Belgeselde pek çok müzik tarzına bir arada yer vermişsin. Dünyadaki başka şehirlerin de filmini çeksen, bu zenginliği ya da bu karmaşayı yakalayabilir miydin?
Fatih Akın: Düşünmem lâzım… Mesela Hamburg’da, Berlin’de de çok müzik kültürü var, ama onlar sadece Alman müzikleri değil. Türkler, Yunanlar, Araplar kendi müziğini getirmiş. Bir restoranda felafel yersin ve Arapça rai dinlersin, bir club’a gidersin ve London sound dinlersin. Berlin’in kendine ait müziğini görmezsin, birikmiş müzik kültürlerini görürsün… Sonuçta hepsi ayrı.
Birbiriyle yeterince etkileşim içinde olmadıklarını mı söylüyorsun?
Evet. Ama burada halk müziği, sanat müziği, arabesk, hiphop, rock falan, hepsi Türkçe. Çok yerler gezdim, bence İstanbul gibi bir şehri az yerde bulursun dünyada. Kendine ait olan, kendi yerinden, kendi halkından beslenen müzikler…
Aslında, Alexander Hacke’nin filmde söylediği gibi, “biz sadece üst tabakayı kaşıdık”. Derinine inmedik. Her şey bu değil ki. Orhan Gencebay’ın filmi seyrettikten sonra ilk söylediği şey: “Bu filmin aslında altı saat olması lâzım, çok şey eksik”.
Bunu ne zaman söyledi?
Bugün, direkt bunu söyledi. “Hocam, nasıl buldunuz?” dedim. “Gayet iyi, ama şunlar eksik, bunlar eksik” dedi. Adam haklı. 87 dakikada sadece bu kadarını katabildik.
Örnek verdi mi eksikliklere?
(düşünüyor) O anda biraz sarhoştum, yarısını anlayabildim. (gülüyor) Korolar eksik, azınlık kültürleri eksik gibisinden şeyler… Mesela Sefaradlara baksak, 1400’lerde müzik kültürünü İspanya’dan buraya getirmişler. Daha fazla para ve vakit olsaydı, aslında Hindistan’a da gitmek, İpek Yolu’nu takip etmek gerekiyordu belki, Roman müziklerini anlamak için. Türkiye gibi fazla yer yok, herkesin geçtiği bir köprü gibi. Haçlı seferleri olsun, Araplar olsun, Yunanlılar, Ermeniler olsun, herkes geçti buradan. Herkes bir şey bıraktı.
Filmde Siya Siyabend’den Bizon diyor ya, “müzikle bir şeyleri değiştireceğime inananlardan biriyim”, tamamen katılıyorum. Bu filmi yaparken çok şey öğrendim.
Bu zenginliğin kıymeti biliniyor mu sence? Müzeyyen Senar’la Ceza’nın CD’lerini evinde yan yana bulunduran kaç kişi vardır ki?
Ama bence hepsi buradan besleniyor. On bin sene önce Mezopotamyalılar burada müzik yaptılar, Türkler beş bin sene önce burada müzik yaptılar. Mesela Amerika dediğin 500 senelik bir şey sonuçta… Bugünkü Türkiye’nin siyasi haline baksak, müzik de bunun bir aynası…
Bunu belki biliyordum da, ifade edemiyordum. Filmde Siya Siyabend’den Bizon diyor ya, “müzikle bir şeyleri değiştireceğime inananlardan biriyim”, ben de buna tamamen katılıyorum. Bu filmi yaparken çok şey öğrendim. Mesela Mercan Dede’nin sufizm olayları… Sufizmin bir kaynağı Budizmden geliyor, Türkler müslüman olmadan evvel şamanlara takılıyorlardı, bir bölümü de Batı Çin’den gelen Budistlerdi. Müslüman olduktan sonra eskiden kalan felsefeleri saklamışlar. Zaten ben de Doğu felsefesi takılıyorum. Şu an çok moda. (gülüyor)
Türkiye’deki siyasetin bir aynası dedin, müzik için…
Burası bir mozaik bence. Faşistler “ne demek lan mozaik, burası mermer” diyebilir. Burası tamamen mozaik. Gündemdeki olaylara bakarsak, o kadar çok şey oldu ki filmi çektikten sonra: Bayrak olayları, Ermeni olayları, Orhan Pamuk olayları… Tam iyi tarafa giderken, birden böyle bir hassaslanma oluyor. Yugoslavya gibi olmaktan gerçekten korkuyorum. Sırp olsun, Boşnak olsun, Arnavut olsun, bir sürü Yugoslav arkadaşım var. Bu milliyetçi azınlık sorunları Yugoslavya’da yaşandı. Üstelik biz Avrupa’nın içerisinde bile değiliz. Savaş olan yerlere daha yakınız. Yugoslavya paramparça oldu ve yardıma gelmedi kimse. Herkes yenildi o savaşta. Yarın öbür gün bizim başımıza gelir diye korkuyorum…
Mesela Ermeni olayını ben çözemedim, olmuş mu, olmamış mı? Olduysa eğer, bir toplumun sansür mansür olmadan, kendi hikâyesini, kendi geçmişini eleştirmesi çok doğal bir şey. Bunu akıllı toplumlar yapar. Oliver Stone’un filmleri, hep Amerika’yla hesaplaşmadır. O yasak, bu yasak demekle, Orhan Pamuk’a sinirlenmekle olmaz…
Bence filmim bütün bunları da ifade ediyor. Çok naif bir şekilde “herkes herkesi sevsin” diyor Aynur. Ve ben bu filmi yaparken Aynur’un albümü bile yasaklanmış be! İnanamadım. Üzülüyorum tabii. Buraları sevdiğim için üzülüyorum.
