhalefetin radikal sol kanadının dışında, gidişatın böyle olduğunun, rejimin gelecek tasavvurunun böyle tecelli etmesine yönelik epeyce yol alındığının hâlâ pek idrak edilmediği kanaatindeyim. Bunda elbette hükümetin ya da daha doğrusu rejimin izlediği taktiğin de rolü var.

Hükümet nasıl bir taktik izliyor?

Bir salam siyaseti. Sırayla, doğrayarak. Ancak en sonuna gelindiğinde salamın tamamının doğranmış olduğunun anlaşılabileceği bir yürüyüşle devam ediyorlar. Fakat spiralin dönüşü çok hızlandı. Ekonomik kriz şiddetlendi. Organize sanayi bölgelerine üç gün boyunca doğalgaz ve elektrik verilemeyeceği haberlerini okuduk, şimdi gerçekleşmesine tanık oluyoruz. Bunlar üretimin de krize girmekte olduğu, üretimin tabanında da yolun tıkandığı ya da tıkanma emareleri gösterdiğine dair önemli kanıtlar.

Dolayısıyla, rejimin denetimine sığmayan, ama tek başına konvansiyonel siyaset yordamlarının yeterli olamayacağı, kitle inisiyatifine ihtiyaç duyulan, kitlelerin arzu ve taleplerini eylemli olarak ortaya koymaları gereken bir döneme geldiğimizi görüyoruz. Burada kitleler belirleyici olacak. O açıdan 2022-23’te geçmişte görmediğimiz karşılaşmalara şahit olabiliriz, kitlelerin sahneye çıktığı bir yıl olması bakımından.

HDP eş genel başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş dahil onlarca milletvekilinin ve siyasetçinin tutuklandığı 4 Kasım 2016’nın beşinci yılında HDP İstanbul il örgütünün protestolarından: “Demokratik siyaseti tasfiye ve zulüm operasyonlarına asla teslim olmayacağız!” (Fotoğraf: Zeynep Kuray)

Elbette rejim bu mücadeleyi kendisi için elverişli siyasi zeminlere çekerek karşılamak isteyecek. Çünkü onların ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak gibi bir meselesi var. O açıdan muhalefet stratejilerinin son derece dikkatli ve temkinli olması gerekir. Ama bu dikkat ve temkin “evimizde oturalım, seçim günü geldiğinde sandığa gidelim”den ibaret kalırsa rejim zaten seçimi oy kullanma gününden önce bitirmiş olur. Mutlaka kitlelerin öz eylemlerini içeren bir demokratik-politik alternatifin vücut bulmasına radikal muhalefetin önayak olması gerekir.

Bu konuda daha iddialı öngörülerde ve önerilerde bulunmak bana düşmez. Bu, politik mücadelelerin doğrudan politik sorumluluğunu üstlenen siyasi güçlerin ve kitle örgütlerinin sözcülerine düşer. Bu yönde gelen son haber ve belirtiler önemli. Şimdi yeni bir bir araya gelişin sağlanması için HDP ve dışındaki sosyalist güçler arasında bir müzakere dönemi açıldı. Bunun oldukça önemli bir işaret olduğunu, genişleyerek süreceğini düşünüyorum.

Kapatma davası iddianamesinde barış faaliyetleri suçlama konusu yapılıyor. Bu dava bir yandan da uzak ya da yakın gelecekte olası bir barış sürecini mutlak biçimde engelleme girişimi mi?

Hatırlarsınız, 6551 sayılı bir yasa çıkardı hükümet 2014’te: “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” diye. Bu kanunun en önemli maddesi 4. maddesiydi. Bu maddede “Kanunun 2. maddesinin birinci fıkrasının (a), (b) ve (c) bentleri kapsamındaki görevleri yerine getiren kişilerin bu görevleri nedeniyle hukuki, idari veya cezai sorumluluğu doğmaz” deniyordu.

Bahsedilen 2. maddenin 1. fıkrasının bentleri hükümetin gireceği faaliyetler, örgüt mensuplarının eve dönüşleri, yurtiçi ve dışındaki kişi ve kuruluşlarla diyalog vb. çalışmalar gibi çözüm sürecinde girişilmiş her türlü faaliyette, hükümette yer alan memur ve siyasi yetkililerin herhangi bir cezadan bağışık tutulacağını düzenliyordu. Sanki bu günleri öngörürcesine, “bir şey olursa bizimkileri kurtaralım” diye çıkartılmış bir kanun.

