"PANDORA'NIN KUTUSU": YEŞİM USTAOĞLU'NDAN BİR AİLE HİKAYESİ

Söyleşi: Derya Bengi, Çiğdem Öztürk
2 Mart 2022
SATIRBAŞLARI

Procol Harum – Pandora’s Box

Yeşim Ustaoğlu: Demek şarkının ismi “Pandora’nın Kutusu”. Bu isimde çok şarkı var mı?

Fazla yok. Bu en güzeli… “Pandora’nın Kutusu” isminde çok film var mı?

Birkaç tane var. ‘30’lardan bir film var mesela. Fark etmez, bu ismin herkes için farklı çınlaması olabilir.

Senin için nasıldı bu çınlama?

Mitolojik anlamından daha uzaktı. Filmi yazarken bir kutunun içine hapsolma, bir sıkışmışlık hikâyesi düşündüm. Filmde, köye yolculuk sırasında üç kardeş içsel olarak da, fiziksel olarak da sanki bir kutunun içindeler. Kendilerine katlanamayan bu insanlar, birbirlerine katlanmak zorunda. Öyle bir sıkışmışlığın içinde bir sürü şey açılıyor.

Yeşim Ustaoğlu Pandora’nın Kutusu setinde film oyuncularından Osman Sonant’la birlikte

Filmde temelde bir aile hikâyesi anlatıyorsun.

Evet, orta sınıf bir çekirdek ailenin çözülmesinin hikâyesi… Aile dediğimiz kavram ne? Birey olma ya da olamama hali ne? Aile toplumun çekirdeğidir derken, onu kutsal görmeye çalışırken, aslında ne kadar çözülmüş, parçalanmış, sıkışmış olduğunun farkında mıyız? Bu gibi sorularla itişip kakışıyor film.

Neden bir aile hikâyesi çektin?

Bulutları Beklerken’i, Güneşe Yolculuk’u yaptıktan sonra, “bak aslında ne kadar moderniz, bizi niye anlatmıyorsun?” diye soranlar olunca, oraya yöneldim. Hepimizin hayatında bu tür Nesrinler, Güzinler var. Orta sınıfın düştüğü çıkmaz bu. Kutsal aile yapısı sadece geleneksel modelde mi yaşıyor, modern tarafta kutsal olma hali çözülmüş mü, onu düşünmek lâzım. Geleneksel modelde de artık çözülmeler var. Özlerinden, yaşama biçimlerinden kendi istekleriyle ya da zorla itilip kakılıp zorunlu göçle bir yerlere eklemlenmiş, modellerini çoktan yitirmiş insanlar var. Toplumun genelinde inanılmaz bir konformizm, bir hipokratlık, ikiyüzlülük görüyorum.

Bunu aile kurumunun kendisi mi yaratıyor?

Bence sistem yaratıyor. Kapitalist sistemden tek başına aileyi sorumlu tutamayız. Aile ya da bireyler bunların aktörleri aslında, önce bütün olarak sistemden söz etmeliyiz. Bu karakterlerin hepsini teker teker suçlamıyorum. Bir ebeveyn çocuğunu nasıl kuşattığının, kişiliğini, kimliğini nasıl iğdiş ettiğinin, yaşadığı standardı korumak için verdiği tavizlerin farkına varamıyorsa, ortada bir kirlilik vardır gibi geliyor bana.

Sinemada iyi işlenmiş bir aile öyküsü olarak hangi filmleri hatırlıyorsun?

Anlattıklarımı iyi tartışan Haneke filmleri var mesela. Robert Redford’un Ordinary People’ı da aklıma geliyor. Sean Penn’in Into The Wild’ı da kaçışı anlatan bir hikâye. O filmde de kuşatılmış bir çocuk anlatılıyor.

Pandora’nın Kutusu’ndaki kuşatılmış çocuk Murat, 19-20 yaşlarında. Sen o yaşlardayken kendini sıkışmış, kuşatılmış hissediyor muydun?

