UMUT-SEN KOORDİNATÖRÜ BAŞARAN AKSU İLE TÜRKİYE MANZARASI

Söyleşi: Yücel Göktürk
28 Kasım 2022
SATIRBAŞLARI

Umut-Sen olarak uzun bir Anadolu turu yaptınız. Hangi tarihler arasında yoldaydınız, nasıl bir güzergâh izlediniz, nerelere gittiniz? 

Başaran Aksu: Temmuz başından ağustos başına kadar yoldaydık. 32 günde 42 il ve ilçeyi ziyaret ettik. Kütahya’yla başladık. Bursa’nın Kütahya’ya yakın ilçelerinden sonra, Soma’ya uğrayıp Manisa üzerinden Aydın, Denizli, Muğla, oradan Isparta ve Burdur, devamla Konya’ya. Konya’dan Aksaray, Niğde ve Kayseri Develi’ye, sonra Malatya, Sivas, Erzincan, Erzurum, Artvin, oradan Rize ve Trabzon. Sonra tekrar içeriye doğru Samsun, Amasya, Çorum, Tokat. Oradan Kastamonu, Bartın, Zonguldak, Düzce, Sakarya…

Kürt illeri?

Bir önceki seferde gitmiştik. Bu son yolculuğumuzda da Malatya ve Erzurum bölgesine gidebildik. Yakıt fiyatı 30 lirayı bulunca hedeflediğimiz yerlerin üçte birini iptal ettik. Arkadaşlar “karşılayalım” dediler, ama o da onlara yük olur diye tercih etmedik. Zoom gibi platformlar üzerinden görüşmekle yetindik.

Bu yolculuklardan muradınız ne?

Beş yıldır düzenli olarak dolaşıyoruz. Senede dört-beş tur yapıyoruz. Bağımsız Maden-İş’in kurulma sürecinde maden bölgelerini dolaşarak başlamıştık. Umut-Sen faaliyetinin yayılım kazanmasıyla organize sanayi bölgelerinden (OSB) işçilerle görüşmek, örgütlenme sorunlarını konuşmak üzere bağlar kuruldu. Bir bölgedeki örgütlenme, mücadele ya da kazanımın, küçük başarıların, civar illerde, OSB’lerde yankısı oluyor. İnsanlar “biz de görüşmek istiyoruz” diyor. Yani işçilerin arayışına tekabül ediyor, bizim de derdimize tabii. Biz işçi sınıfına stratejik bir odaklanmaya, oradan da Türkiye’nin geleceğinde politik-toplumsal bir gücün gelişebileceği ortamı oluşturmaya yönelik bir çaba içindeyiz. Dolayısıyla bu ikisi örtüşüyor.

Başaran Aksu

Türkiye kapitalizminin vahşi emek rejimi ile uluslararası neoliberalizmin küresel düzeydeki iş bölümü planlamasının uzantısı olarak yoksullaştırılmış, işçileşmeye mecbur bırakılan eski kır-tarım emekçileri var. Bu insanlar İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük kentlere gitmeyip, gidemeyip en yakın il ya da ilçede çalışmaya mecbur kalmışlar. Onlarda böyle çalışarak, sessiz kalarak çocuklarına umutlu bir gelecek bırakamayacakları kaygısı öne çıkınca, “biz ne yapabiliriz, nasıl yapabiliriz?” dedik. Çünkü oralarda sarı sendikal yapıların kötü öyküleri, insanların deneyimlerinin hafızası var. “Bizi kim satmaz? Kimler bizimle doğru, sağlıklı ilişki kurar, bizi bir yanlışın parçası haline getirmez?” diye araştırıyorlar. Özellikle sosyal medya kullanımının da arttığı koşullarda, duyargaları daha açık olan işçiler, öncü işçi olma potansiyeli taşıyanlar bağ kurmaya çalışıyor. Kimi kazanımlar olduğunda o iş kolundan ya da diğer iş kollarından insanlar başarıları kim kazanmışsa o sendikalardaki insanlarla iletişim kurma yollarına başvuruyor. Biz de bu başvuruları yapan ya da görüşmek isteyen ya da öncesinde toplantılar yaptığımız işçi topluluklarıyla görüşmeler yapmak için yola çıkıyoruz.

Kütahya’dan başlayalım. İzlenimlerin neler?

Kütahya’ya yedi-sekiz yıldır gidip geliyorum. Kütahya bir maden havzası: Tavşanlı, Emet, Simav, Kütahya Merkez… Ayrıca, seramik fabrikaları var. OSB’si çok genişleyen bir bölge. Kentte çeşitli madenler var: linyit, gümüş, bakır, altın… Hem açık hem kapalı ocak işletmeler yaygın. Bir dönem, Eti Gümüş’teki işten atılmalara karşı direnişlerle, örgütlenme faaliyetleriyle ilgili olarak oradaki işçilerle mesaimiz oldu. Madenci arkadaşların ilçelerindeki madencilerle bizi görüştürmek istemeleri üzerine doğdu seyahatler. Sonuçta, güçlü sosyal bağlar gelişti. Örgütlenme ihtiyaçları üzerinden gidip gelmeye başladık. Çünkü beş farklı maden işletmesinde Bağımsız Maden-İş’in üyeleri var.

Bir taraftan üretim ve tedarik zincirleri, bir taraftan tüketim ağı gelenekselleşmiş ilişki biçimlerini çözüyor. Hemen her ailede ideolojik gerilimler yaşanıyor. İktidarın ve destekçisi kesimlerin gündemindeki “deizm” meselesinin bir karşılığı var.

Şu an Örencik’te, Zenit şirketi köylülerin hukuki itirazlarını dinlemeden, anayasayı yok sayarak, yargıyı, jandarmayı ve yerelde satın alabileceği herkesi arkasına alarak köylülerin meralarını, yaylalarını gasp edip fiilen madencilik faaliyetine başlamak üzere. Ormanları da kesecek tarzda bir faaliyet yürütüyorlar. Dikkatimi çeken şey, orada farklı bir CHP il örgütü olduğu. İl başkanı Zeliha Aksaz hem işçilerle ilgili meselelerde hem de doğanın talanı konusunda başka illerdeki örgütlerin göstermediği bir aksiyon gösteriyor. Zeliha Aksaz doktor, feminist, Kütahya’daki kadın meclisleri mücadelesinin de içinde. İşçilerle ilgili bir durum olduğunda bize ulaşır, işçileri yönlendirir. Böyle bir hukukumuz gelişti.

