JOSEPHINE BAKER PANTHEON’DA

İlker Aksoy
5 Aralık 2021
SATIRBAŞLARI

Ünlü Folies Bergère müzikholünde seyirciler, nefesleri kesilmiş halde sahneyi seyrediyorlar. Uzaklardan gelen davulun sesi eşliğinde “Siyah Venüs” beliriyor, cangıl dekorunun arasından kıvrılarak. Göğüsleri çıplak, kalçalarını boncuk dizili birkaç kordon örtüyor. Kulaklarından altın halkalar sallanıyor, beline birkaç altın muz dolanmış. Parmakları yüzüklerle dolu, üç bileziği var, biri bileğine, biri dirseğine, diğeri omuzuna takılı. Yavaşça başladığı dansına, titreyerek, yerlerde yuvarlanarak devam ediyor. Bir an donup kalıyor, sonra gene çılgınlaşıyor. Sahneyi assoliste bırakmak için çekildiğinde, seyirciler büyülenmiş haldeler. Sene 1926. Josephine Baker, Paris’i baştan çıkaran şovlarından birini daha bitiriyor. Dansçılar ve koreograflar için yepyeni bir keşif. Sanatçılar için Afrika sanatının canlı bir örneği. Şairler ve filozoflar için “medeniyetin baskı altında tuttuğu bilinçdışımızdaki güdülerin ete, kana bürünmüş hali”ydi. Gazeteciler içinse, göründüğü yerde, parlak dedikodulara yol açan, arkasında binlerce anekdot ve spekülasyon bırakan bir armağan.

“Maymun” lâkaplı bir kara kız

Josephine Baker’ın babası Eddie Carson, doğma büyüme St. Louis’liydi. 1794’te Mississippi kıyısında kurulan bu şehir, o yıllarda güneydoğu Amerika’nın büyük kısmı gibi Fransa’ya bağlıydı. Buralarda Fransız kültürünün bir uzantısı olarak toprak sahiplerinin centilmenliği, hizmetkârlarının rafineliğiyle ölçülüyordu. Bu yüzden Fransızlar kölelerinin okuma-yazma öğrenmelerini destekliyor, zanaate ve sanata kabiliyeti olanlara yardımcı olup cesaretlendiriyorlardı. Eğitim alması için Avrupa’ya gönderilen siyahlara bile rastlanıyordu. 1803’te, Fransa topraklarını ABD’ye sattıktan sonra Avrupa’nın dört yanından gelenler de St. Louis’nin gelişmesinde olumlu rol oynadılar. Büyük toprak sahibi olmayan bu insanların kölelik karşıtı tutumları sayesinde serpilen görece serbestlik ortamında Afro-Amerikan kültürü alabildiğine kök saldı, şehrin ünü de, siyah nüfus arasında vaat edilmiş bir cennet olarak ağızdan ağıza çoğalarak arttı. Baker’ın annesi Carrie McDonald da, içsavaşın bittiği 1865’ten sonra Mississippi kıyısına akın eden siyahlardandı. Bu dönemde şehrin aşırı nüfusu iş bulmayı zorlaştırdı, bu da ırklar arasında gerilim doğmasına sebep oldu. Baker’ın anne ve babası da böyle bir ortamda tanıştılar. Etrafta ün salan güzeller güzeli dansçıyla St. Louis’in en yetenekli müzisyen ve dansörünün yolları kesişmişti.

Dansçılar ve koreograflar için yepyeni bir keşif, sanatçılar için Afrika sanatının canlı bir örneği, şairler ve filozoflar için medeniyetin baskı altında tuttuğu bilinçdışımızdaki güdülerin ete kemiğe bürünmüş haliydi.

Bir yıl sonra, 3 Haziran 1906’da, Josephine Freda MacDonald doğdu. Zamanın siyahları arasında yaygın olduğu gibi, Eddie Carson ile Carrie McDonald nikâhsızdı. Şarkı ve danslardan oluşan gösterilerini ucuz barlarda, randevu evlerinde sergiliyorlardı. İkinci çocukları Richard doğduktan sonra Eddie eşini terketti. Kadıncağız sadece kocasını değil, yıldız olma hayallerini de kaybedince, öfkesini Josephine’e yöneltti: “Annem bana söylemek istemediği şeyleri söylerdi, benden nefret ettiğini, ölmemi istediğini…”

Carrie’nin ikinci defa evlenmesiyle ailenin hayatında yeni bir perde açıdı. Hamam böcekleriyle dolu bir otelden diğerine, farelerin cirit attığı o evden bu eve sürüklenmeler, boğaza kadar batılan bir sefalet. Üvey baba vasıfsız işçiydi. Çalıştığı yerlerde tutunamıyor, tüm aile annenin çamaşırcılıktan kazandığı parayla geçiniyordu. Josephine ve Richard’a iki yeni kardeş de geldi. Aile hayatları korkunçtu. Carrie, aslında çok kötü bir adam olmayan Arthur’dan daha sert olabiliyordu –bir seferinde bisiklet çaldığını öğrenince kocasını bağlamış ve öldüresiye dövmüştü. Josephine’in aile yaşamı, anneannesiyle yaşamaya başlamasıyla biraz yoluna girdi. Ona eski kölelik günlerini ve en sevdiği hikâye olan Külkedisi’ni anlatacak birisi çıkmıştı nihayet. Kardeşleriyle birlikte demiryolundan düşen kömürleri toplayıp satmayı keşfettiler. Bir süre sonra vagonlardan çalmanın daha kolay olduğunu da farkedeceklerdi.

