12 Eylül’e giden yolun kilometre taşları nelerdi? Kanlı darbenin gerekçesi “sağ-sol çatışması”, “kardeş kavgası” söylemi neleri perdeliyordu? Hangi güçler hangi amaçlar doğrultusunda hareket ediyordu? 1978-1979 Ecevit hükümetinin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’i dinliyoruz. Express’in “12 Eylül’ün 25. yılı” özel sayısından naklen…
12 Eylülü nasıl tarif edersiniz?
Hasan Fehmi Güneş: 12 Eylül bir askeri darbedir, hiçbir meşruiyeti yoktur ve hiçbir yararı olmamıştır. Demokratikleşme sürecini kesmiştir ve geriletmiştir. 12 Eylül’ün etkileri toplumsal yaşantımızdan hâlâ kalkmamıştır. 1983’te, seçimler yapılıp parlamento oluştuğu dönemde “12 Eylül bitti” dendi. Bitmedi. Hâlâ devam eden uzantıları, etkileri, esintileri var. Bitti kabul edildiği 1983 seçimlerindeki tabloya baktığımızda, o gün Türkiye demokrasisi, toplumsal ve ekonomik gelişme, toplumsal barış 11 Eylül 1980’den gerideydi. Bugün bazı demokratik sorunları çok ağır biçimde yaşıyorsak, ki yaşıyoruz, bunda 12 Eylül’ün payı çok büyüktür.
12 Mart 1971 darbesinin kısmen yapabildiğini 12 Eylül tamamladı denebilir herhalde. 12 Mart’ta ciddi bir değişikliğe uğratılan ‘61 Anayasası 12 Eylül’de tamamen ilga edildi. 12 Mart cuntasının generallerinden Memduh Tağmaç’ın ünlü sözü hâlâ hafızalarda: “Sosyal gelişme, iktisadi gelişmeyi geçmiştir.”
1961 Anayasası siyasi, toplumsal, ekonomik yaşamımıza çok yeni ufuklar açtı. Siyasî özgürlükleri genişletti, örgütlenme özgürlüğünü genişletti, yasamada önemli değişiklikler getirdi, çift meclisli bir parlamento getirdi. Ekonomik ve sosyal haklar ilk kez o anayasayla sistemimize girdi. O günkü dünyanın gelişmiş anayasalarının bize yansımasıydı. O anayasa yürürlüğe girdikten bir süre sonra, Türkiye’de siyasi alanda da, toplumsal alanda da etkin bazı çevreler bir karşı kampanya başlattı: “Bu anayasayla ülke yönetilemez!” Bir sorun çıktığı zaman ortaya çıkıp dediler ki: “Bu sorunun nedeni anayasadır, bu anayasayla sorunlar giderilemez.” Evet, Demirel’i kastediyorum. Anayasaya karşı bir siyaset ve anayasaya karşı bir hükümet etme, iktidar etme gibi bir yol başladı. 12 Mart bunun şiddetle yerine getirilmesiydi. Anayasayı askıya aldı.
12 Mart hükümetinin başbakanı Nihat Erim’in ifadesiyle “demokrasinin üzerine şal örtüldü”. “Bu anayasa bize fazla büyük geldi” dendi, daraltıldı. O günkü yöneticilere göre, toplumun o günkü bedenine uygun hale getirildi. 12 Eylül de tamamen 1961 Anayasası’na karşı bir harekettir. Onun sistemini yargıda, yasamada, toplumda, özgürleşmede, demokratikleşmede, örgütlenmede kaldırmıştır. Onun yerine daha baskıcı bir anayasa getirmiştir. 12 Eylül Anayasası’na anayasal kavramlara karşı bir anayasa, anayasa karşıtı bir anayasa olarak baktık, öyle tanımladık. 12 Mart’la 12 Eylül arasında ciddi bir bağlantı vardır.
