ALEVİLER VE ALEVİLİK -III

Söyleşi: Tuba Çameli
4 Ekim 2020
SATIRBAŞLARI

Alevi çalıştayları, AKP’nin Alevilere ve Aleviliğe bakışı, devletin ve CHP’nin Alevilerle ilişkisi… Aleviler ve Alevilik dizisinin üçüncü bölümünde, Alevi Enstitüsü’nün kurucularından SBF eski öğretim üyesi Ayhan Yalçınkaya’yı dinliyoruz…
Fotoğraf: Adnan Onur Acar

“Alevi açılımı” önce Erdoğan, daha sonra Davutoğlu ve en son Binali Yıldırım hükümetlerinin sunduğu “eylem planları” çerçevesinde gündeme geldi. Açılım sürecinde, ilki 3-4 Haziran 2009’da, sonuncusu da 28-30 Ocak 2010’da olmak üzere, yedi Alevi Çalıştayı yapıldı. 2010’da nihai bir rapor yayınlandı. Açılım ve özellikle çalıştaylar sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ayhan Yalçınkaya: Alevi açılımları ve özellikle de çalıştayları Alevilerin geçmişten bugüne birikerek sürekli karşılaştıkları eşitsizlikçi, ayrımcılıktan kaynaklanan ve eşit yurttaşlık talebinde somutlaşan sorunlarını çözmek değil, Alevi toplulukları ve Aleviliği bir sorun olarak yeniden inşa etmek ve en başta da Aleviliği Aleviler açısından bir sorun olarak kurarak, bunu bizzat onlara pazarlayabilmek için yapıldı.

Alevi hareketinin birçok bileşeni bunu en baştan öngörmüş olmasına karşın, yine de rejimin eline koz vermemek için bu çalıştaylar dizisine ilgisiz kalmadılar. Elbette sözlerini de esirgemediler.

Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı o dönemde bünyesinde faaliyet yürüten Alevi Enstitüsü’nün de katkılarıyla ortaya son derece ciddi, hem rejimi açığa düşüren hem meydan okuyan, ama çözüm yollarını göstermekten de geri durmayan metinler üreterek bu süreci en verimli biçimde değerlendirmeye çalıştı. Hatta ardından da Alevilerin siyasal iradesini toplulaştırmak ve karşı hegemonik bir güç odağı yaratabilmek için üç büyük Alevi Kurultayı düzenledi. Alevilerin hiçbiri masaya gitmeyen, masayı deviren taraf olarak etiketlenmeyi haklı olarak istemedi. Ancak çalıştaylar dizisinin –elbette çeşitli açılımların da– sonuçlarını çoğu Alevi ne yazık ki yanlış okudu. Bu okuma “dağ fare bile doğuramadı” sözüyle özetlenebilir. Oysa bu kökten yanlıştı. Dağ, bırakın fareyi, içindeki ejderhayı serbest bırakmıştı artık. Rejimin ve tarihsel geçmişini de hesaba katarsak devletin Alevi stratejisi kökten değişti. Bu çalıştaylar ve açılımlar bunun kanıtıydı.

Yeni strateji neydi?

Ayhan Yalçınkaya

Siyasal rejimin yeni stratejisi gereği, devlet artık en başta Alevileri ve Aleviliği görmezden gelmekten nihayet kesin olarak vazgeçiyordu, tam aksine “görüyorum, görmek istiyorum, bana kendinizi benim istediğim gibi, benim referanslarıma, benim ihtiyaçlarıma göre göstermek ve tanımlamak zorundasınız” diyordu.

İkincisi, devlet Alevilerin eşit yurttaş olmamasından kaynaklı sorunlarıyla hiçbir biçimde ilgilenmeyeceğini, bu sorunları kendi sorunu gibi görmediğini, Demirel üslûbuyla söylenirse “meseleleri mesele yapmazsanız ortada mesele kalmayacağını”, mevcut meselelerin müsebbibinin bizzat Aleviler olduğunu, dolayısıyla kendisi için sorunun Alevilerin sorunları değil, Alevilik ve Aleviler sorunu olduğunu, kendisinin ise eşit yurttaşlık perspektifinde asla ve kat’a sorunu olmadığını alenen beyan ediyordu.

Üçüncüsü, devlete göre, mademki Aleviler ve Alevilik kendilerini bir mesele olmaktan çıkaramıyor, bu konuda bir yetersizlik sergiliyor, o halde devlet işe el atacak ve Alevilik ile Aleviliği mesele olmaktan çıkarmaya yönelecekti. Yani devlet artık Aleviliğin iç sorunlarının başına, kendini başlı başına aktör, moda tabirle kayyım olarak atıyor ve doğrudan araçlarla müdahil oluyordu.

Örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle Alevilere yapılan operasyonlar, doğrudan siyasal rejim güdümlü tetikçi Alevi örgütleri kurmalar, özellikle belli merkezlerde ve belli zihniyetteki kadrolarla, araştırma yapacakmış gibi görünen, ama asıl amacı dezenformasyon, çarpıtma ve asimilasyon olan birden fazla Alevi enstitüsü kurma, Alevileri kontrol edebilmek maksadıyla devlete bağlı Dedeler yetiştirmek için eğitim merkezi kurma projeleri, Alevi Dedelerini Sünni dinsel merkezlerde turistik gezi altında tura çıkarma gibi faaliyetler, vb.

Dördüncüsüne gelince, devlet bu açılımlar ve çalıştaylar sayesinde devasa bir Alevilik söylemi üretti ve en önemlisi, bunu bizzat Alevilere yaptırdı: “Her şey bir yana, Alevilik bir yana” dedirterek Aleviliği Alevilere sürekli konuşturarak, yani bir Alevilik söylemi fırtınası yaratarak Alevilerin taleplerinin hem gerçek, hem siyasal talepler olmasının önüne geçmiş oldu.

Son olarak, devlet bu yeni stratejiyle Alevilerin Alevilik söyleminde boğulmasıyla bir yandan kendi iç farklılıklarının çatışmaya dönüşmesini kışkırtıyor, hem de aynı zamanda diğer topluluklarla ilişkisini kesmeye yöneliyordu.