Annesi yalnız yaşayan beyaz bir dulun yanında iş bulunca Josephine’le kadının evine taşındı. Onu yeni bir elbise ve bir çift papuçla karşılayan Bayan Keiser, bir süre sonra gerçek yüzünü gösterdi. Artık Josephine, kadının köpeğiyle birlikte bodrumda yatıyor, her sabah beşte kalkıp ateşi yaktıktan, patatesleri soyduktan, etrafı silip süpürdükten sonra okula gidiyordu. En iyi arkadaşı, birlikte uyuduğu köpekti. Bir de arka bahçedeki horoz…

Bayan Keiser tarafından eline kaynar su dökülerek cezalandırıldığı gün oradan ayrılarak genç bir çiftin evine yerleştiler. Evin beyi ona gayet iyi davranıyordu. Hatta o kadar iyi ki, karısı, Josephine’in geri gönderilmesini istedi. Küçük kız, iş bulma umudunu iyice kaybettiği için yataktan çıkma zahmetine bile girmeyen üvey babasının yanına döndü. Diğer siyah çocuklarla kiralık olarak çalışmaya başladı. Zengin evlerine temizliğe gidiyordu.

1917’de St. Louis’de büyük bir isyan patlak verdi. Mississippi’nin Illinois kıyısında kurulan Doğu St. Louis, şehrin endüstri mahallesiydi. Barındırdığı siyah nüfus giderek beyaz emeğinin yerini alıyor, bu da beyazlar arasında huzursuzluğa neden oluyordu. Siyahların silahlandığı, geceleri gasp ve tecavüz için şehre indikleri dedikodusu etrafı sarmıştı. Ama saldıranlar beyazlar oldu. 1 Temmuz gecesi Doğu’ya geçip bazı evleri yaktılar, yakaladıkları siyahları dövdüler. Ertesi gün siyahların mahallesinde çok daha büyük şiddet yarattılar. Bu sefer siyahlar sadece dövülmekle kalmıyor, vuruluyor, linç ediliyordu. Sonuç, o zamana kadar kayıtlara geçen en büyük ırk çatışması oldu. Sekiz beyaz ve 38 siyahın öldüğü rapor edildi. Gayrıresmi rakamlar çok daha korkunçtu. On yaşındaki Josephine, gördüğü şiddeti hiç unutmadı.

Josephine 13 yaşında evden kaçtı, ama annesi yerini bularak onu büyükannesinin yanına gönderdi. Orada çalışmaya başlayacağı Old Chauffeur’s Club’da hem bağımsızlığını kazandı, hem de yakınlardaki başka bir kulüpte çalışan gerçek babasını tanıdı. Artık oğlanlarla çıkmaya da başlamıştı. Kendinden birkaç yaş büyük Willie Wells’le evlendi. Birliktelikleri şiddetli bir kavga sonrası Josephine’in elindeki şişeyi kocasının başında parçalamasıyla sona erdi. Kanlar içinde evi terk eden Wells geri dönmedi. Hamile olan Josephine ise bir “arka sokak kürtajı” yaptırdı. İşini bırakıp tanıştığı sokak çalgıcılarıyla Amerika’nın güney eyaletlerinde turneye çıktı. Bir süre sonra ikinci kocasıyla tanıştı. Willie Baker, düzenli geliri olan, iyi bir adamdı. Sorun, Willie’nin annesiydi. Josephine’in dansçı geçmişini ailesine yakıştıramayan anne, onu fazla genç ve gereğinden fazla “siyah” da buluyordu –siyah Amerikalılar arasında açık tenin açık yüreklilikle ilgisi olduğu yaygın bir inanıştı. Böylece, Josephine dansçı olarak, kocasının soyadını da alarak kariyerine devam etti, ama evliliğini bitirdi. Shuffle Along adındaki siyah müzikaline katıldı. Bu müzikal ona New York yolunu açaçak tek şanstı.

Picasso portresini yaptı, Fitzgerald “Babylon Revisited”de adını andı; Paul Morand, “Baton Rouge” adlı romanında ondan esinlenerek bir karakter yarattı. Sartre ve de Beauvoir onu “anarşist tiyatronun ruhunu taşıyan bir sanatçı” diyerek selamladılar.

Henüz 15’indeydi, çok zayıf ve “kara”ydı. Bulabildiği en açık pudra ve kremleri kullandı, yaşının 17 olduğunu söyleyip Shuffle Along’da küçük bir rol kapmayı başardı. Ve bu rolde o
kadar başarılı oldu ki, ekip arkadaşlarının tepkisini çekti. Lâkabı renginden dolayı “maymun”du, ama şöhreti artıyordu. Başroldekilerden biri şovu terkedince onun yerini aldı. Artık küçük de olsa bir yıldızdı. In Bamville adlı yeni bir oyuna başladı. Siyah bir temsilden beklenenler, hızlı danslar, eğlenceli şarkılar, abartılı güldürmeceydi. Bu beyaz müzikal taklidi romantik oyun, ismini kısa sürede Çikolata Züppeler’e çevirdiği halde, sadece üç ay sahnelerde kalabildi. Müzikal fiyaskoydu, ama Josephine övgüleri toplamıştı.

“Paris’i ancak onlar heyecanlandırır!”