Sen bu filmin cesur bir film olduğunu düşünüyor musun?
Yok.
Ama cesur bir film. Emin ol, çoğu kişi tehlikeli bir film olduğunu düşünecek, senin üstüne gelecektir.
Peki bu film kime bir kötülük edebilir, kime bir tehlike gelebilir bu filmden? Size bir geri soru.
Orhan Pamuk’a küfredenler, Kıbrıs’ı sattılar diye bağıranlar, bayrak yürüyüşü yapanlar… En büyük gazeteler, televizyonlar…
Yani vatan haini olabilirim.
“Vatan hainlerinin tuzağına düşmüş yönetmen” olabilirsin mesela.
Sonuçta, kim ne kadar vatan haini derse desin, değilim. Tabii ki böyle akıntılar var ve bu akıntılar kuvvetli. Ama çok basit bir şey var, annemden öğrendiğim. Annem de herhalde annesinden öğrendi, o da kendi annesinden: Sana düşman taş atarsa, ekmek atacaksın.
Tabii zor bir felsefe. Bunu hiç deneyemedik şimdiye kadar. Ne yaptık, silah attık birbirimize. Niye silah attık? Çünkü abi, silah satanlar böyle istedi de ondan. Bütün olay bu. Milliyetçilik aşırılaştığında faşist bir yere gelebiliyor. Çok salakça. Bu toprağa faşist olmadan da sahip çıkabilirsin. Diğerlerini severken de yapabilirsin bunu. Bunu sadece asker için demiyorum, PKK için de geçerli.
Çok naif bir şekilde “herkes herkesi sevsin” diyor Aynur. Ve ben bu filmi yaparken Aynur’un albümü yasaklanmış be! İnanamadım. Buraları sevdiğim için üzülüyorum.
Bu filmi sence Avrupa nasıl karşılayacak? Çünkü bu film onların klasik beklentisine, kafalarındaki kategoriye de uymuyor herhalde.
Büyük bir şaşırma var orada… Bu şaşırma, kıskanmaya kadar gidebilir. Benim film onlara diyor ki: “Bizim müzik kültürü sizinkinden zengin.” Belki onu bile demiyor. Diyor ki: “Bak, bizim burası böyle abi. Farklı bir şey, daha duygusal bir şey.” Bu film bir şehrin müziği, bir şehrin portresi aslında. Bu portre aynı zamanda Türkiye için geçerli.
Ne kadar önemli bir iş yaptığımızı filmi çekerken fark ettik. Film en önemli alanda gösterilecek. Mesela Cannes ilginç bir yer. Düşünsenize, Orhan Gencebay kendini Cannes’da ifade edecek. Bence büyük bir şaşırma olacak. Sonuçta küçük, bağımsız bir film. Ne kadar etkisi olur, bilmiyorum, ama iki-üç kafayı karıştırabilirsek, iki-üç kafayı kırabilirsek yeter.
Senin kafan da bu filmden sonra karıştı mı?
Kafam açıldı bu filmden sonra.
Başlarkenki Fatih Akın la, filmi bitirmiş Fatih Akın arasında nasıl bir fark var?