Biz de sıkışmıştık, ama önümüzde kocaman bir dünya vardı, inandığımız, tutunduğumuz bir şeyler vardı. Korkardık, ama savaşırdık, heyecan doluyduk. Kendi kararımızı kendimiz verirdik. En azından ben öyleydim, geldiğim kuşak öyleydi. Şimdi her şey fanusun içinde veriliyor, ama çocuk içinde kayboluyor. Anneleri babaları öylesine bir korku yaşamışlar ki, o korkuyu kendi çocuklarına taşımak istemiyorlar. Bunu 12 Eylül olarak düşünebiliriz, ama o korkudan uzaklaştırmak isterken, çocuğu mahvediyor, adam yerine koymuyor.

Filmdeki üç kardeş, Batı Karadeniz’den İstanbul’a nasıl gelmiş?

Üniversite okumaya gelmişler. İlkokulu, ortaokulu belki orada okumuşlar. Baba hayatlarından çıkmış, anne köyünde kalmayı tercih etmiş. Böyle çok aile var. Özellikle yalnız kalmış kadınların şehre gelmek istemediğini çok iyi biliyorum. Karadeniz bölgesinde, kuvvetli bir ait olma duygusu var.

Üç kardeş neden kendini oraya ait hissetmiyor? Oradan alabilecekleri hiçbir şey yok mu?

Son yıllarda oralara gittiğimde hep kasvet sarıyor içimi. Birçok muhteşem köy bomboş. Yapılabilecek hiçbir şey kalmamış oralarda, tarım da ölmüş, her şey ölmüş. Yapayalnız kalmış yaşlılardan başka hiçbir şey yok. Neden bu kadar köksüzüz?

Mircan – Karmatte Gola Gza

Bayıldım bu şarkıya. Kim?

Mircan’ın Once Upon A Time In Mingrelia albümünden Megrelce bir şarkı: “Değirmen Yayla Yolu”. Doğu Karadeniz havalarını seviyor musun? Nasıl bir ilişkin var oralarla?

Ben Sarıkamış’ta doğdum. Babam göz doktoruydu, bu nedenle hep dolaşıyorduk. Sekiz yaşımdayken Trabzon’a yerleştikten sonra yavaş yavaş öğrendim ki, bizim bir Trabzon bağımız var: Dedelerim Kafkasya’dan göç ettiklerinde oraya yerleşmişler. Büyürken oradan çok etkilendim, hayatımın büyük bir kısmı orada geçti, üniversiteyi orada okudum. Dağları, doğası, çok köklü bir kültürü var.

Aile dediğimiz kavram ne? Birey olma ya da olamama hali ne? Bir ebeveyn çocuğunu nasıl kuşattığının farkına varamıyorsa, ortada bir kirlilik vardır gibi geliyor bana.

Ne tam oralıyım ne de buralı… Ama liseden sonra “burası yetmez bana” demeye başladım. Sinemacı olma isteğim de vardı. Üniversite sınavlarını bitirdiğim gün bavulumu toplayıp İstanbul’a geldim. İFSAK’la sinemayı öğrenmeye başladım.

Trabzon’da sinema düşleri kurmaya seni ne itti?

Tahayyülüm, imajinasyonum orada çok gelişti. Büyürken Rus televizyonu izledim. Kafamda kurgu yapmayı, bir hikâye yazmayı öyle öğrendim, çünkü dilini bilmediğim bir televizyonu izliyordum. Önü boşluk olan kapkara bir denize baktım ve onun arkasını tahayyül etmeye çalıştım. Arkamı döndüğümde dağa baktım, dağa çıkmaya başladım. Bize öğretilenin dışında, dağlarda başka bir hayatın olduğunu keşfettim. Bir şeyin arkasında ne var sorusu bende çok gelişti, hayranlığım da bir yanda. Orada insan ilişkileri çok derindir, inanılmaz bir mizah vardır, bir o kadar da kendisiyle dalga geçen bir mizah. Burada karşılaşamazsınız o mizahla. Bir çatakta yol tarifi sorduğunuzda, “buradan dümdüz git, köye çıkarsın” der adam, sonra arkandan koşup “ama virajlarda sağa sola dön” der. (gülüyor) Küçükken buralara, düzayak şehirlere geldiğimizde korkardım, bütün şehirlerin dağları olması gerektiğine inanırdım, ki hâla dümdüz yerler beni biraz irite eder.