1925 yılında Parisli yapımcı Andre Daven, yakın arkadaşı ressam Fernand Leger’e farklı bir şov yapmak istediğinden bahsediyordu. Leger “siyahları getir dedi: “Paris’i ancak onlar heyecanlandırır! Paris’e siyahları getirmek, meşhur ve çok zengin bir fizikçinin Paris’te yaşayan kızı Caroline Dudley’e düştü. New York’a gitti, aralarında Josephine’in de bulunduğu 25 kadar siyah müzisyen, şovmen ve oyuncuyu Paris’te çalışmaları için ikna etti. Baker, özgürlük heykelinin ufukta yok oluşunu izlerken, nihayet özgür olduğunu hissetti. İkinci sınıf insan muamelesi gördükleri bir ülkeyi terkediyorlardı. Yıllar sonra o günlerden bahsederken şunu söyleyecekti: “Amerika şeytandır.” Yaşlı bir siyahın kendisine verdiği uğurlu tavşan ayağını yanından hiç ayırmayan Josephine’in batıl itikadları vardı. Bunlardan biri de, ilk gittiği yerde yağmurun yağmasının uğur getireceğiydi. Paris’e de soğuk ve yağmurlu bir günde vardılar.

İlk provaların çok başarısız olmasıyla tüm gösteri baştan tasarlandı ve afişlerde Baker’ın kullanılmasına karar verildi. Ressam Paul Colin ilhamı onda bulmuştu. Josephine’e çıplak poz verdirdi. Resim o kadar başarılıydı ki, şovun yapımcıları, onun Afrika’nın “vahşi ve sınır tanımaz cangıllarında” dans etmesine karar verdiler. İstedikleri erotizmi bulmuşlardı. Josephine, bunca yolu yüzlerce Fransızın önünde çıplak dans etmek için gelmemişti. Bu, onun kurduğu hayallerden tamamen farklıydı. Şarkı söylemek istiyordu, ancak bir türlü beceremiyordu. İlk gece sahneye çıkmaya mecbur kaldı. Pişman olmayacaktı.

O gece Paris seyircisi, 1909’daki Rus Balesi’nden ya da 1916’da Cabaret Voltaire’deki Afrika Geceleri’nden bu yana ilk defa o kadar heyecanlandı. Sahnedeki gösteri bittiğinde, alkışlayanların yanında, yuhalayanlar da vardı. Ertesi günkü yorumlar da farksızdı. Gösteriyi kutsayanların yanında, “siyah kültüre kapılarımızı açarsak, insan ruhunun ürettiği bütün başyapıtları etrafında vahşilerin çırılçıplak dans ettiği dev bir şenlik ateşinde yakmak zorunda kalırız diye yazanlar da vardı. Ne olursa olsun, “sanat dünyası”nın dokunuşları La Revue nègre’e çok şey getirmişti.

“Paris danstır, ben de dansçıyım” diyecekti Joséphine, ismine Fransız aksanını da alarak. Man Ray resimlerini çekmişti. Caza bayılan –“alkolden daha iyi kafa yapıyor”– Jean Cocteau, şovu altı kez görmüştü.

Josephine büyükçe bir eve taşınmış, içini de hayvanlarla doldurmuş, lüks bir hayat yaşamaya başlamıştı. Brüksel’den başlayıp Berlin’de devam edecek ve Moskova’da sona erecek bir turneye çıktı grup. Brüksel tatsızdı, ancak Berlin, Paris’i aratmıyordu. Weimar Cumhuriyeti’nin yarattığı özgür sanat dünyası, Berlin’in gece hayatını rengarenk yapmıştı. Devamlı artan enflasyon, parayı kolayca harcanabilen bir hale sokmuştu. Elbette bunlar Josephine’in gösterisini herkesin beğendiği anlamına gelmiyordu –sonraları Nazilere dönüşecek Kahverengi Gömlekliler gibi. Berlin’i sevmişti, sıkı görgü kuralları Paris’teki gibi geçerli değildi, kalması için ciddi teklifler de vardı, ama daha önce teklif aldığı ünlü Folies Bergère’deki temsil için turneyi yarıda bıraktı. Moskova’ya gidilemeden La Revue nègre sona erdi.

Josephine kremleri

La Folie du jour, o zamana kadar çalıştığı en ciddi şovdu. Sonuç, Josephine’i Paris’in en ünlü kadını haline getirdi. Her yerde fotoğrafları satılıyordu, Josephine sabunları, kremleri üretilmeye başlanmıştı. Opera Sarayı’ndaki dükkânlardan birinin vitrinindeki dev maketinin yanına şöyle yazmışlardı: “Valaze Kremleri’ni kullanırsanız, Josephine Baker gibi bir vücudunuz olabilir.” Cinsel özgürlüğün sembollerinden biriydi artık. “Çıplak bir Afrika Hottentot kadını heykelini Milo Venüsü’nden daha güzel bulduğunu” söyleyip ufak çaplı bir skandal yaratan Picasso portresini, Alexander Calder heykelini yaptı. F. Scott Fitzgerald, Babylon Revisited’de adını andı; Paul Morand, Ba­ton Rouge adlı romanında ondan esinlenerek bir karakter yarattı. Hafızası çok güvenilir olmasa da Hemingway, çıplak bedenine giydiği bir kürk üzerindeyken Josephine’le dans ettiğinden bahsetmişti. Herkes onun gibi olmak isterken, o günde bir saatini vücudunu limon suyuyla ovmakla harcıyordu –derisinin rengini açmak için.