Daha olgun bir insan oldum. Belli bir sakinlik var üstümde. Bu bir sivilceyse eğer, Duvara Karşı’da sivilceyi patlattım. Bu film de pansuman gibi bir şey oldu. Açıldım, oh be, rahatladım. Duvara Karşı’dan sonra global bir merak yaratabildik. Bu Arjantin, Meksika için, Avrupa için, filmin oynadığı her yer için geçerli. Şimdi herkes merakla Türkiye’ye bakıyor. Bu filmin sırası şimdi. Bir dram, bir komedi her zaman yapabilirsin. Onlar kaçmıyor, ama bu kaçabiliyor.
Duvara Karşı’yla sana verilen şansı ilginç bir şekilde kullandın. Çok kişisel bir amaç için de kullanabilirdin. Ama spotları Türkiye’ye çevirdin.
Sonuçta siyasetle ilgilenen bir insanım. Der Spiegel okuyorum ve kızıyorum. Bir yorum yapıyorlar, belli bir bakışları var. Madem siz dergi olarak bu hakkınızı kullanıyorsunuz, ben de mademki sizin bakışınıza katılmıyorum, o zaman kendi bakışımı gösteririm. O yüzden bir belgesel çektim. Aslında jurnalistik bir iş oldu. Bana hâlâ soranlar oluyor Almanya’da: “Kendini daha fazla Türk olarak mı hissediyorsun, daha fazla Alman olarak mı?” Her filmden sonra soruyorlar ve hep farklı bir cevap veriyorum. Bu sefer ben aynı şeyi İstanbul’a sordum: Doğu musunuz, Batı mısınız? İstanbul bana dedi ki, “biz ne Doğuyuz ne Batıyız”. Yahut da “hem Doğuyuz hem Batıyız, ortada bir yeriz”.
Ya da şöyle dedi: “Bu sorudan bana ne!”
Evet, aynen böyle görüyorum. “Bana ne” dedi, “ikisiyim” dedi, “ikisinin ortasındayım” dedi. Bir şehirle kendini identification etmek, yani bir yazarla, bir artistle, bir insanla değil, bir şehirle bunu yapmak ilginç bir şey.
Geçenlerde bir İngiliz gazetesi sana “göçmen sineması mı yapıyorsun?” diye sormuş. Sen de “hayır, sinema yapıyorum” tarzında bir cevap vermişsin.
O çok eski kafalı bir kategori. Alman filmi ya da Türk filmi çekmiyorum, göçmen filmi çekmiyorum, film çekiyorum. Sonuçta hepimiz göçmeniz. İnsanlar varolduğundan beri A noktasından B noktasına gitmişler. Her Amerikan filminin de göçmen filmi olması lâzım o zaman. O bir kısıtlama, bir çerçeve. İfade etmek istediğim şeylere o çerçeve artık yetmiyor.
Almanya’da yaşayan Türk toplumundaki müzisyen camiası da filminde yansıttığın çeşitliliği barındırıyor mu? Bu filmin bir benzerini Almanya’da çekebilir miydin?
Yok.
Niye?
Uzak kalıyorlar buraya da ondan… Zannediyorum ki, çevrenin müziğe çok etkisi var. Sonuçta müzik, yaşadığın yerin koşullarını ifade ediyor. Almanya’daki Türklerin müzik dili farklı ve çok daha fakir. Bir tek belki hiphop’ta eşit bir çizgideyiz. Ceza burada ne yapıyorsa, Fuat ve Killa Hakan onu Berlin’de yapıyor.
Paris’te, Cezayirliler arasında, belki de Cezayir’dekinden daha canlı bir ortam var. Almanya niye Türkler için Paris olamadı? Rai gibi bir Türk müziği neden patlamadı?
Almanya Paris olmak istemedi de ondan. Almanya’nın kendi popüler müziği olamadığı için, Türkler beslenecek bir şey bulamadılar.
Almanya’da II. Dünya Savaşı ndan sonra kesilmiş, yok edilmiş bir müzik var. Birçok Alman rock grubu da, 60’larda, geçmişle bağı olmayan deneysel bir müziği sıfırdan yaratmaya koyuldular bu yüzden. Sonuçta marjinal kalsalar da, çok etkileyici bir müzik çıktı ortaya.
Doğru… Orada, kuvvetli edebiyatçılarımız, yazarlarımız var. Sinemada kuvvetli yönetmenlerimiz var. Çoğu da uluslararası alanlara geçmişler, festivallerde filmleri gösteriliyor. Çünkü iyi bir Alman edebiyatı geleneği var. İyi bir Alman sineması da var. Ama zengin ve popüler bir Alman müzik kültürü yok.