Yerel seçimlerde, CHP tarihinde görülmemiş bir şekilde, yüzde 23’ü yakaladı. İki şeyi propaganda ettiler: “Su ve ulaşım bir lira olacak.” Bu çok etkili oldu. Yüzde 23 Kütahya açısından ileri bir oy. Çünkü AKP ve MHP ağırlıklı bir yer. Not düşmek gerekir belki, biz her yerde DİSK ve CHP düşmanı olarak damgalıyız. Yöneticilerin işçi, halk düşmanı pratiklerini tavizsiz eleştiririz. Ancak, nadir olumlu pratikleri ya da kişilikleri ifade etmekten de gocunmayız.

Sosyal olarak nasıl Kütahya ve ilçeleri?

Kütahya ve genel olarak İç Ege koyu muhafazakâr ve milliyetçi tonunu koruyor. Fakat Anadolu’nun tamamında, İstanbul-Ankara modeli yeni konut alanları hâkim. Kent merkezi dışında eğlenme alanlarının oluştuğu, içkinin örtük olarak yaygınlaştığı bir atmosfer var. Hem “her ile üniversite” mantığı hem OSB’ler kültürel dokuyu, sosyal ortamı değişime uğratıyor. Her kentte İstanbul’da rastlayacağımız AVM’ler, markaların olduğu mağazalar, kafeler, Starbucks’lar var. Buna Tokat’ta da, Amasya’da da, Malatya’da da rastlarsınız. İstanbul, Ankara ya da İzmir’in küçük prototipleri bu kentlerde oluşuyor. Bir taraftan üretim ve tedarik zincirleri, bir taraftan tüketim ağı o kentlerdeki gelenekselleşmiş ilişki biçimlerini çözüyor. Hemen her ailede bunun getirdiği ideolojik gerilimler yaşanıyor. Bir dönem önce, İslâmcılar laik ailelerde dine yönelen çocukların, örtünmek isteyen kızların yaşadığı baskıları falan anlatırdı. Şimdi tam tersi hikâyeler çoğalıyor. İktidarın ve destekçisi kesimlerin gündemindeki “deizm” meselesinin olgusal bir karşılığı var. Anadolu’nun küçük kentlerinde inanç konusunda tutum değiştirmek çok sert bir geçiş, bir tür kültürel intihar. Çünkü bütün sosyal ilişkilerinden kendini mahrum bırakmak zorundasın. Başını açtıysan ailenin sana tahammül etmesi diye bir durum yok. Bir lanetli olarak uzakta tutulursun.

Böyle vakalar çok mu?

Çok ve yaygınlaşıyor. Deizm tartışmasının hem cemaatlerde hem devlet katında bu kadar yoğun olmasının nedeni de bu. AKP’nin MYK notları sızdırılmıştı bir ara: “Türkiye’nin dört bir tarafına üniversiteler açtık, ama oradan yetişenlerle bizim aramızdaki makas açılıyor, bunlarla rabıta kurmakta giderek güçlük çekiyoruz.” Anadolu’nun yeni hakikati bu. Kapitalist üretim ilişkileri yeni bir politik-kültürel düşünme biçimini oralarda da oluşturuyor. İnternet, sosyal medya platformları, izlenen filmler, dinlenen müzik, elbette ailenin ve mahalledeki kahvenin izleyip dinlediklerinden farklılaşıyor. Dünyadaki kültürel ortamla ilişkiler, küresel düzeyde temayüz eden davranış biçimleri, tüketim alışkanlıkları, hazlar gençlerin geleceğini, gelecek stratejisini belirliyor.

Bu bağlamda doğrudan tanık olduğun örnekler neler?

Afyon’da, üniversite mahallesindeki gençler arasında Gazapizm şarkıları çok popüler mesela. Kütahya’da da öyle. Rize’den dönerken, Şükür adlı bir çocuk otostop yaptı. Erzurum’da okumuş, Samsun’a dalgıçlık kursuna gidiyordu. Erzurum’u anlattı, diyordu ki: “İlk gittiğimizde saklana saklana müzik dinlerdik, evde çok açmazdık sesi. Ama giderek rahatladı. Kentte el ele dolaşmaktan çekinirdik, el ele dolaşmaya başladık. Tamam, sevgilimizle öpüşemiyoruz, ama bunu yapmaya başladık. Babam fanatik bir şekilde Erdoğan’ın arkasında. Üç-dört yıl önce Erdoğan’a bir şey dediğimizde sert tepki verirdi. Şimdi en azından sessiz kalıyor eleştirel konuştuğumuzda. Bizim bütün arkadaşlar mevcut durumdan sıkılmış halde.”

Gençler Erdoğan’a ve etrafındaki ilişki yapısına prim vermiyor artık. Erdoğan’ın geleceğini de gençlerin tavrı belirleyecek. Erzurum’da, Yozgat’ta Ülkü Ocakları evlerdeki partilere yasak koymuştu. Gençler evlerde parti yapmayı tercih ediyor çünkü. Ülkü Ocakları bu paylaşımları kaldırmak zorunda kaldı. Belli ki kendi içlerinden de tepki geldi. Gençlerle iletişim kurabilmek için geleneksel refleksten geri adım atmak durumundalar. Genç işçi topluluklarının çoğunda çocuklarını iyi okullarda okutma kaygısı çok yüksek. Kimse “Çocuğumu imam-hatipe göndereyim” demiyor. Sünni-muhafazakâr topluluklar yazın Kur’an kursuna gönderir çocuklarını, fakat imam-hatiplere yönlendirme işçiler arasında pek rastladığım bir şey değil. Aksine, teknik liselere, meslek liselerine gönderme daha yaygın, bir an önce çocuğun eli iş tutsun diye. Tarikat bağlantılı işçiler bile o ilçede olabilecek en düzgün okula göndermek istiyor çocuklarını. Bizi arayanlar da oluyor, “Tanıdık var mı, çocuk doğru dürüst bir ortaokula, liseye gitsin” diye.

Yeni işçileşen kesimlerde eski politik kimlikleriyle sıkıntıya düşen profil çok yaygın. Sağ iktidarların iç yüzünü görüyor, ama sola geçişin koşulları yok. “Koparsam mahallenin  delisi haline dönüşürüm, bütün etki alanım kaybolur” diye düşünüyor.