Bugünkü rejim Alevilik ve Alevi topluluklar olmasaydı, onu var ederdi. Çünkü ihtiyacı var. Bu rejimin Müslümanlık içinde de bir düşmana, ötekine ihtiyacı var, ki kendi Müslümanlığının iç gerilimlerini tolere edebilsin ve biriken enerjiyi boşaltabilsin. Zaten devletin yapmaya çalıştığı da o.

Yeni strateji Alevileri siyasal alandan tasfiye etmeye yönelikti diyebilir miyiz?

Öncelikle, genelgeçer bir ifadeyle, devletin ya da siyasal rejimin son strateji değişikliğiyle Alevileri tasfiye etmeye hazırlandığını ya da bunu istediğini, bunun onun için arzulanabilir, tercih edilebilir bir şey olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Hatta fantezi olarak şunu bile ileri sürebilirim: En azından bugünkü siyasal rejim, eğer Türkiye’de Alevilik ve Alevi topluluklar olmasaydı, onu yoktan var ederdi. Çünkü ihtiyacı var. Bu rejimin kesin ve açık bir biçimde Müslümanlık içinde de bir düşmana, ötekine ihtiyacı var, ki kendi referans Müslümanlığının iç gerilimlerini tolere edebilsin ve biriken enerjiyi boşaltabilsin.

Etnik düzlemde düşmanlık ihtiyacına karşılık verecek birden çok kesim var. Aynı şekilde Müslim-Gayrimüslim dikotomisini besleyecek unsur da çok sayıda. Müslümanlık içinde bu ihtiyacı karşılamaya en uygun aday Aleviler. Onun için “olmasaydı da oldururdu” diyorum. Zaten bir anlamda devletin yapmaya çalıştığı da o.

Alevilerin muhafazakârlaşması” diye ifade edilen şeyin en önemli amillerinden biri, bizatihi rejimin kendisi. Onları belirli bir biçimde dindarlığa, geleneğe, sözüm ona “öze dönüş”e zorluyor. Bu nedenle, bir tasfiyenin amaçlandığını düşünmüyorum, ama öte yandan rejimin kontrolü kaybedebileceği, örgütlediği ve kışkırtıp ödüllendirdiği kimi Sünni güçlerin nereye kadar, nasıl uzanabileceği düşünüldüğünde, elbette Alevileri toplu bir tasfiye bekliyor olabilir ve bu hiç de küçümsenebilecek, ironiyle karşılanabilecek bir ihtimal değil ne yazık ki. Bu ülkede zaman zaman bunun kanlı provalarının yapıldığını gördük.

Düşünün ki, daha IŞİD, vb. oluşumların söz konusu olmadığı, tarikat örgütlenmesinin çok boyutlu bir biçimde güçlendirilmediği bir dönemde, 12 Eylül faşizmi öncesinde, örneğin Maraş’ta bunun provası sahnelendi ve bir tasfiye operasyonu yapıldı.

1. Büyük Alevi Kurultayı (6 Ocak 2011)

Evet, Maraş aynı zamanda, yeni ortaya çıkan tanıklıklarla biliyoruz ki, bir direniş mevzisiydi ve özellikle sosyalist devrimcilerin direnişiyle katliamın boyutları belli bir sınırda kaldı. Ve yine sosyalist devrimcilerin direnişiyle 12 Eylül faşizminin bu katliamı devrimcilerin ve Alevilerin üstüne yıkma planları bozuldu. Ama aynı anda, Maraş’ın Alevi nüfusunun tasfiye edildiğini, Alevi sermayesinin bu kentteki birikimine el konduğunu ve kentten kaçırıldığını, bugün bu kentteki –en azından merkezdeki– Alevi varlığının son derece sınırlı olduğunu gözden kaçırmamak zorundayız. Bu başarıyı devlet, kendi kontra örgütleri ve onun MHP, Ülkü Ocakları gibi uzantılarıyla elde etti.

Şimdi ise devletin elinde hem çok daha fazla, hem çok daha profesyonel ve hatta kendilerini Alevi gibi sunmaya çalışan araçlar var. Bu da Alevilerin kaygılanmasına fazlasıyla yeter zaten. Bunları paranteze alırsak eğer, açılım ve çalıştay sürecinin bir tasfiye süreci değil, yeni bir Alevilik inşa süreci olduğu kanısındayım.

“Cübbeli Ahmet Hoca” olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü katıldığı bir canlı yayında şöyle dedi: “İki bin (Selefi) dernek var. Bu dernekler silahlanıyor. Şahıslar pompalı mompalı. Dört defa ‘silahlanmayı engelleyin, iç savaş hazırlanıyor’ [dedim.] Özellikle Batman-Adıyaman taraflarında çatışmaya hazırlanıyorlar. Barut gibi. İzmir kaynıyor. Ora bura kaynıyor. İnsanları alenen ölümle tehdit ediyorlar.” Bu ifadeleri deminki tespitleriniz çerçevesinde nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu benim açımdan, sözünü ettiğim ihtimalin, iktidara yakın, hatta –boyutlarına tam vakıf olmamakla birlikte,–iktidarın paydaşı ve ondan azami ölçüde nemalanan bir örgütlenmenin en tepesinden gelen bir uyarı olmak bakımından değer taşır ancak. Yoksa, ilgili şahsın Aleviler gibi bir derdinin olmadığını biliyoruz. Eline fırsat geçerse, Alevilere bizzat kendisinin neleri lâ yık göreceği konusunda pek kuşku duyduğum söylenemez.

Dolayısıyla, bu uyarı Aleviler için değil kanımca. Bu uyarı esasen Sünni toplulukların ve çeşitli biçimlerdeki örgütlenmelerin kendi aralarındaki ilişkilerin, merkezde devlet örgütlenmesi ve onun siyaset eyleme anlayışı/pratiği durmak üzere, sürekli gerilim biriktirdiğine ve bu gerilimin nihayet bir silahlı çatışmaya evrilme riskini içerdiğine ilişkin bir uyarı.

Üstelik, uyarıda dile getirilen silahlanmanın boyutu, 15 Temmuz’dan sonra “pompalı mompalı” denip geçilebilecek boyutları çoktan aştı. Üstüne gidilmemiş, gidilmeyen, muhtemelen de bu siyaset anlayışı terk edilmedikçe gidilemeyecek bir kayıp silahlar vakası var. Bunlar öyle basit silahlar değil, ağır silahlar.