Bu kanuna bakınca çözüm süreci akamete uğrarsa ortaya çıkacak boşluğun nasıl ve neyle doldurulacağına dair rejimin bir öngörüsü olduğunu ve bu boşluğu bizzat kendisinin doldurduğunu söyleyebiliriz. Bugünkü AKP+MHP+Ergenekon iktidarı, çözüm sürecinde AKP’nin ve çözüm sürecinin karşısında konumlanan güçlerin AKP ile ortaklaştığı bir blok. Başka bir ifadeyle, çözüm süreci sırasında AKP’yi “devletin baş düşmanı”yla ortaklaştığı iddiasıyla “hain” olarak niteleyen güçlerin şimdi AKP’yle kurduğu bir ittifaktan söz ediyoruz.

Elbette, bu fırsattan istifade ederek, gelecekte devlete tırmanan hiçbir başka gücün böyle bir adım atmaması için bu yolu tıkayacak bir emsal, bir örnek yaratmaya çalışıyorlar. Bu yasanın mevcudiyeti –yasalar geriye doğru işleyemeyeceği, bir yeni yasayla geçmişe dönük suç ihdas edilemeyeceği için– rejimin merkezi örgütü olan AKP, doğrudan hedef alınmasına imkân olmadığı ve güç de yetmediği için, rejimin ikincil güçlerince bu şekilde hizaya sokuluyor. Apaçık bu davada da mesele böyledir.

HDP’nin kapatılması davası sürecinde siyaseten tarafsız kalınamayacağını, tarafsız kalmanın kalanlar için siyasi intihar anlamına geleceğini, geçmişteki örneklerden ayrılan yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzu, bunun tarihsel bir durum olduğunu söylemek isterim.

Gerçi ben kendi payıma çıktığı gün de bu yasanın aslında hükümeti korumaktan başka bir işe yaramadığı kanaatindeydim. Ama pek çok kişiye bir gelişme, ilerleme olarak göründü. Şimdi eldeki verilerle geriye bakınca şunu söyleyebiliriz: Demek ki, 2014’te bu yasa çıkarken “Çöktürme Harekât Planı”nın hazırlanmakta olduğundan bu yasayı çıkaranların zaten haberi vardı. Ona karşı tedbirlerini alıyorlardı. “Oslo görüşmelerinin” AKP’nin MİT kadrosu için yaratmış olduğu yasal riskleri unutmamışlardı. Dediğiniz bu mânâda doğru. Şu an rejime egemen olan iklimde de, bizzat çözüm sürecinin kendisinin –bu teknik olarak suç oluştursun oluşturmasın– devlette gerçekleştirmeyi ima ettiği, öngördüğü değişiklik dolayısıyla cezalandırılmayı hak ettiği zihniyeti hâkim. Çözüm sürecinin öteki yakasında yer alan HDP’nin sırf bu sebeple cezalandırılması, buna gelecekte tevessül edebilecek devlet içi eğilimlere ibret olması için kullanılıyor.

HDP’ye açılan davanın ve iddianamenin mantığında aslında nesnel olarak AKP’nin, Erdoğan’ın önceki süreçteki davranışlarının da suç teşkil ettiğine dair bir iddia içkindir.  Zaten, hatırlarsanız, Bahçeli bu rejim kurulmadan önce Erdoğan’a hep şunu söyledi: “Mevcut anayasaya göre suç işliyorsun. Cumhurbaşkanlığı statüsünün başka bir maddesine göre tarafsız cumhurbaşkanlığı için yemin ettin, ama parti başkanı olarak faaliyet gösteriyorsun, her gün anayasayı ihlâl ediyorsun. Yapılacak tek şey şu; gel, senin yeterli gücün yoksa onu biz tamamlayalım, suçu kanun haline getirelim.” Şimdi, suçun kanun haline geldiği bir yerde suçlular ittifakının küçük haramileri büyük haramiyi geçmişteki suçuyla tehdide devam ediyorlar.

Rejimin denetimine sığmayan, ama tek başına konvansiyonel siyaset yordamlarının yeterli olamayacağı, kitlelerin arzu ve taleplerini eylemli olarak ortaya koymaları gereken bir döneme geldiğimizi görüyoruz. 2022-23’te, geçmişte görmediğimiz karşılaşmalara şahit olabiliriz, kitlelerin sahneye çıktığı bir yıl olması bakımından.