Rus televizyonunda neler vardı? Orada herkes izler miydi, yaygın bir şey miydi?

Her şey vardı. ‘70’li yıllardan bahsediyorum. Zaten herkeste televizyon yoktu. Televizyonu açtığında, sadece Rus televizyonunu çekiyordu. Sonra gelen TRT paket yayınını da oturup seyrediyorduk tabii. Rus televizyonunda filmler seyrediyordum, bale, müzik oluyordu, saatlerce haberlere de bakıyordum. Fantoma’yı ilk orada görmüştüm. Rus filmlerinin ne anlatmaya çalıştığını çok merak ederdim, melankolik görünürlerdi bana. O zaman insanların Sovyet Rusya’ya olan korkusunu, merakını düşünün, orada şeytanlar var! Sarp sınırına şeytanlara bakmaya giderdik. Özcan (Alper) Sonbahar’da çok güzel anlattı: Böylesine korktukları bir yerin çöküşünden sonra, pılısını pırtısını toplayıp buraya yaşamaya gelen insanların aczini acayip sömürdü bu ülke.

Filmde iki kız kardeşi oynayan Övül Avkıran ve Derya Alabora birlikte

Rus edebiyatı okuyor muydun?

Tabii, elime ne geçerse okurdum. Annem edebiyat öğretmenidir. Ailemde öğretmenler, müzisyenler, doktorlar boldur.

Müzisyenler kimler?

Bütün baba tarafım, dedeler müzisyendir. İncesaz’daki Cengiz (Onural) kuzenim, ayrıca kardeşim de müzisyen.

Filmde mekân olarak neden Kastamonu’yu tercih ettin?

Film için İstanbul’dan yola çıkıldığında arabayla beş-altı saatte gidilebilecek bir yer olması gerekiyordu. Trabzon’a, Rize’ye arabayla gitmek için salak olmak lâzım, uçağa atlar, gidersin… Aslında annem Kastamonulu. Yakın zamanda, annemi uzun zamandır gitmediği köyüne götürdüm. Ben oralara çekimler için gidip geldikçe annemde de acayip depreşti köyünü görme isteği. İnanılmaz bir enerjiyle köyüne gitti, toprağına bastı, eski yıkılmış evini gördü… Oraya çok ilginç bir yoldan gidiliyor, kömür madenleri, işçi bölgeleri, biraz unutulmuş yerler. O kadar güzel bir mimarisi var ki, masif evler, muhteşem köyler… Her yerden elmalar, kuşburunları sarkıyor. Nasıl böyle bir terk edilme yaşamış, anlamıyor insan.

Doğu Karadeniz’e benziyor mu?

Doğu biraz daha vahşi. Ama dağ sonuçta, Küre Dağları da çok güzel. Dağlara, yaylalara çıktığında, o yükseklikte, her şeyden daha uzak ve arınmış olduğunu hissediyorsun.

Burada, TOKİ’lerde yükseklik var!

Kars’a gitmiştim. Orada hayvancılık yapıyorlar, giriş katlarında kazlarını, ineklerini barındırdıkları yerler var. Şimdi bu insanları oradan çıkarıp TOKİ yapacaklar. Önce kazlarını kesip yiyecekler, peki sonra ne yapacaklar? Sonunda oraya da sığmayacak, buraya gelip eklemlenecekler. Böyle saçma bir modernleşme olabilir mi?

Bir mimar olarak toplu konut denen hadiseye bakışın nasıl?

Facia! Pandora’nın Kutusu’nda da anlattım zaten. Hapishane! Öyle bir yerde yaşamak istemem.

Scorsese’nin Mean Streets filminde iki sevgili deniz kenarına gider. Adam denizi sevmediğini, dağları sevdiğini söyler. Kız “ama Manhattan’da dağ yok ki” deyince, adam “olsun, gökdelenler var, ikisi de aynı şey” der.