Sünni dogmanın esaslarına halel getirmeyen, ama aynı anda, asla ve kat’a Sünni dogmanın içinde bütünüyle tanımlanmayacak, onun evrenine dahil edilmeyecek, Sünni dogmanın ve devletin değişken ihtiyaçlarına göre farklı biçimlerde işlevsel kılınabilmesi için sürekli olarak Müslümanlığın derkenarında tutulabilecek bir Aleviliğin inşa süreci bu.

Bu silahlar kimin elinde? Kime karşı ve ne zaman kullanılmak üzere sırasını bekliyor? Daha yakın zamanda televizyon ekranlarından, gönül rahatlığıyla silahlandıklarını beyan eden ve herkesi tehdit eden Sevda Noyan’a tanık olmadık mı? Sahi, ne oldu ona ve yayınlayan kanala? Sosyal medyanın baskısı olmasaydı soruşturma bile açılmayacaktı.

Bütün bunlar elbette Aleviler açısından son derece tehlikeli işaretler. Ayrıca, sorunuzdaki şahsın işaret ettiği bölgeye de dikkat kesilmek gerekir: “Batman-Adıyaman tarafı” diyor. Bu bölge, biliyorsunuz, çok ünlü : Hem Şafii cemaat tarikat örgütlenmesiyle hem bir zamanlar kanlı eylemlere imza atan ve devletle ilişkileri sürekli sorgulanan Hizbullah örgütlenmesiyle hem de şimdilerde IŞİD’in gizli-açık örgütlenmesiyle.

Ama bu bölgenin bir özelliği daha var. Bir üçgen hayal edin. Üçgenin tabanı batıya dönük, Adıyaman-Malatya arasındaki düz çizgi. Üçgenin sivri ucu doğuya dönük, Batman. Şimdi Adıyaman ve Malatya’dan Batman’a doğru üçgeni kapatın ve içinde kalanlara bakın. Diyarbakır bu üçgenin içinde en başta. Malatya ve Adıyaman ise Alevi nüfusun görece yoğun olduğu bölgeler. Bu bölgede meydana gelebilecek bir patlamanın hem Kürt hem Alevi sorunu bakımından bir taşla birden fazla kuş vurmayı hedefleyeceği çok açık. İlgili şahıs bir de İzmir’i telaffuz ediyor. Bu da son derece manidar.

Peki, son bir soru soralım: Bu açıklamayı yapan şahsı saygın bir kanaat önderi sıfatıyla donatıp böylesi açıklamaları ferah feza yapabilmesini mümkün kılan güç nedir? Komplo teorilerine bel bağlayacak değiliz, bu konuşmayı mümkün kılan iktidar şebekesinin mahiyetine dikkat çekmek istiyorum sadece. Böylesi bir uyarı konuşmasından sonra, acaba herhangi bir savcı ilgili şahsın görgüsüne ve bilgisine başvurmuş mudur? Elbette hayır. En azından ben duymadım. Hatta daha yeni bir haber: İlgili şahıs, “savcılar beni çağırırsa silahlanan 150 selefi derneğin adını veririm” diyor. Çağrılacak mı? Belki sembolik bir çağırma veya soruşturma olur, ama bizler o derneklerin adını asla öğrenemeyeceğiz. Çünkü, ya o isimler zülf-ü yare dokunuyorsa? Dokunmaması mümkün mü?

Yeni bir Aleviliğin inşasından söz ettiniz, nasıl bir Alevilik o?

Basit: Bir yanda Sünni dogmanın esaslarına halel getirmeyen, ama aynı anda, asla ve kat’a Sünni dogmanın içinde bütünüyle tanımlanmayacak, onun evrenine dahil edilmeyecek, Sünni dogmanın ve devletin her zaman kendi değişken ihtiyaçlarına göre farklı biçimlerde işlevsel kılınabilmesi için sürekli olarak Müslümanlığın derkenarında tutulabilecek bir Aleviliğin inşa süreci bu.

Bu anlayış Alevilerin inanç alanından tasfiyesine işaret etmiyor mu?

Kesinlikle. Örneğin, en basit haliyle devletin atmaya hazır olabileceği ve çok kolayca atabileceği bir adımdan, Dedelere de maaş verilmesi, onların kadrolu hale getirilmesinden söz edebiliriz. Devlet bu adımı epeyce tarttı, kanımca gündemden düşmüş de değil, ama formül bulamadı. Daha doğrusu, kendi Sünni inanırlarını ve onların kurumlarını ikna edecek, itirazlarını törpüleyecek kolay bir formül bulamadı ve şimdilik erteledi.

Sünni inanırlar ve onların kurumları, örgütleri Aleviliği bir din olarak asla görmedikleri için, Dedeleri de elbette bu vasıfla anmıyorlar. Onlar, tıpkı Kemalistlerin de andığı gibi, “üfürükçü, batıl inançlı, dinsiz sapıklar.” Böyle görülen bir kesime şimdi nasıl, nereden maaş vereceksiniz ve nerede kadrolu kılacaksınız? Ama bu direncin aşıldığını varsayalım, ki bizim Sünnilik devletin sözünden pek kolay çıkmaz, devlet dilerse bu iradeyi buyurabilir.

Buyurursa ne olur? Dedeler devletin maaşlı elemanı olmakla devleti doğrudan cemin içine, ritüelin içine sokmuş olurlar. Böylece Aleviliği hâlâ ve inatla, bizzat Aleviler eliyle aldığı tüm darbelere karşın, yaşatmaya ve ayakta tutmaya çalışan cem direği çökertilmiş olur. Ondan sonra, geride bildiğimiz bir Alevilikten iz kalacağını düşünmek için saf olmak gerekir. Dolayısıyla, devlet için tasfiye olmayan, Aleviler için açıkça bir tasfiye olarak belirir.

Aleviler genel olarak AKP döneminde neler yaşadı?

Soruyu daha geniş bir perspektifle ele almak yanlısıyım. AKP döneminin Aleviliğe ve Alevilere dönük politikaları ve söylemleri, çoğunlukla sanıldığı gibi, hep aynı biçimde tezahür eden bir düşmanlık ve ötekilik temelli olmadı. Elbette nasıl farklılaştırılırsa farklılaştırılsın, bu politikaları bir bütün olarak pragmatizmle malûl gibi düşünebiliriz, ama pragmatizm terimi muradımı çok iyi ifade etmiyor. Belki bu politikaları anlamak için bir tasnife başvurmak lâzım.