Bu dönüşüm ve arayış işçilerin sendikal ve siyasal tercihlerine de yansıyor. Konya’da, Aksaray’da, Burdur’da, Kütahya’da, Kayseri-Develi’de, Sivas-Kangal’da profil şu: İşçi ya Milli Görüş ya Ülkü Ocağı ya da Nizam-ı Alem tedrisatından geçmiş, oralarda etkin olmuş, ama sonra yaşadığı sömürü süreci ve örgütlenme arayışları sonucunda işten atılması veya sarı sendikal yapıların yarattığı tahribat neticesinde sarsıcı bir iç dönüşüm geçiriyor. Sonraki süreç, sahip olduğu kültürel formasyonu sorgulamak. İki kişilik birden taşımaya başlıyor. Bir yandan sol değerler, bir yandan vatan-millet. Fakat vatan-millet sorunlu bir yerde duruyor. Çünkü doğrudan patronun arkasına dizilen, onu ve etrafını koruyan kollayan, işçinin çıkarları aleyhine olan ilişkileri görüyor, yaşıyor. Anadolu’daki yeni işçileşen kesimlerde eski politik kimlikleriyle sıkıntıya düşen profil çok yaygın. Sorgulamalar, yaşadığı deneyimlerin yarattığı bilinç, geçmişte savunduğu ideolojik sembollerin, ilişkilerin, yapıların sömürü sürecinde patrondan yana taraf olması işçiyi büyük bir huzursuzluğun içine düşürmüş.

Aksaray’da, Ömer adlı bir işçi arkadaş şunu söylüyordu: “2014’ten beri bunu sorguluyorum. Diyordum ki, kalbim solcu, aklım sağcı. Şimdi kalbim de, aklım da solcu. Ama bunu açıktan dillendirirsem mahalledeki etki alanımı, etkinliğimi kaybederim. Şu an OSB’deki işçilerle, örgütlediğim işçilerle sağlam ilişkim var. Ama bir sürü manipülasyon oluyor, beni hemen terörle filan ilişkilendirirler.” Ömer Aksaray’daki Sütaş’tan atılan işçilerden. Sütaş’ın patronu, dönemin TÜSİAD başkanı Muharrem Yılmaz direniş alanına bir kamyon inek dışkısı boşalttırmıştı, işçiler kokudan rahatsız olsun, alanı terk etsin diye. Oradan gelen bir genç Ömer. Oradaki büyük şirketler oligarşiyi de yöneten kurumlar. İlçedeki siyasetçiler büyük şirketlerin çıkarlarına karşı tavır almayınca, gönül vererek gece gündüz koşturduğu partinin söz konusu işçinin, emekçinin meselesi olduğunda ne kadar uzak durduğunu idrak ediyor. Ama diyor ki, “buradan koparsam buradaki sosyal etkinliğimi de kaybederim”. Sağ iktidarların iç yüzünü görüyor, ama sola geçişin koşulları yok. “Koparsam mahallenin delisi haline dönüşürüm, damgalanırım, bütün etki alanım kaybolur” diye düşünüyor. Böyle figürler Kangal’da da, Sivas Merkez’de de, Antep’te de, Kayseri-Develi’de de, Kütahya’da da var.

AKP uzun süre Anadolu kentlerinin milliyetçi-muhafazakâr yapısını kapalı tuttu. O sahaya başkalarının girmesini engelledi. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentleri de böyle kırbaçladı. Fakat kapalı tuttuğu bu kentler ve geleneksel ilişkiler artık çözülmüş durumda. Bu topluluklar şimdi siyaset sahnesinde kimler var, hangisi daha sosyal adaletçi diye bakınıyor. Tercihi İyi Parti olabiliyor, Yeniden Refah olabiliyor. Mesela Sivas-Kangal’da, bir dönem önce BBP’ye gitmişler. Muhsin Yazıcıoğlu’nun Çerkez olmasının, yörede güçlü ilişkilerinin olmasının elbette etkisi var. Belediye BBP’de. Tıpkı belediye başkan yardımcısı gibi partinin ilçe başkanı da kömür ocağında işçi. Nizam-ı Alem’de başkanlık yapmış, ama son Kangal direnişine önderlik eden biri. İşçilerin işten atılmasına karşı çıktığı için görevden alınmış. Şirketin patronu BBP genel merkezini arıyor, genel merkez de onu görevden alıyor. Ama orada etkin bir figür. 30 yaşında öyle bir konumu var. Şimdi sorguluyor bu ilişki yapısını. Dolayısıyla, etrafındaki insanlar da sorguluyor. Termik santraldeki 400-500 işçiyi 11 gün boyunca orada durmak için motive eden unsurların başında böyle bir profil geliyor, o profil böyle bir fonksiyon üstlenebiliyor. Sosyalistler, devrimciler henüz bu topluluklarla muhabbet edebilme, onlarla önyargısız tartışabilme yakınlığına sahip değiller. Böyle bir tanışıklık yok. Böyle bir tanışma derdi de yok.

Bir tarım parantezi açalım. Tarımda durum nasıl?

Anadolu’nun her tarafında, fındıkta, çayda, üzümde, bütün tarım üretimi ve hayvancılık faaliyetinde Trendyol ve Yemeksepeti’ndeki esnaf kurye modeli oluşmuş. Dev şirketler var her bölgede. Her şeyi onlar belirliyor. Kendi tarlanda bir şirketin işçisine dönüşmüşsün, ama kendini çiftçi gibi hissetmeye devam ediyorsun. “Aslında ben işçi değilim” diyorsun. Denizli-Honaz’da bir maden işçisi arkadaşla konuştuk. Yirmi ineği varmış. “Beş yılda yediye düştü” dedi. Her seferinde bir inek satıp diğerlerini beslemiş, ama hayvancılığı çevirememiş. “Bir yandan madende çalışıyorum, bir yandan çiftliği büyütmeye uğraşıyorum, ama kapatıp işçilikle yaşamaya devam edeceğim” diyordu.