İstanbul’a sordum: Doğu musunuz, Batı mısınız? İstanbul bana dedi ki, “biz ne Doğuyuz ne Batıyız”. Yahut da hem Doğuyuz hem Batıyız, ortada bir yeriz”.
Can’in Ege Bamyası albümünü sever misin?
Tabii canım… Niye o ismi vermişler, öyküyü bilmiyorum. O plağı alanlar “Ege bam yaa sii” diye okuyorlar. (gülüyor) Bundan beş-altı sene önce, ilk defa o plağı gördüğümde, “bu Türk malı” dedim arkadaşlarıma, “bu kavanozu Türk bakkallardan alabilirsiniz”. Şaşırdılar… Can aslında illüzyon yaratmış. Alexander Hacke buraya geldiğinde, Maltepe’ye, Baba Zula’nın stüdyosuna gittik ve orada Can’in davulcusu Jaki Leibezeit’le karşılaştık. Onlar burayı hep biliyorlardı zannediyorum. Erkin Koray’ı filan da dinliyorlardı…
Almanya’da bir yerde bir Alman halk müziği çalsın, hepimiz kulaklarımızı kapatırız, eve kaçarız. Babaanneler falan bira içerler o müzikle. İçip kafayı bulduğun zaman o müzikte bir şey göremezsin, ama bizim fasılda çok şey bulursun. Yeteri kadar kafayı bulduktan sonra, fasıl bana caz gibi derin geliyor.
Sen normal bir günün 24 saatinde filmindeki kadar çeşitli tarzlarda müzik dinler misin?
Dönemlerim oluyor. Radyoda bir U2 yakalıyorum, bir hafta U2 dinliyorum mesela. Einstürzende Neubaten dönemim oluyor, iki hafta onu dinliyorum. Genellikle siyah müzik DJ’liği yapıyorum, siyah müzik piyasalarını takip etmeye çalışıyorum, plak dükkânlarında zaman geçiriyorum. Ama Türk müzikleri bu arada hep var hayatımda. DJ olarak çalarken, bazen bir geçiş yapabiliyorum.
Siyah müzikten aldığın hazzı tarif etsene biraz.
Kafa sallamak. En rahat müzik, hiçbir yanlış yapamazsın gibi geliyor bana. Kafayı salladığın anda, –biz ona kopfnickerbeat (kafa sallama beat’i) diyoruz– kendiliğinden hareket etmeye başlıyorsun… Romanlar da zenciler gibi. Selim Sesler’in yaptığı şey resmen free caz. Orhan Gencebay, Arif Sağ ya da Neşet Ertaş sazı çaldığı anda, ben B.B. King duyuyorum. Yıldız Tilbe’nin türkü albümüyle kafayı sallamaya başladığım anda, bazen türküyü dub’a benzetiyorum…
Bu film müziği albümü tutulursa, hemen arkasına bir remiks albüm planlıyoruz. Afrika Bambaata’yı tanıyan New Yorklu tanıdıklar var. Onlar söylesin, Afrika Bambaata da Orhan Gencebay remiksi yapsın mesela. Hacke’nin bir tanıdığı var, Wu-Tang’dekileri tanıyor. Wu-Tang, Müzeyyen Senar’ın remiksini yapsa. Böyle düşüncelerimiz var.
Keşanlılardan biri “Cenabı Rabbim herkesi Roman yaratsın” diyor filmde.
(gülüyor) Ben buna katılıyorum. Herkes oynasın her sabah…
“Bir taraftan Zeki Müren dinledik, bir taraftan Pink Floyd dinledik, ikisi de iyi gelmedi, ama sonunda ortasını bulduk.” Bu da filmde geçen cümle.
Filmde geçen her cümle sanki benim cümlem olabilir gibi hissediyorum. Bu cümle de öyle. Fassbinder’lerle, Yılmaz Güney’lerle büyüdüm, ne ona ne ona ait gördüm kendimi. Onları birleştirdim, yeni bir şey yaratmaya çalıştım… Mesela Replikas “burdaki müziğin farkına varmamız için 19-20 yaşlarına gelmemiz gerekti” diyor filmde. Ben de Türk müziğini ya da Türk sinemasını beş-altı sene evvel yavaş yavaş keşfetmeye başladım.
Bir de duvar yazısı var: “No hiphop, yes Müslüm”. Ona ne diyorsun?
O yazı Kadıköy’de bir duvarda duruyor. Sorduk Ceza’ya, “bunu kim yazdı” diye. Punk’çıiar yazmış. Globalizme karşı bir cümle aslında.
Ama baksana, global bir cümle, “no” diyor, “yes” diyor.