12 Eylül’ün yapmak istediği toplumu yıldırmak ve demokrasiden vazgeçirmekti. Şiddeti yönetim aracı olarak kullandığınızda, bu devlet terörüdür. 12 Eylül’de şiddet yönetim aracı olarak kullanılmıştır ve toplum terörize edilmiştir. Sendikacılar mahkûm edilmiş, gençlik örgütü temsilcileri hapsedilmiş, hatta idam edilmiştir, taze, çocuk yaşta insanlar.
12 Mart’ın ertesinde yeni bir CHP doğmuştu…
Yeni CHP biraz daha önce başladı. Ona biz CHP’de “halkçılık” hareketi diyoruz. 12 Mart parti içinde de, yöneticiler arasında bir tartışma yarattı. O zamanki genel sekreterimiz sayın Bülent Ecevit 12 Mart’ı CHP’deki yenileşmeye karşı bir hareket olarak algıladı, öyle ifade etti. Hatta biraz daha kişileştirerek “bu bana karşı bir harekettir” dedi. O zamana kadar CHP’li olan Nihat Erim’in partiden ayrılarak başbakan olmasına karşı çıktı. 12 Mart’ta böyle bir tartışma yaşadı CHP, ama o tartışmadan güçlenerek çıktık. 1973 seçimlerinde yüzde 40’ın üstünde oy aldık. O zamanlar, iki yılda bir senato seçimi yapılır, senatonun üçte biri yenilenirdi. 1975’te, senato seçimlerinde çok yüksek oy aldık ve çoğunluk grubu olduk. Yani o tartışma CHP’de büyümeye, gelişmeye neden oldu. Çok açık ifade etmemi isterseniz, şunun için öyle oldu: 12 Mart’tan sonra CHP, anti-militarist, halkçı bir tavır sergiledi.
Ve tarihinde ilk defa sivil bir parti haline geldi…
Ben onu demeye kıyamam partime. Ama, anti-militarist bir vaziyet alıştı o. Darbeci bir yöntemle oluşmuş iktidara karşı bir başkaldırıydı. O başkaldırı, militarist eğilimleri yüksek olduğu sanılan, öyle iddia edilen Türkiye toplumu tarafından desteklendi, yüzde 42-43 oy aldı. Kendi gelişmesini militarizmin çizgisine bağlamayan, aksine militarizmin siyaset etkinliğine karşı çıkan bir tavırdı. Çok anlamlı bir tavırdı. Onu sürdürmeliydi. Yüzde 42 çok büyük bir oy. O hareket iyi anlatıldı o zaman. Mesela “ne ezilen, ne ezen” diye bir sloganımız vardı. Her kesimdeki toplum mağdurları onu benimsedi. “Bu benim söylemim, beni savunuyor” dedi. Siyaset budur zaten, toplumun geniş kesimlerini ifade edebilmektir.
O günlerde Demirel’in CHP için söylediği unutulmaz bir sözü vardı: “Sonunuz Allende gibi olur.”
1974’teki hükümet sırasında söylenmiş bir sözdü diye hatırlıyorum. Süleyman Bey o dönemde demokrasiyi savunmuyordu. Demokrasiyi tahrip ediyordu. Türkiye demokrasisindeki arazların birçoğunun başlangıcı o döneme dayanır ve onlarda sayın Demirel’in katkısı vardır, olumsuz anlamda.
1973-1980 döneminde, bir tarafta Demirel’in AP’si, Erbakan’ın MSP’si ve Türkeş’in MHP’sinden oluşan Milliyetçi Cephe, diğer taraftaysa CHP ve CHP dışındaki sol vardı. Hep kamplaşma diye anlatılan ayrışma bu değil mi?
1975’ten 1978’e kadar Milliyetçi Cephe iktidardaydı, ‘78’in başlarında, güvensizlik oyuyla II. MC hükümeti düşürüldüğünde, CHP yeniden iktidar oldu. 1979’un sonlarında, AP, MSP ve MHP’nin desteğiyle bir azınlık hükümeti kurdu. Dediğiniz gibi bir farklılaşma oldu: Solda CHP ve meclis dışındaki sol vardı.