Bu gerilim bitmez, çünkü her ittifak kaçınılmaz olarak çelişkiler üzerine oturur. Çelişki olmasa ittifak olmaz, monolitik bir blok olurdu. Bu çelişkiler, bu fay hatları da süreç boyunca işlemeye devam edecek. Ama bunlar şimdilik tayin edici olmaktan uzak, ikincil çelişkiler. Birincisi tabii ki, HDP’nin ve onun temsil ettiği ittifakın karşısındaki dayanışmadır iktidar güçleri açısından.

Bugün olanın sadece bir parti kapatma değil, topyekûn bir “kapatma” amacı taşıdığını vurguladınız. “Dağdan inip ovada siyaset yapın”dan, müzakere süreçlerinden buralara gelindi. Bu topyekûn kapatmayla ne amaçlanıyor, oluşturulmak istenen tabloda devletin Kürtlerden beklentisi ne sizce?

Türk devletinin Kürtlerden beklediği, Kürtlerin boyun eğmesidir. Türk devletinde hâkim bir çözüm perspektifi yok. Kürtleri Türkleştirmek, sömürgeleştirmek istiyorlar, ana fikir bu. Kendini yönetme, özyönetim iradesi bırakmamak istiyorlar. Avrupa Birliği üyelik perspektifi çerçevesinde mevzuata girmiş olan “içerici” uygulamalar iğdiş ediliyor. Bu meseleyi yora yora, Kürtçeyi, Kürtleri, Kürtlerin kültür ve ruhsal şekillenişini eriterek, öteleye öteleye sürecin gittiği yere kadar gitmesi dışında bir fikirleri yok. Devletin başka bir görüşü yok. Şu an güya hükümeti devralmaya hazırlanan İyi Parti’de de başka bir perspektif yok. CHP’de de bir kolektif haklar kabulü yok. Bu mânâda devletin yeniden örgütlenmesine yönelik bir perspektif yok. Hepsi “Türklük Sözleşmesi”ne açık veya örtük olarak dahiller.

Türk devletinin Kürtlerden beklediği boyun eğmeleridir. Kürtleri Türkleştirmek, sömürgeleştirmek istiyorlar, ana fikir bu. Özyönetim iradesi bırakmamak istiyorlar. Bu meseleyi yora yora, Kürtçeyi, Kürtleri, Kürtlerin kültür ve ruhsal şekillenişini eriterek, öteleye öteleye sürecin gittiği yere kadar gitmesi dışında bir fikirleri yok.

Her türlü reform önerisinin amentüsü olarak 12 Eylül’den miras “Anayasanın ilk dört maddesi bakidir” dediğinizde, bu dörtlüde ifadesini bulan yurttaşlık kavrayışı referansını anayasanın “Giriş”indeki etnik Türklük kurgusundan aldığına göre, başka türlü davranılmasına imkân da yok. Rejim, müzmin bir çatışma düzeyine indirgenmiş, minimize edilmiş, kontrol altına alınmış, ama sebepleri asla ortadan kaldırılmamış bir isyan gerilimiyle birlikte yaşamaya talip. Sanki müzmin bir hastalıkla, bir organ yetmezliğiyle ömür boyu yaşamak zorunda olan bir hasta gibi tahayyül ediyor rejim kendisini. Üstelik bunu sürdürülebilir bir faşizmin garantisi olarak da görüyor. İcraatına, söylemine, hedeflerine, diğer Kürdistan parçalarına yönelik işgal pratiğine bakınca rejimin örtük kabulünün bu olduğunu düşünüyorum. O yüzden çözümün imkânı artık ancak rejimin değişmesinde aranabilir. Geçmişte, tartıldığında –uluslararası iklimin de uygunluğu dolayısıyla– belki de rejim değişmeksizin çözümün mümkün olabileceği düşünülüyordu. Fakat şimdi çözüm ve rejim aynı gerilimin iki yüzü haline geldi. Mesele daha da derinleşti.