Evet, tamamen karışık. İstanbul gibi aslında. (gülüyor)
Dolapdere’deki bir oto tamircisi çocuk şöyle demiş: “Arabesk sosyete işi, biz hiphop dinliyoruz.”
İlginç… Şu an tamamen underground’da olan bir şey. Bence daha patlayacak… Araştırdığımızda şunu öğrendik: Türkiye’ye disko müziği geldi de, groove gelmedi. Curtis Mayfield, Stevie Wonder, Isaac Hayes… Funk diye bir şey de hiç yoktu. Motown kültüründe eksiklik var burda. O yüzden hiphop gecikti.
Breakdance çabuk geldi ama Türkiye’ye. Michael Jackson da öyle. Kökleri değil ama, Michael Jackson çok kolay kabul edildi.
Breakdance’in gelmesinin sebebi de, ‘80’lerin ortasında Almanya’dan toplu bir geri dönüş vardı ya… ‘84 tam breakdance’in senesiydi. Bugün hâlâ dünyanın en iyi breakdance’cileri Türk.
Reggae de pek taraftar bulamadı Türkiye’de.
İnsanlar ihtiyaç görmedi siyah müziğe. Sonuçta Roman müziği de siyah müzik. Bu ilginç bir teori.
Roman müziğiyle siyah müziğe baktığın zaman, ikisi de hayatı kutsayan müzikler. Burada zaten bunlarla göbek atılabiliyorsa, siyah müzikle dans etmeye ihtiyaç kalmıyor olabilir.
İlginç bir şey çıkarttık. Yüzde yüz sebep budur. Almanya’da hiç yoktu böyle bir şey. Kendine ait, kendi köklerinde groove diye bir şey yoktu ve her şey tamamen Amerika’dan geldi. Türkiye bu konuda bir anlamda kendisini korudu.
Bu filmde, aslında gazetecilik yaptığını söyledin demin.
Genellikle insanların bana soru sormasına alışığım. Bu sefer tam tersiydi. Karşımdakinin bana güvenmesi lâzım: Ben seni bu filmde dolandırmayacağım! Bu koşulu yaratmam gerekiyordu… Çok müzik dinledim ve her şeyi merak etmeye başladım. Belgeselle fiction film arasındaki en büyük fark, fiction’da gerçekliği yaratıyorsun. Belgeselde ise, gerçeği yaratmıyorsun, yakalamak istiyorsun.
Daha uzun bir iş gibi geliyor.
Daha uzun bir iş. Bütün akış, bütün geçişler montajda halledildi. Müzik filmi olmasına rağmen, klip estetiğini istemedim, buna baştan karar vermiştim. Bu görsel alışkanlığı kırmak ve sinema yapmak istedim. Benim filmlerimdeki en önemli şeyler, sonuçta kahramanlar değil mi? Burada da Siya Siyabend’deki karakterler, resmen bir Fatih Akın filminin karakterleri olabilir. Onların üzerine uzun metrajlı bir film de yapabilirim. Onları kendime yakın hissediyorum. Ceza da öyle. Onların nasıl takıldıklarını biliyorum, Kadıköy’de geçen 8 Mile gibi bir şey yapabilirim mesela. Orhan Gencebay veya Aynur da bir Fatih Akın karakteri olabilir. Belki o yüzden seçtim bu konukları. Onların suratına yakın durdum, kişiselliklerini, düşüncelerini yansıttım.
Neden sadece müzisyenlere odaklandın? Neden o müziği takip eden kitleler ve o müziğin dinlendiği mekânlar filmin dışında kaldı? Kulüpler, konserler, insanlar nerde?
Pratik olarak öyle olması lâzımdı. Mesela Orient Expressions’ı çekerken, aslında DJ piyasasını anlatmak istedik. Birkaç garip rave’e gittik, Park Orman’da falan… Herkes beyaz giyinmiş, herkes hap almış. (gülüyor) Çok deli manzaralardı. Bana çekici gelmedi açıkçası. O ecstasy piyasasını çekseydim, komik olurdu, film kendini ciddiye alamazdı. Mesela soruyordum: “Siz hepiniz niye beyaz giyindiniz kardeşim?” Biri bana ne cevap verdi, biliyor musunuz: “Televizyonda bazen İsviçre’deki rave’leri görüyoruz, biz de onlara özendik!” Ben de “hayır” dedim kendi kendime, “bunu filmimde istemiyorum”. (gülüyor) Kulüplerde çekim yapmak, ışık kurmak çok zordu. Mesela Gizli Bahçe’de çekmek istedik, sahibi müsaade etmedi. Bence bu resmen kendini beğenmişlik. Burnu büyük bir sosyete yeri işte!.. Kapıya bir bodyguard koyup “damsız almıyoruz” demek gibi bir şey.