Menajeri ve sevgilisi Pepito Abatino ile

En yakın dostları, evinde beslediği kediler, köpekler, kuşlardı. Onların arasına Toutoute adında bir keçi, Albert ismini verdiği bir domuz, bir kaplan yavrusu, papağan, maymun gibi hayvanlar da katılmaya başlamıştı. Hayvanlarını dolapların, çekmecelerin içinde besliyordu. Sevgililerinin kalplerini kırmaktan çekinmiyor, ancak onun kalbini kıranlar da çıkıyordu. Böyle bir aşk acısından sonra ilk plağını doldurdu. Yıl 1926’ydı. Aşık olduğu adamla bir siyah ve şov yıldızı olarak evlenmeyi düşünerek fazla ileri gitmişti. 1927’ye bir yardım konseriyle girdi. Trafik polisleri ve aileleri için dans etti. Neden böyle bir seçim yaptığını sorduklarında “çünkü onlar da siyah” dedi, “düşük ücretle çok çalışan ve saygı görmeyen insanlar”. Gene o günlerde Colette’le arkadaş oldu. Ve Pepito adındaki sevgilisiyle uzun sürecek ilişkisine başladı. Kendini dans öğretmeni olarak tanıtan İtalyan kökenli Pepito bir jigoloydu aslında. Herkese soylu bir İtalyan ailesinden geldiğini söylüyordu. Nikâhlanacaklarını açıkladıklarında, özellikle ABD basını olayla çok ilgilenmiş, İtalyan bir soyluyla evlenecek siyah şov yıldızının haberi büyük ilgi çekmişti. Bir süre sonra Pepito’nun öyle soylu bir ailesinin falan olmadığı ortaya çıkacaktı. Neyse ki, gerçek pek kimsenin umurunda değildi. Birbirlerini seviyorlardı. Pepito, Josephine’e ilgisini abartan bir hayranla düello bile yapacaktı –rakibini bu işi fazla ciddiye almaması için uyararak da olsa. Bir süre sonra ikili büyük bir turneye çıkmaya karar verdi. Böylece hem Josephine’in Paris’e tadında veda etmesi sağlanacak, hem de dönüşte “çılgın dansçı kız”dan gerçek bir sanatçıya dönüşmesi sağlanacaktı. 1928 şubatında ilk durakları Viyana’da, bir grup proto-nazi tarafından karşılandılar: Josephine’in gösterisi beyaz ırka bir hakaretti ve mutlaka engellenmeliydi. Çoğu müzik otoritesi, valsin başkentinde caz gibi vahşi bir müziğin yayılmasına öfkeliydi. Katolik kilisesi, polis eskortuyla oteline giden Josephine’in ahlâksızlıklarına karşı çanlarını çaldı ve halkı yoldan geçen “ahlâksız şeytan”ı görmemeleri için evlerine çekilmeleri yolunda uyardı. Birinci Dünya Savaşı’nın yenik Avusturya’sı, hâlâ yoksullukla boğuşuyordu. Sosyalistler, öğrenciler, işçiler de tek gösteriyle hayatları boyunca kazanamayacakları parayı alan Josephine’i protesto ettiler. Sonunda iş Meclis’e kadar gitti ve şovun yasaklanması için Milliyetçi Parti tarafından şikâyette bulunuldu, “kendilerine bu rezaletin bitirilmesi için her gün binlerce mektup geliyordu”. İmdadına parlamento üyesi Kont Adalbert Sternberg yetişti. Meclis’te onu savunan bir konuşma yaptı, sanatta çıplaklıktan çekinenlere Roma’daki St. Peter kilisesinin kubbesine bakmalarını öğütledi. “En cesur çıplaklığı papanın evinde gördüğümüze göre, eğitimsiz papazların kampanyasının sebebi nedir?” diyerek sözlerini bitirdi. Viyana’daki sezondan sonra Budapeşte’ye geçildi. Burada da “Afrika’ya geri dön” sloganları atıldı. Zagrep’te de benzer tepkiler aldı. Sebep, ırkçılıktan çok, fakirlikti. Ancak, Prag dostane karşıladı onu. Batıl inançlarını duymuş seyirciler, her gösteriden sonra tavşan ayağı yağmuruna tuttular sahneyi. Romanya’da da memnuniyetle misafir edildi. Berlin’e ulaştığında, Kurt Weill, Berlin radyosunun haftalık gazetesinde onun için şarkı yazsa ne kadar memnun olacağını yazıyordu. Geçen iki yıl içinde, Almanya’da caz da, Naziler de daha popüler hale gelmişti. Şovun yapımcıları da Yahudiydi. Sağcı basının yazıları Nazilerin her an şiddete dönüşebilecek taşkınlıklarıyla birleşince, Josephine ve Pepito Almanya’yı terkettiler. Turneye İskandinavya’da devam ettiler. Ardından Güney Amerika geldi. Burada da sağcı partilerin protestolarıyla karşılaştılar. Baker, ABD’ye özgü zannettiği ırkçılığın neredeyse tüm dünyaya yayılmış olduğunu görüyordu. Dönüş yolculuğunu transat­lantikle yaptı. Siyah bir Amerikalı kızın başrolde oynadığı ilk uzun metrajlı filmin de yıldızıydı artık. Gemide bir mimarla, modernizmin babalarından Charles-Edouard Jeanneret ile tanıştı. Yaygın adıyla Le Corbusier, Josephine’i gemide verdiği bir şovdan sonra tanıdı. İkili kısa sürede sevgili oldular. Hatta gemide verilen bir partiye Le Corbusier yüzünü siyaha, Josephine beyaza boyayarak katıldı. Eski kıtaya vardıklarındaysa, yollarını dostça ayırdılar.

