On küsur yıl önce, bir kitabınızda, “bizim şimdimiz ne başlamaya ne de sona ermeye karar verebiliyor” diyordunuz. Filistinlilerin bugün, “şimdi”si nasıl?
Mahmud Derviş: Ulusal kurtuluş hareketi ile gerçekleşmeyen bir devlet vaadi arasında asılı kalan bir ara dönemden sonra, bir “hemen hemen”ler kampında hareketsiz kalakaldık: Hemen hemen bir otoriteye sahibiz, hemen hemen bir bakanlığa, hemen hemen bir işgale… Ve aynı zamanda hiçbir şeyimiz yok. Bugün yaşanmakta olanların temeldeki nedenleri hiç şüphesiz siyasal, bütün bir halk hapsedilmiş durumda, hapishanenin gardiyanlarıysa, büyük bir gerilim olduğunda, kendi aralarında mücadele eden, farklılıklarının, sınırlarının üstüne giden mahkûmları seyrediyorlar… Aynı zamanda, iç siyasal ayrımların ötesinde, insanları işgalle savaşacakları yerde kardeşleriyle savaşmaya iten derin ve çözümlenmemiş bir şey de var. Oslo antlaşmalarının büyük bir uçurum yarattığını ve bu uçurumun dibine düştüğümüzü fark ettik, ama henüz tam olarak farkına varmadığımız bir şey daha var: Bugünkü konumumuz ne, bütün girişimlerimize kulak tıkayan İsrail’in yarattığı hayal kırıklığı derinlerde nasıl bir etki uyandırıyor? İsrail antlaşmalara imza atıyor, ama bunlara uymuyor. Duvar çekmek istiyor, duvarı inşa ediyor; bütün Arap ülkeleri ilişkileri normalleştirme seferberliğine girdiğinde dahi, barış hâlâ mânâsız ve geçersiz kalmaya devam ediyor.
Hapishanede, şiirsel bir bakış açısıyla, celladımı bir mahpus olarak görüyordum ve kendimi ondan daha özgür buluyordum, çünkü ben sadece özgürlüğümden mahrumdum, ama kendi içimde bir başkasını görebilme melekesinden değil. Düşmanın birçok maskesi var, ortak özelliklere sahibiz, bu karmaşık insani şartlarda, roller pekâlâ değişebilir. Ama ben, düşmanımın benim için seçtiği imajı üstlenmek istemiyorum.
Ve bütün bu süre içinde, dünyanın gözünde Filistinlinin imgesi değişti: Eskiden, Filistinli özgürlük yandaşıydı; bugünse Kuzey Amerika ve İsrail medyası ona bir terörist kıyafeti biçti, bu Filistinlinin suratına fırlatılan ve kendisini de öyle kabul edip tanımak zorunda kaldığı bir maske oldu… Bütün dünya, temeldeki sorunu unuttu: Bir halk tam kırk yıldır işgal altında yaşıyor ve hiç de olağanüstü bir şey istemiyor, tek istediği tarihi topraklarının sadece yüzde 22’si. Ama bunlar dünyaya sıkıcı geliyor ve bizim, işgal ve kuşatma altındaki insanlar olarak, takatimizin ve sabrımızın sonuna gelmiş olabileceğimizi, onca bastırılmış ve hayal kırıklığına uğramış enerjinin için için patlayabileceğini dert etmiyorlar. Bütün dünya nefret üretiyor, ama anti-semitizmle suçlanma kaygısıyla İsrail’i suçlamaya yanaşmıyor. Böylece, İsrail, baskı yapan, zulmeden bir devlet yerine, her tür yasanın ötesinde, etik bir değer haline geliyor: İsrail artık tarihi değil, tanrısal bir fenomen. Dolayısıyla, barış adamı muamelesi gören Peres de pekâlâ kolonilerin sadece İsrailli yerleşim alanları olduğunu rahat rahat söyleyebiliyor. Siyasal dil, İsrail’in istek ve iradesi doğrultusunda kategorik olarak değişti, işgal artık telaffuz edilemez ve anlaşılamaz bir kelime oldu. Geri dönüş hakkı, İsrail’in belirlediği çerçevede yasak bir söz. Ama bu arada, sığınmacıların sayısı gün geçtikçe artıyor, durumlarıysa gittikçe kötüleşiyor. Geri dönüş hakkı, bir tek iki bin yıldır bunu bekleyen Yahudi diasporasına özel bir hakmış gibi sanki. Elli-altmış yıl önce topraklarından kovulanlarınsa tek bir hakkı var: Göç etmek. Bu süre içinde, her sene, kamplara gittiğimde ya da her televizyonu açtığımda, hep aynı görüntüyü görüyorum: Üç-beş eşyasını ve çocuklarını kucaklamış Filistinli bir kadın, Refah, Gazze ya da Lübnan kampından kaçıyor. Onu bağırırken, ellerini gökyüzüne, tanrıya uzatırken görüyorum, ama yukarıdan cevap gelmiyor. Bu kadın vaktiyle benim annemdi, sonra kızkardeşim oldu, bugünse kızım olabilir.