Demirel hükümetinin 24 Ocak 1980’de ilan ettiği ekonomik kararlar için Ecevit “bu Latin Amerika modelidir, demokrasiyle yürümez” demişti. 24 Ocak’tan yaklaşık sekiz ay sonra da Şili’dekini aratmayan bir darbe oldu. Dolayısıyla Ecevit’in tespiti doğru çıktı. Bu yoruma katılır mısınız?
Doğru, katılırım. Bu kararların başında da başbakanlık müsteşarı olarak Turgut Özal vardı. Biraz da onun eseri, onun kurduğu bir yapıdır. O zaman biz, parti olarak, demokrasiyle bunun yürümeyeceğini düşünüyorduk. Nitekim yürümedi. 24 Ocak ekonomide bir rahatlama getiremedi. Kriz büyüdü, terörde de gerileme olmadı. Bu ikisi toplumsal huzursuzluğu üst noktaya çıkaran bir etki yaptı ve darbe geldi. 24 Ocak kararları, darbesi sonradan gelen kararlar halinde yürüdü.
Bahçelievler olayı, Mamak’ta kahve taraması, Tepecik otobüslerinin taranması, Piyangotepe katliamı, Maltepe’de kahvedeki patlama, İstanbul’da benzer olaylar… Bunların ve daha pek çok olayın ardında “bir Gladio örgütlenmesi var mıydı?” kuşkusunun üzerinden yürümek gerektiğine inananlardan biriyim. Hatta kuşkusu değil, buna inananlardanım.
24 Ocak kararları için size “demokrasiyle yürümez” dedirten, o kararların çalışan sınıfların aleyhine olması mıydı?
Bizde sendikalaşma, emeğin örgütlenmesi çok geç oldu. 1974’tür ilk örgütlenme. 274 ve 275 sayılı yasaların çıkması, gerçek anlamda sendikacılık yapma haklarının gündeme gelmesi CHP iktidarı dönemidir. Tam değildir, ama büyük ölçüde haklar verilmiştir. O haklardan işverenler, sermaye kesimi hep rahatsızlık duydu. 24 Ocak kararları emek kesimine verilmiş olan örgütlenme, toplu pazarlık, sosyal yaşamlarında hak elde etme konusundaki silahlarını, güçlerini kısıtlayan kurallar koydu. Hatta o zamanlar “24 Ocak, 274 ve 275 sayılı yasaların rövanşıdır, sermaye rövanşını aldı” şeklinde değerlendirmeler yapıldı. 24 Ocak kararlarının öyle bir niteliği vardır. Mesela 1970’teki 15-16 Haziran yürüyüşü, işte o kısıtlamaların sonucu gündeme gelmişti. Türkiye’deki ilk toplu emekçi hareketiydi, İstanbul’dan başlayan büyük bir yürüyüştü. Ve demokratik bir hakkın, protesto hakkının, kabul etmeme hakkının kullanımıydı. 12 Eylül o hakların da kullanılmasını engelleyen kurallar getirdi.
12 Eylül’ün hemen ertesinde Türkiye İşverenler Konfederasyonu Başkanı Halit Narin “şimdi gülme sırası bizde” demişti…
Hatta nefretini öyle ileri götürdü ki, “elimden gelse, sol gözümü kullanmayacağım, sol elimi kesip atacağım” gibi laflar etti. (gülüyor) 12 Eylül sonrasındaki anayasa tartışmalarında hep şu söylendi: “Bu anayasaya en son itiraz edecek kişi Demirel’dir.” Doğru da dendi. Türkeş de şöyle demişti: “Fikirlerimiz iktidarda, biz hapishanedeyiz”.