12 Eylül faşizminden beri, Alevilerin muhalif enerjisi ile Kürtlerin epeyce birikimli oldukları siyaset yapma-eyleme biçimlerinin bir araya getirilmemesi gerekiyordu. AKP bunu hızlandırdı. Kürt Müslümanlığı içindeki tarikatları, cemaatleri özgürleştirip örgütlendirirken, Alevilerin Atatürkçü reflekslerinin Kürtlerin önündeki en temel engel olduğuna inandırmaya girişti.

AKP’nin Alevi politikalarının en az üç yüzü vardı, en azından şimdilik bu üç yüzüyle yetineyim.

Birinci yüzü Alevilere dönük yüzüydü. Buna göre, AKP, kimileyin kendi Sünni tabanını da öfkelendirecek ölçüde, en başta radikal bir sözcesel değişikliğe imza attı. Sözcesel diyorum, söylem bile diyemiyorum, çünkü söylemin arkasında bir irade, kudret, eyleme vardır. AKP ise yalnızca sözcesellikle sınırlıydı bu bağlamda, ama ardından söylemsel olana da sıra gelecek elbette.

Sözcesel olan şuydu: Aleviler, artık bin yıllık gelenek terk edilerek, Müslüman kabul ediliyordu. Bırakın Müslümanlığı, bin yıldır her türlü dinden yoksun olarak kabul edilen, adeta sömürgeci beyaz İngilizin, İspanyolun yerli Amerikan halklarına yaklaştığı gibi yaklaşılan Aleviler sözcesel olarak Müslüman kabul ediliverdi.

Ardından söylemsel adıma geldi sıra. Evet, “Aleviler Müslümandı, ama…” –tıpkı sömürgeci Katolik İspanyolun, Amerikan halklarına nihayet “onlar da insan ama…” demesine benziyor bu– çoğu gerçek dinlerinden bihaberdi, batıl inançları ve kendilerince keramet addettikleri isimleri, dağları, taşları kutsal sayıyorlardı ve hatta öylesine aşırı bir Müslümanlık biçimi vardı ki, peygamberin damadına duydukları aşkta aşırıya kaçıyorlardı. İktidar ve hakiki Müslüman olarak “biz o halde, bu kesimlere gerçek İslâm dinini öğretmeliydik. Onları cehaletten ve sapıklıktan arındırmalıydık.”

Peki, onları buna kim itmişti? Kim olacak? Atatürk ve CHP’yle kurulduğu iddia edilen hayali yalan ilişkiler, sonra da komünistler, teröristler ve bölücüler. Demek ki, AKP Alevilere yüzünü dönüyor ve şöyle diyordu: “Sizin çoğunuz Müslümanlığı bilmeseniz de samimi Müslümanlarsanız, ama içinizde sizi saptıranlar var, onlarla siz de mücadele edin, biz de.” Çünkü, “Ali’yi sevmek Alevilikse biz de Aleviyiz.” Bir adım ötesi: “Biz sizden daha Aleviyiz.

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği üyeleri tutuklanan Tele 10 çalışanları için eylemde (26 Aralık 2018)

Yani AKP Alevileri sözcesel olarak Müslümanlığa kabul lütfunu gösterirken, söylemsel olarak Aleviliği ellerinden alacak, Alevi dünyasını parçalayacak bir hamle yaptı. Çıkarları gerektirdiği yerde sözcesel olanı ileri sürdü, gerektiği yerde de ve baskın olarak söylemsel olanı.

AKP politikalarının ikinci yüzü Kürtlere ve Kürt hareketine dönüktü. 12 Eylül faşizminden beri, Kürt sorununa çare olarak zaten İslâm ve ümmet fikri bol bol kullanılıyordu. Hatta ne acı ki, sözüm ona barış sürecinde bu fikir Kürt hareketine de sızmayı başardı. Özellikle Alevilerin muhalif enerjisi ve birikimiyle, Kürtlerin uyguncu-uyumcu olabilen, ama esasen epeyce birikimli oldukları siyaset yapma-eyleme biçimlerinin bir araya getirilmemesi gerekiyordu, ki bu rolü Sivas katliamı zaten başarılı bir biçimde üstlenmişti. AKP bunu daha da hızlandırdı.

Kürt Müslümanlığı içindeki tarikatları, cemaatleri hızla özgürleştirip örgütlendirirken, aynı anda daha fazlasını elde etmelerinin önünde Alevilerin engel oluşturduğuna, onların Atatürkçü reflekslerinin Kürtlerin önündeki en temel engel olduğuna inandırmaya girişti. Daha ötesini de yaptı. Örneğin, sözüm ona barış-müzakere sürecinde, Kürt hareketinin içindeki Alevi unsurların barış ya da müzakerenin önündeki en temel engellerden biri olduğu iddiasını bile dile getirdi.

Bu politikanın üçüncü yüzü “Beyaz Türk’e”, sözüm ona liberallere, bireysel özgürlükçülere yönelikti. Neymiş efendim, “aslında AKP tüm darbelere karşı olduğu gibi, TSK’nın vesayetine de karşıymış, yargı vesayetine de… Ama ne yazık ki ordu ve yargı ve bürokrasisindeki Alevi ağırlığı buna en temel engelmiş…” Yani daha özgürlükçü ve demokratik bir Türkiye’nin önündeki en temel engel Alevilermiş! Türkiye tarihini çok iyi bilen koca koca profesörler, bu ülkede kimin ne olduğunu pek iyi bilen, ünvanları kendilerinden büyük, küçük adamlar, evet adamlar, bunların ezici çoğunluğu erkekti çünkü, gerçekten buna inanmayı seçtiler ve hâlâ doğru yaptıklarını savunmuyorlar mı? İnsanın deli olmaması mümkün değil.