Josephine gerçek bir sanatçıydı artık. Pepito da büyük sanatçıların sadece yetenekli olmadıklarını, devamlı çalışmaları gerektiğini söyleyerek Josephine’i çok çalıştırıyordu. Farklı dansları öğrenmiş, ayakkabılardan hiç hoşlanmasa da bale yapabilmek için çalışmaya bile başlamıştı. Paris’teki yeni gösterisini izleyen Sartre ve de Beauvoir “ona sadece bir seks sembolü olarak değil, anarşist tiyatronun ruhunu taşıyan bir sanatçı olarak da hayran olduklarını” belirteceklerdi. Josephine, büyük bir yıldız olarak kutsanıyordu. Ancak işindeki başarısını özel hayatında yakalayamıyordu. Pepito’yla ilişkisi çok zayıfladı. Yeni sevgilisi şarkıcı ve besteci Jacques Pills ile fırtınalı bir aşk yaşadı. Pills, kendisi başarı kazandıkça, Josephine’den koptu. İleride Edith Piaf’la evlenecekti. Nihayet bütün Avrupa’yı kapsayan bir tura daha çıktı Josephine. Uğradığı ülkeler arasında Yunanistan, Mısır ve Türkiye de vardı. İtalya’da talihsiz bir açıklama yaptı. İki yıl önce de izlediği Mussolini’nin mitingine gitti. Etiyopya imparatoru Haile Selasie hakkında söyledikleri kafasına yatmıştı: “Mussolini’nin durdurmaya kararlı olduğu kölelik isteyen bu adam, siyah ırkın düşmanıdır. Gerekirse İtalya’ya yardımcı olacak bir siyahlar ordusu hazırlamak için elimden geleni yaparım.” Açıklama önce Fransız gazetelerinde yayınlandı, ardından haber Amerikan gazetelerine sıçradı. Amerika’da siyahlar Haile Selasie’yi İtalyan faşizmine direnen bir kahraman olarak görüyorlardı, Baker’ın açıklamalarını duymak onları şaşırttı ve üzdü. Oysa Baker, eli kanlı diktatör hakkında haklıydı. Sadece kendine yanlış müttefik seçmişti. İşin kötüsü, bunların Josephine’in yıllar sonraki ilk Amerika ziyaretinden birkaç hafta evvel olmasıydı.

Direnişin Mata Hari’si

Otuz kadar gazeteci, Baker’ı “Fransa’nın başkanının ismini biliyor musunuz?” türünden sorularla karşıladı. Oteline yerleştiğindeyse esas şok geldi. Otel yönetimi kendisinden lobide görünmemesini, giriş-çıkışlarını da arka taraftaki servis girişinden yapmasını “rica” ediyordu. Josephine zorlukla da olsa bunu sineye çekti. Ama sadece Fransızca konuşmaya karar verdi –böylece İngilizcesindeki utandığı hataları da gizleyebiliyordu.

Yeni gösteriyse tüm çabalarına rağmen başarısız oldu. Beyaz seyirci şovdaki Fransız havasından hoşlanmamıştı ve sahnede gördükleri siyah yıldız hiç de alışık oldukları gibi hareket etmiyordu. Eleştirmenlerse Josephine’in şarkı söyleyişini başarısız buldular. Siyahlarsa onun beyazlar için yapılan bir şovda yer almasından memnun değillerdi, kendilerini satılmış hissediyorlardı.

Pek çok sanatçı Nazilerle ters düşmemeye çabalarken, o “Fransa üzerinde bir tek Alman kalmayıncaya kadar şarkı söylemeyeceğini” açıklama cesaretini gösterdi. Moral geceleri düzenledi, kendi kullandığı uçakla Fransız askerlerine yardım paketleri, destek mektupları attı. Savaş sonunda da kendisine asteğmen rütbesi verildi. O günden sonra üniforması en sevdiği kıyafeti oldu.

Sessiz sedasız Paris’e döndü. 5 Haziran 1937’de Louis Aragon ve Jean-Richard Bloch tarafından düzenlenen İspanyol çocuklar için yardım konserine katıldı. Aynı günlerde resmi, Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels tarafından dekadan sanatçılar için hazırlanan broşüre basıldı. İtalya’ya girişi yasaklanmıştı. Pepito’dan ayrılan Josephine, o sene zengin bir Yahudiyle tanıştı: Jean Lion. Uçmak, ata binmek, avlanmak gibi zevkleri olan Jean ile Josephine kısa zamanda sevgili oldular ve evlenmeye karar verdiler. Lion’un ailesinin ve ortaklarının itirazlarına rağmen hem de. Ne var ki, bu evlilik fazla uzun ömürlü olamayacaktı. 1 Eylül 1938’de Almanya Polonya’yı işgal etti. Fransa ve İngiltere Almanya’ya savaş açtığındaysa takvimler 3 Eylül’ü gösteriyordu. O günlerde Josephine kendine yeni bir menajer buldu. Bu adam da Nazilerden hiç hazzetmediğini her fırsatta dile getiren Josephine’i Paris’teki istihbaratın başındaki yüzbaşı Jacques Abtey ile tanıştırdı. Josephine’i tanımayan Abtey, aklına önce Mata Hari gelse de, konuşmanın sonunda onunla çalışmayı kabul etti: “Beni Fransa yarattı. Sonsuza kadar şükran borçluyum onlara… Parisliler bana her şeylerini verdiler, ben de onlara kalbimi verdim. Ve şu an hayatımı vermeye de hazırım.”