12 Eylül öncesinde İçişleri Bakanlığı yaptınız. Darbeye giden yolda ilk kilometre taşları nelerdi?
Benim sorumluluk aldığım alan bakış açımı da etkiliyor, daraltıyor, yahut bir noktaya yoğunlaştırıyor. O nedenle, daha çok toplumsal olaylar, çatışmalar beni çok ilgilendiriyordu. İlk göreve gelişimin nedeni Kahramanmaraş olaylarıdır. Kahramanmaraş’ta çok büyük bir çatışma, bir anlamda katliam, bir anlamda kıyım oldu. Onun üzerine o zamanki İçişleri Bakanı istifa etti. Kuşkusuz bu tür durumlar, böyle bir olay üzerine hükümette görev almış bir insanın bakışını sınırlar ve yoğunlaştırır. Görev almamdan çok kısa bir süre sonra Abdi İpekçi cinayeti oldu. Başka öldürmeler oluyordu. 12 Eylül harekâtını yapanların gerekçelerinden biri bu iç çatışmayı önleyebilmekti: “Siyasetçiler kardeş kavgasını önleyemiyor, biz önleyeceğiz.” Laf öyle. Bu olmadı; önlenmedi, azalmadı. Bir türü azaldı belki, ama başka bir türü büyüdü, gelişti. Terör bir amacı gerçekleştirmek için şiddet kullanmaktır. Devlet yönetimi baskıyı, şiddeti bir yönetim aracı olarak uyguladı. Terörü taklit ederek “terörü önledim” diyemezsiniz. 12 Eylül’ün yapmak istediği toplumu yıldırmak ve demokrasiden vazgeçirmekti. Şiddeti yönetim aracı olarak kullandığınızda, bu devlet terörüdür. 12 Eylül’de şiddet yönetim aracı olarak kullanılmıştır ve toplum terörize edilmiştir, ürkütülmüştür. Bunun zararı demokrasiye olmuştur, özgürlüklere, üniversiteye, bireylere olmuştur. Üniversite gençliği terörün mağduruydu, hedefiydi. Halbuki üniversite gençliği ve üniversite kurumu terörün nedeni ve sorumlusu kabul edilmiştir. Sendikalar da öyle. Sendikacılar mahkûm edilmiş, gençlik örgütü temsilcileri hapsedilmiş, hatta idam edilmiştir, taze, çocuk yaşta insanlar. Bu durum 12 Eylül’ün çıkış noktasıyla geldiği nokta arasında, hedef olarak ilan ettiği konulardan çok saptığını göstermektedir. Peki niye gençler daha yoğunluklu olarak çatışıyorlardı, toplumsal çatışmalar niye oluyordu? Bir kısmı der ki, solcular şöyle yaptı, sağcıların üzerine gittiler, onlar da onlara ateş etti…
İpekçi cinayeti bir kişinin milliyetçi duygularla silahını çekerek vurmasından mı ibarettir? Maraş’a baktığınızda, bir film oynatılıyor, arkada bir bomba patlıyor. “Komünistler bilmem ne” diye millet harekete geçiyor. Hepsi birbiriyle bağlantılı olaylar. Ekonomik boyutla ilgili söylediklerimize gölge getirmez bunlar, çünkü bu beraber yürüyen bir plan, bir program.
Bahçelievler katliamını örnek alırsak, yasal bir partinin, TİP’in üyesi olan yedi genç MHP-Ülkü Ocakları kaynaklı cinayete kurban gidiyor. Bu katliamı düzenleyenlerin devletle bağlantılı oldukları o zaman da biliniyordu, Susurluk’tan beri daha da iyi biliniyor. Dolayısıyla, sağ-sol çatışması diye tanımlanan olayların birçoğu aslında devlet destekli faşist saldırılar değil miydi?