Tarıma dair genel gözlemim şöyle: Krizin de etkisiyle bu yıl çok yoğun ekim var her tarafta, ekilmemiş alan kalmamış neredeyse. Sivas’ta, Erzincan’da rastladım, İstanbul’dan insanlar gelmişler, uzun yıllar sonra ilk kez ekim yapmışlar. Herhalde büyük kentte tutunabilmek için tarımdan gelecek küçük bir geliri de ekleme kaygısıyla. Yine gözlemim, verilen taban fiyatlara pek bir tepki yok. Çayda da, fındıkta da, buğdayda da, üzümde de bir tepki olmadı. Zaten tepki olsaydı, bu ortamda isyan doğururdu.

Üç olgu var. Bir, tarımda hareketlenme var. İki, OSB’ler hızla gelişiyor, mevcut fabrikalar işçi sayısını artırıyor, yeni fabrikalar yaygınlaşıyor, yeni OSB’ler kuruluyor. Ve her yere cezaevleri, cezaevi kampüsleri inşa ediliyor. Mesela Giresun-Espiye’de devasa bir cezaevi, Tirebolu-Espiye arasında da on bin işçinin çalışacağı dev bir OSB inşaatı var. Bir de Giresun OSB var, onun 20 kilometre ilerisinde. Türkiye’de OSB’si olmayan tek il Artvin’di, ama şimdi Arhavi’de var. Amasya’da, Suluova’da madenci sayısı geçmişe nazaran düşüyor, ama Suluova OSB’deki fabrika sayısı artıyor.

OSB’ler daha çok hangi sektörlere dönük?

Aşağı yukarı hepsi küresel üretim zincirinin uzantısı. Tekstil, tarım ve gıdayla ilgili mamûl ürün, kimya ve metal sanayii… Bir de büyük ağların depoları, antrepoları var. Bütün Karadeniz’de –Çarşamba, Samsun, Bafra, Merzifon, Hacıköy’de– OSB’ler gelişiyor. Kastamonu’da muazzam bir OSB var kentin içinde. Kırklareli 35 bin işçinin çalıştığı küçük bir kentti, devasa ve genişleyen bir OSB var şimdi. Trakya’nın tamamında böyle. Eskiden klasik yöntemlerle yapılan madencilik vardı. Şimdi hem açık işletmeler hem de tam mekanize yeraltı işletmeleri var. Çünkü bölgedeki OSB’ler enerji ihtiyacına dönük ve yoğun bir üretim yapılıyor. Hızlıca pazara sokulmuş oluyorlar. Dolayısıyla, tarım alanları sınırlı hale geliyor. Trakya bir sanayi organizasyonuna dönmüş. Çerkezköy, Çorlu, Ergene, Lüleburgaz, Kırklareli bütün olarak OSB. Devasa fabrikalar, devasa bir üretim döngüsü var. Bu taraftan da Dilovası, İzmit, Tavşanlı’yla İstanbul’u birleştirdi OSB’ler. Arkaya doğru uzanmaya da devam ediyor.

Bu aynı zamanda hızla büyüyen bir proleter nüfus…

Petersburg’daki işçi sayısıyla Fatsa OSB’deki proleter nüfus aşağı yukarı aynı. Bir ilçeden söz ediyoruz, karşısındaysa tarihe damgasını vurmuş koca bir kent. Anadolu’nun tamamında böyle. Örneğin, Antep’te OSB sayısı sekiz. Yapılması planlananlar da var. Batman’da beşincisi planlanıyor. Malatya’da yediye gidiyor.

Denizli nasıl? 1990’larda “Denizli modeli” ekonomi gündeminin ön sıralarındaydı, “Antep modeli”yle birlikte anılırdı.

Denizli Antep’le beraber göçmen işçilik meselesiyle anıldı yakın zamanda. Antep tekstiliyle Denizli tekstili rekabet halinde. Piyasayı da aşağı yukarı onlar belirliyor. Suriye’ye yakınlığı nedeniyle Antep’te çok sayıda ucuza ve kayıt dışı çalışacak göçmen bulunabiliyor. Asgari ücret 5.500 lira, ama Antep’te göçmen işçiler 4 bine, 3 bine çalıştırılıyor. Denizli’de iş insanları basın açıklaması yaparak bunu protesto etti. Dediler ki, “Antep’te ucuz iş gücü var, rekabet edemiyoruz. Devlet buna çözüm bulsun.” Bunun üzerine gerçekten de devlet yoğun bir göçmen nüfusu götürdü, göçmen mahalleleri oluştu Denizli’de. Bu Afyon’da da var, Kütahya’da da var, her tarafında var.

Sadece Suriyeli de değil, Afganlar da var. Sivas’ta, Erzincan’da, Erzurum’da, Kars’ta, büyükbaş sürü hayvancılığı yapılan her yerde Afgan çobanlar çalışıyor. Malatya’dan Divriği’ne doğru gelirken bir Afgan çobanı otostopta almıştık. Çocuk 1.300 kişi olduklarını söylemişti, üç yıl önce. Karadeniz’de Kürt ve Gürcü işçiler olurdu çayda, bu sene Afgan ve Suriyeli göçmenler de vardı.

Karadeniz’de siyasal hava nasıl?

Karadeniz’in tümünde hava İyi Parti lehine esiyor. Samsun’dan Rize’ye, hatta Artvin’e kadar hem eski MHP teşkilatlarında hem AKP’den uzaklaşan topluluklarda hissedilebilir bir İyi Partili olma hali var. Samsun’da İyi Parti genel başkan yardımcısı Erhan Usta yerel seçimlerde yüzde 26 oy almıştı bağımsız aday olarak. İyi Parti’nin örgütsel gücüyle şimdi yüzde 35 sınırındadır herhalde. Samsun’da yüzde 35 büyük bir oy. Ordu’da kimi lokal alanlar, ilçeler dışında, AKP hegemonyasından söz etmek mümkün değil artık. AKP’nin eski oy oranına ulaşması imkânsız. Birinci parti çıkabilir, ama epeyce zayıflayarak çıkar.

Sol ne durumda?