Ya türkü barlar?
Aynur’un çekimleri için türkü barları düşünmüştüm. Ama oralarda da bir turistik hava var. Ben filmimde ne globalizmin içinde bir İstanbul göstermek istedim, ne de oryantalistik bir İstanbul. İkisinin arası bir şey istedim. Buradaki türkü barlar oryantalist takılıyorlar, duvarda halılar falan… Aynur’u hamamda çekmeye karar verdik. Tabii hamam da oryantalistik bir yer. Sertab Erener’in klibi bile hamamda geçiyor. Aynur da istemedi, ama hamamın akustiği o kadar iyiydi ki, ikna oldu.
Turistik bir film yapmak istesen nasıl bir şey yapardın? Diyelim ki Turizm ve Kültür Bakanlığı sana bir film ısmarladı, “Türkiye’yi tanıt” dedi!
Aynen bu filmi verirdim valla. Tabii beğenmezlerdi. Bu film benim kendi bakışım. O yüzden filmin adı İstanbul Hatırası. Çünkü bunlar geçen yazın hatıraları… Ama onlar Sultans of Dance gibi şeyler beklerler herhalde.
Senin İstanbul’unsa pek hijyenik değil. Biraz kirli.
Tabii canım. Duvara Karşı’da da bu var. Kirli dediğiniz şeye “gerçek” diyebilir miyiz?.. Replikas’ın sanatçıları kızmasınlar ama, hiçbir tanesi yakışıklı değil ki! Tarkan tipi yok ki hiçbirinde. (gülüyor) Sırtlarında kılları var, dişleri çürümüş, sökülmüş, bir tanesi kafasını tamamen sıfıra vurdurmuş ve yandan bir tutam saç sarkıyor. Ama herifler güzel çalıyor.
Eşin Monique nasıl buldu filmi?
Sevdi. Bu filmden çok şey öğrendi. Montajdayken akıllıca şeyler söyledi, bazı yerleri anlamadığında bizi uyardı. Monique gibi pek çok insana Orhan Gencebay ve Müzeyyen Senar yabancı geldi, o yüzden de filmin arkasına kattık onları. Filmde müzikal bir dramaturji var. Bildiğimiz şeylerle başlıyoruz. Elektronik müziği, hiphop’ı, rock’ı tanıyoruz. Ondan sonra Mercan Dede giriyor ve yavaş yavaş alışıyoruz bu müziğe. Sonra Selim Sesler, Orhan Gencebay ve Müzeyyen Senar… Orhan Gencebay’la pat diye başlasaydık, şok olurdu seyirci. Yatardı film.
Jenerikte, filmi ithaf ettiklerinin listesi yazılıydı.
Safiye Ayla, Zeki Müren, Barış Manço, Cem Karaca, Tanju Okan. Bu beşinden biri yaşasaydı eğer, bu filmimde mutlaka olurdu.
Mesela Fikret Kızılok?
Olmazdı, çünkü onu tanımıyorum. Mesela Zeki Müren’le Türkiye’deki travesti sanatçıların alanına girebilirdik.
Bülent Ersoy?
Düşündüm açıkçası. Ama ağır celebrity’lerle çalışmak, onlarla uğraşmak, ikna etmek, idare etmek zor. Orhan Gencebay’a, Sezen Aksu’ya ulaşmak zaten yeteri kadar zordu. Ama sonra arkadaş gibi olduk. Sezen Aksu’ya arkadaşım diyebilirim artık.
Erkin Koray’la da kolay buluşamadın galiba…
Ah, Erkin Baba! (gülüyor) Erkin Baba’nın biraz kafası karışık, benden de beter, son anda bizi unuttu. Tanışıp sözleşmiştik. “Abi, kapına geldik, ziline basıyoruz” diye telefon ediyorum, “ama ben şu an İzmir’deyim” diyor. Olabilir böyle şeyler. Biz de bekledik, Rock’n Coke’da çektik ve backstage’de görüştük. Beni unuttuğunu anladım. Suratıma bakıyor, “bu herif kim” gibisinden. “Erkin Baba, sizinle Kadıköy’de buluştuk, fasulye yedik, hatırlamıyor musunuz” diyorum, “ha, tamam, doğru” diyor. Hatırlıyor mu, bilmiyorum açıkçası. (gülüyor) “Fesuphanallah” olsun, “Yalnızlar Rıhtımı” olsun, aylarca telif haklarıyla ilgili uğraşıyoruz. Erkin Baba’yla görüşüyoruz, görüşüyoruz, anlaşıyoruz, anlaşıyoruz ve son anda imza yapıldıktan sonra anlıyoruz ki, haklar Erkin Baba’da değil. (gülüşmeler)
Politik müzik yapan insanlara neden gitmedin?