Bahçelievler olayı, Ankara Mamak’ta kahve taraması, Tepecik otobüslerinin taranması, Piyangotepe katliamı, Maltepe’de kahvedeki patlama, Yükseliş Koleji öğrencilerinin olduğu yerde bir otomobilde patlama, İstanbul’da benzer olaylar… Bunların ve daha pek çok olayın ardında, daha sonra NATO ülkelerinde çok tartışılan Gladio olayı var mıydı? “Bizde bir Gladio örgütlenmesi var mıydı?” kuşkusunun üzerinden yürümek gerektiğine inananlardan biriyim. Hatta kuşkusu değil, ben buna inananlardanım. Bu, uluslararası bir örgütlenme. O zamanlar öğrendik ki, bu bir Özel Harp örgütlenmesi. Kabaca şu: Sol Türkiye’de iktidara gelecek güce ulaşırsa, bu iktidarı önlemek için hazırlanmış bir güç var. O gücü siz hükümet olarak bilmiyorsunuz. Devlet olarak çok derindeki yerler biliyor belki. Ellerinde ne silahlar var, ne imkânlar var, onlar nerelerde saklı, hangi durumda harekete geçiyorlar, onu da bilmiyorsunuz. Hatta oraya para sizin bütçenizden değil, başka bütçelerden gidiyor. Onun bir sivil uzantısı, gençlik uzantısı var mı? O eğitim yerlerini, kampları onlar mı finanse ediyor? Bağlantıları nasıl? Yaşadığımız olaylarda ne kadar hareket halindeler? Bunları biz tam ortaya koyamadık. Eğer böyleyse, inandığım doğruysa, devletin haberi var. Bu konuda gerçeğin anlaşılması için, halkı aydınlatmak isteyen herkesin önündeki en büyük engel, devletin o dönemdeki tasarruflarıyla yüzleşilmemiş olmasıdır. Bizim kuşağımız onu beceremedi, belki sizin kuşağınız becerir. Hangi olaya nasıl katkı yapıldı, orada istihbarat nasıl çalıştı, hangi güçler seferber edildi, bunlardan kim haberdardı? Benzer sorular cevaplandırılmalıdır.
1979’daki Maraş katliamında sözünü ettiğiniz güçlerin rolü ne?
O davanın sonucundaki kararlara, hükmün tamamına baktığınızda, bu tür güçlerin orada etkili olduğu anlaşılıyor. Mesela, Abdi İpekçi cinayetini işleyenin bir örgüt üyesi olduğu ortada. Sonra cezaevine giriyor. Askeri bir cezaevinde yargılama devam ediyor. O cezaevinden kendi başınıza çıkamazsınız. O kaçıyor. Hayır, kaçırılıyor. Onun ayrıntısında da beni kuşkulandıran olaylar var. Çok tartıştık, onları da söyledim daha önceki yıllarda, o yüzden büyük tartışmalar çıktı. Tekrar buraları kaşımak istemiyorum, çünkü tartışıyorsunuz, sonunda bir şey çıkmıyor. Diyebilir misiniz ki, bu, bir kişinin milliyetçi duygularla tehevvüre kapılarak, silahını çekerek vurmasından mı ibarettir? Kahramanmaraş’a baktığınızda, bir yerde bir film oynatılıyor, arkada bir bomba patlıyor. “Komünistler bilmem ne” diye millet harekete geçiyor. Hepsi birbiriyle çok bağlantılı olaylar. Az evvel işin ekonomik boyutuyla ilgili söylediklerimize gölge getirmez bunlar, çünkü bu zaten beraber yürüyen bir plan, bir program. Biliyorsunuz, o dönemde “yeşil kuşak” diye bir politika var. O yeşil kuşak içinde bize bir rol biçilmiş. O rolü yerine getirmemizi ortadan kaldıracak, bizi o role isyan ettirecek bir süreç Türkiye’de başlamış mı? Başlamış. Neyle başlamış? 1961 Anayasası’yla başlamış. Sol bilinçlenme, toplumsal örgütlenme, sosyal demokrat bir süreç başlamış, sol gruplar oluşmuş. Bu nereye kadar gelmiş? Sol, hatta komünist saydıkları bir parti tek başına iktidar olacak kadar oy almaya başlamış. Yeşil kuşakta Türkiye’ye verilen rol bu gidişle yerine getirilir mi? Hayır, getirilmez. Öyleyse, müdahale etmek gerekiyor. Bana göre, mantık buydu.