Sosyete partilerinin vazgeçilmez konuğu böylece casusluğa başladı. Yapması gereken, kulağını açıp karşılaştığı ilginç dedikoduları Abtey’e bildirmekti. Ancak bununla yetinmedi. Kendi kullandığı uçakla cephedeki Fransız askerlerine yardım paket­leri, yardım mektupları attı –içine imzalı fotoğraflarını da koyarak. Moral gecelerine çıktı, gene bu amaçla çekilen bir filmde oynadı. Ancak Fransız direnişi çabuk kırılacak, yakında Naziler Paris’e gireceklerdi. Ve bu durum herkesten daha çok, ünlü, siyah, Nazi karşıtlığını asla gizlememiş ve Goebbels tarafından “çürümüş” ilan edilen bir sanatçı için tehlikeli olacaktı. Paris’ten 500 kilometre uzaktaki Dordogne’da kiraladığı şatoya taşındı.

Martin Luther King’in ünlü konuşmasını yaptığı Washington yürüyüşünde üniformasıyla, 28 Ağustos 1963

14 Haziran 1940’ta Almanlar şehre girdiler. 5 milyonluk nüfus 700 bine düştü. Hiç direniş olmadı. 84 yaşındaki Mareşal Henri Philippe Petain yeni Fransa başkanı olarak atandı. Birinci Dünya Savaşı’na katılmış bu madalyalı kahraman, güçlü faşizm sempatisiyle tanınıyordu. Teslim anlaşmasından sonra ülke ikiye bölündü. Kuzey doğrudan Almanlara bağlandı. Güneyse Petain yönetimine girdi. Aralarında Almanlarla Dom Perignon yudumlayan Jean Cocteau da olan pek çok sanatçı Nazilerle ters düşmemeye çabalarken Josephine, “Fransa üzerinde bir tek Alman kalmayıncaya kadar şarkı söylemeyeceğini açıklama cesaretini gösterdi. O günlerde Charles de Gaulle adında genç bir albay İngiltere’den bir direniş örgütlemeye çalışıyordu. Forces Françaises Libres adındaki hareketin halk desteği yüzde 2 civarındaydı. Bu insanların arasında Josephine ile Abtey de vardı. Böylece ikilinin Portekiz, Fas gibi ülkelerde yaşadığı dönem başladı. Josephine, bütün Kuzey Afrika cephesinde moral geceleri düzenledi. Muharebenin şiddetle devam ettiği yerlere gitmekten çekinmedi. Savaş sonunda Fransa hava kuvvetleri tarafından kendisine asteğmen rütbesi verilecekti. O günden sonra üniforması en sevdiği kıyafeti olacaktı.

Les Milandes’da çiftlik işlerinde, 1938

İsimleri neonlarla yazılan inekler

Ekim 1944’te Paris’e döndü. Savaşın bitmesine yedi ay vardı. Ancak herkes zafer havasına bürünmüştü. Sokaklarsa hiç tekin değildi. Nazilerle ilişkisi olduğu düşünülen kızların saçları kazınıyor, işbirliği yapanlar “kaza”lara uğruyordu. Naziler için çalan müzisyenler kendilerini aklamaya çalışırlarken, Josephine her yerde kahraman olarak karşılanıyordu. Daha sonra Legion dhonneur nişanıyla da onurlanacaktı. Jo Bouillon’un şefliğini yaptığı orkestrayla sahne almaya başladı. Jo da Nazi işgaline direniş göstermeyenlerdendi. Orkestrası işgal boyunca Paris’te çalmaya devam etmişti. Ancak Baker’ın dostluğu geçmişini unutturdu. İkili evlendikten sonra Meksika’ya ve ABD’ye gitti. Ve yeni kıtayı değişmemiş buldular. Beraber olan birer beyaz ve siyah insan olarak otellerde zorlukla oda buldular. Josephine, France Soir’ın editörüne telefon açarak ırkçılığa karşı verilecek büyük bir savaş olduğunu, işinin henüz yeni başladığını söyledi. Irkçılığın boyutlarının arttığını görüyordu, “köpekler, Yahudiler ve zenciler giremez” tabelaları her yerdeydi. Josephine’in siyahlara yasak olan şeyleri çekinmeden yaptığınınsa –kadınlar tuvaletini kullanmak, halk çeşmelerinden su içmek gibi– pek çok tanığı vardı. Bu gezisi sırasında tamamı siyah öğrencilerden oluşan Fisk Üniversitesi’nde “Kuzey Afrika ve Fransa’da Irkların Eşitliği” adında bir konuşma da yaptı; öğrencilere eşitliğin nasıl bir şey olduğunu görebilmeleri için buraları ziyaret etmelerini önerdi.

Küçük ailesine Gökkuşağı Kabilesi ismini taktı. Dünyaya farklı ırkların nasıl bir arada barış içinde yaşayacaklarını ispat etmek istiyordu. Kız, erkek, siyah, beyaz, Uzakdoğulu, Kızılderili, Hindu, Yahudi, Katolik, Müslüman… 12 çocuğu vardı.