Fethullahçıların incelikli taktikleriyle yürütülen devleti tümüyle ele geçirme operasyonu kısa zamanda meyvelerini verdi. Ergenekon, Balyoz gibi davaların iddianamelerine bir bakın lütfen. Alevilerle ilgili ne ağza alınmaz yalanlar uydurulduğunu göreceksiniz. Bizzat Fethullahçılar eliyle devşirilmiş, okutulmuş, hatta evlendirilmiş, önce ABD’ye ve oradan Türkiye’ye paslanmış –ama 15 Temmuz’dan sonra kapağı yine ABD’ye atmış– ve hâlâ Türkiye’de saygın akademisyen muamelesi gören kimileri, Suriye kriziyle birlikte Suriye rejimi ve ordusu hakkında inanılmaz yalanlar uyduruyor, bu rejimi ve orduyu Alevi rejimi ve ordusu olarak niteledikten sonra, elbette sıra Türkiye’ye ve TSK’ye geliyordu. Denmek istenen belliydi, o da Alevi ordusuydu ve rejim de “maalesef” Aleviydi. Yani darbeleri yapan vesayetçinin adı Aleviydi!

Yargıda Alevi Dedeler varmış, Alevi Dede yargıçlar özgürlük düşmanı kararları üretiyorlarmış.” Böylece aranan düşman bulunmuştu. 15 Temmuz’dan çok, çok önce Alevilere devlet kapıları kapanmıştı, 15 Temmuz’dan sonra bu kapılar iyice sağlamlaştırıldı. Eğitim Fethullahçılardan alınıp radikal cemaat ve tarikatların ellerine teslim edildi. Artık bütün eğitim devletlû Sünniliğin ellerine teslim.

Benzer iddialar yargı için de gündeme geldi…

Elbette, elbette… “Yargıda Alevi Dedeler varmış, Alevi Dede yargıçlar bu özgürlük düşmanı kararları üretiyorlarmış.” Böylece aranan düşman bulunmuştu. 15 Temmuz’dan çok, çok önce Alevilere zaten devlet kapıları kapanmıştı, 15 Temmuz’dan sonra bu kapılar iyice sağlamlaştırıldı. Çünkü eğitim ve kadro politikaları Fethullahçılardan alınıp bence çok daha tehlikeli radikal cemaat ve tarikatların ellerine teslim edildi. Dolayısıyla, eğitim alanına baktığımızda, artık bütün eğitim devletlû Sünniliğin ellerine teslim, başına da özel okul patronu bir şahsiyet geçti ki, hem din hem ticaret güvence altında.

Devletin okulları, yurtları cemaatlere teslim, okulları bunlar paylaşmış durumda. Okullarda zikir ayinleri, tespih seansları, zorunlu vakit namazları… Bunlar üstelik Anadolu’nun unutulmuş illerinde değil, ülkenin göbeğinde, başkentteki okullarda. Darbe dolayısıyla Eğitim-Sen de okullardaki gücünü kaybedince, Eğitim-Bir-Sen denen tetikçi bir sendika taklidi okullarda bu süreci yönetmeye çalışıyor. Bu durumda bir Alevinin çocuğunu devletin okuluna göndermekten başka en büyük korkusu ne olabilir; öldürülmesi dışında? Alevilerin artık devletin her kademesinden toptan tasfiye edildiğini biliyoruz. Elbette hâlâ kimi Aleviler devlet kadrolarındadır, ama hiçbiri karar mercilerinde ya da icrai pozisyonlarda değildir. Eğer bir biçimde işlerini kaybetmezlerse, emin olun, emekli oldukları an yerlerine bir Alevi gelmeyecektir, bu rüzgâr böyle devam ederse.

Özellikle birkaç alandan Alevilerin temizlenmesi önemliydi AKP için ve bunu başardı: Ordu ya da milli savunma ve genelkurmay, içişleri ve emniyet kuvvetleri, yargı, maliye ve gelir idaresiyle ilgili tüm örgütlenmeler, nihayet icrai bakanlık örgütlenmeleri. Eğitim ve kültür alanındaki adımları 15 Temmuz sayesinde zaten atmayı başardılar. Buraya kadar sıraladığım şeyler üstelik merkezi devlet örgütlenmesi ve onun taşra teşkilatıyla ilgili, bunlara bir de yerel yönetimleri ve oradaki Alevilerin başına gelenleri ekleyin, Alevilerin uğradığı tasfiyenin ve ayrımcılığın ne dehşet verici boyutlarda olduğunu görürsünüz.

Buradan hareket ettiğinizde de bir Aleviyle bir Sünninin –Alevinin eğilimleri, tercihleri, devlete ilişkin yaklaşımı ne olursa olsun, politik çizgisi vb.– devlete asla ve asla aynı biçimde yaklaşamayacağını görürsünüz. Bu da AKP’nin bir zaferi işte: Alevilerin Cumhuriyet’le birlikte unutmayı seçtiği bir düsturu, onlara ağır bedeller ödeterek hatırlattı, hatırlatmaya da devam ediyor.

Bu süreçte öne çıkan, daha sonra AKP’den milletvekili olan Reha Çamuroğlu geliyor hemen akla…

Sadece o mu? Elbette o da; hem de Aleviler bakımından en başta. Bu sürecin en basit ifadesiyle suç ortağı olanlar, elbette en başta Reha Çamuroğlu gibi, Alevi dünyasının içinden gelmekle ve bu dünyayı çok iyi bilmekle birlikte, akademik olarak da birikimli, belirli bir kırılma ânından beri hep dirsek teması içinde olduğu sağcı-milliyetçi siyasetçilerle ilişkileri gereği de, bir devlet nosyonuna sahip isimler, aynı şekilde “yetmez ama evet”çiliğin bayraktarlığını yapan sözüm ona özgürlükçü, ama devleti güçlendirmeye çağrı çıkarmakla meşgul isimler, en başta Alevilere karşı bir özür borçlular!

O Çamuroğlu ki, Alevi Çalıştayları fikrini ortaya atmışken, daha en başında devletten gerekli mesajı aldı ve hemen dışlandı. Onun beklediği pozisyona, o zamana dek Alevilik çalışan kimi akademisyenlerin dışında adı sanı duyulmadık genç bir yardımcı doçent geçiriliverdi ve bu sayede o da hızla yükseldi zaten.

Bu kesimler Alevilerin önünde sembolik olarak diz çökmedikleri sürece, hiçbir biçimde bu borcu ödeyemeyecekler. Ama bırakın diz çökmeyi, Reha Çamuroğlu hariç, hâlâ Alevilere ders verme hadsizliğini sürdürüyorlar! Yolları açık olsun! Tıpkı devlet gibi düşünüp davranıyorlar: “Mevzubahis Alevilikse, onu da en iyi biz çalışırız, biz öğretiriz, biz yayınlarız…” Şaşırtıcı mı? Hayır. Çünkü en büyük devlet muhibbi bu ülkenin liberalleridir.