Maraş ve Çorum katliamları Alevi-Sünni çatışması olarak sunulageldi…
Ama, öyle değildi. Saldırılanlar Alevi, ama Alevi oldukları için değil, solcu oldukları için, sola daha sempatik baktıkları için saldırılıyor onlara. Bu noktanın altını çizmek gerek. Saldıranlarsa Sünniler değil, kafatasçılar, ırkçılar.
1 Mayıs (1977) programının ilan edildiği gün, karşı taraf eylemi planlamıştı bence. Göreve geldiğim zaman, eylem öncesi meydanın fotoğraflarını gördüm. Güvenlik önlemleri alınmış, bir çember kurulmuş. O önlemlerin içinde orada bir olay çıkmaması gerekiyor. Buna rağmen çıkmış olması, planlayıcıların o önlemlerin üzerinde bir güce sahip olduklarını gösteriyor.
Aynı zamanda sermayenin beslemeleri.
Evet, tabii ki. Onların korumaları. O olayları Alevi-Sünni çatışması olarak görmemek lâzım. İşin özünün böyle olmadığını gösteren başka örnekler de var. 1993’te Sivas’taki saldırı, modern devleti yok etmeye dönük bir saldırıdır. 12 Eylül, o tür terör eylemlerinin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Hatırlarsınız, daha sonra Hizbullah olayı vardı, ordu haline gelmiş bir örgüt.
Susurluk’u nasıl değerlendiriyorsunuz?
Az evvel söylediğim Gladio tarzı örgütlenmeyle bunlar arasında bir bağ kuruyorum. Bir dönemde siyasi iktidar, ayrılıkçı terör örgütüne karşı bir özel örgütlenmeye gitti. O özel örgütlenmede, ‘80 öncesindeki ırkçı olaylarda, saldırılarda rol almış, eylem yapmış, hatta mahkûm olmuş, hatta aranan, hatta cezaevindeki insanlara görev verildi. Silah verildi, kimlik verildi, para verildi, iş kurduruldu ve onlar eyleme gönderildi. Yani kamu erki bu tür kişilere kullandırıldı. Susurluk bu. O trafik kazası olmasa, çoğu insan fark etmeyecek. Ama çözülen kısmına baktığınızda, söylediklerim ortaya çıkıyor. ‘80 öncesindeki faşist kafatasçı eylemlerde görev almış insanlara kamu gücü kullandırılmış. Bunun için ellerine belge, nüfus kâğıdı, silah verilmiş. “Silah” verilmiş!
12 Eylül öncesine dönersek, Fatsa olayları da çok temsili bir örnek. Orada “Alevi-Sünni çatışması” kılıfı yok. Seçilmiş bir yerel yönetime, solcu olduğu için yapılan bir saldırı var.
Solcu değil de, toplumcu, çağdaşlaşmaya ve aydınlanma devrimine sahip çıkanlar demek belki daha kapsayıcı olur. Saldırılanlar onlar. Saldıranlar kim? Sonuçta ordu yapıyor “Nokta Operasyonu”nu.
O nasıl gerekçelendiriliyor? O dönem Meclis’te ve parti içindeki tartışmalarda Fatsa operasyonu nasıl yorumlanmıştı?
O zaman maalesef, bizim kanattan da bu konuda farklı sesler çıktı. “Orada bir örgüt var. Şehrin yönetimine el koymuş, yasadışı uygulamalar yapıyor. O yasadışı uygulamaları sona erdirmek için tasarruflar yapmak gerektiği” söyleniyordu.
Bu iddiaya karşı olanlar ne diyordu?
“Hayır, orada halkın oyuyla seçilmiş bir belediye var, o uygulamalar onun tasarrufundadır, ona yardım edenler de gönüllüler” deniyordu. Orada, II. MC hükümeti, yani CHP’nin 1979 hükümeti sona erdikten sonra esas şiddetli eylemler yapılmış, hatta maskeli güvenlik güçleri gönderilmiştir. Devlet maske kullanmaz. Maskeli güvenlik ilk orada kullanılmıştı, buna karşı CHP’nin bir tepkisi olmuştu. Ama siyasi alandaki tartışma naklettiğim düzeydeydi.