Aynı şey olur mu hiç! Yukarıdan aşağıya bakmakla bitmiyor. Bazı şeylerin ne kadar fuzuli olduğunu dağdayken hissediyorum. Sabah dörtte kalkmanın keyfi de var, bir sürü şeyi unutuyorsun dağda. Sabah gözünü açıyorsun ve sana doğru gelen bir bulutla uyanıyorsun. Bulut elinin altında, yıldız şurada ve bir ateş yakmak yeterli hayatı sürdürebilmek için.

Duman niye “Mânâsı Yok”u söylüyor? Böyle bir toplum yarattık demek ki. Eleştiren gözlerden böyle bir şarkı çıkıyor. Benim kuşağımdan böyle bir şarkı çıkmaz.

Bulutları Beklerken için çok yer aradık. Sonunda en uzak, en zor ulaşılacak yerde karar kıldığımızda akıl almaz bir macera yaşadık. Mesela Karadeniz’de sahil boyu giden yeni yol ve oradaki yapılaşma iğrenç. Çarpık sahili bir an önce atlatsak da yukarı çıksak diye her seferinde strese giriyorum. Neden bu kadar yıkıcı ve kıyıcıyız?

Mimarlık okumaya nasıl karar verdin?

Aklımdan bile geçmiyordu, tembel bir öğrenciydim. Bana liste yapılacak dediler, tıp istiyordum, bir tane mimarlık yazdım, tuta tuta o tuttu! Sonra sinema duygusu çok gelişti, fakat mimarlığı sevdim. Öğrenciliğini sevdim, sonra bir dönem çalıştım. Müthiş bir disiplin. Bir yandan restorasyon master’ı yapıp, bir yandan mimari alanda çalışıp öbür yandan da sinema peşinde koşturuyorken mimari alanın kirliliğinin farkına vardım. Onun bir parçası olmak ihtimali bile tüylerimi diken diken ediyordu.

Pandora’nın Kutusu’nun kahramanları nasıl yapılarda oturuyorlar?
Nesrin Ataşehir’de, büyük sitelerden birinde oturuyor. Orası çok korunaklı, kale gibi, bütün hayatın onun içinde dönebilir, her şeyi var. Dışardakinin içeriye girmesine izin verilmeyen steril bir yer.

Öyle bir yer insanı ne yapar?

Yalnızlaştırır, uzaklaştırır. Bence psikopat yapar. (gülüyor) Orada yaşayan çocukların evine kapandığını, bilgisayar başında olduklarını biliyorum. Başka bir hayatı görmek istese kalkıp gelmesi bile saatler alıyor. Tek tip arkadaşı olan çocukların hep sorunlu olduğunu gördüm. Okulu da ona göre seçiliyor, servisle gidip geliyor. Çocukların özel okullarda okuması, tek tip arkadaşlarla kalması tehlikeli. Çocuk okula gittiği zaman büyük bir kampüsün içinde büyümeli, şehrin her türlü kesiminden gelen, her türlü insanla ilişki içinde olmalı hayatı anlayabilmek için. Hep aynı arkadaşla neyi öğrenebilirsin, neyi paylaşabilirsin ki? Sıkılıp ot paylaşıyor onlar da. Çocuğun elinden haz duymayı, kendisi olmayı, bir şey olmayı isteme hakkını alıyorsun. Çocuğun elinden hazzı alıyorsan, her şeyini almış olursun.

Güzin nerede yaşıyor?

Cihangir’de yaşıyor. Hem sevdiğim, hem eleştirdiğim bir yer orası. Orada ilişkiler daha organik belki ama, orada da sterillik daha geniş alana yayılıyor. Kendi başına bağımsız bir cumhuriyet gibi. Mehmet daha organik bağların içinde. Tophane’de, her türlü insanın olduğu yerde olmayı tercih ediyor. Mahalleyle rahat ilişki kuruyor, esnafıyla, bıçkınıyla…

Nesrin Mehmet’e ya da Mehmet Nesrin’e gittiğinde ne hissediyordur?