Genel başkanı Alevi olmasına karşın CHP’deki Alevi temsiliyetinin yok denecek düzeye inmiş olmasına ne diyorsunuz?

Şaşırtarak başlayayım: Bugün CHP’de Alevilerin temsiliyetinin yok düzeyine inmiş olmasına aslında müthiş seviniyorum. CHP’nin mevcut siyasal çizgisi karşısında da “ellerimi ovuşturuyorum.” Böylece, AKP ve AKPsever liberallerin CHP’nin bir Alevi partisi olduğu yolundaki söz ve söylemlerinin ne kadar boş olduğu ortaya çıkıverdi, hem de sözüm ona bir Alevinin genel başkanlığında. Hayatın ne kadar diyalektik sürprizlere gebe olduğuna bir kez daha iman ediyorum.

“Yetmez ama evet”çiliğin bayraktarlığını yapan sözüm ona özgürlükçü, ama devleti güçlendirmeye çağrı çıkarmakla meşgul isimler, en başta Alevilere karşı bir özür borçlular! Ama hâlâ Alevilere ders verme hadsizliğini sürdürüyorlar! Tıpkı devlet gibi düşünüp davranıyorlar: “Mevzubahis Alevilikse, onu da en iyi biz öğretiriz.” Şaşırtıcı mı? Hayır. Çünkü en büyük devlet muhibbi bu ülkenin liberalleridir.

Şakayı uzatmayayım, yoksa gerçekten birileri buna gerçekten sevindiğimi düşünüp –ki kısmen haklılık payı da yok değil hani– beni taşa tutar. CHP amacı belirli bir program doğrultusunda siyasal iktidarı ele geçirmek olan ve ülkeyi yönetmek iddiasındaki bir siyasal örgüttür. Ama CHP’nin ayırt edici bir özelliği var: Kurucu siyasal partidir, bu devletin ve artık eski diyebileceğimiz siyasal rejimin kurucu partisidir. Tarihin her döneminde de bu rolü üstlenmiş ve yerine getirmiştir.

Türkiye’deki hemen tüm siyasal partiler –hatta kimi sosyalist örgütler ve partiler dahil– CHP’nin paltosundan çıkmıştır. Hatta hayali büyüklüğüyle pek efelenen kimi sosyalist hareketler ve partiler hâlâ o paltodan çıkamamıştır, bu da ayrı. Dolayısıyla, bu ülkede CHP’yi paranteze alarak siyaset yapmak mümkün değildir. Siyasal arenanın en önemli aktörü hâlâ ve hâlâ CHP’dir, özellikle onun en gözde öğrencisi olarak AKP için. Bir diğer başarılı öğrencisi de Demokrat Parti’ydi. Eminim ki, konjonktür uygun olsaydı Demokrat Parti, bilmem kaç yıl önce AKP’nin geldiği yere çoktan gelecekti ve bugün biz, AKP rejimi için söylediğimiz her şeyi DP rejimi için söyleyebilecektik.

Temel devlet dersini CHP’den alan ve rüyalarında bile onun gölgesinden kurtulamayan, aklının arkasında sürekli onu referans alarak onunla yarışan, onun yerine kendini geçirmeyi, onu tahtından indirmeyi amaçlayan her siyasal oluşumun en temel hayali, öğretmeninden gördüğü gibi, “kurucu bir vasıfla” kendini donatmaktır. Şu an AKP bu hayaline kavuştu, ama hayalinin öğretici hayaletinden kurtulamadığı için, hiçbir zaman tatmin olmayacak, akla hayale sığmayacak şeylerle karşılaşabileceğimiz bir eşikte duruyoruz artık.

CHP herhangi bir dönem Alevilerin partisi oldu mu?

Devlet kurucu bir parti olarak CHP hiçbir zaman bir Alevi partisi olmadığı gibi, Alevi temsiliyetine yer veren bir parti de olmamıştır, ilk elde bunu söylemeliyim. Buna rağmen, özellikle Türk Sünnici-milliyetçi sağı Alevileri CHP ile –aslında CHP’yi Alevilerle– özdeşleştirmeye, onları CHP’nin arka bahçesi –aslında CHP’yi onların arka bahçesi gibi– göstermeye çalışmıştır. Bu yalanına herkesi, en başta kendisini inandırabilmek için, tarihte karşılığı olmayan yalanlar uydurmaktan da geri durmamıştır.

Bu siyaset, CHP ve CHP programıyla Aleviler üzerinden kavga etmeyi seçmiştir, çünkü bugün de olduğu gibi Sünnici-milliyetçi Türk sağının burjuvazinin kasasını doldurmak ve bunun için gerekli inceli-kalınlı politikalar üretmek dışında hiçbir becerisi, birikimi, yeteneği, donanımı yoktur.

Elbette yine bir sağcı, ama devlet kurucu parti olarak CHP’nin en azından Deniz Baykal’lı yıllarına kadar, böyle bir birikimi vardı. Sonrasında, CHP’nin başında kim olursa olsun, CHP kurucusu olduğu devletin derinliğinde boğuldu ve başını oradan çıkaramadığı ölçüde de zaten artık yerine yeni devletin ihtiyaçlarına uygun yeni bir örgütlenmenin geçmesi gerekiyordu, ki AKP’de aranan kan bulunmuş oldu. Şimdiki CHP de bunu kendince fark ettiği içindir ki, eski yerine yeniden talip olmaya çalışıyor ve öğrencisinin ayak izlerini izlemenin bunu sağlayacağına iman ediyor, öğrencisi onu her an şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklerken. Hele de CHP’nin tarihsel çizgisinin Alevileri zaten görmemek, görmek zorunda kaldığı yerde dönüştürmek, dönüşmediği yerde imha etmek olduğu gözetilirse.

Aleviler, elbette kendi çıkarları gereği, en başta Alevi olmalarının yaşamlarının önünde bir engel oluşturmayacağı bir rahatlığı gözeterek –bakın, Alevi olarak yaşamak istediklerinden asla söz etmiyorum, ne yazık ki onun çok gerisindeyiz– yaşamalarını mümkün kılmaya en yakın programa sahip çıkmışlardır. Bu, yeri gelmiş CHP, yeri gelmiş DP ya da TİP olmuştur. Burada sorun o programın Alevi programı olması değildir. Dahası, Aleviler ezilen azınlık bir grup olarak devletin hamlelerini izlemeyi ve buna uygun adımlar atmayı her zaman gözetmişlerdir, ki bunun da en kristalize olduğu yer elbette CHP’dir.