Aynı günlerde Les Milandes’daki turist merkezinin inşa çalışmaları da başladı. İçinde otel ve restoranların, spor sahalarının, küçük bir fabrikanın olduğu kompleksin en ilginç binası, Josephine’in mumdan heykellerinin olduğu müzeydi. Etrafı inekler, domuzlar, köpekler, tavuklar ve Josephine’e “sahne günlerini hatırlatan tek şey” olan tavus kuşları sarmıştı. İneklerin bölmelerinin üzerinde neonlarla adları yazılmıştı: Jeannette, Rosette… Josephine emekliliğini geçirmeyi planladığı “modern çiftlik”! ile gurur duyuyordu. Fakat çiflik yürütmek kolay değildi. Yılbaşında toplamak için domatesleri ekimde ektirmek gibi korkunç sonuçlar veren istekleri oluyordu. Tavukları istedikleri yere yumurtlamaları için serbest bırakmış, bu iş için sebze bahçesini seçen hayvanların toplanamayan yumurtalarından üreyen haşarat bahçeyi mahvetmişti.

“Gökkuşağı Kabilesi”yle

Neyse ki yurtdışı turneleri gayet iyi gidiyordu. Miami’den bir teklif aldı. İçeride siyah müşterileri görmediği müddetçe sahne alamayacağı konusunda ısrar edince, otelin sahipleri tarihlerinde ilk kez siyahları da almayı kabul ettiler. Yıl 1951’di ve Josephine 27 yıl aradan sonra ABD’de istediği başarıya ulaşmıştı. Warner Brothers kendisiyle bir anlaşma yaptı ve filme aldıkları şovu ülke çapında gösterime soktu. Ülkenin en ırkçı kentlerinden biri olan Vegas’ta da şov yapıyordu. Bu kentte, Sammy Davis Jr. gibi bir yıldız bile şarkı söylediği otellerde kalıp yemek yiyemiyorken, Josephine en az altı masanın NAACP (The National Association for the Advancement of Coloured People / Renkli Halkın İlerlemesi İçin Ulusal Birlik) tarafından gönderilecek işadamlarına ayrılmasını şart koşuyordu. Georgia – Atlanta’da kaydını yapmayan otelleri şikâyet edince, Klu Klux Klan’dan tehditler almaya başladı. NAACP, 20 Mayıs 1951’i Josephine Baker Günü ilan etti. O gün Amerika turunu bitiren Baker’ı Harlem’de 100 bin kişi karşıladı. Nobel barış ödülü sahibi, Amerika’nın en etkili siyahı Dr. Ralphe Bunche, NAACP’nin ödülünü kendi elleriyle Baker’a verdi. Ancak hızı kesilecekti. New York’un meşhur gece kulüplerinden birinde ona servis yapılmayınca hem de –kulüp sahibinin mekânında siyahları istemediğini bilen garsonlar siparişleri çok ağırdan alıyorlar, hatta mevcudun tükendiği gerekçesiyle getirmiyorlardı. O gece ünlü dedikodu yazarı Walter Winchell de oradaydı. Josephine gecenin sonunda olanlar sebebiyle haksız yere Winchell’i de suçlayınca, onun meşhur “kara listesine” girdi. Winchell, Baker’ı karalayıcı yazılara başladı böylece. Mussolini hakkındaki açıklamasını büyüttü de büyüttü, sanki bir Nazi sempatizanıydı. Baker, Winchell hakkında tazminat davası açtıysa da, sonuç alamadı. Ve siyahlar bile Baker’ın karşısında yer aldılar.

Bunun üzerine ABD’den uzaklaşma kararı aldı. Meksika’da bir konser verdi, Havana’da Fidel Castro’yla tanıştı. İleride komünistlikle suçlanınca “kardeşliğe inanan kim varsa bununla suçlanıyor” diyecekti. Turnesi sırasında duraklardan biri de Arjantin’di. Devlet başkanı Juan Peron eşi Eva Peron’u yeni kaybetmişti, yastaydı. Evita hayattayken halkın iyilik meleği rolü oynarken, diğer yandan Paris modasına ve mücevher koleksiyonuna binlerce dolar harcamaktan sakınmamıştı. Josephine, Evita mitinden etkilenmişti. Peron da onun kendine karısını hatırlatan güçlü kişiliğinden –Evita da şarkıcı olma hayalleri içindeydi. Oysa bir Mussolini hayranı olarak Juan Peron, ülkeyi bir polis devleti olarak yönetiyor, Nazi kaçaklara kucak açıyordu. Josephine ise ABD nefreti yüzünden başkanı kendisiyle aynı saflarda görüyor, Arjantin’i bir “aydınlanma demokrasisi” olarak tanımlıyor, “Peron gibi insanları yarattığı için” tanrıya şükrettiğini söylüyordu. Açıklamaları yüzünden ABD’ye geri dönemeyeceği yönündeki haberlere gülüp geçiyordu: “ABD tarafından yasaklanmak onurdur!” Ancak Arjantin’de vakit geçirdikçe bazı gerçeklerin farkına varmaya başladı. Gerçek bir halk hastanesi görmesiyle de sabrı taştı. Artık onun için ne kuzeyiyle ne de güneyiyle Amerika vardı. Tek istediği Fransa’ya dönmekti.