DİSK genel başkanı Kemal Türkler’in öldürülmesi de 12 Eylül’ün belirleyici kilometre taşlarından biriydi. Türkler cinayeti için yorumunuz ne?
Tamamen faşist saldırı sonucu öldürülmüştür Kemal. O dönemlerde, Bedrettin Cömert ve birçok önemli profesör vuruldu. Bunların hepsi kafatasçıların, ırkçıların, faşistlerin cinayetleri.
Yaygın kanıya göre, 12 Eylül’e giden sürecin milâdı 1 Mayıs 1977. 40 kişinin öldüğü o katliamı siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir şiddet süreci yaratılıyor. Birileri o şiddetin sahibi, kahramanı, yönlendiricisi, belirleyicisi. Şiddet belli bir düzeyde seyrediyor, bir süre sonra onu yükseltici bir-iki eyleme karar veriyorlar. Birkaç eylem onu bir üst düzeye getiriyor. 1 Mayıs’ı, İpekçi cinayetini, o şiddet ortamını “otorite benim, ben ne dersem o olur” diyen güçler tarafından şiddeti bir üst basamağa yükseltmek için yapılmış eylemler olarak değerlendiriyorum.
Sizce 1 Mayıs 1977’de tam olarak ne oldu?
Onun çok bilinmeyeni yok. 1 Mayıs programının ilan edildiği gün, karşı taraf o eylemi planlamıştı bence. Göreve geldiğim zaman, o eylem öncesi meydanın fotoğraflarını gördüm. Güvenlik önlemleri alınmış, bir çember kurulmuş parka kadar. O önlemlerin içinde orada bir olay çıkmaması gerekiyor. Buna rağmen çıkmış olması, planlayıcılarının çok daha etkin, o önlemlerin üzerinde bir güce sahip olduklarını gösteriyor.
İki askeri savcı İtalya’da cezaevindeyken Ağca’yla görüştüler. O görüşmelerde edinilen bilgiler daha sonra kurulan ve gerçek ismi Özel Grup olan özel timin kuruluş gerekçelerine ve kadrosuna ilişkin. Yönlendiricileri ortaya çıkarıldığında bütün olaylar aydınlanacak. Özel Harp Dairesi Genelkurmay’a bağlı, Özel Grup farklı. Susurluk’ta ortaya çıkan olayın grubu.
12 Eylül’e giden yolda özellikle vurgulamak istediğiniz, aydınlatılmalıdır dediğiniz olaylar neler?
Çok fazla. Şu anda noksan bırakabilirim saymaya kalksam. Mesela Abdi İpekçi olayı için pek çok kişi “karanlıkta kalmış bir olay” der. (gülüyor) Bana göre, karanlıkta kalmamış. Karanlıkta kalan tarafı ne? Örgütsel bağ. O itiraf edilmemiş, ama dosyanın tümüne baktığınızda o bağ görünüyor. O olay aydınlatılsa, o bağ ortaya çıkar. Hatta sadece öldürülme olayı değil, kaçırılma, kaçırılmadan önceki ilişkiler… Bir kaçırılma teşebbüsü daha vardır kaçmadan önce. Hastaneye muayeneye giderken silah bulunmuştur yatağının altında. İki askeri savcı İtalya’da cezaevindeyken Ağca’yla görüştüler. O görüşmelerde edinilen bilgiler daha sonra kurulan ve gerçek ismi Özel Grup olan özel timin kuruluş gerekçelerine ve kadrosuna ilişkin. Yönlendiricileri ortaya çıkarıldığında bütün olaylar aydınlanacak.
Özel Harp Dairesi’yle mi bağlantılı bu Özel Grup?
Özel Harp Dairesi ayrı bir şey, o Genelkurmay’a bağlı bir kuruluş. Özel Grup farklı. Susurluk’ta ortaya çıkan olayın grubu.
12 Eylül’ün gerekçelerinden biri de Meclis’in cumhurbaşkanı seçememesiydi. CHP’nin adayı Muhsin Batur’un seçilmesine ramak kalmıştı. Ecevit’in, Batur’dan desteğini esirgediği, hatta kösteklediği söylendi. Batur niye seçilemedi?