Bu durum Alevileri CHP’nin arka bahçe mi yapar?

Bu terimlerle konuşmak zorundaysak eğer, Alevilerin CHP’nin değil, devletin arka bahçesi olduğunu iddia etmemiz gerekir, ki AKP pek liberal döneminde, özellikle liberallerin gözünü zaten bununla boyamadı mı? Oysa Aleviler tarih içinde yaptıkları seçimleriyle, devletin ya da CHP’nin arka bahçesi olmadıklarını çokça göstermişlerdir. Kaldı ki, uzun tarihleri devletle hemhal olmamanın tarihidir zaten –Türkiye sosyalist hareketine verdikleri desteği saymıyorum bile. Bir arka bahçe aranacaksa bu bahçe Sünni sağcı siyasal çizgiyle malûldür! Yani asıl arka bahçe Sünnilik içinde aranmalıdır. Yok eğer bu terimleri bir yana bırakacaksak, Alevilerin CHP ya da başka bir partide temsiliyetinden söz etmenin anlamı nedir?

Hemen tüm siyasal partiler –hatta kimi sosyalist örgütler ve partiler dahil– CHP’nin paltosundan çıkmıştır. Hatta hayali büyüklüğüyle pek efelenen kimi sosyalist hareketler ve partiler hâlâ o paltodan çıkamamıştır. Dolayısıyla, bu ülkede CHP’yi paranteze alarak siyaset yapmak mümkün değildir.

Nedir?

Hemen söyleyeyim: Alevi olmalarından ötürü belirli isimler, kesimler, gruplar hedefe konduğu, dışlanmaya başladığı zaman Alevi temsiliyeti sözü bir anlam kazanır, yani bir söyleme dönüşür. Örneğin CHP’de, bu mesele Deniz Baykal’la işaretlenir ve arkası gelir. Baykal’ın bilindik Sünnici-milliyetçi iddiaları CHP içine taşıması ve buradan kendisine güç devşirmesiyle.

Öyleyse? Eğer bunu paranteze alacaksak, bir Alevinin CHP programını sahiplenmesi ya da CHP’ye program önermesi, Alevilerin CHP içindeki temsiliyet ağırlığına mı bağlanmalı? Alevi olarak orada varlık göstermesine mi bağlanmalı? Ne alâkası var, o zaman CHP’yi baştan itibaren Sünni temsiliyetinin kalesi sayalım.

Ama hiç kimse CHP’deki Sünni temsiliyetini ya da önceki genel başkanlarının Sünniliğini sorgulamıyor. Mevcut genel başkanın Alevi olduğunun hatırlanması bile ve sürekli başa kakma nesnesi haline getirilmesi ve CHP içinde bile bunun hâlâ iş görüyor olması, CHP içinde Alevi temsiliyetinin –sanki bir zamanlar varmış gibi– azaldığını ya da artık Alevi varlığının etkisiz olduğunu göstermiyor. Gösterdiği tek şey, sözüm ona muhalefette olan ve iktidara talip bir partinin bile en yüksek düzeyde Alevi ayrımcılığıyla malûl olduğu!

AKP elbette bu meseleyi sürekli gündemde tutacaktır, yapısal olarak ayrımcı bir parti çünkü –eğer hâlâ bir partiden söz edebileceksek. Ama CHP içinde, üstelik kuruculuk vasfı olan ve artık hayalete dönmüş bu vasfının arzusuyla malûl bir partide bunun iş görüyor olması korkunç bir durum, en azından Aleviler açısından. Şaşırtıcı mı? Hayır. Bundan bizzat CHP sorumlu, en başta. AKP’nin ayrımcı ayak izlerine basarak ve onun siyasal söylemine teslim olarak.

Bir başka örnek: İlhan Cihaner niçin CHP’den olabildiğince uzaklaştırılmaya çalışılıyor? Alevi olduğu için mi? Hem de sözde Alevi bir genel başkan tarafından. Elbette hayır. CHP çizgisini aşındırma potansiyeli taşıdığı için. Ama elbette Alevi topluluklar bunu böyle okumuyor, okuyamıyor. Burada da onlar açısından ne yazık ki trajik bir gerilim var.

Bir yandan Kılıçdaroğlu’na Alevi kökleri üzerinden yapılan saldırılar var ortada, haklı olarak Aleviler bu saldırıyı kendilerine yapılmış sayıyor ve özellikle belli Alevi topluluklar şehvetle Kılıçdaroğlu’na siper ediyor göğsünü, ama aynı anda cansiperane savunduğu Kılıçdaroğlu’nun hayatı onlara zindan eden politikaların can suyu olduğunu da görüyor!

Söz Kılıçdaroğlu’na gelince, durum daha da karmaşıklaşıyor…

Mustafa Kemal’in, İnönü’nün koltuğunda bir Dersim kökenlinin oturmasının Dersimliler ve Aleviler için sembolik önemi tartışılamaz, ister rövanşist, isterse entegrist bir biçimde okunsun. Bir yandan bu sembolik anlam Alevilerin önünü kesiyor, ama aynı anda Kılıçdaroğlu’nun Alevi olmak dışında, Alevilikle, Alevi değerleriyle uzak ara ilgisiz olduğunu da görüyor. Söz değerlere geldi mi, asıl Alevi sayılması gerekenin Kılıçdaroğlu’nun eşi Selvi (Sevim) Kılıçdaroğlu olması gerektiği de açık.

Kaldı ki, zaten Alevilerin bugün bir bütün olarak CHP’ye oy verdiğini kimse iddia edemez. HDP de Alevilerden oy almaya devam ediyor. Öyle olmasa HDP Dersim’den milletvekili çıkarabilir miydi?

Kemal Kılıçdaroğlu, adını koyalım, Aleviliğin değil, devletin çocuğu ve asıl sadakat yükümlülüğü devlete. Bunu her düzeyde, her aşamada gösterdi, göstermeye devam ediyor. Kılıçdaroğlu’nun Alevilik-Sünnilik gibi bir problemi yok, çünkü esasta yönetmeye talip olduğu kitle gibi bir problemi yok. Tıpkı Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday gösterdiği zamanki gibi, nasılsa “koşa koşa, seve seve oy verecekler”.