Fındıklı Belediye Başkanı Ercüment Şahin Çervatoğlu CHP’den yüzde 59 oyla seçildi. Ama kültürel yanları var bunun. O oyun arkasında Laz kimliği var. Çervatoğlu etkinliklerde Lazcayı, Hemşin kültürünü dillendiren bir profil. Kültür ve kimlik meseleleri her zaman siyaset ve sınıf meselesiyle ilintilidir. Bazen onu belirler de. Böyle bir dinamik Fatsa’da da var. Fatsa ciddi bir Alevi, Gürcü nüfusa sahip. Geçmişteki motivasyonun temel belirleyenlerinden biri de buydu. O sosyolojik yapı kendisini koruyor. Madene karşı mücadelede soldan sağa unsurların içinde olduğu bir çaba sarf edildi. En azından yeni saha alınmasının önüne geçmeyi başardı muhalefet. O bir moral oldu. Ama orada CHP bile bir gelişme içinde değil. Geçmişte solun kalesi diye bilinen, Devrimci-Yol’un etkin olduğu ilçelerin, kasabaların tamamında AKP’nin oyu yüzde 60-70 oranında.

Fatsa’da bir OSB var ve sürekli genişliyor. Son üç ay içinde üç yeni fabrika kuruldu, beş-altı yeni fabrika daha kurulacak. İşçileşme süreci yaşanıyor. Üstteki ilçelerden aşağı doğru inip işçilik yapıyor insanlar. Bu dinamikle ilişkilenmek, işçilerin hakları etrafında örgütlenmesi, Fatsa’nın tarihindeki halk komiteleri anlayışının fabrika komitelerine, işyeri komitelerine dönüştürülmesi pekâlâ mümkün. Ama bu başka bir emek, başka bir çaba gerektirir. Bu çabanın olmadığı yerde mevcut düzen seçenekleri içinden birini tercih edecek insanlar.

Manisa’ya geçelim. Latife Tekin’in Manves City romanında anlattığı “Vestel City”ye…

Manisa denince, öncelikle Vestel’den bahsetmek lâzım tabii. Zorlu Grubu’nun Gördes’te kurduğu bir nikel madeni var, bu madenle mücadele eden Ramazan Koyunlu var, Gördes CHP ilçe başkanı. Zeytincilikle uğraşan güzel bir abi. Dört-beş yıl önce onun vesilesiyle gitmiştik Manisa’ya. Orada işçilerle bir bağ kurduk. Gördes’teki nikel madeni tarımı da etkiledi. Türk Toraks Derneği orada bir araştırma yaptı ve bu madenin doğrudan kansere sebep olduğunu ortaya koydu, ama madenin engellenmesine dönük bir mücadele geliştirilemedi. Çünkü Zorlu’nun Manisa’nın tamamını belirleyebilecek, ülkeye de etkisi olan bir gücü var. Zorlu sendikalı çalışmaya göz yummuyor, bu konuda çok agresif. Bir ara sendikal faaliyet Gördes’te ilerlediği için işçilere madeni kapatma tehdidinde bulundu ve başarılı oldu. “Burayı kapatırız, buradaki işçileri de Vestel’e götürürüz” dedi. Gördes Akhisar’dan 80 kilometre, Akhisar’dan sonra da bir 100 kilometre var. Servisle git gel 400 kilometre. Yani işçi iki-iki buçuk saat gidecek, bir o kadar da gelecek ve en az sekiz saat çalışacak. Bu mantıklı bir şey değil, ama bunu oradaki halkı korkutarak kabul ettirebiliyorlar. İş kazası oluyor mesela, işçiler yanıyor, asit dökülüyor üzerlerine, ama Manisa’da bile işçileri dava açmaya ikna edemiyoruz. “Zorlu karşısında kazanamayız” diyorlar. Manisa İzmir, Bursa, Balıkesir arasında, göz önünde, Kütahya gibi kapalı devre bir kent değil.

Üç olgu: Bir, tarımda hareketlenme var. İki, OSB’ler hızla gelişiyor, mevcut fabrikalar işçi sayısını artırıyor, yeni fabrikalar yaygınlaşıyor, yeni OSB’ler kuruluyor. Ve her yere cezaevleri, cezaevi  kampüsleri inşa ediliyor.

Vestel’in 35 bin çalışanı var. Kentin ekonomisini belirliyor. Kentin siyasetine de yansımaları var. Birleşik Metal defaten denedi örgütlenmeyi, ama başarısız oldu. Şimdi Türk-Metal deniyor ve o kadar çaba, para harcamasına rağmen örgütlenemiyor. Vestel’in İnsan Kaynakları birimi doğrudan istihbarat kurumu gibi çalışıyor. Çalışanların sosyal medya hesaplarından yazışmalarına kadar gözetim, denetim var. O dişliyi parçalama olanağı vermiyor.

Devasa bir kampüs “Vestel City”. Bu kampüs içinde başka bir dünya var. O dünyada ancak Zorlu’nun çıkarları geçerli. Bir cezaevine girer gibi giriyorsun içeriye; düşük ücret, yüksek tempo, bant sistemi… Böyle bir hayat. Bu çağda böyle bir çalışma temposu herkesin gözü önünde yürütülüyor ve Vestel’e hiçbir kural işlemiyor. Bakanlık denetimi gibi şeylerin hiçbiri yok. İnsanlar mahlaslarla her gün CİMER’e, bakanlıklara şikâyet aktarıyor. Ama geri dönüş yok. Çünkü kuralsızlığın hâkim olduğu vahşi bir ortam var. Öldün öldün, o kadar, bitti. Demin Gördes örneğini verdim. Vestel işçisi de korku içinde. “Zorlu’da direniş olmaz” diyor otomatik olarak. “Siz Zorlu’dan güçlü değilsiniz, kim olabilir ki, kimin kudreti yetebilir?” diyor. Biz başarısız olduk orada. O kadar emek sarf ettik, köy köy dolaştık, ikna etmeye, anlatmaya çalıştık hem sağlık açısından hem alınan düşük ücret açısından. Olmadı. Nikel fiyatları yükseliyor, onu gösteriyorsun, kârlılığı gösteriyorsun, “Senin aldığın asgari ücret” diyorsun, “Olsun, sigortam var” diyebiliyor.