Zaten zorunlu olmadıkça gitmiyorlardır birbirlerinin evine. Mehmet’in ne hissettiği ortada: Nesrin’in halısına sıçmak istiyor!

Pulp – Help The Aged

Şarkının sözleri özetle şöyle: “Yaşlılara yardım et, bir zamanlar onlar senin gibiydi, gezer tozar, içki sigara içerlerdi. Onları bir eve tıkma, canları sıkılır.”

Paris’teyken yaşlıların yalnızlığı tüylerimi diken diken etmişti. Vızır vızır itfaiye arabaları geçiyordu, ama ortada yangın yoktu, sonradan öğrendim ki ölen yaşlıları evlerinden çıkarıyorlar. Bir yerde kahve içerken yapayalnız oturan yaşlılar görüyordum, huzurevi gibiydi, yapacak hiçbir şeyleri yok. Birkaç sene önceki sıcaklarda binlerce yaşlı insan hayatını kaybetti… Buradaki durum biraz daha insancıl. Şehir hayatı insanı bencilleştiriyor, çünkü bir yaşlıya bakmak hayatının büyük bir kısmından feragat etmek anlamına geliyor. Hele bir de başarılıysan, işin büyük zamanını alıyorsa, öyle bir sorumluluğu almak büyük bir külfet, hepimiz bundan kaçıyoruz.

Senin nasıl bir ilişkin oldu yaşlılarla? Anneannenle, dedenle sıkı bir ilişkin var mıydı, yaşlıların dilinden anladığını hissediyor musun?

Benim müzisyen olan dedem de, felsefeci olan dedem de hayatımda önemlidir. İkisini de kaybettiğimde ortaokuldaydım. Dedemin ikinci karısı, benim şimdiki anneannem 97 yaşında ve Tsilla’ya (Chelton, filmde Nusret hanım rolünde oynayan Fransız oyuncu) acayip benziyor. Tarih öğretmenidir, çok güçlü bir kadındır. Onun annesi ve teyzesi –ki ben de hatırlıyorum– 100’lü yaşlarda öldüler. Dayım da anlatır, ‘68’de işgallerde tutuklanıp içeri girdiğinde, bu haminneler işi gücü bırakıp, dolmalar sarıp polisleri de aşarak herkese dolma dağıtırmış. (gülüyor)

Bugün sağlıklı bir yaşlı bile hasta muamelesi görüyor. Koşullar o kadar hızlı değişiyor ki, cep telefonu, internet, bankamatik kullanabilen yaşlı insanların sayısı çok çok az.

Hiçbir yenilik yaşlılar düşünülerek yapılmıyor. Tüketim toplumu bu işte. Hayatı kolaylaştırmaya çalışıyorken zorlaştırıyoruz. Benim bile ödüm kopuyor mesela biletçinin olmadığı yerde makineden bilet almaktan. Her yere yürümeyi tercih ediyorum. Güven sağladığımızı düşünürken kendimize çok güvensiz alanlar yaratıyoruz. Psikolojide eskiden kişilik bozuklukları olarak geçen şeyler şimdi normal algılanıyor, çünkü tedavileri yok. Yaşlılığın kendisi ürkütücü bir şey. Kim yaşlanmak ister ki?

Fransız oyuncu Tsilla Chelton alzheimer hastası Karadenizli yaşlı bir kadına hayat veriyor, torunu Murat’ı oynayan Onur Ünsal’la birlikte

Pandora’nın Kutusu’nu geçen yıl yitirdiğimiz, son dönemlerinde alzheimer’a yakalanan Fethi Naci’ye adamışsın.

Benim gönlümden Naci Bey’in bu filmi görmüş olması geçerdi. San Sebastian’da ödül törenine yetişmek için telaş ederken Anadolu Ajansı’ndan bir telefon bağlandı, adam pat diye “filmi kime adıyorsunuz?” diye sordu. Ben de hiçbir şey düşünmeden “Fethi Naci’ye ve aileme” deyiverdim. Demek ki içimden bu geçmiş, aslında bunu deklare etmek istemiyordum, ama öyle oldu.