1948’deki trajik olaylardan bir sene sonra babanız Filistin’e döndü ve evinin İsrailli “yerleşimciler” tarafından işgal edildiğini gördü. Bunun üzerine Deir el-Asad köyüne yerleşti ve bir anlamda “kendi vatanında sığınmacı” olarak yaşamını sürdürdü. Şiirinize de damgasını vuran bu vatanından edilmişlik duygusu size belki de önce ondan sirayet etti… Filistin Kurtuluş Örgütü yöneticisiyken, özellikle de geri dönüş konusunda başarısızlığa uğrayan Oslo antlaşmalarına karşı çıkmıştınız. Sizce bugün de müzakerenin önünde en büyük engel bu konu mu?
Barışın önündeki en büyük engel, İsrail’in arzu ettiği gibi sığınmacılar meselesi değil. Bu sorun, koloniler sorunundan çok daha kolay çözülebilir. Bütün sığınmacıların geri dönmesini kimse talep etmiyor artık, sığınmacıların kendileri de Filistin’e kitlesel bir dönüş arzusunda değil. Bu eskidendi. Söz konusu olan, bir ilkenin yeniden doğrulanması.
Irak’ta bir sivil öldürüldüğünde, hakikaten içim dönüyor. Peki ama, bir pilot binlerce insanı imha ettiğinde niye insanların benzer bir tiksinti ve isyan duyduğunu göremiyorum? Bir cürüm sofistike araçlarla işlenmişse, yok mu sayılıyor? Bir Amerikalı gazeteciyi kaçırmak suç, ama bir ülkenin tamamını ortadan kaldırmak suç değil mi?
Niçin iki bin yıl önce giden Yahudiler geri dönebiliyor da, 48 yıl önce kovulan Filistinliler aynı şeyi yapamıyor?
İsrail geri çekilseydi, Hizbullah’ın silaha, silahlanmaya ihtiyacı olmazdı. Eğer İsrail Filistin direnişiyle karşılaşmak istemiyorsa, 1967 sınırlarının gerisine çekilmesi gerekiyor. Araplarla barış yapmak istiyorsa, Golan’dan çekilmesi gerekiyor. Ramallah’da ve Gazze’de hâlâ ne işi var? Filistinlilerin tek istediği tarihi ulusal topraklarının yüzde 22’sinden ibaret; bize en azından bunu tanısalardı, Ortadoğu’nun bütün sorunları sona erebilirdi. İsrailliler Güney Afrika’daki beyazlar gibi, bizse siyahlarız. Biz siyah olmayı kabul ettik, ama bu da yetmiyor: Onlara göre, ne beyaz ne de siyah olabiliriz. Peki ne istiyorlar? Benim vardığım tek sonuç şu: İsrailliler barış için yeterince olgun değiller, barıştan korkuyorlar. Eğer İsrail o kadar güçlü bir devletse, güçsüzden özür diler ve birkaç bin sığınmacının dönüşünü kabul eder. Niçin böyle yapmıyorlar da dışarıdan gelen yerleşimcileri teşvik etmeye devam ediyorlar? Saf bir Yahudi devleti mi istiyorlar? Arapların yaşadığı topraklardan çekilerek bunu yapabilirlerdi. Niçin Batı Şeria’daki 2 milyon Filistinliye zulmediyorlar? Geri çekilirlerse, Arapların olmadığı, saf, katışıksız bir Yahudi devletleri olur. Hakikatse, en başından beri, İsrail hiçbir zaman saf olmadı, çünkü hep Arap topluluğu vardı. Demografik bir tehlikeden söz ediyorlar. İki şekilde çözülebilir bir sorun bu: Ya Filistinlilerin haklarını tanıyarak, bizimle barışarak ve iyi komşular olarak yaşayarak, ya da en başından beri bir buçuk milyon kadar Yahudinin yaşadığı bütün bir Arap kıtasını bir atom bombasıyla yok ederek…