“Vestel City”ye Manisa’nın, Akhisar’ın, Kemalpaşa’nın köylerinden, Menderes sırtlarından, İzmir’in varoşlarından bir servis ağıyla girip çıkıyorsun. O gidiş-gelişte, servis yolları da uzun olduğu için, çalışan kadın ya da erkeğin bir başka şey yapmaya ne takati ne vakti kalıyor. Çok kârlı bir sektör beyaz eşya, ama bu sektörde en düşük maaşla çalıştırılıyorsun ve hâlâ sendikasızsın. Sektörde bütün firmalar sendikalı, sadece Vestel değil. Bu, devlet ve siyasetle kurduğu derin bağın bir hediyesi Zorlu’ya. Kırılamıyor. En son Manisa merkezde direnişler vardı. Serel Seramik’te işçiler Hak-İş sendikası Çimse-İş’ten Türk-İş’in Kristal-İş’ine geçmeye çalışıyor. Patron Gaye Akçen işçileri nankörlükle suçluyor. 800 işçi, az da değil. O 800 işçinin böyle kararlı hale gelebilmesinin sebebi Hak-İş sendikasıyla yaşadıkları otuz yıllık ihanet öyküsü. Eski CHP vekili Tur Yıldız Biçer işçilere sahip çıkmış. Patron eski CHP vekilini Manisa kamuoyu önünde suçluyor, “bunlar işçiyi provoke ediyor” diye. İşçilerin sendikayla toplantı yaptığı mekânı Çimse-İş’in organize ettiği çete bastı. İşçileri dövdüler örgütlenmeyi kırmak için. Geçtikleri sendika Kristal-İş, geçmişte Türk-İş’teki muhalif kanadın içinde, ama şimdi sararmış bir sendika. İşçi lanet bir yapıdan daha az lanet bir yapıya geçmeye çalışıyor. Anadolu’daki sarı sendikaların yarattığı tahribatın bir örneği bu.

Şu an kapitalizmin Türkiye’yi zorladığı nokta asgari ücreti 300 dolar bandında tutmak. Çinleşme dediğimiz bu: Bir yandan gözetim ve denetim artacak, İnsan Kaynakları Vestel’deki gibi istihbarat kurumu olarak faaliyet gösterecek, hak arama, sendikalaşma arayışlarının önü kesilecek. Her yerde benzer durum var, ama Vestel bunun şahikası. Latife Tekin’in kitabı oradaki işçilerin işteki ve iş dışındaki dünyalarını çok iyi resmetmiş. Bu az gözlemle yapılabilecek bir şey değil. Epeyce mesai gerektiren meşakkatli bir çaba yürütmüş belli ki.

Manisa’daki sosyal, siyasal hava nasıl?

Manisa ilçelerinin politik, kültürel profilleri birbirinden çok farklı. Gölmarmara, Salihli, Turgutlu; hepsinin ayrı dinamikleri var. Ama tarım ve sanayi kenti bir bütün olarak. Sanayi bir taraftan Menemen’e yukarıdan iniyor, Muradiye OSB’siyle oraya kadar dayanıyor, bir taraftan Kemalpaşa OSB’si arkadan kent merkezine uç veriyor. Manisa OSB’si ve Vestel zaten devasa. Akhisar korkunç bir yeni OSB. Zaten il olması gereken büyük bir kent. Nüfus 300 binleri geçti. Bir taraftan zeytin, üzüm ve sebze tarımı var. Turgutlu, Salihli, Gölmarmara, Akhisar Türkiye’nin önde gelen üzüm havzalarından. Bir taraftan da bütün havzada zeytincilik güçlü. Zeytin işleme fabrikaları zaten vardı. Şimdi OSB’ler var; kimya, petrol, tekstil… Ve tavukçuluk; iki binin üzerinde işçinin çalıştığı tavuk fabrikaları var, hatta Keskinoğlu’nda beş bine ulaşır çalışan sayısı. Hem tarımda hem sanayide proleterleşen bir kent. Ve göç çeken bir yer. Manisa’da 250 bin Kürt nüfus olduğu söyleniyor, geçmiş göçlerle birlikte. Özellikle Salihli, Gölmarmara, Akhisar, Manisa merkezde geç göçler var. Bir Yörük diyarı aynı zamanda. Yörüklerin çeşitli boyları yoğun. Çepniler ve Tahtacılar da var bölgede. Göç almaya devam ediyor, çünkü sanayi genişlemesi hızla devam ediyor. İzmir’e yakın, yeni otoyolla da İstanbul’la bağı neredeyse üç saate indirildi.

Manisa’da sağ-sol saflaşması kafa kafaya. MHP’li büyükşehir belediye başkanı CHP’li bir ailenin çocuğu. Düzen siyaseti kültürel kimliklerle belirleniyor. Soma belediye başkanı Pomak, Pomak olduğu için belediye başkanı. Soma’da ciddi bir Pomak nüfus var. BBP geçtiğimiz yerel seçimlerde yüzde 19 oy aldı. Adayı Yörük bir vatandaştı. O oyu BBP çizgisinde olduğu için değil, Yörük olduğu için aldı.

Manisa’da Özgür Özel bir vaka. Madenciyi sever, insanlar da onu sever. CHP teşkilatında belirleyici bir gücü var. Duyduğumuz kadarıyla, CHP’nin genel başkanı olma arzusunda. Manisa’nın ilçelerinde, köylerinde haftada birkaç kez görürsünüz kendisini. İlişkiyi canlı tutma çabası var. Klasik bir CHP’li değil, halkçı bir karakteri var. AKP’nin Manisa’da eski cesametini sürdürmesi, orayı bir daha kazanması mümkün değilmiş gibi görünüyor. Turgutlu ve Salihli de sol hareketlerin geçmişten gelen, güçlü kökleri olan yerler.

İç Ege, Karadeniz, Orta ve Doğu Anadolu’ya kuş bakışı göz attığında ilk aklına gelenler ne?

Hepsinde İstanbul’a benzer bir şehirleşme var. Her yerde TOKİ mimarisi, AVM’ler, geniş caddeler… Şehrin nüfusu 50 bin de olsa, 300 bin de olsa böyle. Mesela Aksaray küçücük bir ilçeydi, oraya devasa bir cezaevi kampüsü yapmışlar. Kampüsün içinde lojmanlar da var. Bu kadar büyük bir cezaevi bu ovanın ortasına niye yapıldı? Cezaevi kampüsünün hemen yanında Mercedes’in devasa fabrikası, fabrikanın yanında büyük bir OSB var. Niye Mercedes Anadolu’nun ortasına gelmiş otobüs üretiyor? Bu salt Mercedes’in arayışı değil, birileri karar almış belli ki. Fabrika ile cezaevini kurma mantığı arasında bir paralellik var. Belli ki cezaevi kampüsünde yaşayanlar OSB’de ya da Mercedes’in fabrikasında çalışacaklar.