Nasıl bir ilişkiniz vardı?

Büyürken Rus televizyonu izledim. Kafamda kurgu yapmayı, bir hikaye yazmayı öyle öğrendim. Rus filmlerini merak ederdim, melankolik görünürlerdi bana.

Çok içli dışlı bir komşuluk, ahbaplık ilişkisiydi. Naci Bey’in hastalığından sonra Lale’yle de (Fethi Naci’nin eşi) olan dostluğum vesilesiyle bütün o süreci çok yakından yaşadım. Yazdıklarıyla, yaptıklarıyla bu kadar değer üreten bir insanın böyle bir hastalıkla baş etmek zorunda kalmasını, bu durumun etrafına da verdiği yıkımı birebir yaşadım. Bu hastalık insanı öyle bir alıyor ki, küçük bir çocuk yapıyor, çok tuhaf.

Filmde alzheimer’a yakalanan Nusret hanımı huzurevine yatırmaya karar veriyorlar. Huzurevlerinde huzur var mı?

Yok, çok itici yerler. Bu tür hastalar daha çok hastanelerde barındırılıyor, ama huzurevlerinde de kalan var. Doktor ve bakım var ama, buralar bir çeşit hapishane gibi. Filmdeki gerçek bir hastane, demir parmaklık var camda, girerken bizim bile ayaklarımız geri gidiyordu. Bu tür hastalıklarda evde bakım çok zor hale geliyor, profesyonel destek almak gerekiyor bir noktadan sonra. Ama hastalığın daha fazla tetiklenmemesi için “hastayı kendi yaşam koşullarından ayırmayın” diyorlar. Alıştığı mekânı değiştirdiğinizde büyük ataklar başlıyor, ikinci, üçüncü evreye ilerliyor hastalık.

Duman – Mânâsı Yok

Duman’ı seviyorum. İngilizce altyazı aşamasında, nasıl zorlandık “âlem” ve “gaflet” sözcüklerini çevirirken. (gülüyor)

Neden film için bu şarkıyı seçtin?

O kadar örtüşüyordu ki bu dizeler. “Mânâsı yok bu âlemin” sanki bizim senaryo için yazılmış bir dize. Mehmet’i canlandıran Osman (Sonant) o kadar güzel söylüyor ki şarkıyı. Çünkü onun da geldiği yer öyle bir yer.

İkinci dize de önemli. “Âlâsı yoktur bu gafletin” derken o mânâsızlığın sebebinin de farkında olduğunu gösteriyor, “bu gafletler yüzünden mânâ kalmamış” demeye getiriyor.

Evet, en can alıcı yerinden yakalamış meseleyi. Bu çocuklar niye bunu söylüyor? Biz böyle bir toplum yarattık demek ki. Buna bakan, bununla ilişki kuran, eleştiren gözlerden böyle bir şarkı çıkıyor. Büyük ihtimalle benim kuşağımdan böyle bir şarkı çıkmazdı.

Pandora’nın Kutusu’nun başrolleri arasında Onur Ünsal ve Osman Sonant bulunuyor

Murat nasıl bir genç?

Tek tip arkadaş ve benzeri bütün tezgâhlardan geçmiş büyürken, bunları reddediyor, sorguluyor, ama hayatında hiçbir model yok, sokakta varolmayı seçiyor. Kendine büyük bir alan yaratıyor, ama o alan da yalnızlık ve ıssızlık dolu. O yüzden çekim için Kadıköy’ü seçtik. Öyle bir yerden şehre bakıyor, fenerin dibinde, boşluğun ucunda.

Böyle çocuklar geceyi sokakta geçirecek kadar “düşüyorlar” mı?

Evet, düşenler var, ama her zaman kalıcı boyutta değil. Hakikaten büyük bir uyuşturucu problemi var, intiharı tercih edenler de oluyor. Ailelerinden nefret etme, hazzı uyuşturucuda yakalama çok sık rastlanan bir durum. Psikolojide yeni tanımlanan bir sürü hastalık çıkıyor onlarda. Çok problemli büyütüyoruz çocukları, kendimizdeki problemi hiç görmezken çocukların tedavisi için bir ton para harcanıyor.