İsraillilerin bir güvenlik saplantısı var. Bu bence iki tür korkuya bağlı: Biri, meşru ve anlaşılabilir, Avrupalıların yaşattığı mağduriyetten kaynaklanıyor. Fakat, bundan ötürü, kısmen Filistinliler üzerinden tazmin edildiler. Ve Avrupa’nın yaşadığı suçluluk duygusuna yaslanarak İsrail ahlâki, ekonomik ve askeri düzeyde sonsuz bir kredi kullanıyor. Öyle ki, bugün İsrail politikalarını eleştirmek anti-semitizmle eşdeğer görülüyor. Fakat, bir de ikinci tür bir korku var ki, onu yeni bir Freud da gelse çözemeyiz: Bu, bize karşı işlediklerinin korkusu. Ama biz bazı haklarımızı tanıdıkları anda unutmaya ve affetmeye hazırız. Nefret ve hınç ebedi değildir, eğer kurbanın zararı tazmin edilirse.
Filistin davasına destek veren, sempati duyan ülkelerde bile son yıllarda Filistinlilerin algılanışının değişmesini, mağdurdan terörist barbarlara dönüşmesini nasıl yorumluyorsunuz?
İsrailliler bütün tarih boyunca mağdur rolünü tekellerine almak istiyorlar, başka kimsenin bu durumda olmasına tahammülleri yok. Bush bile terörizmin kurbanı olmaktan bahsediyor. Nasıl oluyorsa, kurban Irak ve Afganistan’ı işgal ediyor, bütün dünyayı terörize ediyor ve hatta Avrupa’nın –eskisi kadar bağımsız olmayan bir Avrupa’nın– siyasal hegemonyasını ele geçiriyor? Ben kurban rolüne meraklı değilim. Cellatla kurban arasında bir üçüncü yol da var: Normal bir insan olmak. İsrailliler normal bir devlet olmak istemiyorlar, çünkü öyle olurlarsa, ayırt edici özelliklerini ve ülke içindeki birliklerini kaybedebilirler. Normal hayat, İsrail toplumunun tabiatına dair sorunları açığa çıkarabilir.
İsrail’in son Lübnan saldırısını pek çok kişi Bush’un tasarımı Büyük Ortadoğu projesi çerçevesinde, “Şii yükselişi”ne karşı daha geniş bir saldırı harekâtının ilk işareti olarak yorumladı…
Amerikalıların kendileri şu Büyük Ortadoğu’nun tanımını biliyorlar mı, çok merak ediyorum. İki yıl kadar önce, Şimon Peres’in de paylaştığı Yeni Ortadoğu’dan söz ediyorlardı. Hepimiz yeni bir Ortadoğu istiyoruz, yeni bir Arap dünyası, işgalsiz, diktatörsüz, yoksulluğun, okuma-yazma bilmeyenlerin kalmadığı, gerilimin ve savaşın olmadığı bir Ortadoğu istiyoruz, hepimizin istediği bu. Ama Bush’un ne istediğini anlayamıyorum. Sözlerinin anlamını anlayamıyorum ama, eylemlerinin ne anlama geldiğini anlıyorum. Irak’ı yerle bir ettiğini görüyorum, eski diktatörlüğün gölgesinde bile Sünnilerle Şiiler arasında, Kürtlerle Araplar arasında savaş yoktu, şimdiyse her köşe başında bir devlet projesi yapılıyor. Yeni Ortadoğu eğer Irak modelini izleyecekse, bu hiç de yeni değil, tersine çok eski olacaktır: Mağara devrinden, yurttaşlık ve insan hakları kavramlarının daha ortaya çıkmadığı devirden kalma, barbar bir Ortadoğu. Yeni bir Amerikan rejimiyle karşı karşıyayız: Köktenci, şiddetli ideolojik, aşırı sağ politikaları eyleme koyan ve Amerikan İmparatorluğu fikrine inanan bir rejim. Kendi yurttaşlarına karşı da vahşi bir rejim. Bush dünyayı uçuruma doğru sürüklüyor, fakat mükemmel bir şekilde başardığı bir şey oldu: Ortadoğu’daki aşırılıkları güçlendirdi, bizi “medeniyetler çatışması”na sürükleyebilecek bu aşırılıklar arası savaştan o sorumlu.