HDP Hukuk ve İnsan Hakları Komisyonu’ndan eş genel başkan yardımcısı Ümit Dede: “Daha önce savcılık yapmış, ardından AYM üyesi olarak belirlenmiştir. İrfan Fidan bu iddianamede yer alan 40’ı aşkın dosyanın da savcısıdır. Eğer bir hakim soruşturma aşamasında savcı ya da bilirkişi olarak dahil olmuşsa o hakim o davaya bakamaz, bu emredici hükümdür. İhsası rey niteliğindedir.”

AYM’ye yeni üyelerin atanması gibi hamleleri de göz önüne aldığınızda, dava kapatmayla sonuçlanır mı? Olur da kapatılırsa HDP varlığını ve mücadelesini nasıl sürdürür?

Bütün aleyhte gelişmelere karşın, kapatma davasının istendiği gibi sonuçlanacağına dair umutsuzluğa kapılmayı gerektirecek yeterince veri yok. Her şeyden önce, iddianame deli saçması, hiçbir iddia aksi iddia edilemez kanıta dayanmıyor. İlk başta reddedilmesi bu yüzdendi. Aynı iddianame Bahçeli’nin yaygaraları eşliğinde geri geldi. O yüzden dava bu zayıf temel üzerinde içeride ve dışarıda bir mücadele konusudur. Erdoğan görünüşte siyaseten AYM’deki çoğunluğu ya da siyasi nüfuzu ele geçirmiş olsa bile hukuken buradan çıkacak neticenin mutlaka iddianame doğrultusunda olması gerekmez. Denklemde mücadelemizin gücü, sürekliliği ve haklılığı da yer alacak.

HDP varsa Türkiye’de bir demokratik siyasal dönüşüm kapasitesi var olmaya devam edecektir. HDP’nin olmadığı koşullarda tüm demokratik dinamikler varlıklarını bir kolları olmaksızın sürdürmeye rıza göstermiş olacaklarından iki karardan birini vermeleri gerekir: “Bir kolu verecek, kenara mı çekilecekler, iki kolla mücadele edip kazanacaklar mı?” Akıl, mantık, ahlâk herkesi ikinci karara davet ediyor.

Savunmamda da söylediğim gibi: “Bu mahkemenin kararı sonuçta ne olursa olsun toplumun hükmünün esasen çatışan güçlerin bileşkesi istikametinde oluşacağını biliyoruz. Kişisel ve ortaklaşa savunmalarımızın, o bileşkeye, yaslandığımız toplumsal hareketten aldığı kuvvetle yön vermesi olasılığı yargıyı baskı altında tutma, yargıçları korkutma kastıyla Anayasa Mahkemesi üzerinden galiz saldırılarını eksik etmeyen gericiliğin dayandığı dinamiklerinkinden hiç de daha az değildir. Bu dava Anayasa Mahkemesi önünde görülmeye başlamış olsa da mutlaka, eninde sonunda yurttaşların birbirleriyle temasa geldikleri yerde, kamusal alanda, sokakta sonuçlanacaktır. Kazanacağımızdan kuşkum yok.”

Bu süreç tamamlanmadan bu konuda öngörüde bulunmak siyaseten doğru değil. Bütün dikkatimizi bu iddianamenin çökertilmesine ve toplumsal meşruiyetin muhafazasına çevirmemiz lâzım.

AYM’ye sunduğunuz savunmanız bir çağrı aynı zamanda, “davaya sahip çıkma” çağrısı. Sözü buradan bağlarsak, HDP neden savunulmalı?

HDP’nin kapatılmasının Türkiye’deki toplam demokratik birikim ve mücadele açısından yıkıcı sonuçları olacağını görebilmek için Türkiye’nin son elli yılına ve özellikle son beş yılına dikkatle bakmak yeterli. HDP varsa Türkiye’de bir demokratik siyasal dönüşüm kapasitesi var olmaya devam edecektir. HDP’nin olmadığı koşullarda tüm demokratik dinamikler aslında varlıklarını bir kolları olmaksızın sürdürmeye rıza göstermiş olacaklarından iki karardan birini vermeleri gerekir: “Bir kolumuzu verip kenara mı çekileceğiz, yoksa iki kolla mücadele edip kazanacak mıyız?” Akıl, mantık, ahlâk ve ciddiyet elbette herkesi ikinci karara davet ediyor.

Ertuğrul Kürkçü’nün savunmasının tam metnine erişmek için:
https://ertugrulkurkcu.org/haberler/insanligi-davamiza-sahip-cikmaya-cagiriyorum/

^