Ve Murat anneannesi Nusret hanımda daha önce bilmediği, tarif edemediği bir şey buluyor.

Bir anlamda o duyguyu dayısı Mehmet’le de yaşıyor. Mehmet sistem dışı bir adam. Ama Murat, Mehmet gibi külliyen duracak yaşta değil, enerjisi var. Daha yolun başında, sokak onu cezbediyor. Karşısına çıkan, “dağımı arıyorum” diyen kadının hayatına önce üfleye püfleye giriyor. Yolda önde giden anneannesi, gittiği yere sürüklenense Murat. Bir hedefle karşılaşıyor. Bir yere gitmek isteyen, dağında olmak, dağında ölmek isteyen bir kadınla!.. İkisi balık ekmeği paylaşıyorlar. Bir şey seziyor kadında. Belki hayatında ilk defa sorumluluk taşıyor. Onu kahramanca dağına götürdüğü yok, sürüklenerek gidiyor, ama anneannesinin donunu yıkıyor sonunda. Oysa kendi donları mutlaka yıkanmış geliyordur önüne.

Mehmet’i tarif ederken sistem dışı dedin, aslında Nusret hanım da sistem dışı.

Üçü de sistem dışı. İkisi bağıra çağıra, kaçarak direnç gösteriyorlar, Mehmet ise durarak.

“Film müziği” denen hadiseye nasıl bakıyorsun? Çok da müzikli bir sinemacı değilsin.

Değilim, minimize ederim müziği. Filmin kendi sesi vardır, onu mutlaka sağlamaya çalışırım. Sessizlik bile bir duygu verir. Müzikle çok ilgili bir yönetmen, Güneşe Yolculuk için “sanki gözümün önünde notalar varmış gibi hissettim” demişti. Filmin ruhunu, karakterlerini anlatan, görselliğinin, bütünlüğünün üstüne çıkmadan benimle paylaşan bir müzik duyuyorsam, onu yakalamak isterim. Burada da onu bulmaya çalıştım. Jean-Pierre’le (Mas) film karşısında çok zaman geçirdik, bir sürü şey duymaya çalıştık, sonunda filmde kullanılan ana tema çıktı. Sadece klarnet, viyolonsel ve piyanoyla çalınıyor. Bu filmden başka bir yerde o müzik yaşayamaz gibi geliyor bana.

Bol şarkılı filmler seni rahatsız ediyor mu? Wenders, Jarmusch gibilerinde, filmden çıkınca mırıldanacağın bir sürü şarkı oluyor, o şarkılar kendi başına da ayakta durabiliyor.

Onlar daha farklı. Jarmusch filmlerinin müziklerini severim, çünkü filmin dünyasının şarkılarını o kadar iyi kullanıyor ki.

Sen neler dinliyorsun?

Dünya müziklerini severek dinlerim. Klasik müzik de dinlerim. Arap müziği, Afrika müziği, Ermeni müziği, Fela Kuti, Kâzım Koyuncu… Vova son zamanlarda sevdiğim albümlerden. Dengbejleri de çok severim. Ismael Lô, Radio Tarifa, Alim Qasimov, Nusrat Fateh… Duman’ı zevkle dinliyorum. Türk sanat müziğini, İncesaz’ı severim, daha ağdalı Osmanlı müziğini de zevkle dinlerim. Alevi türkülerini, Aşık Veysel’i severim. Modern şeyleri de reddetmem, Zerrin Özer’in türküleri modernleştiren bir albümü vardı, çok sevmiştim… LP koleksiyonum da var, rock’suz olur mu hiç! Deep Purple, Led Zeppelin, Pink Floyd, Tangerine Dream, hepsine gözüm gibi bakıyorum. Trabzon’dayken albüm ele geçirince oraların kralı olurduk, sonra evlere doluşup paylaşırdık bunları. Blucin sahibi olmak kadar önemliydi. (gülüyor)

Roll, sayı 137, Şubat 2009

^