Grup Yorum’la tanıştım. Ama filmde siyaseti daha gizli bir şekilde vermeyi tercih ettim.
Ahmet Kaya yaşasaydı, ona gitmez miydin?
Belgeselde propaganda yaratmamak önemliydi. Belki Ahmet Kaya’yı seçmezdim de, Arif Sağ’ı seçerdim. Arif Sağ’ın müziği bana daha yakın, anlatabiliyor muyum? Ahmet Kaya’nın gücü siyasi sözlerinde. Ama Arif Sağ da soldan geliyor, bir Alevi. Bağlama çalışı bambaşka.
Filmde, Baba Zula’dan Murat Ertel, “Orhan Gencebay’ın saz çalışındaki yenilikten, kentlilikten” bahsetti. Ahmet Kaya ya da bu bağlamda bakabiliriz. Ahmet Kaya’da farklı bir sertlik var.
Nasıl? Beatles’la Stones gibi mi?
Punk diyelim. Arif Sağ Beatles’sa, Ahmet Kaya Clash.
Öyle mi? Bunu bilmiyordum.
Müzik filmi olmasına rağmen, klip estetiğini istemedim. Bu görsel alışkanlığı kırmak ve sinema yapmak istedim. Orhan Gencebay da bir Fatih Akın karakteri olabilir.
Demin İstanbul’a “Doğu musun, Batı mısın?” diye sorduğunu söyledin. Bu soruyu Almanya’daki Türk toplumuna sorarsan ne cevap alırdın acaba?
Yurtdışında yaşayan vatandaş kendini hiçbir zaman Alman olarak kabul etmeyecek. Ben bunu resmen denedim ve olmuyor. “Ben Almanım” dedim, ama değilim. “Türküm” de diyemiyorum öyle pat diye. Tabii ki ikisi de içimde var. Ciddi bir korku var Almanya’da Türklerden. Hele 11 Eylül’den sonra. Namus cinayetlerinden ötürü de bir korku var.
Türkiye’nin AB’ye girmesi nasıl bir etki uyandırır?
Almanlardaki o korku azalır. Çünkü Almanlardaki korku Almanya’daki Yunanlı, İspanyol, İtalyan işçilere karşı yok. Bunun nedeni Müslümanlık tabii… Ben şahsen bilmiyorum, Türkiye girsin mi, girmesin mi? Berlusconi’yi de, Tony Blair’i de, hiçbir hükümeti de sevmiyorum… Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı var mı gerçekten?
Türkiye’de kalmak ister miydin?
Temelli mi? Hayır. Ben orda rahatım. Siz burda rahatsız mısınız? Bayağı rahat tiplere benziyorsunuz. (gülüyor) Ne gerekiyor ki burda size? İnsan hakları. Türkiye Avrupa’ya girdiği anda insan hakları sorunları halledilir mi, bilmiyorum.
Kendini Türkiye’de yaşayan bir Kürt farzet. AB’yi ister miydin?
Herhalde Siya Siyabend’deki Ahmet’le Dede gibi düşünürdüm: “Biz bu toprakların düşmanı değiliz. Bizim dedelerimiz bu topraklara sahip çıktı. Biz de sahip çıkıyoruz…” Türkiye’ye neler gerektiği belli: İnsan hakları, basın özgürlüğü, doğru dürüst bir eğitim sistemi. Bunu kurabilirsek, Avrupa’ya gerek yok.
Ordaki Türklerde hava nasıl?
Bence Türkiye AB’ye girerse, ordaki Türkler kendilerini Alman olarak görmese dahi Avrupalı olarak görürler. Aradaki mesafe kalkar, yeni bir kimlik edinmiş olurlar… Ama bir arkadaşımın söylediğine göre, Almanya’daki Türkler, Türkiye’nin AB’ye girmesinden çekiniyormuş. Yıllarca çalışıp yaptıkları birikimleri Türkiye’den gelen Türklerle paylaşmak istemiyorlarmış. Valla kendi ailem nasıl düşünüyor, onu bile bilmiyorum. Ben burdaki müzisyenlere “AB’ye girmek istiyor musunuz?” diye soruyorum, ama kendi anne-babama daha sormadım. (gülüyor)
Sonuçta AB ekonomik bir olay. Türkiye’deki yaş ortalaması 17’ymiş. Almanya’da ise 41. Kimse çocuk yapmıyor. Akıllı Almanlar Türkleri istiyor. Çünkü yarın öbür gün biz Türkler onlara bakacağız… Aslında şimdi kriz zamanı. Beş buçuk milyon işsiz var Almanya’da.