Gökkuşağı Kabilesi

Artık tüm vaktini ziyaretçileri gittikçe çoğalan Les Milandes’da geçiriyordu. Konserleri her zamankinden daha başarılı geçiyordu. Ama bir eksiklik vardı. Anne olmak istiyordu. O parlak fikir o günlerde aklına geldi. Madem kendisi doğuramıyordu, evlat edinecekti. Hem de farklı dinlerden ve ırklardan dört çocuğu. Neredeyse tüm dünyayı dolaştı. Zor durumdaki aileleri çocuklarını kendilerine vermeleri için ikna etti. Küçük ailesine Gökkuşağı Kabilesi ismini taktı. Dünyaya farklı ırkların nasıl bir arada barış içinde yaşayacaklarını ispat etmek istiyordu. Ancak evlat edinme istediği kısa zamanda hırsı haline dönüştü. Çocukları elde etmek için tüm yolları deniyordu. 1959’da Venezüella’da, kısa süre de olsa, çocuk kaçırma suçundan tutuklandı. Kız, erkek, siyah, beyaz, Uzakdoğulu, Kızılderili, Hindu, Yahudi, Katolik, Müslüman… 11 çocuğu vardı artık. Onların masraflarını karşılamak için gittikçe daha fazla çalışıyordu. Jo’nun çocuklarla yakınlığını bile kıskanmaya başladı. Çoğu zaman sinirliydi. Çalışanları ona saygı da, sevgi de duymuyorlardı artık –zengin hanımlarından çalmakta tereddüt etmediler. Etraftaki arazileri satın almaya çalışması da komşularının nefretini kazanmaktan başka işe yaramadı. Jo’nun onu terketmesi kötü günlerin başlangıcıydı. Dost olarak kalmayı başardılar, ama artık çiftliği idare edecek kimse yoktu. Josephine 12. ve son çocuğunu 1962’de evlat edindi. Fransa’da doğmuş, Faslı küçük bir kızdı bu. Bir sonraki sene, Les Milandes’ın 10. yaşını borca batmış halde kutladılar. Josephine ise yazılacağını söylediği biyografisiyle alacaklılarından daha çok meşguldü, mücevherlerini satarak onları susturuyordu nasıl olsa. “Yaşamı tek bir kitaba sığmayacak kadar” dolu geçmişti. Üç siyah yazarın yazdığı üç cilt hayal ediyordu. “Çocukluk Yılları”nı ünlü şair Langston Hughes kaleme alacaktı. İkinci cilt “Devrimci Yıllar”ın yazarıysa James Baldwin olabilirdi. Ancak proje hayata geçmedi.

1963’te NAACP’nin düzenlediği Washington’daki büyük yürüyüşe üniformasıyla katıldı. Konuşmacılarla aynı platformdaydı. Ama Martin Luther King’in “bir rüyam var” dediği o ünlü konuşmasını yeterince iyi bulmamıştı: “Ben çok daha iyisini yapardım.

Geçen yıllarda mali sıkıntısı devam etti. Alacaklılar gittikçe daha çok sıkıştırıyordu. Bir de “gökkuşağı kabilesi”ndeki çatlaklar vardı. Jean-Claude’un, bir beyaz olarak, pis, tembel ve aptal olan siyahlardan üstün olduğunu söylemesi resmen yüreğine indi. Oğlanların saçlarını uzatmasına, De Gaulle’den hoşlanmamalarına da çok bozuluyordu. Ünlü ve güçlü dostlarının yardımlarına rağmen Les Milandes satıldı. Ancak araziyi terketmemekte ısrar etti. 1969’un 12 Mart’ında evin yeni sahipleri yaka paça dışarı attılar onu. Gün boyu yalınayak kapıda oturdu Josephine. Bu zor günlerde imdadına yetişen Monaco prensi Rainier ile eşi Grace Kelly oldular. Ona ve çocuklara, Monaco’nun en güzel yerinde, küçük de olsa bir ev tahsis edildi. Hayatının geri kalanını da öncesi kadar hızlı geçirdi Josephine. Kendisini Nobel barış ödülüne aday göstermek isteyenleri reddetti. Bu onun için “gereğinden büyük bir onurdu ve aslında ödül dünya barışına emeği geçen tüm insanlar arasında eşit olarak paylaştırılmalı”ydı. Son konserinde, Sophia Loren, Jeanne Moreau, Alain Delon, Mick Jagger vardı. Sahneden indiğinde çok neşeliydi. Herkese kendisini 17’sinde hissettiğini söyleyip durdu. Ertesi gün akşama doğruysa fenalaştı; o günün sabahı hayata gözlerini yumduğunda tak­vimler 12 Nisan 1975’i gösteriyordu. Savaş kahramanıydı. Paris’te büyük bir askeri tören düzenlendi. Ama cenazesi, altı ay mezarlıkta yer açılması için bir mozolede bekledikten sonra, Monaco’da toprağa verildi.

Son konserinde izleyicilerine “bayanlar baylar, iyi geceler” demişti: “Buona sera, buenos noches, shalom, shalom, ciao, ciao…” Bildiği tüm dillerde “ elveda”… Rüyası, tüm farklı insanların, ağzından çıkan o farklı veda sözcükleri gibi bir arada olabilmesiydi. Ne yazık ki, hâlâ gerçekleşemedi.

Express, sayı 62, Haziran 2006

^