İsraillilerin bir güvenlik saplantısı var. Bu bence iki tür korkuya bağlı: Biri, meşru ve anlaşılabilir, Avrupalıların yaşattığı mağduriyetten kaynaklanıyor. Fakat, bir de ikinci tür bir korku var ki, onu yeni bir Freud da gelse çözemeyiz: Bu, bize karşı işlediklerinin korkusu.
Konuşmalarınızda asimetrik savaş ve suç kavramı üzerinde çok duruyorsunuz…
Irak’ta bir sivil öldürüldüğünde, hakikaten içim dönüyor. Peki ama, bir pilot binlerce insanı imha ettiğinde ya da Kana’daki gibi bir katliamda, niye insanların benzer bir tiksinti ve isyan duyduğunu göremiyorum? Pilot bir düğmeye basıyor ve on dakika sonra belki de evinde, çocuklarıyla oyun oynuyor ve başkalarının yakınlarını öldürdüğünü görmüyor. Bir cürüm sofistike araçlarla işlenmişse, yok mu sayılıyor? Bir Amerikalı gazeteciyi kaçırmak suç, ama bir ülkenin tamamını ortadan kaldırmak suç değil mi? Muğlak, kaçamak davranmak istemiyorum, Irak’ta gazetecilerin kaçırılmalarını savunmuyorum, ama suç, cürüm kavramlarını tanımlamak gerekiyor. Cürüm ne kadar büyükse, o kadar temiz oluyor. Filistinlilerin öldürülmelerine dair haberler meteoroloji bültenlerine benziyor. Her gün ortalama beş şehit oluyor, kontrol noktalarında ve duvarın dibinde insanlar ölüyor. Ama öldürülme rutin hale gelince, kimse öfkelenmiyor, isyan etmiyor; ıstırap sıkıcı bir şey oluyor, dayanışma da öyle. Dünya Berlin Duvarı’nın yıkılışını kutladı, ki aslında küçük bir duvardı; aynı dünya nasıl oluyor da İsraillilerin Filistinlilerin çevresine inşa ettikleri 600 kilometrelik duvarı kabul edebiliyor? Bütün dünya Güney Afrika’daki apartheid rejiminin düşüşünü kutladı; İsrail’in şimdi aynı rejimi Filistinlilere uygulamasına ne deniyor?
Bizler sadece işgal altında yaşamıyoruz, işgal altında hapishanede, hücrelerde yaşıyoruz. Hastaneye kadar gidemedikleri için kaç kişinin kontrol noktalarında öldüğünü biliyor musunuz? Ya kaç kadının çocuğunu kontrol noktalarında doğurduğunu? Bütün bunlar hınç ve nefreti körüklüyor, insanları canavarlara dönüştürüyor. Buna rağmen, biz, İsraillilerle yaşamaya hazırız, tek yapacakları asgari bir bedel ödemek: Gazze ve Batı Şeria’da bir Filistin devletinin varlığını tanımak.
Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yöneticilerindendiniz, şiiri seçtikten sonra da halkınızın davasını canla başla savunmaya devam ettiniz. Siyasete dönmeyi düşünmüyor musunuz?