Devasa bir kampüs “Vestel City”. O dünyada ancak Zorlu’nun çıkarları geçerli. Cezaevine girer gibi giriyorsun içeriye; düşük ücret, yüksek tempo, bant sistemi… Kuralsızlığın hâkim olduğu vahşi bir ortam.

Cezaevi OSB’deki üretim bandının bir uzantısı. Ayrıca, hak-hukuk için isyan etme potansiyeli taşıyan işçiler için varlığıyla bir tehdit. “İsyan edersen burada yatacaksın.” Aynı akıl Erzincan’da da var. OSB’nin hemen yanında cezaevi kampüsü. Aynı şey Bayburt’ta var. “Üç bin çalışanlı cezaevi yaptık” diye gururla söylüyorlar. Bayburt gibi küçük bir yerde üç bin çalışanı olan cezaevi ne iş görecek? Her ilde muhakkak yeni yapılmış devasa adliye ve kaymakamlık binaları var. AKP Anadolu’da devletin tüm kurumlarını modernize etmiş, güvenlik aygıtını genişletmiş. Bunlar Türkiye’deki proleterleşmenin yaratabileceği olası isyanları bastırmanın teknik ve hukuki hazırlıkları. Bütün bunları birlikte düşününce, asgari ücrette 300 dolar bandını daha aşağıya iteceklermiş gibi geliyor bana. 300 dolar bandını aşağı doğru zorlayacak gözetim, denetim ve baskı araçlarını kuran, isyan senaryolarına karşı kentleri yeniden organize eden bir Türkiye söz konusu. Çünkü uluslararası kapitalizmin tanrılarının çok ciddi çıkarları, yatırımları var bu topraklarda. Yabancı sermaye yatırımları yüzde 36’daydı, şimdi 40’ların üzerinde.

Malatya’da, Erzurum’da, Konya’da, Kayseri’de devasa call center’lar kurulmuş. Her birinde üç-dört bin kişi çalışıyor. Çünkü İstanbul’da call center kurmak maliyetli. Birçok atanamamış üniversite mezunu, iş bulamamış insan asgari ücretle bu call center’larda çalışıyor. Büyük kentlerde hayat pahalı hale gelmeye başladı. İş gücünü yerelde tutmaya çalışıyorlar. Devlet de herhalde böyle bir stratejiyle davranıyor. Ama bu üretim ilişkileri yeni kuşaklarda kendiliğinden bir sekülerleşme yaratıyor. Bazı İslâmcı yazarlar “namaz kılanlar azalıyor, başımıza gelen musibetler bu yüzden” diyor ya. Ama o hayat temposunda namaz kılmak zor.

Bu genel tabloda gördüğün umut ışıkları neler?

Proletarya ve burjuva sınıfı arasındaki güç ilişkilerinin uzun erimli çabalarla proletarya lehine dönebileceğine inanan biri olarak, gittiğim yerlerden umutla dönüyorum. “İşimiz zor, epey uğraşacağız” dedirten durumlar çok tabii. Beş yıldır Soma’da maden işçileriyle sürekli görüşüyorum. Bazen korkuyorlar, kaçıyorlar. İki kez görüştüğünü üçüncü sefer bulamayabiliyorsun. Yüz kişiyle görüşüp üç kişiyi ikna ediyorsun. Aralarında daha cesaretli olanlarla mücadeleyi sürdürmeye çalışıyoruz. Ama mücadele için cesaret edemeyenler için de hayat bir noktada katlanılamaz hale geliyor. “Durum acil, gel” diyorlar. Geniş işçi topluluklarıyla görüşüp işçi komiteleri kuruyoruz. Bir meclis oluşturuluyor, talepler belirleniyor. İşverenin hamlelerini hesaplayıp bütün senaryoları çalışıyoruz.

Sivas-Divriği Çiftay Madencilik şirketi her bakımdan iyi bir örnek. Çiftay’ın patronu İmranlı’nın Alevi beylerinden Ziya Aydın. Koçgiri İsyanı bastırılırken ailesi devletten yana tavır almış biri. AKP’yle ilişkileri oldukça iyi. Şirketi şimdilerde oğlu Serkan Aydın yönetiyor. Erzincan-İliç’teki Anagold madeninin ve OYAK/Ermaden’in Divriği’deki taşeronu. Ayrıca Soma’da da aldığı işler var. Çiftay Kazdağları’nı kazıyan şirket. Devletin derin nizamıyla bağları kuvvetli. CHP merkezi ve yerel teşkilatlarıyla da bağı var. Sosyal yakınlık nedeniyle Alevi çocuklarını da istihdam ediyor. Yerelde böylesi patronaj ilişkileri varken direnmek kolay değil. Her yerde var bu firmalar. Yerel oligarşiyi oluşturan çeteyi, cemaati, tarikatı belirleyebiliyorlar. İşçiler direnişe başlayınca, örneğin MHP ilçe başkanı, “Arkadaşlar haklısınız, yanınızdayız, ama Divriği küçük yer, sınırlı işyeri var, aklıselimle davranmakta fayda var” demeye başlayınca işçi onun çıkarını kendisinin çıkarlarının karşısında olduğunu idrak ediyor. CHP ilçe başkanı da, İyi Parti ilçe başkanı da böyle konuşuyor. İşveren işçiyi bastırmak için hızlıca bu unsurları devreye sokuyor ve işçi hemen bunu fark ediyor.

Ocak 2022’de, Divriği’deki Çiftay Madencilik direnişinden sonra kazanım oldu. Asgari ücret 2.850 liraydı, mücadeleyle en düşük ücreti 5.450 liraya çıkarmayı başardık. Maaşları 8-9 bine çıkan işçiler de oldu. İşçiler 24 talebin 17’sini kabul ettirdiler direnişle. O zamana kadar haklarının farkında değillerdi. “Yaptığımız şey yasadışı mı?” diye düşünüyorlardı. 735 işçi vardı fabrikada, 23’ü öncüydü, işçi komitesindeydi. Alana ziyarete gittim. Devasa bir hangarın içinde balkon gibi bir yere çıkardılar beni. İşçiyi cesaretlendiren bir konuşma yaptım. “Emin olun, dik durun” gibi şeyler söyleyince işçilerin hoşuna gitti. Çünkü kimse “yaptığınız meşrudur, yasa dediğiniz nedir ki, güçlü olursanız yasayı değiştirirsiniz” gibi bir şey söylememiş. Şirket davacı oldu benden. Dava geçenlerde düştü.