Eğer böyle bir derdi varsa bile, bu kitlenin içindeki Alevileri, tıpkı kurucu ataları gibi önemsemiyor, gözü daha çok Sünni topluluklarda. Sürekli AKP çizgisine yakınlaşması da bundan. Dolayısıyla, eğer bugün Alevilerin CHP’ye bir bütün olarak oy verdiği iddia ediliyorsa, bunun Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğiyle ilgisi son derece zayıf, yok denecek düzeyde kanımca.

İlhan Cihaner niçin CHP’den olabildiğince uzaklaştırılmaya çalışılıyor? Alevi olduğu için mi? Hem de sözde Alevi bir genel başkan tarafından. Elbette hayır. CHP çizgisini aşındırma potansiyeli taşıdığı için. Ama Alevi topluluklar bunu böyle okumuyor, okuyamıyor. Burada onlar açısından ne yazık ki trajik bir gerilim var.

Alevilerle CHP’nin ilişkisini sözüm ona yüksek politikanın terimleri, failleri, ilişkileriyle ele aldığımızda bir şeyi gözden kaçırıyoruz. Varsa yoksa Kılıçdaroğlu’nun ya da bilmem hangi Alevi milletvekilinin Alevi kökleriyle ve onların CHP’deki varlıklarıyla sınırlı kalmamak gerekiyor. Hadi biraz da Kenan Evren ağzıyla konuşayım, şakayla karışık: “Kılıçdaroğlu Aleviyse, Reha Çamuroğlu da Aleviydi. Ne yapayım ben öyle Aleviyi?” Çamuroğlu, her şeye karşın yazıp çizdikleriyle bir perspektife sahipti ve gerçekten de Alevilik çalışmaları içinde müstesna bir yeri vardır. Adını anmaya bile değmez; zırvalık üreten, tuttuğu kimi küçük köşelerden milliyetçi Alevilik hezeyanları üretenleri gördükçe hele.

Ya Kılıçdaroğlu’nun nesi var, rejimin suç ortaklığı dışında? Aleviler ve CHP arasındaki ilişkiye yoğunlaşacaksak asıl yerel yönetimlere yoğunlaşmamız gerekiyor; belediyelere ve ek olarak, CHP’nin taşra örgütlenmesine. CHP, dünden bugüne elinde tuttuğu belediyeler eliyle, kendi sahasındaki Alevi toplulukları disipline etmeye, dizayn etmeye çalışan bir partidir. Bu alanlardaki Alevilerin de Alevi örgütlerindeki varlıkları esasen çoğunlukla CHP politikalarına endeksli bir varlıktır. Aleviler ve onların örgütleri kimi etkinliklerini gerçekleştirebilmek için ne yazık ki CHP’li belediyelere mahkûm olmuş durumdadır.

Buradaki tek kabahatli CHP mi?

Alevilerin ve örgütlerinindir kabahatin büyük çoğunluğu, ama CHP de elbette bu imkânı sonuna kadar kullanmıştır ve kullanmaya da devam etmektedir. Öyle ki, bugün belediyelerin elinde olan ya da belediyelerin imkânlarına bağımlı hale gelmiş birçok cemevi bulunmaktadır. Peki, siz CHP’li bir siyasetçi olsanız bu fırsatı kaçırır mısınız? Elbette hayır. Aynı şekilde, CHP içinde politika yapmak, en azından bir yerel meclis üyeliği peşinde koşmak isteyen bir Alevi olsanız bu fırsatı kaçırır mısınız? Elbette yine hayır. Peki, cemevleri ya da benzeri faaliyetler üzerinden size mahkûmiyetine teslim olmuş bir grupla ve onun örgütüyle karşılaşsanız, onu ciddiye alır mısınız? Elbette yine hayır.

Kılıçdaroğlu, adını koyalım, Aleviliğin değil, devletin çocuğu ve asıl sadakat yükümlülüğü devlete. Bunu her düzeyde, her aşamada gösterdi, göstermeye devam ediyor. Kılıçdaroğlu’nun Alevilik-Sünnilik gibi bir problemi yok, çünkü esasta yönetmeye talip olduğu kitle gibi bir problemi yok.

Dolayısıyla, Aleviliğin geçirdiği dönüşümde, bu anlamda CHP faktörünü de asla ihmal etmemek gerekir. Alevi hareketi en başta kendi varlığını güvence altına alacak kaynaklarını yaratamadığı ya da yeterince seferber edemediği ölçüde ne yazık ki temsiline soyunduğu grupların yerel ihtiyaçlarına/taleplerine ve dayatmalarına karşı daha duyarlı hale gelmek zorunda kalmış ve bu da bir bütün olarak kendilerine değersiz kılınma, ciddiye alınmama olarak dönmüştür ne yazık ki.

Bugün özellikle CHP’nin taşra örgütlerinde –eğer böyle bir örgütlenme manidarsa hâlâ– ve yerel yönetimlerinde siyaset yapan Aleviler ne yazık ki bu açmazla sakatlanmıştır. Diyelim ki küçük bir ilden CHP genel kurul delegesisiniz. Aynı zamanda, Alevi ve hatta belki de bir Alevi derneğinin şubesinde yönetici filansınız. Genel kurula geliyorsunuz ve gönlünüz İlhan Cihaner’den yana; bunu kulislerde, Cihaner’le muhabbetlerde açıkça söylüyorsunuz, ama sonra genel kurulda sizin ilden tek bir delege oyu bile çıkmıyor Cihaner’e. İşte Alevi hareketinin kendi tabanına aşırı duyarlılık geliştirdiği an bu an. Bu duyarlılık psikolojik filan değil, basbayağı mali!

Bugün Türkiye’deki muhalefetin CHP ile ilişkileri, gerilimleri her ne ise ve nasıl cereyan ediyorsa, Alevilerinki de buna koşuttur. Bunu gözetmeksizin, bu ilişkiyi Aleviler ve Alevilik üzerinden özgülleştirmeye çalışmak, yalnızca Aleviliği ötekileştirmeye ve ayrımcılığa hizmet ediyor, bu Aleviler tarafından, Alevilik adına yapılıyor olsa bile. 

^