Evet, o konuda, parti olarak, o günkü kadrolar içinde özeleştiri yapmamız gerekir. Muhsin Batur seçilebilirdi, seçilecek imkân yakalanmıştı. MSP grubu silme Batur’a oy vermişti. Bizden fire oldu. Batur’un seçilmesini sağlayamadık. O bize ait bir kusurdur. Seçilseydi, çok şey başka olacaktı.
Peki niye olmadı?
O konuda bildiklerimi anlatırsam, birilerini incitebilirim. Bunu yapmak istemiyorum.
12 Eylül rejiminin cezaevi uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tam bir baskı uygulanmıştır. Rezaletti. Yüz karasıdır. Utanç vericidir. Pek çok insanımız orada çok ağır işlemlere, ağır muamelelere maruz kalmıştır. O dönemde, cezaevlerine avukat olarak, yakınları cezaevinde olan bir adam olarak gittim geldim, yaşadım. Hatırlamak istemediğim tablolardı. DİSK’in avukatlığını yaptım. Onları ziyarete gittim. Mamak’ta yakınlarım vardı, Gölcük’teki askeri cezaevinde yakınım vardı. Yaşadım ben bunları. Benim oralarda acılarım var. Rezalet. Utanmalıdır onlara sebep olanlar. Toplumun içinde gezerken mahcup olmalıdırlar, biz bu toplumun insanlarına böyle sıkıntılar çektirdik diye.
Yargılanmaları da gerekmez mi?
Az evvel söylemeye çalıştığım yüzleşme konsepti var ya, ben onları onun içine alıyorum. Bütün o dönemlerle yüzleşilmeli, sorgulanmalı ve suç işlemiş olanlar yargılanmalı. Bunu özgürce yapmak gerekiyor. Başka türlü, gerçekten önleyici olamazsınız.
En büyük yargılama, toplumun yargılamasıdır. Bu konuların esas yargıcı toplumdur. Yüzleşme olmalı. O çerçevenin içine tüm mekanizmayı aydınlatacak bir süreç sığdırıyorum aklımca. O zaman herkes anlayacak, aydınlanacak.
12 Eylül rejiminin yargılanabilmesi için öncelikle Anayasa’nın geçici 15. maddesinin kaldırılması talebini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Geçici 15. madde kaldırılabilir bir hukuk maddesi. Modern hukuk içinde böyle bir düzenleme olamaz. Demokratikleşeceğiz diyorsak, ille de bize AB’nin hukukçularının gelip bir şey göstermesine gerek yok. Demokratikleşmemizin önündeki yasaları kendimiz kaldırabiliriz. Bunlardan biri de geçici 15. madde.
15. madde kaldırılırsa, yargı yolu açılmış olacak, ama yargılanabilir mi gerçekten 12 Eylül rejimi?
En büyük yargılama, toplumun yargılamasıdır. Bu konuların esas yargıcı toplumdur. Yüzleşme olmalı. O çerçevenin içine tüm mekanizmayı aydınlatacak bir süreç sığdırıyorum aklımca. O zaman herkes anlayacak, aydınlanacak. Sadece birtakım suçluların yargılanması değil, o eylemlerin arkasındaki yanlışlar nelerdi, nereden oraya gelindi? Ne yapılmamalı? Ne yapıldı? Kimler yaptı? Bunları ortaya koymalıyız. Büyük insanlar diye yücelttiğimiz, fotoğraflarını astığımız, fotoğraflarının önünde fotoğraf çektirdiğimiz insanların o dönemdeki yanlışları, kusurları varsa, ortaya çıkmalı. O yüzleşmeyle, 12 Eylül’ün toplumun yargısına sunulacağını düşünüyorum. Mahkeme salonları kurgulamıyorum. Büyük forumlar, kendini gözden geçiren bir toplum ideali kurgulamaya çalışıyorum.
Express, sayı 53, Eylül 2005