Mayıs ayında Çiftay işçileriyle kalabalık bir toplantı yaptık. “Biz 735 kişiyiz, ailelerimiz de var, belediyeyi alalım” dediler. “Bir tane direniş kazandınız, hemen yerel iktidarı istiyorsunuz” diye şakalaştım. Ermenek’te bir toplantıda bir maden işçisi “Ermenek’te devrim yapalım” demişti. İşçi kendi gücünün farkına varınca bunları düşünebiliyor, iktidarı alabileceğini görüyor. Ermenek’te bir işçi “Eskiden patronlar burada tanrıydı, ama şimdi bizimle eşitlendiler” dedi. Patronların saltanatı çökünce işçi açıktan patrona bağırabiliyor, içinden geçeni istediği gibi söyleyebiliyor. Kuşaklar boyu susmuş işçiler için bu özgürleştirici bir şey. Ve “biz bunun iktidarını elinden alamaz mıyız?” diye düşünüyor. Kangal’da, Sivas-Merkez’de, Develi’de veya başka yerlerde bu türden işçi öbekleri var. Divriği biraz daha farklı. Divriği’de Alevi ailelerin çocukları var. Devrimciliğe geçişin kolay olabileceği bir iklimde yetişen, sola yakın çok sayıda işçi var. Aynı şey her yerde olmayabilir, ama bunun yolunu açmak mümkün.

Siyasiler kolay kolay yerel direnişlerin karşısında tavır alamıyor. Çünkü seçmen kitlesinin büyük bölümü işçileri destekliyor. Devlet reaksiyon gösteremiyor. Kangal direnişine 11 gün müsamaha gösterilmesinin nedeni de o.

Divriği’de önder işçilere şirket formenlik öneriyor. Şu an işçilerin gündemi bu, bunu tartışıyorlar. Çünkü formen olunca diğer tarafa geçiyorsun. Bu, işçilerde “bizi sattılar” duygusu uyandırıyor. Bunu Murgul’da Cengiz İnşaat yaptı. Orada direniş bin işçiyle yürütüldü, ardından 900 işçiyi attılar. Kasaba halkını eyleme çıkararak bu kararı geri aldırdık. O eyleme önderlik edenlere bir tür idari statü gibi formenlik verdiler. Pozisyon vermek işveren açısından önder işçileri içermenin bir yöntemi. Bu yöntem ileride öne çıkacakların da böyle yapacağına dair kanaati kuvvetlendiriyor işçide. İşveren bu yolla moralsizlik ve bölünmeyi sağlayabiliyor.

Bütün bu izlenimler, deneyimler seçimler için ne söylüyor, öngörülerin neler?

Geniş kesimlere yayılan bir huzursuzluk var. Seçim süreçlerinde bütün toplumsal kesimler kartlarını açar. Herhalde işçiler de “Biz de şunu istiyoruz” diyecekler. Bunun boyutları büyük de olabilir, beklentilerimizi karşılamayacak düzeyde de olabilir. Kısa vadede Türkiye’nin kışı nasıl geçireceği önemli olacak. Asgari ücreti 8 bine çıkarabilirler. Asgari ücret 8 bin liraya çıkarıldığında tüm belediye işçilerinin ve kamudaki işçilerin ücretleri asgari ücretin altına düşecek. Metal işçilerinin ücreti de asgari ücret seviyesine inecek. Gerek kamuda, gerek metalde buna ne tür reaksiyonlar olur, öngörmek zor.

Şehirler üzerinden bakarsak, Manisa’da bir değişim olacağını düşünüyorum. Millet İttifakı Kütahya’da da güçlenir, ama Cumhur İttifakı orayı alır. Sivas’ta da kazanır, ama güç kaybeder. Samsun’da Millet İttifakı kazanabilir. Cumhur İttifakı’nın Ordu ve Giresun’da eski oy oranlarına ulaşması mümkün değil. Rize’de de oyları düşer, ama kazanır. Artvin’de zorlanır, kaybedebilir hatta. Trabzon’da AKP yine önde olur.

Ülke genelinde yaygın öfke var Erdoğan rejimine. Yeniden Refah Partisi’nin yaşadığı tartışmayı hatırlayalım. Fatih Erbakan “İkinci turda Erdoğan’ı destekleriz” deyince parti tabanından, üstelik Konya örgütünden büyük tepki geldi. AKP seçmeninin bir kısmı başka bir partiye oy vermektense sandığa gitmemeyi tercih edebilir. Dolayısıyla, seçime katılım beklendiği kadar yüksek olmayabilir.

Bir taraftan da Karamollaoğlu ve Kılıçdaroğlu “provokasyonlar olacak” uyarısı yapıyor. Hatta Karamollaoğlu doğrudan cami cemaatine yönelik provokasyonlar olacağını ima etti. Türkiye’de vakasız seçim olmaz, ama bu seçimde çok daha fazla olacak gibi. Erdoğan’ın tüm hünerlerini ortaya koyacağı ve bunun da sonuca öyle ya da böyle etki edeceği kampanya süreci kritik. Tablo son bir ay netleşir. Her seçim öncesi anketlerin yol açtığı “gidiyorlar” beklentisinde olmamak gerek. Milletvekili ve cumhurbaşkanı seçimi ayrı tartıya konulacaktır. Hiçbir tarafın memnun olmayacağı karmaşık bir sonucun çıkması daha olası. Cumhurbaşkanı değişiyor, ama TBMM çoğunluğu Cumhur’da ya da tersi gibi… Nisan, mayıs aylarındaki AKP/Erdoğan aleyhine esen sert rüzgâr durulmuş, hatta iktidar ileriye doğru adım atar hale gelmiş durumda. Gene de kesin bir öngörüde bulunmak mümkün değil. Seçim dışı, az duygusal yatırım yapılan ihtimal ise İran’da kadınların eylemleriyle öne çıkan direniş örneği, yani tarihin kendi şansını yaratması. Yani, isyan, ayaklanma… 

1+1 Express, sayı 181, Güz 2022

^