Türkler arasında da işsizlik yoğun mu?
Tabii. Her yerde işsizlik bir ekstreme döner, ya sağ olur, ya sol. Bu tabiat kanunu. 30’larda Almanya sağa gitti, 70’lerde Türkiye’de bir taraf sağa, bir taraf sola gitti.
Türkler milliyetçiliğe kayar mı?
Bu tehlike var.
Oradaki Türklerin politikleşmesi, buraya oranla daha geç bir tarihte oldu, değil mi?
70’lerde Türkiye’de olan sağ-sol davaları Almanya’daki Türklere sonradan girdi. Sen sağcı olabilirsin, ben solcu olabilirim, ama biz şimdi yabancı bir ülkedeyiz diye bakıyorlardı 70’lerde… PKK olaylarından sonra, 90’larda bu olay taşmaya başladı. Tabii 12 Eylül’den sonra oraya siyasi sürgünler de geldi, çünkü burdan kaçmak zorunda kaldılar. Bir sürü arkadaşım var onlar arasından. Mesela Duvara Karşı’da Sibel’in babasını oynayan Demir Gökgöl, ‘80’de Almanya’ya kaçan bir solcu. Onun gibiler tiyatroyu, sanatı getirdiler. Tevfik (Başer) abi de öyle.
Hitler’in Son 13 Günü filmini beğendin mi?
Bilmem. Tarafsızlık vardı, Hitler karşıtlığı yoktu filmde. Ama provokasyon da değildi. Ticaret için yaptılar filmi. Kimsenin ihtiyacı olan bir film değildi, ben böyle görüyorum. Hitler’i popüler yapan bir film oldu.
Türkiye’de Kavgam’ın çok sattığını biliyor musun?
Evet, o haberleri okudum ve çok dikkatimi çekti. Niye öyle? Nerden kaynaklanıyor?
Hem sağdan hem soldan bazı yorumlara göre, 1930’ların Almanya’sına benziyormuşuz. AB tartışmaları, Kürt, Kıbrıs ve Ermeni sorunları bu ortamı yaratmış.
Yok canım, burası 1933’e hiç benzemiyor. Türkiye’de azınlık sorunu zaten hep vardı.
Bir taraftan da “milliyetçi bir lider beklentisi” olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Her partinin ortak paydası milliyetçilik olduğu halde.
Demek ki milliyetçiler çok güçlüler, her yerdeler. Sizin aileniz de milliyetçi mi? Ben bir milliyetçi çocuğuyum mesela.
Ailen filmi seyretti mi?
Daha değil. Mesela filmdeki Aynur sahneleri aile içinde bir tartışma çıkaracak. Sonunda ölüm yok, dayak yok, ama bir tartışma yaratacak. Bu normal bir şey.
Nasıl bir milliyetçilik ailendeki?
Bütün ailem, kalabalık şekilde milliyetçi. Ailem bir zengin ailesi değil, bir işçi ailesi. Soldan değiller. Ne deniyor, muzafaka mı deniyor?
Muhafazakâr.
Muhazafakâr.
Olmadı.
Çok zor. Ama bu kelimeyi seviyorum. (gülüyor) Onlar öyleler. Baba tarafım daha dindardır, babam hacıdır mesela. Annem, Bülent Ecevit’i seviyormuş. Yani bir zamanlar, Ecevit solken… Şimdi ailede tek solcu benim. Kendime solcu mu desem? Diyebilirim. Tek kara koyun benim ailede. Babamlarla çok tartışırız bu konuda. Ama bildiğimiz solcu değilim. Düşüncemi söylerim, o kadar. Bende Lenin’in, Marx’ın, Mao’nun ideası yok. Babam bana hep komünist derdi. “Komünist, bugün sana ne yemek yapayım?” diye sorardı mesela. Ben de ona “Hacı, n’aber?” derdim. Bizim muhabbetimiz bu. Tabii ki onları ikna etmeye çalışıyorum. Ve iyi bir yoldayım. Onları ikna edebilirsem, o zaman toplumun bir parçasını da ikna edebilirim.