Hiçbir Filistin yurttaşı siyasetten tamamen vazgeçtiğini söyleyemez. Ama uzun bir süredir, benim Filistin siyasal hayatında resmi bir konumum yok. Resmi konum benim açımdan bir yük teşkil ediyordu, acı veren bir yarılma yaşıyordum. Gündüz yöneticilik, gece şairlik yapmayı beceremiyordum. Şiir kendi umutsuzluğunu açığa vurabilmeli, şemaların ve klişelerin dışında kendi yolunu çizebilmeli. Bugün, Arap dünyasında siyasal panorama çok değişti ve yoksullaştı, büyük referanslar ve paradigmalar kalmadı, hakiki siyasal diyalektik, ötekinin görüşlerine gerçek saygı, ötekini masumane dinleme kalmadı artık. Fazla katılığın içinde ezildik; farklı siyasal görüşleri dile getirenler hain muamelesi görebiliyor. Dinibütünlerle hemfikir olmayan azılı imansız, bazı entelektüellerle hemfikir olmayan, saçmalık düşkünü görülebiliyor… Dolayısıyla, fuzuli tartışmalardan kaçınıyorum, halkımın ruhunu, bağlarını, gücünü, haklılığını anlatmakla yetiniyorum ve kendim için umut icat etmeye çalışıyorum.
Siz bütün sınırları yaşadınız: Ölüm, kaçış, sürgün, hapishane… Böyle bir tecrübe şairi, şiiri nasıl etkiliyor?
Hakiki şiir, içsel, mahrem tecrübeye kolektif tecrübenin sızdığı kendine has bir kimyasal karışımdır. Şiir gerçekliğin daha tahammül edilebilir olması için metaforlara gerek duyar ve metaforlar sunar. Hapishanedeyken, şiirsel bir bakış açısıyla, celladımı bir mahpus olarak görüyordum ve kendimi ondan daha özgür buluyordum, çünkü ben sadece özgürlüğümden mahrumdum, ama kendi içimde bir başkasını görebilme melekesinden değil. Bugün de fikrim değişmedi. Düşmanın birçok maskesi var, ortak özelliklere sahibiz, bu karmaşık insani şartlarda, roller pekâlâ değişebilir. Ama ben, düşmanımın benim için seçtiği imajı üstlenmek istemiyorum. Ben kaybedenlerin safını seçtim, kendimi Troyalı bir şair gibi hissediyorum…
Şiirle ilişkim zaman içinde değişikliğe uğradı. Çok ağır koşullarda yaşayan Filistinliler şairden, Filistin’de her gün meydana gelen trajik olayların vakanüvisi olmasını bekliyorlar. Ama şiirin dili gazetenin ya da televizyonunkiyle aynı olamaz, hatta dünyayı gözlemleyebilmek için kıyıda durması, onu bir ayrıntının süzgecinden geçirmesi gerekir. Şiir şaşırtmalı, hayrete düşürmeli, anlamı ilk defa keşfeden bir çocuğun gözüyle bir kediden ya da bir çölden söz edebilmeli. Bence şairler savaşı reddetmek için savaşın dilini kullanmamalı. Bir şiir ne kadar güçlü, ne kadar etkili olursa olsun, bir uçağı düşüremez, ama pilotun zihniyetine etki edebilir. Dolayısıyla, şair olayların evrensel yanlarını, insani boyutlarını aramalıdır. Savaşın kurbanının hayatının mahremiyetine girebilmelidir. İşgalden nefret ediyorum, ama her gün şiir olarak bunu tekrarlayamam. Şiirin, kendi tarzında, hegemonyasız bir globalleşme kurduğunu düşünüyorum, çünkü şiirde merkez ve çevre yoktur, ne kuzey ne güney vardır; süper güçler olmadığı gibi, küçük ülkeler de yoktur. Şiir de müzik gibi her yerde patlar, tıpkı mantar gibi. Yüzyıllar boyunca Avrupa kendi kendine konuştu durdu, şimdi yorgun düşmüş ve doygunluğa ulaşmış görünüyor. Doğu Avrupa şiirinde bir arayışa yöneliyor, yeniden iştahını kazanmak için yoksulların edebiyatında bir arayışa yöneliyor. Dünyanın yoksullarıysa kendi edebiyatlarını geliştiriyorlar.
Express, sayı 87, Eylül 2008